24) Siyasal İslam mı Saray İslamı mı Üzerine

Temel İngiltere’ye göçmeye karar vermiş, önden dili öğrenmiş, gerekli tüm hazırlıkları yapmış, vize de çıkınca gidip yerleşmiş. Daha ilk gün, otoyolda araba kullanıyor, radyoyu açmış. Kanalda “Dikkat. Dikkat.” diye anons geçiyormuş, “Dikkatli olun! Otoyolda ters şeritten giden bir araç var!” Gevrek gevrek gülüp söylenmiş, “Ne biri be, hepsi hepsi!”

Bugün dünyaya baktığımızda görüyoruz ki tüm dünya Müslümanlara düşman. Doğuda Budistlerle, çok tanrılı dinlerin inanırlarıyla, Afrika’da ve Batı’da Hristiyanlarla, Ortadoğu’da Yahudilerle ve İslam egemen topraklar içinde de kendi içlerinde kavga var. Siyasal İslam dedikleri anlayışın yayıldığı her yerde mutlaka kavga var. Gücü ele geçirdikleri zaman da otoriter ve hatta totaliter yönetimler kurarak baskılıyorlar. Muhalefet edenlerin başını eziyor, kendilerinden olmayanlara hak falan tanımıyor, yapmadıklarını bırakmıyorlar. Demir yumrukla insanları ezdikleri Suudi Arabistan, İran gibi ülkelerde açıktan kavga yok; ama ‘barış’ da yok. Şu örnekten anlayın, Kuzey Kore’de de kavga yok, hatta bir tane hırsızlık vakası yok ama barış var mı? Şeriatın egemen olduğu ülkelerde kavga yok diye barış olduğunu söylemek Kuzey Kore’de barış olduğunu söylemek kadar absürt.

Konuya neden fıkrayla başladığımı anladınız. Kulağınıza küpe olsun, hayatta şöyle bir gerçek vardır: Eğer her şey üstünüze üstünüze geliyorsa, belki de ters yolda giden sizsinizdir. Fakat görünen o ki Siyasal İslamcılar adına bu gerçek hiçbir anlam ifade etmiyor. Onlara göre tüm arabalar yanlış şeritte. Buna iman etmişler.

Bugün koca ülkede yıllardır her gün ayrı rezalet yaşanıyor. Her türden iğrençlik var: Tecavüzler, şiddetin her çeşidi, hırsızlık, yağmacılık, arsızlık… Eski ahlak değerleri olsa namussuzluk diye adlandırılacak her şey. Fakat bu dönemde bu işleri eleştiremiyorsun bile. Yapmak değil ama eleştirmek yasak. Eleştirdiğin an yönetici tayfa her nedense üstüne alınıyor, eleştireni davalarla, hapislerle yıldırıyorlar. Suçu sahiplenip kendileştirmiş bir topluluk var karşımızda. Allah’tan utanmayana bu dönemde her türlü pisliği yapmak serbest. Tek bir şey hariç. Yapılmaması gereken tek şey, halk üstünde tahakküm kurmaya çalışan öfke dolu bir adamın egosuna dokunacak herhangi bir kelime dökmeyeceksin.

Bu sonuçlara yol açan Siyasal İslam dedikleri, benim ise Saray İslamı olarak adlandırdığım ideolojinin yükselişi oldu. Bu söylediğim yalnız Anadolu toprakları üzerinde geçerli değil; hangi coğrafyaya bakarsanız bakın, Saray İslamı nerede yükselmişse orada kavga var, halkı öfkeli, mutsuz, umutsuz, her türden çirkin iş normal karşılanır hâle gelmiş. Saray İslamı’nın yükseldiği ülkelerin üstüne karanlık çökmüş adeta. Saray İslamı hangi toprak parçasında yükselirse yükselsin, hep aynı olmuş; yükselip de bir yeri ışığa kavuşturduğu yok. Demek ki kesinlikle tesadüf değil bu ülkede tanık olduklarımız da.

“Saray İslamı da nedir? Siyasal İslam dendiğini biliyoruz da Saray İslamı terimini de sen mi icat ettin?”

Evet, bu tanımlamayı daha önce hiçbir yerde duymuşluğum yok. Böyle bir terim ürettim çünkü Siyasal İslam isminin tarif ettiğimiz ideolojiyi tam olarak yansıttığına inanmıyorum. Çünkü İslam zaten daha doğuşundan beri siyasaldı. Aslında her din bir parça siyasaldır, siyasal da olmalı, halkı korumalıdır. Çünkü ilk bölümlerde de anlattığım üzere dinin aslı ibadet veya birtakım kutsal yapılar değildir, ‘gök ehli arasında olduğu üzere’ dünyada da insanlar arasında uyumu sağlamak ve inanırları dünyadan çekip İslam’a göre Allah’a, Hristiyanlığa göre Göklerin Krallığı’na, Budizm’e göre Nirvana’ya ulaştırmaktır. Özünde hepsi aynı şeyden bahseder, hakikat âlemidir bahsettikleri, Muhammed’in tepede güneş olarak parladığı âlem. Zaten dünya dediğimiz geçici yurt bir dershaneden fazlası da değildir. Fakat bu durum, yalnızca ruhu önemseyen öğretilerin içine düştüğü hata aksine dünyanın önemsizliğini göstermez, aslında önemini gösterir. Çünkü dünyada iyi ve güzel işler dershanede yapılmazsa, sınavlar dershanede verilmezse, dershaneden sonra evde yapılamaz. Bu bahsettiğimiz güzel ve iyi işler, âdemoğlunu insanlığa ulaştıran, en azından bir parça daha insanlığa yaklaştıran işlerdir. Bunları ibadete indirgeyen ve o ibadetleri de taştan yapıların içine hapseden saray öğretisinin empoze etmeye çalıştığı aksine bireysel ve sosyal adaleti sağlamak, insanları arasında uyumu sağlamak gibi işler çok daha üstündür. Allah’ın ‘çok ibadet eden’ diye bir ismi ve niteliği yoktur güzel arkadaşlarım, ama örneğin ‘adil’ diye bir ismi ve niteliği vardır. Dünyada adaleti sağlayan, yayan kimseler işte bu ‘el adl’ ismiyle bağlantılı olarak gökte kendine bir yer edinebilir. Emevi ve Abbasi döneminde yaşıyor olsaydık bu hakikati dile getirdiğimden ötürü bedel ödetirlerdi, tıpkı Peygamber’in soyuna ödettikleri gibi; çünkü bu hakikat, Allah’tan olsa bile o adamların işine gelmiyor, iktidarlarına tehdit oluşturuyor olacaktı. Saray sahibi hanedanlar için Allah’ın hakikati önemli değildir, hanedanları o sarayı ve iktidarı daha kaç nesil ayakta tutabilecek, önemli olan odur. Burada hanedanın ve sistemin yozlaşmışlığını görerek kendiyle birlikte ailesini de sona erdirmeye çalışan 4. Murat’a küçük bir saygı duruşunda bulunmamız gerekir. Fakat iyi ki becerememiş, eğer becerseydi 3. Selim ve 2. Mahmut olmayacağı için muhtemelen modernleşme çabaları başlamaz, Mustafa Kemal tarih sahnesine çıksa bile Atatürk olamaz, en fazla Ömer Muhtar kadar etki yaratırdı. İşte biz olanı-olmayanı hayırlı-hayırsız diye etiketleriz ama bilmeyiz ki Allah satranç tahtasında on hamle sonrasına göre sonuçlar var etmektedir aslında.  

Muhammed daha elçilik amacı almadan önce de yerleşmiş, süregiden sosyal yozluğu ve bozukluğu düzeltmeye çalışmak uğraşısındaydı. Destekleyicisi olmadığından bu bozukluklara çok kereler kendi başına karşı çıkıyor, bedeller ödüyordu. Önceki yazılardan birinde mana âleminde edindiğim bir bilgiyi paylaşmıştım: Kureyş’ten olmayan bir kadına, bir olaydan şikâyeti üzerine durumu incelesin diye Muhammed’i gönderdiklerini, aslında onu haksız çıkarmalarını beklediklerini fakat Muhammed onu haklı bulunca kızıp köpürdüklerini söylemiştim. Fakat insanlar haklı olarak kaynaklara dayanan bilgileri daha çok tercih ettiklerinden şu bilindik hadis üstünden dediğimi anlayabilirsiniz: Ebu Cehil bir adama hakkı olan parayı vermeyince henüz peygamberlik görevi almamış olan Muhammed yakasına yapışır, adamın parasını vermesi için. “Adamın parasını ver.” diye gürler. Aslında kabile içindeki statüsü bakımından Muhammed’den epey üstte bulunan, dolayısıyla daha güçlü olan Ebu Cehil onun bu dediğini yerine getirir. Nedenini sorduklarında Muhammed’in devesinin kendisine öfkeyle baktığını, ağzını köpürterek soluduğunu söyler. Tek başına şu hadis bile Peygamber’in haksızlıklara duyduğu kızgınlığı ve adalete düşkünlüğünü göstermeye yeter.

Bu arada Ebu Cehil gerçekten deveden mi korkmuştur, yoksa iri yapılı bir bedene sahip olan Muhammed’in kendisinden mi orası bilinmez; ama geri vites yapmak için ortaya yaratıcı bir bahane sürdüğü apaçık. Bu bahaneyi aklınızda tutun, yarın bir gün öfkeli birileri sizi yolda çevirecek olursa hiç kavgaya karışmadan ortalıktan çekilebilir ve ‘motoru öfkeyle homurdanıyordu’, ‘egzozu sinirle gaz veriyordu’, ‘otomatik camı bir aşağı inip bir yukarı kalkıyordu’ türünden bahanelerle “Abi, ne oldu ya?” diye soranları savuşturabilirsiniz. Böylece erkeklik gururunuz zarar görmeden bir kavga engellenmiş olur.

Ebu Cehil ile alay etmiş gibi göründüm, hoşuma gitmedi. Neticede o da Allah kulu, kendimi ondan üstün görüyor falan değilim. Düşene vuranlardan hiç değilim, tiksinirim öyle fırsatçı tiplerden. Ben de kendimden utanç verici bir anı anlatayım, Hakk katında eşitlenelim: Lise hazırlıktayım, sınıfımızda benden iki yaş büyük, Bulgaristan göçmeni bir arkadaş var. Peygamber gibi babayiğit değil ama omuzları gayet geniş, benden de bir kafa uzun. Yan yana oturduğumuz, sevdiğim bir arkadaşım aslında ama, ne oldu hatırlamıyorum, öğretmenin geciktiği bir gün, sınıfın çoğu sırasında otururken bir anda birbirimize girdik. Zaten küçükken hem küçük hem kavgacıydım, çivava gibi. Birbirimize girdik, dedim ama birbirimize girmek olmadı tam olarak. Ben saldıracak oldum, o beni tuttu, iki kız arkadaşın oturduğu bir sıranın üstüne yatırdı, yumrukları saydırmaya başladı, oturan iki kızın çığlıkları eşliğinde. Davut ile Golyat’ın kavgası gibi ama, Davut savaşa giderken Filistin sapanını evde unutmuş, Golyat onu meydana yatırmış yumrukluyor gibi tahayyül edin o sahneyi. Çok şükür araya dinsel hikâye sıkıştırmayı da eksik etmedim. Arkadaş biraz saydırdı, sonra bıraktı beni, belki bayılırım diye korkmuştur. Bayılmadım ama anının kalan kısmı yok bende, sonra ne yaptım hatırlamıyorum. Ertesi gün sabah toplu şekilde okula girerken sınıftaki alaycı bir arkadaş yanında başkalarıyla yürürken “Dün ne dayak yedin bea!” diye kahkaha attı. Yanındaki kızlar da biraz böyle aşağılarcasına gülümsedi. Ben de biraz mırın kırın ettim ama ortaya Ebu Cehil’inki gibi bir bahane süremedim. Aslında konu yaratıcı bahaneler olduğunda ben de işimi iyi yapardım, o anda gayet güzel bir şeyler koyabilirdim ortaya. Neden diyemedim bilmiyorum, belki döven arkadaş kafama biraz fazla çalışmış ve beyinde bahane bulmaya yönelik kısmın bir süreliğine devre dışı kalmasına sebep olmuş olabilir. Sonunda kabul ettim, “Yedim lan, ne yapayım?!” dedim. Belki de bir kabullenme değildi o, kadere bir serzenişti.

Ancak kader öyle bir şey değil işte, o da doğru öğretilmiyor bu Saray İslamı ideolojisi yüzünden. Çünkü Emeviler her şeyin kadere bağlı olduğunu söylüyor, iktidarın onlara geçmesini Allah’ın iradesine bağlıyor, aksini söyleyeni cezalandırıyordu. Böylece kader kavramı o günlerde bugün bildiğimiz hâlini almış oldu. Fakat kader öyle değil. Eğer öfke kontrolünü boşverirsen, kendinden iki yaş ve bir baş –ki başı da kocamandı- büyük çocuğa saçma sapan sebeplerden saldırırsan, dayak yemek kaderin olur. Ha, biri çıkar da şöyle bir açıklama da bulunursa ona da karşı çıkmam: “Belki yaptığın başka işler yüzünden o dayak ceza olarak kesilmişti. Böylece arkadaşın kendisi bilmeden senin engelleyemeyeceğin yerden damarına bastı ki ona saldırasın, o da seni dövsün ve böylece hak edilmiş cezan sana uygulanmış olsun.” İşte bak bu da başka bir bakış açısı… Ve doğru da… Bazı işlerin böyle gerçekleştiğine hikmet gözüyle birkaç kere şahitlik ettim. Fakat bu açıklama da bize öğrettikleri ‘kader’ anlatısına uymuyor. Her hâlükârda bize ezberlettikleri türden bir kader anlayışı hakikate uygun değildir. Emeviler kaderlerinde taht elde etmek yazılı diye devlet sahibi olmadı; aksine, bunu elde etmek için yeterli kötülüğü yaptıklarından ve halk da öylesini hak ettiğinden dolayı kaderleri taht sahibi olmak oldu. ‘İyiler iyilere, kötüler kötülere’ kuralı gereği. Kötü olursanız, başınıza kötü ve zalim idareciler geçer demek oluyor bu. Ama suç kaderde değil, kötü olanlarda. Hak ederlerse de başlarına iyi idareciler geçer. Anlayacağınız kader veya Türkçe ismiyle yazgı insanın ve toplumun kendisine bağlıdır.

Ebu Cehil’i sıkıldıkça şeytana kedi kesiyormuş gibi anlatıyorlar, öyle değil. Biliyorsunuzdur, bugün lanetlenen Ebu Cehil kendi zamanında dindar bir adamdır, Kâbe’ye gelen hacılara su dağıtma görevi onun kabilesine aittir. Siz bakmayın Saray İslamı ideolojisinin tek bu adamı şeytan ilan edip böylelikle geri kalanı aklamasına. Geçmişte yaşamış o tek adam o kadar önemli değil, o yaşadı ve gitti zaten. Önemli olan o karakter biçimi. Bugün Ebu Cehil yok, bin iki yüz yıl oldu öleli ama tarihe baksan ondan beter bin tane adam bulursun. Bugün ortalığa bak, Ebu Cehillerle dolu. Hem inançlı hem inançsız tarafta, bir iki değil binlerce, yüz binlerce Ebu Cehil var. Ego-nefs-benlik dediğimiz yapının kulu olmuş, kutsallık hikâyeleriyle insanların haklarına açıktan çöken ve onları susturmak için daha fazla kutsallık hikâyelerine başvuran kim varsa Ebu Cehil.  

Gelgelelim bizim bu bölümde odaklanmamız gereken bazılarının elinde güç varken nasıl zalimleşip de karşısına isyan eden ilk güçlü adam çıktığında geri vites yaptığı değil. Bizim odaklanmamız gereken birileri haksızlığa uğradığında kendisini ilgilendirmediği hâlde olaya müdahil olup adaleti sağlayan Muhammed Mustafa’nın öğretisi. Çünkü konumuz bunun üstüne.

Peygamber gerçek, ona kimsenin şüphesi bulunmasın; kaç yazıda üstüne basa basa duyduğumu değil, ‘bildiğimi’, hakikat âlemi denen katta en tepede güneş formunda olduğunu ve parladığını yazdım. Daha ne kadar açıktan söyleyebilirim bilmiyorum. Fakat bize bugün ‘din’ diye öğretilenler, Peygamber’in öğretisi olan İslam değil, Aslında İslam’dan ayrı da olmayan ancak şöyle ifade edeyim parçalar içeren ve bunu kendine göre yorumlamış olan bir ideolojik öğreti.

En baştan başlayalım. Size bu ülkede dile getirmesi kolay olmayan bir gerçeği dile getireyim: İslam ta ilk yükseldiği zamanlardan beridir barış dini değildi; hiç olmadı. Müslümanlık kılıç üzerine birleşti, kılıçla büyüdü, kılıçla yayıldı ve çoğaldı. Ta Sanayi Devrimi gerçekleşip ‘gâvur’ üstün çıkıncaya dek kimse de İslam’ın barışla ilgili olduğunu söylemiyordu. Ben de zaten bu yüzden Peygamber’i savunmak maksatlı bir bölüm yazdım, okuduysanız bilirsiniz, Muhammed Peygamber Üzerine diye. Yaptım çünkü yapmak gerekliydi, insanlar Peygamber’in şartlarını ve motivasyonunu anlamakta yetersiz kalıyordu. Elbet kimse kalkıp da İsa’yı savunmak zorunda kalmaz; neden kalsın ki, İsa hayatı boyunca kavgadan, çatışmadan uzak durmuştu. Muhammed özelinde ise ele kılıç almak bir tercihten öte zorunluluk olmuştu. Zaten olmasaydı, ona o izin çıkmazdı.

Burada bir hakikat bilgisi var, onun için ayrı paragrafta olsun. Peygamber’e eline kılıç alması için izin verildiğini nereden biliyoruz: Hani İsa Mesih çarmıha gerilmesi için slogan atan kalabalığın karşısındayken ona “Seni affetmeye yetkim var.” diyen Roma valisi Pontius Pilatus’a şöyle cevap verir: “Göklerdeki Babamın verdiği yetkiden başka yetkin yok üzerimde.” İsa orada bir hakikati dillendirmektedir. Hakk katında her iş yetkiyle halledilir, gerçekten o âleme mensup biri yetki verilmeden iş yapamaz. O nedenledir ki Kuran’da birçok ayet “De ki…” diye başlar; çünkü kelimeleri döken Muhammed olsa da cevabı o vermemektedir. Bu nedenle ona “De ki…” denir; yani ‘karşıya şunu söyle, başka şey söyleme’ anlamında.

Kılıç işe yarar; ancak bir yere kadar. Tarihi okuyanlar bilir ki Asr-ı Saadet, Peygamber’in vefatıyla sona ermiştir, ondan sonrası kargaşa dönemidir. İlk dört halifenin sırasıyla suikasta kurban gittiği, herkesin gizli ve açık şekilde birbirine düştüğü bir dönemdir bu. Peygamber’in vefatı aradaki barışı bitirir, gizli çekişmeler ve kavgalar su yüzüne çıkar. Bununla birlikte yaşananlar birkaç paragrafta anlatılabilecek olaylar değil, üstüne kitaplar var yazılı. Tek cümleyle bizi ilgilendiren kısmını anlatmak gerekirse Peygamber’in vefatının ardından İslam büyük bir dönüşüme uğrar, kendini koruma pozisyonundan kılıçla başka topraklara yayılma aşamasına geçer. Yani Peygamber zorunda kaldığından yetki alarak kılıca başvurmuşken Müslüman topluluk bunu ‘sünnet’ kabul eder ve ‘fetih’ diyerek yayılmacı politikayı esas alırlar. Elde edilenler sebebiyle Müslüman topluluk ayrılıklar yaşar, birbirine düşerler. Hepsi tarihte birer birer kayıtlı, sürecin böyle gerçekleştiğine karşı çıkan tek tarihçi yok, o dönemlerle ilgili olayları istediğiniz herhangi bir yazardan okuyabilirsiniz.

Bizi bu bölümde ilgilendiren, olayların gelişimi ve bunların neden olduğu sonuçlar. Aşama aşama anlatıyorum: Elde edilen ganimetin fazlalığıyla bazı aileler ve kabileler güçlenir, Peygamber’in daha önce yapmadığı bir şey yaparak Roma sarayını ve kültürünü kopyalar. ‘Roma’ dediğimiz Bizans Sarayı işte, Bizans kelimesi çok sonra çıkıyor. ‘Roma sarayı’ diye özel olarak vurguladım çünkü yaptırdığı ihtişamlı köşkü kendisine soran üçüncü halife Ömer’e tamı tamına böyle söylüyor Muaviye: “Eğer onlarınki gibi binalar dikmezsek bizi ciddiye almazlar.” Ömer ona karşılık vermez ve o da yaptığını arttırarak yapmaya devam eder. Ta ki İslam Devleti’nin üstüne kendi devletini ilan edinceye dek. Oradan sonra İslam Devleti, hanedan devletine dönüşüp onun ve ailesinin mülkü hâline gelmiş olur. Böylece o ve ardından halefleri, ellerinde bulunan güç ve para sayesinde dilediğini doğru diye konuşturur, dilediğini yanlış diye sustururlar. Hoşuna gitmeyen doğruları söyleyenler zehirlenir, zindanlara atılır, kırbaçlatılır ve aklınıza gelebilecek türlü türlü başka şekiller yoluyla ortadan kaldırılır.

Sadece tek bir örnek vereyim döneme dair: Peygamber’in yakın çevresinden Ebu Zer, Muaviye’nin yaptırdığı sarayın karşısına gelir, bunun Peygamber’in sünnetine uymadığına dair protestoda bulunur. Sonra mescide gittiğinde iki kişi ona yanaşıp Muaviye’nin binasının inşaatında çalıştıklarını fakat paralarını alamadıklarını söylerler. Bundan sonra Ebu Zer orada hep aynı ayeti tekrarlamaya başlar, her gün aynı ayetleri en az bir kez olsun okur: “Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın" denecek.” (Tevbe / 34-35) Bundan rahatsızlık duyan Muaviye, o zamanın halifesi olan akrabası Osman’a şikâyette bulunur. Neticede Ebu Zer çöle sürülür ve orada açlık sebebiyle Hakk’a yürür.

Durumu kısaca özetleyelim: Peygamber eline kılıç aldı çünkü onun şartlarında bu zorunluluktu. Dini de bir parça rızayla bir parça eline aldığı o kılıçla, zorlayarak yaydı. Tekrar ediyorum, onun özelinde ve bulunduğu şartlar altında bu bir zorunluluktu, neden zorunluluk olduğunu merak edenler uzun açıklamasını Muhammed Peygamber Üzerine bölümünde okuyabilir. Ne var ki Peygamber’in kendini savunma biçimini ‘sünnet’ kabul eden Müslümanlık daha ilk nesilden başlayarak bu işi saldırıya çevirdi, Peygamber’in Mekke önünde yaptığını yapmaya girişti, ancak çoğunlukla bu zorunluluktan falan değildi. Amaç ganimet oldu çoğu zaman, onca gaza ganimet elde etmek için düzenlendi. Ele geçen ganimetle gittikçe güçlenen aileler ve kabileler, bu pozisyonlarını kaybetmek veya paylaşmak istemedi. Bundan sonra yalnızca onların işine gelen doğrular kabul görür oldu, hem de neredeyse bir yüz yıl boyunca. Onların ardından bir yüz yıl da Abbasi hanedanının işine gelen doğrular söylendi.

İçinde bulunduğumuz dönemin çok daha ağırını tahayyül edin kafanızda: İnsan hakkı diye bir şey yok, konuşan derhâl susturuluyor. İnternet yok ki doğruları yayasın, matbaa da yok, sayfa sayfa yazıp bıraksan o tek kopya bulunup yok ediliyor. Doğrular anca ağızdan ağza aktarılıyor, onun güvenilirliği de aktaran kimselerin güvenilirliğine ve iyi niyetine yakından bağlı; bir kelimenin değiştirilmesiyle bir cümlenin anlamı tamamen değişebilir çünkü. Üstelik aktarıcı iyi niyetli de olsa kendi anladığını aktarabilir –ki bu da doğru olmayabilir. Böyle bir dönem yaşanıyor işte.   

Anlayacağınız, bize öğretilenler, iki yüz yıl boyunca saray sahipleri tarafından zor ve rüşvet yolları kullanılarak birtakım din adamlarına inşa ettirilmiş doğrulardır; bunlara karşı çıkanlar zaten ya zehirlendi ya zindanlarda can verdi. Bu nedenle saray sahiplerine zararı dokunmayacak şekilde ibadetler ve taştan yapılar kutsandı, saray sahiplerini rahatsız edecek doğrular ve sosyal uygulamalarsa dışlandı ve zaman içinde tedavülden kalktı. Oluşturduğu mezhepçilik politikası gücü elinde tutan, parayı ve mülkü yığan Muaviye ve kabilesinin iki yönlü işine yaradı: Böylece dışarıda fetihleri hızlandırırken içeride elde ettiklerini paylaşmamak için kendine düşman üretti. Düşman üretiminin muazzam bir faydası vardır; odak noktayı suçlular üzerinden çeker. Bu nedenle dünyadaki tüm kirli yöneticiler kendilerine düşman yaratır. Fakat bu politikanın bedeli vardır: Örneğin George Bush yönetimi Saddam’ı düşman olarak ortaya attığında bu zamana kadar yayılan sonuçlarını hep beraber yaşadık ve yaşıyoruz. Müslümanlık içinse durum çok daha ağır oldu; koca İslam dünyası ikiye bölünüp birbirlerini doğradı yüzyıllar boyunca. Ve hâlâ ama hâlâ birbirlerine düşmanlık gütmekteler. Tek cümleyle özetlemek gerekirse, milyonların kanının dökülmesine yol açan mezhepçilik kavgası özünde İslam’ın ilk döneminde iki kabilenin yönetimi paylaşamaması sorunudur. Gel de bu işe akıl işi de.   

İşte tam olarak bu nedenlerden ötürü Siyasal İslam kavramı yerine Saray İslamı kavramının daha uygun düşünerek böyle bir terim ürettim. Elbette İslam’ın veya diğer dinlerin siyaset için olduğunu ima etmiyorum, esas amacı siyaset olan din, din değil dünyevî bir araçtır. Ancak bir dinin hiç siyasal yönü bulunmaz, adalete bir kere bile değinmez, insanların dünyadaki acılarına sırt çevirirse, o öğreti de ancak saraylara ve mevcut güç sahiplerine hizmet eden dünyevî bir araç konumundadır.      

“Ortaçağ’da mezhepçilik yalnızca Müslüman dünyada yoktu ki? O çağa hâkim anlayış oydu zaten. Herkes ümmetçilik politikası güdüyordu. Öyle değil miydi?”

Ortaçağ’ı yırtıp atan Cengiz Han ve onun Moğol ordusunu saymazsak doğru, yalnızca Müslümanlıkta durum böyle değil, devletler dini, daha doğrusu sektleri yani mezhepçiliği temel alıyordu. O yüzden Rome Total War serisinde din adamları yok ama Medieval Total War serisinde din adamları önemli yer tutuyor; genel kültür hep, öğrenin bunları. Fakat o devletlerde için de durum aynı oldu. Mezhep savaşları yüzyıllarca Avrupa’yı kana buladı. Ne zaman bu anlayıştan kurtuldular, o zaman huzura… ermediler. O zaman da tutup millet, milliyet savaşlarına girdiler. Avrupa Birliği kurulana dek huzuru bulamadı Avrupa.

Eğer bölüm bunun üstüne olsa daha uzuun uzuun konuşurdum, emin olun. Ne var ki Avrupa’da yaşamıyoruz, bu yüzden konumuz örneğin Katolik-Protestan savaşlarının Avrupa’yı nasıl dağıttığı değil. Onu da Avrupalı biri yazsın, dağıtsın. Biz kendi topraklarımızdan ve insanlarımızdan sorumluyuz öncelikle; o nedenle ümmetçilik politikasını Ortadoğu özelinde inceleyeceğiz.

“Öyle olsun. Osmanlı Devleti ümmetçilik politikası gütmedi mi? Onca topluluğu nasıl altı asır hizada tuttu?”

Ödül-ceza mekanizmasını iyi kullanarak. Yani kılıç ve rıza yoluyla. Roma İmparatorluğu nasıl iki bin yıl ayakta kaldıysa o şekilde. Bunda ümmetçilik politikasının öyle büyük bir etkisi yoktur; ancak Osmanlı’nın imparatorluk olmasının büyük etkisi bulunur. Burada büyük zekâsıyla Fatih Sultan Mehmet’i anmamız gerekir; Osmanlı’yı Osmanlı İmparatorluğu yapan odur. Eğer o olmasaydı Osmanlı tamamen ümmetçi politikanın esiri olur ve ömrü önemli ölçüde kısalırdı. Fakat ümmetçilik politikası o hâliyle bile Türk’ün canına okumuştur. Anadolu’nun harap olmasındaki esas sebep ümmetçilik politikasıdır.

Bana inanmayan arkadaşlar Osmanlı’nın altın dönemi sayılan Kanuni zamanında ve sonrasında Anadolu’nun hâlini açıp okusunlar isterim. Size keyword veriyorum: Büyük Kaçgun diye arayacaksınız. Kaymağı yiyen hep İstanbul ve saraya yuvalanan entrikacı takımıyken Türk 'altın dönem' zamanlarında bile Anadolu'da açlığa mahkûm edilmiş. Karşınıza çıkanlarla anlayacaksınız ki gerçek tarih okulda anlatıldığı gibi değil; elbette TV tarihçileri de ekran karşısında bunları dillendiremez. Dillendireni de çekiverirler kameraların önünden. Herkes benim gibi değil.    

Size üzücü bir gerçek bırakayım: Yalnızca Osmanlı İmparatorluğu böyle yapmadı. Dünya tarihi üzerine bilginiz arttığında şunu göreceksiniz ki peygamberleri takip eden devasa topluluk her dönemde güya din için savaşmış; tabii asılda ganimet için mülk için birbirlerinin gırtlağına sarılmış. Peygamberlere inanmayanlar da aynılarını devlet diyerek, vatan diyerek yapmış. Her yerde en güçlü olan hep her şeyi almış ve diğerlerini ezmiş. Her zaman istikrar, en güçlü olanın kılıç zoruyla diğerlerine baş eğdirmesi ve hâkimiyetine mecbur bırakmasıyla sağlanmış. dünyada bildik bileli güç sahibi adamlara boyun eğilmiş, diğerleriyse hor görülmüş.

Neye inanırsa inansın veya neye inanmazsa inanmasınlar… Bunlar işin kılıfıdır. İnsana ait çirkin bir gerçektir bu; daha doğrusu ruha eğilmeyen âdemoğluna ait çirkin bir gerçek. Ruha eğilmeyen insan bedenin tutsağı olarak git gide doğaya ait olur, hayvanlarla aynı şekilde davranır, içte hayvanlığa yaklaştıkça hareketlerine de yansır.

“‘Bizim konumuz her yer değil, biz kendi insanlarımızdan sorumluyuz.’ diyordun? Şimdi genel konuşuyorsun?”

Sağda solda ‘Kibar insanı niye eziyorlar ya?’ türlerinden şikâyet edenleri görüyorum, onun için açıklama yaptım. Peki, neden bu coğrafyada ezenler fazla, neden diktatör dolu, o konuya eğilelim madem.

Bu coğrafyada düz toprakların yaygın olması sebebiyle bilinen tarihin başından beri işbirliğinin olduğu, geliştiği ve bu nedenle Ortadoğu’da merkezî sistemlerin yaygın olduğu bilgisi siyasette genel kabul gören bilgidir -ya da ben öyle sanıyorum-. Bazıları coğrafyadaki diktatör bolluğunu işte bu bilgiye dayanıp merkezî sistemin hep güçlü olmuş olmasına bağlar. Ancak bu hipotez bana pek doğru görünmüyor. Çünkü bence bu hipotezi öne sürenler işin ‘halk’ tarafını ihmal etmekte, olaya yalnızca toprak yönüyle bakmaktalar.

Şimdi ben de kendi hipotezimi ortaya atıyorum: Bu topraklar düz olduğundan ve tarıma elverişli olduğundan yüzyıllar boyu boyları, kabileleri ve aşiretleri kendine çekmiştir. Boy, kabile, aşiret yaşamında hâliyle tahmin edersiniz ki merkezî bir yaşam anlayışı yoktur; daha çok ‘kabile gururu’ üstünde şekillenir. Bu kabile gururunu şişirmek için güçlü olana her zaman meydan okunur ve zayıf olanlar ezilir. Bu durum Orta Asya’da da aynıdır, Arap coğrafyasında da. Dolayısıyla kabilesel olarak güçlüye boyun eğmeye alışmış, zayıfı ezen bir insan tipi üretilir. Türkler göçebe olup çok geniş coğrafyalara yayılması sayesinde bu kötü durumu bir miktar aşmıştır ancak Araplar aşağı yukarı hep belli sınırlar arasında kaldığından aşamamıştır, bu nedenle kendi kültürleri içinde bu fenotipe birebir uygun insan tipini üretir durur. Çünkü Araplar bilir ki aynı kabileler yüz yıl sonra da yerinde duruyor olacaktır; oysa Türkler oynak bir zemin içerisinde gelişmiştir, değil yüzyıl sonra seneye bile kendileri aynı yerde kalacak mı, karşısındaki boylar gidecek mi veya yerine başkaları mı gelecek, bilemez. Bu nedenle Türk coğrafyası karışıktır, Arap coğrafyası ise durgun. Dolayısıyla Araplar durgun coğrafyalarında sabit sosyal roller oluşturmaya bakar ve bunu yapabilmek için güçlü olanın yanında durur, zayıf olanı ise ezer ve hep aşağıda tutmaya çalışır. Geniş ver verimli arazilerin bol bulunduğu durgun coğrafyalarda hep aynıdır, Çin’de ve Hindistan’da da böyledir, kast sistemi yoktan yere çıkmamıştır. Bu nedenle bu coğrafyalarda asalet çok önemlidir, tepedekiler hep tepede kalır, Çin İmparatoru’nu sözde gökler atamıştır örneğin. Türkler için de baştaki adam dinsel bir nitelik taşır, gökten kut aldığı inancı vardır, yani bugün de kendini din sömürüsü olarak gösteren kutsallık sömürüsü bizde de bulunur yine. Ancak Türk için asalet o kadar öyle değildir. “Ben Allah’ın gölgesiyim.” dersin de Türk’ü kandıramazsın, iyi yönettiğin sürece iddianı kabul eder, yönetemediğinde tutar paçandan indirir, ‘Gök Tengri verdiği kutu geri aldı.’ der; çünkü hayatta kalması gerekiyordur. İşte bu sebepten Türklerde sabit roller yerleşmemiştir. Yerleşmediği içindir ki zayıfı en alta geçirip sürekli onu aşağıda tutarak ezmek ve güçlüyü en yukarı çıkarıp sürekli onu tepede tutmak doğal görülmez. Bizde bu roller yerine eksi taraf olarak maddiyatçılık ön plana çıkar, gelecek için biriktirebildiği kadar biriktirme huyu vardır.

Şu gerçeği ayrı paragrafta vurgulamak isterim, kendi dönemlerinde padişahları eleştirirlerken, hatta alay ederlerken, dahası tutup tutup indirirlerken bugün belli bir kesimin eleştiri yapmayı bırak onlara adeta tapıyor olması bu insanların Saray İslamı eliyle Araplaştırılmasından dolayıdır. Gerçi İslam’ın ilk dönemlerine baktığımızda şunu görürüz ki o zamanki Araplar hiç de öyle kutsal yönetici falan takmıyor, gayet Peygamber’in çevresini de eleştiriyor, daha sonradan değişime uğruyorlar. Bugün baktığımızda Muaviye gibi birine bile hazret öneki getirip güya kutsallık atfeden insanlar etrafta. İşte bunlar hep Peygamber’in öğretisinin çarpıtılarak Saray İslamı hâline getirilmesinin sonuçlarıdır.

Burada tekrar bir açıklama yapalım da minik Hitlerlere gün doğmasın: Anlayacağınız, üstün ırk – alçak ırk yoktur. Fakat gelişmiş kültür – gelişmemiş kültür vardır. Bu konu Türk Kültürü Üzerine bölümünde yer alıyordu. Bu gerçeğe karşı çıkan sözde hümanist olduğunu zanneden ancak gerçekte yalnızca öğrendiği ezberleri tekrarcıları olan kimselere şu teklifte bulunabilirsiniz: “Madem gelişmiş kültür – gelişmemiş kültür ayrımı yoktur, alt katmanda olmak şartıyla kast sistemini kabul eder misin? Hemen geçelim?” Kabul etmezse ikiyüzlüdür. Ederse onu ‘parya’ ilan edip dilediğinizi yapabilirsiniz. Hindistan’da ‘parya’ dedikleri en alt tabaka insanların hiçbir hakkı yoktur, insan bile sayılmazlar. Onlara ‘kirliler’ denir ve gölgelerinin bile diğer insanlara değmesi suç kabul edilir. Veya kadınsa bir uçak bileti hediye edip onu Afgan kültürünün güzelliklerini keşfetmeye gönderebilirsiniz.

“Başta bir halife olsaydı Afganistan öyle kötü olmazdı, devletleri bize biat ederdi. Hep halifesizlikten bunlar.”

Sevgili dünyadan bihaber Saray İslamı taraftarı arkadaşım, buraları okuyor oluşuna sevindim ancak Allah aşkına böyle ipe sapa gelmez iddialarla kimseyi kendinize güldürmeyin. Kimse Türk halife sallamaz, tarihte bir kerecik, sadece bir kerecik bile sallamadı. “Yavuz Sultan Selim halifeliği devraldı, artık halifelik bizde” dedik, kendimiz çaldık kendimiz oynadık. Eğer halifelik işe yarar bir pozisyon olsa Suudiler bırakır mıydı yahu? Üstelik onların yararına, halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini söyleyen hadis bile mevcut. Ben anlamıyorum, neden Türk Saray İslamcısı halifelik için feryat figan ediyor da halifeliğin esas çıkış noktası ve sahibi olan Suudiler zerrece umursamıyor? 

Halifelikle ilgili o kadar çok yanlış var ki… En başta, halifelik makamını halifenin kendisi takmış mı? Madem takmış da neden şeyhülislamdan fetva almışlar yapacakları işler için? Bir dinin en yüksek otoritesi gidip başka otoriteden izin ister mi? Halife zaten bir hadise göre Kureyş’ten olmalı değil mi? Halifelik “Ümmetimin ayrılığında rahmet vardır. Yanlışta birleşmezler.” hadisine ters değil mi? Ve en önemli soru: Halifeliğin tarihte tek bir kere işe yaradığı yeri söyler misiniz? Halifelik yanlılarının en fazla söyledikleri şu: “O, oradan halifeye selam göndermiş.” Başka? Başka yok. Yüzyıllardır halife Türk ama haçlı seferlerine karşı hep Türkler savaşmış, hiç yardım almamış Araplardan. Açın bakın Vikipedi’den Osmanlı savaşlarına. Tüm Avrupa birleşip kıta hâlinde savaşmaya gelmiş, karşısında Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti tek başına yazar. Keşke Araplar da önemseseymiş biraz İslam halifesini. Adamlar ilk dört halifeyi bile önemsememiş, üçüne suikast düzenlenmiş. 

Halifeliğin dini liderlik olarak kabul edilişini akıl almaz yahu. Adam öldürerek ele geçirilen bir dinsel pozisyon düşünün. Şöyle tahayyül edin ki Vatikan’a girip papayı öldürüyorsunuz ve haleluya, artık Katolik Dünyası’nın yeni lideri sizsiniz! Riddick filminde vardı hani, bu arada gerçekten güzel filmdir, Necromongerlarda lideri öldüren her şeyi alıyor, herkes onun emri altına giriyordu; halifelikte de aynı mantık yolu var. Halifelik denen kurumun ne kadar saçma olduğu işte bu tek açıktan bile bellidir: Halifelik, yani Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi veya kudret eli olma yetkisi, nasıl başka birini öldürerek ele geçirilebilir?! Aynı mantıkla birisi bir peygamberin canına kast ettiğinde ‘elçi’ olma yetkisini ondan alıp yerine mi geçiyor? Ustanı öldürüp onun yerini almak sadece Dark Side’da olmuyor muydu yahu?!

Kabul edelim ki ne akıl ne yürek ne de vicdan kabul eder böyle bir şeyi. Bu işlerle alakası olmayan birine anlatsanız muhtemelen ilk sorgulayacağı şu olur: “Liderliği kan dökerek elde edilen bir din ne kadar barışçıl olabilir ki?”    

İşte Saray İslamı bize dinsel liderlik diye bunu yutturmaya kalkıyor; çünkü adı üstünde, Saray İslamı. Sarayı ancak kan dökerek elde edersin ya da babadan miras kalır; o nedenle halifelik de aynı şekilde el değiştiriyor. Güya Peygamber’in halefi olan adam, bir önceki halifeyi öldürüyor, yerine geçiyor; olaya bak! Masum çocukları gömülmekten kurtaran koca Muhammed’in sözde halefleri kundakta bebekleri boğdurtuyor sizce? Akıl tutulması yemin ederim. Yoksa Tekvir 8-9’da söylenen “Diri diri gömülen kıza sorulunca. Hangi suç yüzünden öldürüldün diye.” ayetlerinden yalnızca çocukları diri diri gömünce günah olduğu sonucunu mu çıkarıyorlar? Bazen Saray İslamcıları arasında acaba Peygamber’in hayatını okuyan kimse mi yok, diye düşüncelere kapılıyorum. Hadi okumasalar bile her dinde suçsuz insanın kanını dökmenin en büyük suçların başında geldiğini, en şiddetli şekilde kınandığını ve kati şekilde yasaklandığını biliyor olmalılar. Halifelikte bu durumu nasıl normalleştirebiliyorlar?!

Gerçi sorgulamak ve sorgulanmak bu ideolojinin kodlarında olan bir iş değildir; yalnızca Saray İslamı mı, biatçı ideolojilerin hiçbiri hoş karşılamaz sorgulamayı. Faşizm ve sosyalizmde de aynıdır. Nerede küçük bir grup gücü eline geçirip sömürü düzeni kursa orada sorgulamanın temeline dinamit konur. Çeşmelerin başını tutanlar sorgulandıklarında sistemlerinin çökeceğinin farkındadır çünkü. Tamam her şeye muhalif olmak iyi bir alışkanlık değildir, kabul ederim; ancak insanların manda gibi güdülmeye çalışıldığı bir yerde bu işte bit yeniği olduğunu anlamak gerekir. Büyükbaşı iyi niyetle beslemezler, sonu ya ahır olur ya mezbaha. Sürüyü kurtla korkutanlar bir bakarsın elinde bıçakla gidiyor üstlerine.

Emin olun halifeliğin olmaması olmasından çok çok hayırlı, iyi ki kaldırdı Atatürk, Allah makamını yüceltsin. Düşünün, papalık Hristiyanlığı korudu mu, yoksa bozdu mu? Halifelik de aynı şekilde asla İslam’ı koruyucu değildi, hiçbir zaman olmadı. Suudi Arabistan’daki yönetimi az çok bilenler şunun üstüne biraz düşünsün: Bugün Müslüman dünyanın bu parçalı hâlinde bile din haddinden fazla bozulmuş durumdayken Suudi Arabistan’daki o adamlardan biri halife olsa ve Vatikan örneğinde olduğu üzere İslam oradan idare edilse, nasıl bir hâl alırdı?

Halifeliğin en tehlikeli yanı bu işte; eğer cahil kitleler güdülmek istense hepsini bir bayrak altında toplamak ve onların başına kendinden bir ajanı yerleştirmek, en etkili yol olmaz mı? ‘Yeşil Kuşak’ projesini üreten ABD’nin, Saray İslamcısı eliyle halifeliği diriltmeye çalışması bu nedenle olabilir mi? Ya da babasına parasız selam vermeyen Amerikalılar çok seviyordur peygamberimizi, ondandır Saray İslamı ideolojisine sağladıkları destek? Zaten Suudi Araplarla aralarından su sızmıyor, belki yakında komple Müslümanlığa geçerler?! 

Durumu teolojik algılayışla bile okusan halifeliğin ne tehlikeli bir araç olduğunu görürsün. O baştaki tek adamı satın alan veya başa kendi ajanını geçirenler kurdukları planlara göre milyarlık kitleyi istese şeytana yem eder; kim karşı çıkacak onlara? İki milyara yaklaşan bir kitle var, bir adamın üzerinden ona reklam edilen din algısını gerçek zannedecek bunlar. Akılları bu kadarını da mı almıyor, yoksa “Yeaaa halifeyi kim satın alabilir?” diye nihilist, boşvermişçi bir tavırla mı düşünüyorlar onu bilmiyorum ama doğru yönde düşünmediklerini biliyorum. Biraz tarih okusalar şeyhülislamların gayet güzel alındığını görebilirler, üstelik onları alanlar da halifeler! Hadi bunu önemli bulmuyorlar; tarihimizde mason olduğunu bildiğimiz padişah var örneğin: İslam Halifesi 5. Murat. Mason olmayı da mı önemli bulmuyorlar? Neyi önemli bulacaklar? 

Oysa halifelik işine aslında ilk karşı çıkanın “Ümmetimin ayrılığında rahmet vardır. Yanlışta birleşmezler.” hadisine göre muhafazakâr kesim olması gerekmez miydi ya? Bu dünyada öyle adamlar var ki insanlığını dünyaya değişmiş, para ve iktidar karşılığında milyar tane adamı kolaylıkla şeytana lokma edebilir. Para karşılığı kurtla işbirliği yapar, sürüyü kurda teslim eder, sonra çobanla yas tutup ağlar. Bunlardan biri dış proje olarak halifeliğe getirilsin, İblis’e yapacak iş kalmaz. En başta bunların engellenmesi adına halifeliğin olmaması elzem. En iyisi her zaman gücün ve yetkilerin bölüşümüdür. Gücü ancak firavunlar paylaşmaz; çünkü onlar için önemli olan doğru veya iyi değil bizzat gücün kendisine sahip olmak ve kitleleri kendi benliğine ‘kul’, ‘köle’ kılmaktır.

“Öyleyse halifelik kurumunun ilk çıktığı zamanlar nasıl İslam’ın altın dönemi oldu?”

Sizi üzeceğim, İslam’ın altın dönemi diye bize sunulan zaman dilimi Peygamber’in vefatıyla birlikte yakın çevresinin emirlik için birbirine girdiği, halifeliği elde edenlerin sırası ile suikasta uğradığı, huzurun uğramadığı bir zaman dilimi. Asr-ı Saadet Peygamber vefat ettiği anda son bulmuştur; gerisi kargaşa dönemidir. Yok, ‘altın dönem’ dediğiniz çağ bilginlerin dolu olduğu Emevi ve Abbasi dönemleriyse, o dönem iktidarı elinde bulunduranların İslam’dan fersah fersah uzak olduğu, Peygamber soyunun zindanlara atılıp kırbaçlandığı, zehirlendiği, öldürüldüğü dönemlerdir. Yani ne tezattır ki İslam’ın altın dönemi dediğiniz, İslam karşıtı sülalelerin tahtı ele geçirdiği, gerçekten İslam’a içtenlikle inananlara baskılar uyguladığı, İslam’a en uzak olunan dönemlerdir. Yezid yoktan yere Kerbela ardından “İntikamımızı aldık.” diye mısra dökmedi. Emeviler ve Abbasiler Peygamber’in yanından olmaktan çok karşısındaydı, karşı devrimcilerdi. Bugün Tayyip Erdoğan ne kadar Atatürk sevdalısıysa Emeviler ve Abbasiler de o kadar Peygamber sevdalısıdır. Ve bu da şu demektir ki Tayyip Erdoğan’ın favori tarihçisi Kadir Mısırlıoğlu Atatürkçülüğe ne kadar hizmet ettiyse Emevi ve Abbasi saraylarınca beslenen din adamları da İslam’a o kadar hizmet etmiştir. Hele ki Emevilerin ilk dönemi Peygamber’in soyuna ve öğretisine açıktan düşmanlık etmekten çekinmediği bir dönemdi. İşte gördüğümüz kadarıyla buna sebebiyet veren de Muhammed’in fazla yumuşakbaşlılığı, merhameti, şefkatiydi; her ne kadar bugün ‘kılıçlı peygamber’ diye eleştirilmekteyse de. Oysa tarihe bakınca görüyoruz ki Muhammed’in soyuna bela getirmiş olan elindeki kılıcı yeteri kadar kullanmamasıdır. Aşağı doğru inen uzun bir soy ve bela skalası mevcut, ancak onun konuşma yeri burası değil. Sadece şunu hatırlarsanız neden böyle dediğimi anlayabilirsiniz: Ebu Sufyan olmasaydı oğlu Muaviye ve torunu Yezid olmazdı.

Müslümanların en entelektüelleri bile bu yanılgıyı aşamıyor maalesef, kafalarında hâlâ bir altın dönem anlayışı taşıyor. Muhammed İkbal, Ali Şeriati, aklınıza gelen hangisi varsa, hepsi de başları sıkıştığı yerde hepsi o altın döneme çekiliyor. Aslında kaçıyor demek daha doğru. Oysa övdükleri dönemlerdeki gelişmelerin dindarlıktan uzak, bir kısmı kâfirlikle, zındıklıkla itham edilmiş kimseler tarafından sağlandığını es geçiyorlar. Sosyal hayatını övdükleri dönemin Müslümanların fakir dönemleri olduğu detayını da göz önüne almıyorlar. Zenginlik arttıkça, Peygamber’in vefatıyla birlikte paylaşım kavgalarının patlak vermesini ‘hata’ olarak görüyor, aslında ondan önceki zaman diliminde zaten ortada paylaşılacak bir şey olmadığından bir huzur dönemi yaşandığını kavrayamıyorlar. Aslında kavgaları önleyenin öğreti değil Peygamber’in manevi şahsı ve liderliği olduğunu idrak edemiyorlar. Onlara kalsa inananlar geçmiştekiler gibi yaşasa tüm sorunlar hallolacak. Fakat öyle bir şey olmayacak; çünkü geçmiştekiler de bu entelektüellerin geçmiştekileri kafalarında yaşattıkları hâliyle yaşamıyordu. Bunu anlayamamışlar.

Hakkını vermek lazım, Ali Şeriati eserlerinde Peygamber sonrası paylaşım kavgalarına büyük yer ayırır. Üçüncü halife Osman’ın kesin olarak karşısında ve Ebu Zer’in kesin olarak yanında bir tutum sergiler. Ebu Zer’in yaşam tarzının gerçek İslam ile birebir uyuştuğuna inanır. Yaşar Nuri Öztürk de benzer bir görüşle, “Ebu Zer’i tanımadan Muhammed’i tanıyamazsınız.” der. Bu görüşü taşıyan bilginler genel olarak Müslümanlar Ebu Zer’in yaşadığı gibi yaşasa İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunların kökten çözüleceğine inanır.  

Ebu Zer’e büyük saygı ve sevgi duyarım. Ebu Zer özelinden de öte mert insanlara karşı bir saygım, sevgim hep var oldu zaten. Fakat Ebu Zer taraftarı entelektüeller mevzu bahis edildiğinde hep şunu sormak istemişimdir: Bu entelektüeller kendileri Müslümanların fakirlik dönemlerini överken neden bunun aksine kalkıp da ülkelerindeki yaygın fakirliği eleştiri konusu ediyor, düşün dünyalarında halklarını fakirlikten kurtarma çabasına girişiyor? Madem geçmiş dönemdeki fakirlik iyidir, madem Peygamber günü bir hurmayla geçiriyordu, iyi olan da budur, halkları da öyle yapsın. Bıraksınlar kâfirler alsın yer altı ve yer üstü zenginliklerini; madem fakirlik iyi bir şey? Dünya “müminin zindanı, kâfirin cenneti” değil mi, fakirliği övmek için sürekli aynı hadisi önümüze sürmüyorlar mı? Madem öyledir bıraksınlar kâfirler de bizi sömürerek cennetlerini burada yaşayıversin, ne var? O zaman buna karşı çıkmamaları gerek değil mi? Fakat karşılar.

Zaten doğru olan da karşı olmaları. Ancak bu entelektüeller fakirlik övgülerinin yanlışlığının farkında değiller. İyi olan herkesin fakir olması değil, iyi olan herkesin kanaatkâr olması, açgözlülükten uzak durması, azla yetinmeyi bilmesi. Kötü olan zenginlik değil, kötü olan haksız kazanç ve adaletsiz dağılım. Kötü olan birkaç insanın diğer insanları köle düzeyine indirgeyip kendi benlikleri faydasına hizmet ettirmesi.

“İnsanların geçmişi güzel bulmalarının ne zararı var ki?”

İnsanların geçmişi güzel bulmalarının bir zararı yok, sorun herkesin çözümü geçmişte araması. İslam dünyasının temel sorunlarından biri bu. Ama çözüm geçmişte olsaydı, zaten geçmiş yaşanırken bozulma gerçekleşmezdi değil mi? En bilginlerden tutun en bilgisizlere kadar hepsi, aslında hiçbir çözüm sunmayan ‘altın çağ’ inancına saplanıp kalmış, o dönemdeki savaşları dile getirmeden “yapılan hatalar” diyerek geçiştiriyor. Kanallarda program yapan din adamlarını ele alın, Peygamber’in sade yaşamını övüp günü nasıl bir hurmayla geçirdiğinden mutluluk gözyaşlarıyla bahsediyor; ardından “Bugün Müslüman ülkelerin yaşadığı fakirlik” diye devam edip Batılı devletlere ve idarecilerine beddua okumaya geçiyor. Fakirlik övüyordu az önce? Fakirlik iyiyse Müslüman halkın fakir olması neden kötü olsun? Burada taban tabana zıt iki değerlendirme var ve bu açık bir ikiyüzlülük.

Üstelik birkaç cümle önce de rızkı belirleyenin, zengini zengin, fakiri fakir yapanın Allah olduğunu söylüyordu, elbette halk kendine düşene razı gelsin diye. Kendilerine niye az düştüğünü soranları Allah’a isyan etmekle korkutuyordu. Fakiri fakir kılan Allah ise suçlu nasıl emperyal devletler olabilir; onlar yalnızca Allah’ın kendileri için belirlediği rızkı almış olmuyor mu? “Allah rızka kefil” ise nasıl kefilin verdiğine el uzatabilirler; hele de o kefil Allah ise? Allah’ı da aşıp mı iş yapıyor bu emperyal kuvvetler? Nasıl bir güce sahip bunlar böyle? Allah onları engelleyemiyorsa biz nasıl engelleyeceğiz?

İroniyle devam etmek gelmiyor içimden. Bunlar işi şuraya getiriyor, özeti şu: Saray İslamcısı elit ve onun yandaşları halktan kırptıklarıyla, çöktükleriyle zenginleşirse sebebi Allah’ın onlara bol bol vermesi, Hatta bunun için çok güzel hikâyeler uyduruyorlar: ‘Adamın biri gittikçe zenginleşiyormuş. Sebebini sormuşlar: “Allahla yarışıyoruz. Ben başkalarına veriyorum, O bana veriyor, ben başkalarına veriyorum, O bana veriyor. Henüz yenemedim.” demiş.’ Bu hikâyeye göre Rockafeller hanedanı dünyanın en hayırsever topluluğu… Ama olamaz. Çünkü Batılı dünyadan yağmaladıklarıyla zenginleşirse sebebi şeytanlıkları.

Hakikatte öyle çifte standart olmaz. Eğer uydurdukları gibi yaptığımız iyiliklerin ve işlerin karşılığını bu dünyada alıyor olsaydık her namazdan sonra bankaya “Kuluma sevgilerle” notlu havale yapılıyor olması gerekmez miydi? Hesap bu dünyada değil, orada. Yoksa Kamboçya nüfusunun dörtte birini yok eden Pol Pot veya “Yamyam” olduğu iddia edilen diktatör İdi Amin öyle kolay, öyle rahat ayrılamazdı bu dünyadan. Fakat… Bir de orası var, orada hesap ağır. Her türlü rezilliği yapıp da hesabı buradan kaçırmaya, oraya taşımaya çalışanların gerçekten bir hesap olduğuna inanmadığını düşünüyorum işin açığı.     

Duruma çifte standartsız bakarsak: Demek ki rızkı belirleyen Allah’ın gökten bir şeyler atıyor olması değil; çalışmak, üretmek veya hak yemek, savaş, yağma, talan yapmak, kapabildiğin kadarını helal-harama bakmadan kapmak. İşte o yüzden kötüler hep daha zengin oluyor, Allah ile yarıştıklarından değil veya Allah onları kayırdığından değil. Ama bir hesap var; herkes için. Azıcık aklı olan bugün zevkle yaşayayım diye sonsuzu satmaz. İnanıyorsa elbette. İnanmıyorsa, bir iki din adamını yandaş tutar, onlar da ortaya sürer bir iki hikâye, böylece sözde dindar özde inançsız haramzademiz de haram-helal demeden çökmeye, yiyip içmeye devam eder. Ta ki Allah’ın iyi işler yapmak için insanlara tanıdığı süre, yani ömrü son buluncaya dek.

Yönetimsel açıdan bakarsak, devletlerin rızkını belirleyen de yine Allah değil, yaptıkları doğru ve yanlış hamlelerdir. ABD’yi süper güç yapan Allah’ın onlardan razı olması değil muazzam derecede geniş topraklarından elde ettiği hammadde ile yaptığı üretim ve 2. Dünya Savaşı’na doğru zamanda, doğru tarafta katılmasıdır. Kısacası ABD’nin zenginliğinin temeli yerli Amerikalılardan çalınanlara dayanır. Hitler birkaç senede Alman ekonomisini uçuşa geçirdi, Allah Hitler seçildi diye Alman halkından razı olmuş da rızkını mı artırmıştı sizce? Osmanlı Allah razı olduğundan değil, kılıçla geniş topraklara yayıldığından ve ticaret yollarını ellerinde tuttuğundan zenginleşti; sanki ilk durum gerçekmiş gibi yansıtırlar, ideolojik bir yalandır o. Müslüman ağırlıklı ülkeler bugün dünyanın fakir ülkeleri arasında hep, Allah razı değil mi anayasası şeriata dayalı bu ülkelerden? Ama ABD ve İsrail’den razı mı? Bu açık şekilde zırvalık; farkında değil misiniz?

Buradan yola çıkarsak yöneticilerin zengin halkın fakir olduğu şeriat devletlerinde o yöneticilerin Batı’nın emperyalist devletleriyle aynı işi yapmalarından ötürü zenginleştikleri sonucuna varabiliriz. Yani bu ülkelerde büyük bir yağma ve talan var; Allah yöneticilerine bol bol verdiğinden değil, bu yöneticiler kendi halklarından çaldıklarından, kamu malını yağma ve talan ettiklerinden zenginler. Aynı durum sosyalist veya milliyetçi ülkelerde de geçerli elbette. Nerede zengin yöneticiler, fakir halk varsa bilinsin ki oranın yönetici takımı Allah’ın halk için belirlediği rızıktan çalıyordur. Ebu Zer de bunu söylüyordu işte yoksa yeşil parka giymiş de sosyalizm propagandası yapıyor değildi.

Saray İslamı kendi ideolojisini yayarken Peygamber’in İslam’ını bozdu, hâlâ da bozmaya devam ediyor. Bu ideolojik yaklaşım hakikat bilgisini çarpıtıyor, insanları doğru olmayan bilgilere inandırıyor. Bir avuç elitin ve onların yardakçısı bir avuç din adamının dünyadaki keyfi sürsün diye kurban edilemeyecek kadar büyüktür Muhammed’in öğretisi.

Şimdi doğruyu konuşalım: Peygamber hiçbir zaman Allah’ın birilerini aç bırakmayacağını söylemedi. Öyle olsa kendisi yeri geldiğinde günlerce aç kalmazdı. “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” diyerek gökte kimsenin senin evine kaç kilo meyve alıp almadığınla ilgilenmediğini, pazardaki fiyatlarla Allah’ın ilgisi olmadığını, ‘rızık’ denilen kavramın üretim fazlası ve değişimle sağlandığını söylemişti zaten. Ama elbette Saray İslamcısı için hakikatin önemi yok, Saray İslamı hakikatle ilgilenmez, insanları tepedeki zümreye menfaat sağlamak için bastırmakla, bu amaçla dini lehine çevirmekle ilgilenir.

Yazıyı yayınladıktan iki hafta sonra gelen not: Bu rızık kavramının burada tam olarak açıklığa kavuştuğuna inanmıyorum. Daha önce bir bölümde bunun üstüne konuşmuş, bir de kendi inandığımın tersine olacak bir anımı anlatmıştım. Orayı bulup okuyabilirsiniz. Hangi konu içinde olduğunu hatırlamıyorum ama.

“Peygamber’in fakirlikle ilgili övgüleri de bu ideoloji eliyle uydurulmuş sözler mi?”

Diğer bölümlerden birinde fakirlik çeşitleri üstüne zaten konuşmuştuk, o konuyu tekrar açıp yazıyı uzatmanın gereği yok. Kısaca söylemek gerekirse Peygamber’in maddesel planda bir fakirlik övgüsü yoktur, manevi fakirlik övgüsü vardır. Aynı övgüyü İsa Mesih’te de görürsünüz: “Ne mutlu ruhta fakir olanlara…” der Matta 5’te. Gerçi İsa, onu takip etmek isteyen gence “Malını mülkünü sat ve parasını yoksullara dağıt. Sonra ardımca gel.” de der; fakat Muhammed’de kesinlikle maddesel fakirlik övgüsü yoktur. Bunun aksine pek çok hadisi vardır hatta. Örneğin: “Fakirlik bir kapıdan girdi mi din diğer kapıdan çıkar.” Veya: “Benim dinim Hatice’nin malı ve Ali’nin kılıcı üstünde yükselmiştir.” Eğer dini fakirlikle yükselseydi, bunu söylemesi gerekirdi. 

Fakat bugün özellikle kanallarda fakirlik övenler mevcut, evet. Bunlar aynı zamanda çözümün İslam’ın geçmişinde olduğu iddiasındaki kişiler. Öyleyse bugün bunlar neden şikâyetçi? Müslüman ülkeler tam da istedikleri üzere fakir işte. Neden Batı’dan şikâyetçiler öyleyse? Bugün İslam ülkelerinin durumun tam da Peygamber’in günü tek hurmayla geçirdiği günlerine benziyor değil mi? O zaman tarih boyunca İslam ülkelerini yağmalamış olan Batılılar iyi bir şey mi yapıyordu, Müslümanları Peygamber’e mi yaklaştırıyorlardı yani? Mevlana evde yemek olmadığını öğrenince “Evimiz Peygamber evine döndü, ne güzel!” diye şükretmişti hani? Öyleyse Müslümanlar da şöyle mi şükretmeli: “Ne güzel Batılılar sayesinde ülkemiz Peygamber evine döndü!” Madem fakir olmak Peygamber için iyi, İslam dünyasının fakir olması neden kötü olsun? Sünnete uymuş olmuyorlar mı böylece? Yoksa fakirlik iyi bir şey değildi de siz hakkı yağma edilen millet uyanmasın diye hikâyelerle bizi mi uyutuyordunuz? 

Üstelik fakirlik övücüleri daha kötü bir şey söylüyor aslında fark etmeden: Peygamber’in fakir kalması iyiyse, onu fakir bırakanlar da iyi bir iş yapmış demek oluyor. Bu durumda Peygamber’i dışlayan kabile başlarının, isim vermek gerekirse en başta Ebu Cehil’in de iyi bir iş yaptığı sonucuna çıkıyoruz. Bu nasıl mantık böyle?!

Bakın, Peygamber’in çektiği geçim sıkıntısı iyi değildir. Çektiği sıkıntının sebebi de Allah’ın ondan rızkı kısmış olması değil, etrafındaki kabilelerin onu ve takipçilerini dışlamış, onlara bir şey satmıyor oluşudur. Yani kimi adamların kanallarda öyle göğüslerini şişirerek anlattıkları bu durum aslında Peygamber’in düşürülmüş olduğu hüzün verici zamanlardır. Sanki Peygamber fakirliği tercih ediyormuşçasına bunu gururlanarak anlatıyorsanız ya konu hakkında bir bilginiz yoktur ya da bile isteye insanları kandırıyorsunuzdur.

“Neden kandırsınlar ki insanları; ne çıkarları olacak bundan?”

Peygamber’in yaşadığı fakirliği Allah yazmamış, Allah ondan rızkı kısmamış da oradaki kabile başları ve adamları buna sebep olmuşsa, geçmişte ve bugün halkın yaşadığı fakirliğin sorumlusu da Allah değildir, Ebu Cehil ve tayfası gibi onları fakir bırakanlardır. Onların çıkarları ideolojinin onları getirdiği nokta işte; kameranın önü. Emeviler döneminde kamera olsaydı kim Muaviye’nin hoşuna gitmeyenleri söyleyip de kamera önüne geçebilirdi? Ebu Zer geçemezdi, ona hiç kuşku yok.  

Bu da demek oluyor ki kanallara çıkan din adamı topluluğu halka doğruyu öğretmek için orada değil, geçmişte yaşanmış olayları farklı ağızla sözde yorumlayıp özde çarpıtarak dini birilerinin çıkarlarına uygun hâle getirmek için orada. Anlayacağınız bu kimseler Allah’ı değil, onları zenginleştirenleri memnun etmek peşinde. Öyleyse anlattıkları da din değil, dünya malı düşkünü bir zümrenin menfaatlerinin sürmesine yönelik hikâyeler olacaktır. Onlar bunu istemeseler, iyi niyetli olsalar bile gerçeği ayırt etmeleri kolay değil; çünkü ideolojinin temeli ta Emeviler zamanında, hatta Muaviye devletini kurmadan bile öncesinde atıldı. Ebu Zer’in durumundan anlıyoruz ki bozulmanın ilk işaretleri üçüncü halife dönemine dayanıyor. Dördüncü halife zamanında ortalık tamamen kaos, kargaşa artık.

Hikâyeleri temel edinmiş, peygamberlerin yolundan ve gerçek dinden uzak ideolojiyi bu topraklarda biz Siyasal İslam diye adlandırdık ama siyaset ve menfaat için dini çarpıtma konusu yalnızca bize ve bu topraklara da özgü değil. Başka inançların yaygın olduğu topraklarda da menfaat elde etmek için o dinlerin çarpıtılmış hâlleri kullanılıyor. Batı’da da Siyasal Hristiyanlık diye adlandırılabilecek bir ideoloji vardır, Avrupa’da da benim gibi biri çıkıp bunun Saray Hristiyanlığı olduğunu söyleyebilir mesela. Saray Hristiyanlığının bu nesildeki temsilcisi Donald Trump’tır. Onu takip ederek bu ideolojiyi idrak edebilirsiniz.   

“Peki ama senin dindar siyasetçileri Saray İslamcısı diye suçlamadığını nereden bileceğiz?”

Tevbe 34-35’i tekrar hatırlayalım: “Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın" denecek.” Bu arada not olarak ekleyeyim, bu çeviri en lüks makam arabasından aşağısına asla binmeyen bir başkana sahip malum kurumun mealinden. Bilerek onlardan alıntıladım ki Saray İslamı’nı anlatan bir ironi olsun.

İşte tek başına bu iki ayet bile Saray İslamı ideolojisinin ikiyüzlülük üstüne kurulu olduğunu göstermeye yeter; fazla söze gerek yok. Ebu Zer gibi bu iki ayeti okur ve sonra siyasetçiye bakarsınız. Sözde dindar, özde dünyasal siyasetçi tayfası bu iki ayeti bulunduran dini yalnızca makam elde etmek için ve bir köşeye para yığmak amacıyla kullanır. Seçilmesine bile gerek yok, önden inceleyin: Siyasetçinin gösteriş merakı varsa, hele ki altın renkli nesnelerle haşır neşirse, eline biraz güç geçtiğinde adaleti darmaduman etmişse, yüksek bir makam elde ettikten sonra parası ve malvarlığı roket hızıyla artış gösterecek demektir. Takdir edersiniz ki o siyasetçi dindar değildir; aslında dindarlık kılıfı onun makama geçmek, mülk edinmek için giyindiği bir kılıftır. Şöyle hadis var zaten: “Bir kimsenin ibadetine bakmayın, doğru sözlülüğüne, emanete riayet edişine, dünya kendisine güldüğünde değişip değişmediğine bakın.” Buna benzer birkaç hadis mevcut. Merak ediyorum, kanallarda duydunuz mu?

Saray İslamı dediğimiz, aslında kendisi tam olarak İslam’a uymamaktadır ancak temelini kutsal kitaba dayandırır –veya böyle görünmek iddiası taşır, çünkü bu ideolojinin hedefi “Rabbimiz emretti.” diyerek insanları elit zümrenin dünyasal çıkarları doğrultusunda baskı altında tutmak ve halk üzerinde tahakküm kurmaktır. Tıpkı Peygamber ile aynı dönemde yaşayan Ebu Cehil, Ebu Sufyan, Ebu Lehen’den mevcut üçlü çete ve kabilelerinin fakirler üzerinde kurduğuna benzer şekilde. Bu sayede tahakküme karşı çıkanlar Allah’a karşı gelmekle suçlanarak sindirilir. Oysa gerçek bunun tam aksidir; bunlara karşı doğruları söyleyenler, bu işi kendi çıkarını gözeterek veya dâhil olduğu bir grubun menfaati adına yapmıyorsa, Muaviye’ye karşı çıkan Ebu Zer gibidir.  

Ebu Zer hakkında bir kitabı bulunan Ali Şeriati şöyle bir çıkarım yapmış, doğrudan alıntılıyorum: “‘Mal, Allah’ındır.’ ifadesi, ‘Mal, insanlarındır.’ demektir. Bu, günümüz dünyasının etkisinde kalarak benim yaptığım bir yorum değildir; Ebû Zer el-Gıfarî’nin, Muaviye’nin yakasından tutup ona söylediği şu sözün aynısıdır: “Sen, ‘Mal, Allah’ındır.’ şeklindeki sözünle insanların malını yemeyi amaçlıyorsun ve şunu demek istiyorsun: ‘Mal, insanların değil Allah’ın malıdır, ben ise Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiyim. Dolayısıyla da insanların (kamu) malını dilediğim gibi kullanırım, istediğim kimselere veririm ve istemediğim kimselere de vermem!’”

İşte dinsel yönetim kurmaya çalışan kimselerin belki de tümünün zihinlerinin arkasında bu fikir yatar. Allah’ın temsilcisi sıfatını takınıp erişebildikleri kadar paraya, mülke, ayrıcalığa ve otoriteye erişmeyi amaçlarlar. Allah bu amacın neresinde? Elbette hiçbir yerinde. Allah dedikleri kendi menfaatleri. Dünya menfaati peşindeki insanlar kendi menfaatlerini Allah yapmıştır da ona tapınmaktadır. Bu nedenle İsa “Hem Tanrı’ya hem Mamon’a (dünya zenginlikleriyle ilişkili demon) tapınamazsınız.” der.

Putperest bilinç böyledir; tamamen benlik üstüne kuruludur, kişisel çıkar ve menfaat odaklıdır. Yeryüzünde insanların çoğu bu bilinç seviyesini aşabilmiş olmadığı için de tarih bu türden, dini kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan yöneticilerle doludur. Anlayacağınız daha evvel de birçok kereler tekrar ettiğim üzere en büyük put benliktir. Dışarıda duran, taştan oyma putlar bu puttan yansımalardır. İnsanlar durduk yere taştan suretlere tapınmaz; içlerinde istekler vardır, onlar gerçekleşsin diye veya içlerinde korkular vardır, onlar dinsin diye tapınır.

“Daha önce ruhla ilişkili bölümlerde bu putperest bilinçten bahsediyordun da siyasetle alakası ne? Ruhla ilgili konuyu bir de burada tekrar neden açıyorsun? Kompozisyon ödevlerinde yaptığımız gibi kelime sayısı mı şişirmeye mi çalışıyorsun?”

Sevgili arkadaşım, ruha ilişkin her konu aynı zamanda yeryüzüyle ilişkilidir. Çünkü dünya bireysel ve toplumsal anlamda ruh âleminin yansımasıdır. Platon’un Mağara Alegorisi dedikleri şeyin alegori olmadığını, aslında hakikatin kendisi olduğunu daha önceki bölümlerde okumuş olmanız gerekliydi. Bir coğrafyadaki insanlarda ruh baskınsa orada göğün düzeni kurulur, ego baskınsa yeraltının düzeni. 

Halkın egoya-nefse-benliğe yakın, ruha uzak olduğu coğrafyalarda hayvanî düzen geçerlidir. Ego bu dünyanın kuralları üzere var edilmiştir ve onun için halk içinde de orman kanunları işlev gösterir. Egonun düzeninde güçlü üstte, zayıf altta olur, güçlü zayıfı ezer. Kanunun, hukukun, nizamın hükmü bulunmaz ve kuvvet kimdeyse hüküm onun olur. Güç edinememiş, karakterce alçak insanlar da hüküm sahibi kimse ona yaltaklanır, kavuk sallar ve böylelikle ayrıcalıklar, makamlar elde etmeye uğraşır. Bu yerlerde liyakat olmaz. Zorbalar, görgüsüzler ve yalakalar türer, namuslu, dürüst ve yetenekli adamlar kaybolur gider. Bireysel çıkarlar uğruna birkaç kişi haricinde sonunda herkes kaybeder.

Önceliği ruh olan, ruhun baskın geldiği topluluklarda ise mutlak surette kurulu bir sistem, hâkim olan âdil bir düzen vardır. Çünkü Hakk katında her iş izinledir, yetki hak edene verilir. Güçlü olanlar isteseler bile yan yollara sapamaz, menfaat için düzeni bozamazlar, çünkü karşılarında ruhta kararlı bir halk yığını bulunur. Ruhun baskın olduğu toplulukların ev tuttuğu yerlerde diktatörlük kuramazsın, kursan da kısa süreli olur, çabuk yıkılır. Cennette diktatör yoktur, en yüksek makamdaki peygamber bile diğer insanlara hizmet etmektedir. Cehennemde ise diktatörler vardır ve buradakinden de beterdirler. Bunu daha evvel de hakikat bilgisi olarak paylaşmıştım.    

Anlayacağınız insanlar şark kurnazlığı içinde ruh yerine bedeni tercih edip şeytanlığa saparak aslında yine kendilerinin kuyusunu kazmaktadır; ancak durumun farkında bile değildirler. Putperest bilincin baskın olduğu yerlerde devletler hep aşağıda kalmaya mecburdur ve bu devletlerde halk daima sömürülür. Bu devletlerde halk baştaki adamın malı gibidir. Kuzey Kore’nin durumunu düşündüğünüzde kafanızda aşağı yukarı bir fikir oluşur.

“Kuzey Kore siyasî açıdan cehennemin temsili ise Güney Kore de cennetin temsili o zaman?”

Öyle düşünülebilir ancak gerçek bundan farklı. Liberal düşünürlerin klasik taktiğidir, kendi sistemlerini aklamak için önümüze diktatörlüğü koyma yolunu seçerler hep. Oysa liberalizmin ve kapitalizmin kalesi ABD’de insanlar yerde bilinçsizce yatan başka birinin üstünden atlayıp geçmeyi normal kabul ediyor, ego-nefs-benlik o derece egemen. Cennet sistemlerde değildir, cennet insanlarda gizlidir. Ruhu egemen kılmış bir topluluk ister liberal bir düzen kursun isterse faşist bir yönetim biçimi tercih etsin, fark etmez. Her hâlükârda huzur ve mutluluk içinde olacaklardır. Bu dediğime karşı çıkanlar muhtemelen askere gitmemiş kimseler olur; çünkü bu kimseler bilmez ki erkeklerin bir kısmının hayatında en huzurlu olduğu zaman dilimi askerde geçirdiği zamanlardır. Birbirine sahip çıkan, refah içinde olmasalar bile geride bırakılmayacağının bilinciyle güven içinde bulunan, birlikte bulunduğu kimselere güvenen insanların düzeni her ne olursa olsun cennetten bir düzendir. Olay sistemde değil insanlarda. 

Bunun aksi de aynı şekilde geçerli elbette. Küçük hazlar ve çıkarlar peşinde, birbirlerine her an kazık atmaya hazır bir topluluğun ömürlerini faydasız işlerle tüketen bireylerine hangi sistemi getirirsen getir onun bir açığını, sömürmenin bir yolunu mutlaka bulurlar. Böyle böyle sistemlerini kısa sürede cehennemden bir parça hâline getirirler. Sonra da kendi var ettikleri bu sistemden yakınır, şikâyet ederler.

Şu hakikati burada bir kere daha hatırlatmak ihtiyacı hissediyorum: Cehennemde diktatörler vardır ve buradakilerden de beterdirler. Cennette ise esas olan uyum ve konsensustur; hangi makamda olursa olsun tüm insanlar, tepede güneş formunda parlayan Muhammed dahi bu konsensusun bir parçasıdır. Kararlar rızayla alınır. Bu nedenle her ne kadar tasavvufî hikâyeler sultanlık, padişahlık, şahlık ögeleriyle bezeliyse bile cennetteki düzene yakın olan, halkın uyumunu ve konsensusu esas alan bir sistemdir; başta her sözü kanun olan bir adamın bulunup halkın tebaası olması değildir. Ben de bu nedenle devleti değil de halkı temel ve esas alan bir milliyetçilik görüşü taşıyor ve savunuyorum. Fakat asıl olan göklerdeki düzeni elimizden geldiği kadarıyla yeryüzünde oluşturmaktır.

Bugünkü Ortadoğu yüzyıllardır ego-nefs-benliğin pençesinde olduğundan durumu bu şekildedir. Yoksa ahlak değerlerini yerle bir eden ve bu toprakları çürüten, öyle İslamcıların salladığı üzere modernleşme çabaları değildi. Bilakis modernleşme halkı saran yozluktan kurtarma ve kurtulma çabalarıydı. Çünkü ego bu topraklarda dindarlık kılıfına bürünüp pazarlıyor kendini. Bu durum yüzyıllardır aynı. Dindarlık egonun panzehiri değil, başka bir yüzü sadece. Bu nedenle Mevlana ta 13. yüzyılda der ki: “Egonun bir elinde Kuran, bir elinde tespih vardır. İnsanı havuza kadar götürür, havuza gelince arkadan iter.”

Sadece dindarlık mı? Nerede çokluk varsa, dünyayı dolduran insanların kalitesi aşağı yukarı belli olduğuna göre, orada ego hükmediyor denebilir. Kuran’da “Eğer yeryüzündeki çoğunluğa itaat edersen, onlar seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar ancak yalan söylerler.” (Enam / 116) diye ayet oluşu bundandır. Bildiğiniz üzere dünya üzerinde çoğunluğu yüzyıllar boyunca kurumsal dinlerin dindarları oluşturdu.  

Tanzimat’ta eylem yapılıyordu, dindarların kafasının arkasında hep sakladıkları bir inanışları vardı: Dinsel hükümler giderse düzen bozulur, kıyamet gelir. Kıyametin gelmediği açık, düzen de daha iyiye gitti. İslamcıların kendisi de, ne kadar aksi yönde konuşsalar da, bu işten çok faydalanıyor. Dinsel hükümlerin geçmediği, alkolün su gibi aktığı, zinanın geğirmekten normal karşılandığı topraklara gidebilmek için ne taklalar atıyorlar, daha güneyde şer’i hükümlerin en güzel şekliyle uygulandığı kutsal topraklar dururken. Şeriatı savunan kadınlardan bir tanesini göremezsiniz ki mirastan erkek kardeşinin yarısı kadar payı kabul etsin. Etmemeli de… Bu kural o dönemin şartları adına gayet doğru; çünkü o dönemde birey diye bir şey yok, aileler ve cemaatler esas. Kadın evlenip gidiyor ve onun aldığı pay başka aileye geçmiş oluyor. Bu kuralla erkeğe daha fazla pay bırakılarak miras korunmuş oluyor. Ne var ki çağımızda, kadın ve erkek eşit şekilde çalıştığı, hakları hukuk kurallarıyla korunduğu için bu kural kesinlikle adaletsizlik yaratır, yani doğru olamaz. Demek ki ne kadar öyle sansak da her zaman sabit doğrular belirleyemiyoruz, doğru dediklerimiz şartlara göre değişkenlik gösteriyor.

2000 sonrasında Saray İslamı’nın yükselişini görmek akademik gözle bakanlar adına güzel oldu. Dinsel hükümlerin anayasa yapılmasını isteyenlerin seküler öğretinin getirdiği haklardan ve ayrıcalıklardan dibine dek yararlandıklarını, evlatlarını hep Batı’da okuttuklarını ve oralarda okuyan çocukların, aileleriyle aynı görüşleri savunmayı sürdürürken utanmadan Batı’ya yerleştiklerini, bunlardan hiçbirinin Arap topraklarında okumadıklarını ve Arap topraklarına yerleşmediklerini açık seçik gördük. Batı’nın üstünlüğünün sadece teknolojik bir üstünlük olmadığı açığa çıktı. Evet, Saray İslamcısı ezberlerini tekrarlamaya devam edebilirler, istedikleri kadar etsinler, Ortadoğu’da geri kalmış olanın sadece teknoloji olmadığını en başta onlar biliyor. Ellerine fırsat geçtiği her yerde, her seferinde dünyanın gerçekleriyle karşılaşacak ve dünyayı algılayışlarının bu çağda geçerli yanının olmadığını görecekler. Gerçi dile getirmeseler de çağa uygun hareket etmeyi gayet iyi biliyorlar. Örneğin faiz oluyor ‘kâr payı’, helalleşiyor. Fakat Saray İslamcısı ne yardan ne serden geçmeye razı, cenneti kaybederim korkusuyla aynı tekrarları vaaz ederken tam zıt şekilde yaşamaya devam edecekler. Sonuç olarak ortaya Batı’nın hem maddi hem manevi nimetlerinden yararlanabilmek için kendilerini yırtarken, kendilerine sığındıkları insanları küçümseyen, ahlak olarak onlardan düşük olup kendini üstün gören yoz mu yoz, ikiyüzlü mü ikiyüzlü bir insan tipi çıkıyor.

Netice itibarıyla Saray İslamı etkinliğini yitireli çok olmuş, çökmüş bir ideoloji. Boş ezberler güzel yaşam sağlamıyor. ‘Bizim inandığımız değerler bütünü olmazsa hayat kötü olacak, cennet elinizden gidecek’ diye insanları ikna edip korkutarak hüküm sürmek, o değerler bütününü doğru veya iyi de yapmıyor. En beteri, cennete de götürmüyor. 

“Yazılarında hem Peygamber’i övüyorsun hem de milliyetçiliğe vurgu yapıyorsun. Bunlar birbirine zıt düşmüyor mu? Peygamber ne zaman milliyetçi olmuş?”

Neden zıt düşsün? Peygamber’in kendi çevresinde yönetim biçimlerini tartışacağı bir zaman mı vardı; daha dünyada o anlayış mevcut değildi ki. Onun çevresinde var olan yalnızca kabileler ve kabilecilikti. Uzak topraklarda elbette krallar hüküm sürüyordu ve dönemin hâkim rejimi daha yüzyıllar boyunca monarşi olarak kalacaktı. Biz Peygamber devlet başkanı olsa halkı esas alan türden bir milliyetçiliği seçip seçmeyeceğini bilemeyiz fakat kendi devleti olunca krallık kurmamasına, hatta halkından ayrı yaşamamasına bakarak monarşiden, hanedanlıktan hoşlanmadığını söyleyebiliriz.

Muhafazakâr kesimin milliyetçi refleksi gömmek için sık sık tekrar ettiği “Arap’ın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur.” hadisi Peygamber’in ırkçılığa karşı olduğunun açık kanıtı, orası kesin. Ben de ırkçılığa kesin olarak karşıyım; aklı olan herkes de karşı olmak zorunda. Türk Kültürü ve Milliyetçilik Üzerine bölümünde de uzunca konuştuğumuz üzere herhangi bir ırkın diğerinden üstünlüğüne inanmam, böylesi zırvalıkları da bunları savunan insanları da savunmam. Fakat burada asıl sorulması gereken Peygamber’in o sözünden nasıl olup milliyetçiliğin kötülüğünün çıkarıldığı olmalı değil mi? Bu durum bize gösterir ki bu çıkarıma ulaşan kimseler milliyetçiliği ırkçılıkla bir tutmakta, ikisini bir görmekteler, başka açıklaması yok. Bu onların hatası, milliyetçiliğin hatası değil. Milliyetçilikle ırkçılığı bir tutuyorlar da dindarlıkla köktenci, fundemantalist bağnazlığı neden bir tutmuyor, ayrıştırıyorlar? Milliyetçilik gözlerine Hitler destekçiliği olarak görünüyor da dindarlık neden Taliban, El Kaide, Boko Haram, IŞİD ve daha adını sayacağım nice İslamcı terör örgütüne destekçilik olarak görünmüyor gözlerine?   

 Peygamber’in o dönemde böyle bir söz sarf etmiş olmasının sebepleri vardı. Birincisi dönemine hâkim olan kötülüğün nedeni olarak başta kabileciliği görmüş olmasıydı; yoksa Ortadoğu’nun her yerinde sosyal düzenin temel taşı olan kabileciliği aşmaya ve yerine daha kapsayıcı bir üst kimliği ifade eden ümmet kavramını yerleştirmeye çalışmazdı. Bu arada ümmet de bize anlattıkları gibi değildir, Medine Sözleşmesi’ne baktığınızda Peygamber’in ümmete Yahudileri de dâhil ettiğini, dolayısıyla o ümmet kavramının sınırları belli bir yerde yaşayan topluluk olduğunu, dolayısıyla millet kavramına denk düştüğünü görürsünüz. Bunu ilk burada öğreniyorsunuz çünkü dine ideoloji kattıklarından bunu size anlatmazlar. Peygamber kararlı şekilde davranarak insanları birleştirmekte başarılı da oldu. Ne var ki ümmet kavramının kendisi kapsayıcı olmak yerine insanları bölüp ayrıştırdı. Peygamber bunu öngöremedi, dönemi itibarıyla görmesi mümkün de değildi.

Bugün Ortadoğu’da yaşanan sorunların bir kısmının temelinde, Peygamber’in ümmet diye adlandırdığı millet kavramının değiştirilip baskılayıcı, otoriter, hatta totaliter bir dinsel faşizmin temeli olarak kullanılmasında yatıyor. Peygamber’den durumun böyle olacağını öngörmesini beklemek haksızlık olur; çünkü döneminde siyaset vardı, her dönemde olduğu üzere, ancak siyaset bilimi dediğimiz alan henüz icat edilmemişti ve siyasal ideolojilerin ortaya çıkmasına  daha bin seneden fazla vardı. Gerçi onun da döneminde başka dinlerden olanlara baskılar yapıp öldürten taht sahipleri vardı ancak takipçilerinden bir grubun onun öğretisini alıp bunu kendi dünyasal menfaatlerine destek amaçlı kullanacağı ve diğer takipçilerinin üstünde bir tür faşizme dönüştüreceğini aklına bile getirmiş olamazdı. ‘Ümmet’ kelimesini Peygamber kullandı, evet, ama mezhep birliği üstüne kurulu ümmetçilik siyaseti asla onun eseri değildir. Zaten onun döneminde mezhep mi vardı Allah aşkına?

“Allah bildirseydi ya peygamberine böyle olacağını, neden bildirmemiş?”

Her olayda zırt pırt ‘Allah şunu yapsaymış ya, Allah bunu etseymiş ya’ diye yükselen ergen ateist kardeşim, din böyle bir şey değil, neden Allah Peygamber’e siyaset bilimiyle ilgili konuşsun? Tabii siz ekranlarda, Kuran’ın ruhsal yönünden haberdar olmadığından ‘Kuran bin dört yüz yıl önce elektrikli arabanın olacağı haber verildi’ gibilerden üfürükten sallayan adamları takip ederseniz dinin öyle bir şey olduğuyla ilgili düşüncelere kapılabilirsiniz. Örneğin Allah peygamberleriyle roket bilimini konuşur mu? Neden konuşsun? Allah neden peygamberlerine diferansiyel denklemleri anlatsın? Zaten bunları anlatacak olsa anlayacak peygamber bulamaz, hangi matematik bilgisiyle anlayacak peygamberi onu? Hangi mühendis diferansiyel öğrenmeye koşa koşa gidiyor fakülteye ki bu tür işlerle hiç ilgisi bulunmayan biri dinleyecek? Emin ol, bugün de Allah kendine peygamber seçse kalkıp uzay gemisi yapmanın tarifini vermeyecek. Allah’ın da işi bu değil, peygamberlerinin de işi bu değil. Bunları çalışıp çabalayıp insan bulacak, insan yapacak. Zaten Allah öyle bir iş yapsa bu sefer de çıkıp “Neden kutsal kitabında en lezzetli kekin tarifini vermemiş?!” diye çemkirenler çıkar. Âdemoğullarını asla tam anlamıyla memnun edemezsin. İşte tam da bu nedenle Allah bu memnuniyetsiz, isyancı yapı olan ego-nefs-benlik nasıl bilinir, nasıl aşılır onların yollarını öğretir peygamberlerine.

Burada ayrı bir paragrafta şu hakikati eklemek isterim ki işte bu durumdan ötürü Nuh’un gemisi hep bize gösterdikleri üzere tahtadan, yani maddesel bir gemi olamaz. Zaten üzerine az düşünsen gerçek ortada: Tek başına bir Âdemoğlu nasıl olacak da tüm hayvanları çifter çifter doldurabileceği uçak gemisi gibi gemi inşa edecek? Üstelik bunlar birbirlerine de saldırmayacak. Yiyeceklerini stoklamaya kalksan, hayvanlar birbirlerini yiyor zaten, menü birbirleri. Nasıl olacak bu iş? Yahu, nasıl oluyor da ruhun yolculuğuyla ilgili, ruhta gerçekleşen, dünya âleminde gerçekleşmesi imkânsız anlatıları kalkıp dünyayla ilgili sanıyorlar? Gemi, gönül sahibi arifin gönlüdür; ona giren ölümden emin olur, Hintlilerin Samsara Çarkı diye adlandırdığı bu döngüden kurtulur. Anlayacağınız insanı ölümden yine insan kurtarır. “Sende de gönül var ama kötü, kokmuş bir şey / Sen en iyisi bir gönül sahibi bul, onun gönlüne gir.” der Mevlana bundan ötürü. Mesnevi’deydi, ama hangi ciltte, hangi hikâye altında hatırlayamadım, ezberden yazdım. Bir yerlerden Mesnevi pdf’i edinip belge içinde gönül diye aratırsanız, Mevlana’nın bu konuya ne kadar önem verdiğini kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Otomatik bir tavırla istemeden Google’a yazarsanız da Gönül Dağı dizisi çıkıyor.

Yine başka örnek vereyim, Kuran’da tabiata ait, çok yaygın bir olay olan ‘kar’, kelime olarak bir kere bile geçmez çünkü Peygamber hayatında hiç kar görmemiştir. Ateist eleştirmenler bunu Peygamber’in dini kendisinin uydurduğuna yorar ancak bu çok yanlış bir bakış açısıdır. Çünkü birilerine bir şeyler anlattı, öğretmeye çalıştı iseniz şunu bilirsiniz ki ona ancak bildiği ve anlayabileceği kadarını anlatmak mümkündür. Fazlasını anlatırsanız kafasını karıştırmaktan başka işe yaramaz, önceki bildiklerini de anlayamaz olur. Bu nedenle din Musa’da farklı, İsa’da farklı, Muhammed’de farklıdır. Allah değişmez elbet de indirdiği din niye peygamberden peygambere değişiklik gösterir; çünkü peygamberinin anlayışı, algılayışı, kişilik yapısı değişmiştir.

Hatta size şunu da söyleyeyim, Peygamber’i anlamayan yalnızca onun öğretisini menfaatlerini sağlamak için kullanmak arzusu ve emelinde olup bu uğurda torunlarını, soyunu bile yok etmeye cüret etmiş olan ‘ümmet’ değildi. Rakipleri, muhalifleri, takipçilerinden bile ötesi; Muhammed’in kendi torunları bile onun ardından hâlâ belli bir miktar kabilesel bakış açısına sahiptiler. Peygamber her ne kadar bunu amaçlamış olsa da kabileciliği aşmakta yeteri kadar başarı sağlayamadı. Çünkü dönemine göre o derece yüksek kalıyordu Peygamber’in vizyonu.

“Peygamber torunlarının kabileciliği aşamadıklarını da nereden çıkardın?”

Şöyle sorayım: Ali’nin Peygamber’e bir kere “Amcaoğlu” diye akraba bağıyla seslenmişliği, hitap etmişliği var mı herhangi bir yerde? Ben denk gelmedim, eminim siz de bulamazsınız. Çünkü Muhammed ne kadar kendi ailesinin peygamberi ise o kadar da diğer insanların peygamberidir. Dolayısıyla Muhammed’in gerçek peygamber olduğuna ve makamların en üstünde yer aldığına inananlar “Torun tadı bir başka ya.” diyerek torunları lehine adaletten sapmayacağını bilirler. Bunu zaten şu olayda da görüyoruz: Kızıyla aynı ada sahip olan bir kadın hırsızlık yapar, ancak arkası sağlamdır, ceza uygulanmasın diye araya ‘hatırlı’ kimseler girer. Peygamber de bu gelen sözde arabulucu, özde adalet düşmanlarına der ki: “Vallahi hırsızlık yapan kızım Fatıma olsa, onun da elini keserim.” Yani akrabalık bağı onun nazarında adaletten, liyakatten, haktan kesinlikle önemli değil, bu çıkar ortaya. Zaten hem en yakın akrabası hem de en yakın dostu olan Ali'nin kendisi bile Muhammed ile akrabalık bağını hiç ortaya sürmez, Peygamber’e her seferinde Resulullah, Allah’ın elçisi diye seslenir.

Gelgelelim Peygamber’in torunlarının, hatta onların torunlarının sözlerine bakın, okuyun, göreceksiniz ki genel olarak Peygamber’den ‘dedem’, ‘dedemiz’ diye bahsetmişler. En yakınındaki Ali akrabalık bağını kullanmıyor da torunu, hatta onun torunu kullanıyor, işe bakın! İşte bu aradaki tezat o kabileci mantık yapısının en açık göstergesidir. Görünen o ki Ali kabilecilik anlayışını aşmayı başarmıştı ancak çocukları ile torunları hâlâ bir parça da olsa bu anlayışa sahiptiler. Yoksa Ali bilmiyor muydu ta çocukluktan beri beraber bulundukları amcasının oğluna “Amcamoğlu” veya “Kuzen” diye seslenmeyi? Gerçi “Kuzen” diye seslenemezdi, ne de olsa kuzen İngilizce kökenli bir kelime ve İngilizce bugün olduğu üzere tüm dünyayı etki altına almamıştı o dönemde, hâlâ barbar toplulukların diliydi. Bugün Anglo-Sakson dediğimiz devasa topluluk da o dönem İngiltere’de Anglus, Sakson ve Jüt isminde üç kabileden ibaretti.  

Dahası az yukarıda da söylediğim üzere Peygamber kabileciliği aşmaya çalıştı ancak çok geçmeden onun öğretisi de çok daha kapsamlı olmak kaydıyla büyük bir kabilecilik anlayışına dönüştü. Haşimoğulları, Kureyş kabileleri Müslümanlık kimliği içinde eridi fakat bu kabileler tek kimlik altında büyük bir kabile oluşumu hâline geldi; yani Müslümanlık, kendisi kabile oldu, bu kabilenin gururu için Müslümanlar İslam’da Kitap Ehli diye adlandırılıp saldırılması yasak olan Hristiyanlara saldırmaya başladı. Yoksa Arap’ın ne işi vardı ta İspanya içlerinde; orası Ehli Kitap’ın yurtlarıydı, ama Arap savaşçılar güya dinsel savaş adı altında o kabile gururlarını yayıyor ve ganimet topluyorlardı işte. Anlayacağınız haçlı seferleri ne kadar İsa Mesih ile alakalıysa gazalar da o kadar Muhammed Mustafa ile alakalıdır.

Böylece karşı taraf da tepki olarak aynısını uyguladı, onca krallık, prenslik, dükalık tek bir Hristiyanlık çatısı, yani kabilesi altında birleşerek haçlı seferlerini ortaya çıkardı. Bize öyle öğretmediler, haçlı seferlerinin tüm suçunu Hristiyanlara yıktılar. Ama şunun üzerine düşünün: İlk haçlı seferinin tarihi 1096’dır, madem tüm suç Hristiyanlarda, birinci sefer için neden tamı tamına 11 asır beklemişler? Araplar ta sekizinci yüzyıldan başlayarak İspanya topraklarına kararlı biçimde saldırmasa bu seferler ortaya belki de çıkmazdı; tıpkı ABD Ortadoğu’ya saldırmasa cihatçı grupların belki de ortaya çıkmayacağı gibi. Bu ikisi birbiriyle aynı sebeplere dayanır; her ne kadar iki taraf da her zaman saldırganını yerin dibine sokmak ve savunmacı olan kendi tarafını yüceltmek eğiliminde olsa bile durum böyledir, iki tarafın anlattığı üzere değil.  

Anlayacağınız Peygamber küçük kabileciliği aştı ama daha büyük bir kabile üretme pahasına. Fakat bununla amaçladığı, beklediği barış, huzur hâli gelmedi; yerine savaşların çapı büyüdü, gazalar, cihatlar, haçlı seferleri çıktı ortaya. Müslümanlık kabilesi de mezhepler dediğimiz alt boylara bölündü ve bunlar da birbirleriyle çatıştı, özellikle Şiilik ve Sünnilik kabileleri adı altında Müslümanlar yüzyıllarca birbirlerinin kanını döktüler. Yani İslamcıların iddiaları doğruyu yansıtmıyor, kabilecilik sadece milliyetçilikle olmaz. Kabilecilik bin yıllardır yeryüzünden hiç silinmedi, yalnızca suret değiştirip durdu. Bazen dinsel kimlik gibi büyük, devasa elbiseler giyindi, bazen daha küçük, örneğin futbol kulübü taraftarlığı gibi. Ancak hep var oldu ve hep var olmaya da devam edecek gibi duruyor. Çünkü dünya egosal benliğin var olduğu meydandır ve bir gün herkes egosal benliklerini aşmadığı, etkisinden kurtulmadığı sürece insanlar dünyayı bu şekilde idare etmeyi sürdürecek.    

“Dünya durduğu sürece kabilecilik aşılamaz diyorsun öyleyse”

Bireyler tek tek aşabilir. Olsa muhteşem olur ancak insanlığın kitleler hâlinde aşabileceğine pek ihtimal vermiyorum. Kabileciliği aşmak için çok çok geniş bir zihin yapısına sahip olmak şart; ancak her şeyi kapsayan ve herkesle empati yapabilen bir öğreti kabileciği aşar. Nasıl yapar bunu: Kabileciliği aşmaya çalışmayarak. Çünkü insan doğada haklı olarak daima bir güven arayışı içerisinde ve hep de öyle olacaktır.

Sözde her tür kabileciliği aşmayı başarmış liberal düzende insanlar kendilerine uygun buldukları topluluklara katılarak birlikte bir kabile oluşturmuyorlar mı? Bizim siyaset biliminde ‘kimlikler’ diye tanımladığımız aslında küçük kabilelerdir işte. Futbol takımı taraftarlığı, en kolay anlaşılabilir örnek olur. Galatasaray taraftarı ayrı kabiledir, Fenerbahçe taraftarı ayrı kabiledir. Gerçi bunların kendi içinde bağları elbette sıradan bir kabiledeki kadar sıkı değildir, ama taraftar grupları tam olarak kabilelerdir. Mümkün mü ki birisi Fenerbahçe taraftar grubu içinde bulunup sonradan Galatasaray taraftar grubuna geçiş yapsın veya tam tersi gerçekleşsin? Çok zor. Bu birliklerin bağları soy birliğindeki kadar sıkı değil elbette, ancak bağların gevşek olması bunları kabile olmaktan da çıkarmaz. 

Aynı şekilde her ideoloji daha küçük kabilelere bölünür ve zaten küçük kabilelerden oluşur. Dinsel birlik dediğiniz sektlerden yani mezheplerden oluşur. Millet birliği dediğiniz şehirlere, bölgelere bölünür. Ne kadar birleştirmeye çalışırsan o kadar dağılır, dağılanlar da birleştikçe her seferinde yeni, büyük kabileler oluşturur.

Biz biliyoruz ki Saray İslamı yanlılarının İslamcılık veya ümmetçilik diye isimlendirdiği ideoloji aslında İslamcılık veya İslam Birliği değil mezhepçiliktir. Zaten İslamcılık bile olsa, birleştirici değildir; ayrılığı vurgular. Her mezhebin kendine göre bir İslamiyet anlayışı var; hangisini doğru olarak alacak, hangisini uygulayacağız? Elbette gücü ele geçirenlerin inandığı İslam yani mezhep hangisiyse onu! Hanefiler gücü ele aldığında İslamcılık Hanefilik olacak veya Şiiler gücü ele aldığında İslamcılık Şiilik olacak. Bu yüzden bir toplumda ancak o topluma hâkim mezhebin inanırları İslamcılık savunur; ezilmiş mezheplerin taraftarları kalkıp da İslamcılık savunmaz. Ezilmiş mezheplerin taraftarları laiklik ister, çünkü ancak laiklik engeller ezilmelerini. Müslüman ülkelerden Avrupa’ya göçlerin bu derece yoğun olmasının birincil değilse bile ikincil sebebi muhtemelen budur: İnancında rahat bırakılma arzusu. Gel gör ki oraya gidenler de her ne hikmetse kaçtığı ülkenin sistemini istemeye başlıyor; ancak bu düzenin olduğu ülkelere dönmeye de asla yanaşmıyor. Bu da insanoğlunun ikiyüzlülüğü üstüne gayet açık edici bir örnektir.

Görüldüğü üzere İslamcılık politikası da evrensel bir öğreti değildir, insanları bölüp ayırır, bu yönden milliyetçilikten farkı bulunmaz. Üstelik milliyetçilikte sınır belli, Türk dediğin belli işte, daha fazla bölemezsin ama mezhepçilikte aynı mezhep içinde de farklı farklı fraksiyonlar, anlayışlar, algılayışlar, cemaatler olur. Yeri, zamanı geldiğinde daha fazla etki alanı ve ganimet elde etmek için bunlar birbirlerine saldırır. Ve hepsi kendilerinin hak tarafta, karşı tarafınsa hak olmadığı propagandasıyla hareket eder, motivasyonlarına kutsal anlamlar yüklerler. Yani mezhepçiliğin milliyetçilik gibi belli sınırlar arasına hapsolmadığı doğrudur fakat o var olmayan sınırlar yararlar getirirken aynı zamanda büyük zararlara da yol açar. Bu açıdan mantıklı tercih değildir. FETÖ olayı daha dündü işte, oradan hesap edin. Bugün de başka cemaat ve tarikatlar var. Bunların ülke üstündeki etkileri, liyakati yerle bir edişleri, ülkeyi hem ekonomik hem sosyal açıdan nasıl dibe çektikleri üstüne biraz düşündüğünüzde söylediklerimi kolaylıkla anlayacağınıza ve hak vereceğinize inancım tam.

“Madem öyle Peygamber neden o kadar uğraşmış kabileciliği aşmaya?”

Peygamber’in oturtmaya çalıştığı İslam anlayışı ile mezhepçi anlayış arasında devasa bir fark vardır. Ülkeler gerçekten Kuran’daki bilgilerle, Peygamber’in tarif ettiği İslam’a ait bir rejimle yönetilecek olsa geniş bir yönetim yelpazesiyle karşılaşırız; cumhuriyetten tut teokratik monarşiye, sosyalizmden tut faşizme kadar hepsi Kuran’a ve Peygamber’in öğretisine uyabilir. Fakat Saray İslamı ideolojisi aslında İran’daki gibi din adamlarının egemenliğini hedefliyor görünse de bu topraklarda hep bir hanedan etrafında biçimlenmiş yönetim sistemini, yani monarşiyi esas alır. Çünkü Saray İslamı, temelini yüzyıllar boyu din adamlarını besleyen saray saltanatından almış, onun üstüne biçimlenmiştir.   

İslam’a İslamcılık tarafından bakarsak bu dinin onlar açısından kabuk olarak algılandığını görürüz. Yani belli kaideleri tekrar edip gerisini çok da umursamamayı din olarak ele alıyorlar. Fakat din bu değildir, böyle algılanan bir dinin sözgelimi trafik kurallarından farkı kalmaz. Üstelik zaman değiştikçe İslam’da bu dünyaya ait bazı kaideler geçerliliğini yitirdi, örneğin kadınlarla ilgili hak ve kurallar. Çünkü çağ değişti, şartlar değişti, hâliyle kabuk çatladı, kırıldı. İşte bu nedenle aynı kuralları uygulamakta ısrar eden Müslüman ağırlıklı ülkelerin hayat tarzları uzun zamandır dünyanın gerçeklerine uymuyor. Onların ne kadar geride kaldıklarını herkes görüyor, biz bunun ötesinde ülkemizde yaşananlarla tecrübe de ediyoruz. Bu nedenle ülkedeki genç nüfus arasında ateist sayısı roket hızıyla artış gösteriyor.

Hakikate ait öğretilerde olan ve aslında olması gerekene göre ise İslam zindan olan bu dünyadan kurtuluşa giden yolun tarifidir. Gerçekte önem taşıyan özdür çünkü. Ancak öz yani ruh kurtarılabilir, kabuk değil. Kabuk olan beden dünyaya aittir, bir zaman bize araçlık ve eşlik eder, vakti geldiğinde onu toprağa teslim eder gideriz. Beden asla bu gerçekliğin dışına çıkarılamaz, ait olduğu yer bu gerçekliktir. Bedene ait bilgiler yalnızca bu gerçeklik içinde geçerli ve bu gerçeklikte önemlidir. Bu gerçekliğin dışına adım attığın anda ne bedenin hükmü kalır ne de dünyasal gerçekliğin. Dolayısıyla insanı cennete sokmak, eve döndürmek iddiasındaki tüm dinler öze nüfuz etmek zorundadır. Yoksa sadece bu dünyaya ait, geçici öğretiler olurlar.

Esas olan dıştan önce içtir. İçe önem vermezseniz, dışına ne giydirirseniz giydirin işe yaramaz. Mezhepler ve mezhepçilik Saray İslamı’nın dayandığı temeldir ancak bu dinsel anlayış ömrünü Sanayi Devrimi ile birlikte doldurdu. İslamcılık bu çağda iyi bir yöne götürebilecek kapasiteye sahip bir ideoloji değil çünkü en başta, üzerine kurulu olduğu mezhep anlayışı reforme olmak, dünyanın mevcut şartlarına ayak uydurmak zorunda. Temeldeki demirleri çürümeye yüz tutmuş bir binayı dıştan yenilemeyle kullanamazsınız, yoksa ilk sarsıntıda üstünüze çöker.

“Reforme etmek de ne demek? Mezhep imamlarının getirdiğini mi değiştireceğiz? Bizim mezhebin kuralları da sınırları da bellidir. Kimse kusura bakmasın biz öyle kurulu sisteme dokunmayız da dokundurmayız da!”

Sevgili mezhepçi arkadaşım, gelin, ideolojik değil ama dinsel yönden şu düşüncenizi tekrar bir gözden geçirin. Mezhep imamları Peygamber’in seçtiği vekilleri miydi, onlara mezhep kurma yetkileri gökte mi bahşedilmişti; neden onların ortaya koydukları değiştirilemez olsun? Mezhep imamları Kuran’ı ve hadisleri kendi görüşleri doğrultusunda yorumlamadılar mı? Onlar yorumlarken eklemeler mi yapmıştı, yoksa dini mi bozmuştu ki birbirinden farklı farklı mezhepler türedi? Esas hata bırakın bugünü, geçmişte bile sanki her noktada kusursuzlarmış, kusursuz olmak zorundalarmış gibi iman ediliyor olmasında değil mi; yüzyıllardır çokça sorunlara sebep olmadı mı bu anlayış? Mezhep imamlarının gök âleminden haber vermişliği yokken, yani kendilerinin kurtulmuş oldukları kesin değilken dini yorumlama cesareti gösterebiliyorlarsa, başkaları neden mezhepleri yorumlama cesareti gösteremesin? Geçmişte onlar dini yorumlarken bozmuş olmadıysa, bugün başkaları dini kendi zamanımıza göre yorumlayınca neden bozmuş olsun?

“Akla göre iş yapılmaz öyle. Mezhep imamları Peygamber dönemine yakındı, yüce kimselerdi. Biz dokunamayız onların yaptıklarına, senin gibi akılcılar ne derse desin!”

Ruha yönelten akıl evrendeki en değerli araçtır, o akıl güneştir. Zaten bilginiz de yanlış, Peygamber dönemine en yakın yaşayan mezhep imamıyla Peygamber arasında iki yüz yıla yakın bir zaman dilimi var. Biraz anlatın bakalım, yüzyıl önce yaşamış atanızdan dedenizden ne biliyorsunuz? İsmini biliyor musunuz, onu deyin? İşte Peygamber’den iki yüz yıl sonra toplanan sözleri biraz bu gözle değerlendirin. Hele ki diğer mezhep imamları daha da uzak zamanların insanları. Bu insanlar Peygamber’i nerede görmüş tanımış da bilgi edinmiş merak ediyorum doğrusu. Çünkü diğer türlüsü ‘akla göre yorumlamak’ oluyor sizin tabirinizce.

Yazık ki inanırlar ‘geçmiştekiler bilir, sonrakiler bilmez’ tarzı savunularla aklı da bıraktı Allah’ı bilmeyi çalışmayı da; kendilerini geçmiş dönemin geçmişte kalması gereken öğretilerine mahkûm ederek cennet arıyorlar. Bu öğretiler geçmişte işe yaramış olabilir, çünkü o dünya başka bir dünyaydı, fakat Sanayi Devrimi’nin etkisi yayıldığından beridir dünyasal düzende faydadan çok zarar getiriyorlar. Bu nedenle tüm Müslümanların ağırlıklı bulunduğu ülkeler pozitif özelliklerin sıralandığı listelerde hep sonda, negatif özelliklerin sıralandığı listelerdeyse hep başta yer alıyor.   

Üstelik esas olarak şöyle de bir temel sorun var: Gökten mucize bekleyerek bir şeylerin değişeceğini bekleyenler belli ki daha kendileri Allah nedir anlamıyor. Allah’ı bir iki dinsel ritüelle tavlayacakları, doğru yanlış demeden ne yaparlarsa yapsınlar dinlerinden dolayı arkalarında durup onları kollayacak, benlik sahibi bir tanrı olarak algılıyorlar. Zannederim ki bu yüzden hiçbir şey yapmamak gerektiğini düşünüyorlar, Allah’tan gökten indireceği bir mucizeyle her şeyi düzeltmesini bekliyorlar.

Bu düşünce tarzı sizce de ayıp değil mi yahu? Bu insanlar farkında olmadan istiyor ki Allah’a kulluk etmesinler de Allah onlara hizmet etsin, onlar çalışıp didinmesinler de Allah müdahil olup yanlış giden her şeyi düzeltsin. Üzgünüm öyle bir tanrı da öyle bir dünya da yok. Birileri elini taşın altına sokmadan, inanıştaki ve yaşayıştaki bozuklukları tespit edip düzeltmek için gerekli çabayı göstermeden hiçbir değişim yaşanacak değil. Keşke en azından Rad Suresi’ni açsalardı, 11. ayette “İnsanlar içlerindekini değiştirmeden, Allah onlarını kaderlerini değiştirmez.” diye okusalardı bunu bilirlerdi. Gerçi okumuşlardır ama Arapçasını okuduklarından anlamamışlardır muhtemelen.

Ya da onca yanlışın içinde hiçbir yanlış görmüyor da olabilirler; öyleyse daha kötü. Hadi yanlış düşüneni, yanlış inananı, yanlış bileni ikna edersin de yanlıştan ve yozluktan zevk alan artık geri döndürülemeyecek raddeye gelmiştir.

“Kardeşim soyut konuşma, elinde somut örnekler varsa onlardan bahset.”

Hadi mezheplerin en büyük baskıyı uyguladığı kesimden, kadınlardan konuşalım madem. Şurası bir gerçek, bugün şeriat diye bildiğimiz kurallar bütünü kadınlar için cehennem. Buna benzer bir sözü Afganistan’da öldürülen bir kadın gazeteci etmişti diye hatırlıyorum: “Buradaki kadınlar ölünce cehenneme gitmeyecek çünkü cehennemi zaten burada yaşıyorlar.” Aslında buna esas sebep olan hadisler fakat Kuran’a bakılsa bile bir kadın erkeğin yarısı olarak ele alınır; hakta da şahitlikte de durum böyledir. Bu anlayışı o gün toplumunun kültürüne bağlayıp mantıklı bulmak mümkün; hâliyle ilkokul öğrencilerinden bir anda atom mühendisleri çıkarmak beklenemeyeceğinden onları adım adım yükseltmek ve kuralları buna göre belirlemek zorunluluğu var. Dolayısıyla Kuran’da da toplumsal kültürü çok sarsacak işlere girişmeden iyileştirmeler yapılıp bırakılmış, gördüğümüz bu.

Buna karşılık bize ulaşan hadislerde öyleleri var ki bunları akılla da mantıkla da vicdanla da izah etmek, devrin şartlarıyla açıklamak mümkün değil; kadını cahiliye dedikleri devrin de gerisine itiyor. Kadını namaz bozmakta köpekle eşdeğer tutanına denk gelebilirsiniz örneğin, görünce şaşırmayın. Oysa cahiliye devrinde Peygamber’in eşi Hatice’nin elinde bulunan mala mülke ve güce bakarak anlıyoruz ki bırak köpekle aynı şekilde namazın bozulmasına yol açmayı, kadınlar sosyal hayat içinde epey güçlü yerlere gelebiliyorlar. Hadi bu hadis doğru değil diyelim, istisna kabul edelim, yine görüyoruz ki daha başkaca pek çok hadiste kadınlar aklı eksik, ikinci sınıf insan olarak ele alınmış. İslamcıların bu gerçeğe karşı kadına değer verildiğini göstermek için öne sürdüğü tek hadis var ellerinde: “Cennet anaların ayakları altındadır.” Başka yok. Fakat burada bile kadın ancak anne olunca değer ifade ediyor, kendi başına değeri yok. Bunun dışında en fazla ‘emanet’ olarak değer ifade ediyorlar, insan olarak değil. 

Bu gerçekten iki sonuca varmak mümkün: Birincisi, İslam ve Peygamber gerçekten kadın haklarını iyileştirdiyse bu hadislerin yalan olduğu, Araplar tarafından sonradan uydurulduğu ve literatüre sokulduğu. Bu da bizi hadisler arasına katılmış, bilmediğimiz daha ne yalanlar olduğu sorusunu sormaya itmelidir.

İkincisi bu hadisleri doğru kabul etmek ve Peygamber’in kadını gerçekten eksik akıllı, düşük insan türü olarak gördüğüne inanmak. Fakat buna inanmamızı engelleyecek bir durum mevcut: Peygamber’in eşi Hatice’nin servetini ihtiyaç sahiplerine ve korunmasızlara yardımda erittiğini biliyoruz. Madem görüşü bu yönlüydü, kadını düşük görüyordu da nasıl oldu da Hatice’nin o kadar mal varlığını almayı gururuna yedirebildi? “Veren el, alan elden üstündür.” diye kendisi dememiş mi? Bir insana kendinden düşük biri bakıyor, ona destek olup sahip çıkıyorsa, yine Peygamber’in sözüne istinaden bakan insan, baktığı insandan üstündür. Örnek olarak, tam anlaşılsın diye açıklamalı veriyorum, saçma sapan bir şey ima ettiğim zannedilmesin: Aklı eksik bir insan aklı tam birine yardım etmez, aksine aklı tam olan aklı eksik olana yardım eder. Normali budur.

Öyleyse buradan da iki sonuç açığa çıkar: Ya Peygamber’e kadınlar hakkında atfedilen sözler hep yalan dolan, bazı Araplar tarafından belki birtakım çıkarlarını belki kültürlerini belki de her ikisini korumak amaçlı kitaplara yerleştirildi ya da Muhammed kendi prensiplerini uygulamayan birisidir. Fakat ikinci durumda peygamber olamaz, çünkü kendi prensiplerini uygulamayan birinin peygamber olmasına imkân yoktur; Allah buna izin vermez.  

Daha önce birkaç bölümde Peygamber’in hakikat âleminde güneş formunda durduğunu zaten açık şekilde yazmıştım. Daha ne kadar tekrarlamam gerek bilmiyorum. Oraları okuyup sözüme inananların Muhammed’in peygamberliğinin gerçekliğine ve makamının en tepede bulunuyor oluşuna dair en ufak kuşkusu, şüphesi bulunuyor olamaz. Güç elde etmek için Muhammed’in öyle davrandığını söyleyen adamları sallamamak gerek, onlar yalnızca ruhta onu görecek raddeye gelmediklerini açığa çıkarıyor. Bu insanlara karşı uzun uzun açıklama yaptım yine de, Muhammed Peygamber Üzerine bölümünde okuyabilirsiniz.

O hâlde gerçeği söylemek gerek: Hadisler arasında Peygamber’e atfedilmiş, onun adına ve onun adıyla uydurulmuş pek çok yalan bulunmaktadır. Elbette hepsi öyle değil, hakikat içeren çok hadisler var ancak emin olun ki çok var uydurulmuş hadis. Az buz değil, sürüsüne bereket. Bu bilgiyi de kafamdan sallamıyorum, öyle hadislere baktım da hoşuma gitmediğinden böyle bir şey diyor değilim yani.   

İşte bu yüzdendir ki yüzyıllardır ‘dinimiz bu’ diye dayattıkları Saray İslamı, Muhammed ile düşünüldüğü kadar alakalı değildir, çoğunlukla yozlaşmış Arap kültürüdür. ‘İslam’ dedikleri ama Peygamber’in ‘İslam’ diye öğrettiği dinden çok uzak olan Arap emperyalizmi her girdiği, yükseldiği yerde kargaşa çıkmasına ve adaletin bozulmasına yol açması bu sebepledir. Çünkü güç seviciliği, mal-mülk-paraya düşkünlük ve gösteriş merakı Arap toplumunun kötü yönlü karakteristiğidir. Gerçi mal-mülk-paraya düşkünlük bizim millette de kötü yönlü özellik olarak bulunur; ancak Saray İslamı takipçilerinin gücü ele aldığındaki gibi gösteriş merakını bilmem ki yaşlılarımız daha önce görmüş müydü? Altın varaklı, altın suyuna banılmış her şeyden bahsediyorum. Bunlar bizde yoktu sanki, Saray İslamı’nın yükselişiyle geldi.

Peygamberinin vefat edene dek tek göz oda bir evde yaşadığı, “İhtiyaçtan fazlasını dağıtın.” diye ayeti, emri bulunan bir dinin takipçilerinin bu derece maddiyata düşkün olmasını bozulmuş din anlayışıyla açıklamak da mümkün değil gerçi. Kapitalizmi icat eden Anglosaksonlardır, ne var ki Ortadoğu dünya düşkünlüğünde Protestanlardan aşağı kalmıyor, teknoloji konusunda değil ama mal mülk tapıcılığı söz konusu olduğunda onlarla başa baş gidiyor. İyi de onların dinine göre seçilmişlik anlayışı dünyasal zenginlikle belirleniyor; peygamberi tek göz odada ömür çürütmüş Müslüman’a ne oluyor da dünya malına mülküne Tanrı’ya tapınır gibi tapınıyor?     

Bu dinin en büyük handikabı sayıya gereğinden fazla önem verdiklerinden insanî kalitenin düşüklüğünü görmezden geliyor olmaları olabilir. “Milyarlarca insanın dini” diyorlar övünerek; ama milyarlarca insan yok, insan suretinde milyarlarca beden var. Nitelik yetersiz derken işsel nitelikten bahsetmiyorum, içsel yani insanî nitelik yetersiz. Ruhları insanlığa yakın değil. Bu koca cahil topluluk öyle pervasız, öyle vicdansız, öyle acımasız, öyle insanlık özelliklerinden eksik bireyler çıkarıyor ki daha insanî niteliklere sahip olanlar bu insanları eğitmeye çalışmak şöyle dursun onlardan kaçınmayı ve kaçmayı seçiyor. Böylelikle bu insanlar eğitilemiyor, daha kötüsü eğitime ne derece ihtiyaç duyduklarının da farkına varmıyorlar, çünkü hep kendileri gibileriyle iç içeler. Bulundukları durumdan gayet memnun oldukları için de istesen bile eğitmenin pek imkânı yok.

“Peki ama bir çare bulunamaz mı duruma?”

Çare her zaman tekrar ettiklerim işte: Hayvanî bedeni kontrol etmek, yuları eline almak, bedenin yukarısına çıkmak, öze nüfuz etmek daha doğrusu. Hayvanlığını aşmak isteyen kendini kontrol edecek, başka yol yok. Zihni, mideyi, duyguları; hepsini kontrol edecek, en azından etmek üzere çabalayacak. İnsanî davranışlar edinecek, egoya-nefse-benliğe uymamak üzere ruhsal bir savaş verecek. O savaşı verdikçe güçlenecek, savaş meydanı içinde ruhen gelişecek. Artık ilerleyen aşamalara geldiğinde kötülüğe kötülükle karşılık vermemeyi öğrenecek. Nüfusun %10’luk bir bölümü bile buna çabalasa sorunlar kendiliğinden yok olur. Çünkü o %10 geri kalan %90’ı da değiştirecektir.

“Müslümanlık da bunları emretmiyor mu zaten?”

Belki teoride, bir parça. Pratikte ise Müslüman ülkelerde erkeğe tanınan sınırsız bir egemenlik mevcut. Erkek sınır konmadan büyütülür, hiçbir hudut tanımaz, her hak, her dinsel kural erkek lehindedir. Bu yüzden doluştukları her yer kaosa gömülüyor. Çünkü bu insanlar, içindeki büyütüldükleri sınırsızlıkla egonun-nefsin-benliğin kontrolüne girmişler. Kültürleri dolayısıyla zaten erişkin hâle gelinceye kadar nefslerine gem vurmuyorlar, elbette o saatten sonra da o nefsleri azgınlaşmış oluyor ve asla geme yanaşmıyorlar. Böylelikle kendini kontrol sahibi insanlar değil de dürtüleriyle hareket eden canlılar oluyorlar. İşin kötü yanı bunun sebebinin dinsel inanışları olması. İnançları onlara birtakım ibadet ritüelleriyle kendilerini kurtaracaklarını ve bunları yerine getirdikten sonra istediklerini yapabileceklerini vaaz ediyor. Şöyle inanıyorlar: “Gerekli bazı ibadetleri yerine getirirsek kurtuluş bizim hakkımız.” Bu öylesine küstahça, öylesine küstahça bir inanış ki tüm kâinatı var eden Yaradan’ı birkaç eğilip kalkmayla borç altına soktuklarını ima ediyor; ima etmiyor böyle olduğunu vaaz ediyor. Dolayısıyla kendilerini kısıtlamayı asla denemiyorlar ve denemeyecekler; çünkü inançları onları bu yola sevk etmiyor.

Anlayacağınız bunların yularlarını şeytan gibi küstahlaşmış olan egoları-nefsleri-benlikleri elinde tutuyor; fakat bunun bilincinde değiller ve doğru yönlü düşünmeyi öğrenmezlerse asla da bunun bilincine varamayacaklar. Onlara göre her şey kendi hakları. Örneğin gem vurmadıkları şehvetlerine karşı çözümleri kadını sosyal hayattan dışlamak. Mal-mülk aşkları da gemsiz, dünya için ölür, öldürürler; ancak buna çözümleri yok çünkü malı mülkü sosyal hayattan dışarı atma ihtimali yok. Yapabilirlerse sürüleşip haksızlık ve kaba kuvvet yoluyla bunları elde ediyorlar, tarih boyunca yaptıkları üzere. En güçlü olanlar malı mülkü her türlü yolla toplayıp yığıyor, “Bunu bize Allah verdi” diyerek de haramlarını aklıyor, İslam Peygamberi’nin öğrettiği tam aksine. Sesi kadına her zaman gür çıkan zayıf dindarların bu ikiyüzlülüğe asla sesi çıkmıyor, çünkü güçlü olanı görünce sinmek gibi bir huyları var. Bu yüzden daha İslam’ın ilk döneminde bile haksız kazançla saraylar diktiren adamları, Peygamber’in yakınlarına ve “Evinde yiyecek ekmeği yokken elinde kılıçla sokağa fırlamayanın aklına şaşarım.” diyen Ebu Zer gibi dürüst insanlara tercih etmiş, hakkın değil gücün yanında olmayı seçmişler. Zaten Ebu Zer gibi mert adamlar hep yalnız bırakılır. Ali de yalnızdı.

Nedendir bilinmez, Saray İslamcısı eline güç geçtiğinde zalim kesiliyor, güç gittiğinde mazlum rolüne bürünüyor. İçinde tutup dini sorgulayabileceğiniz bir tane şeriat devleti var mı? Hiç oldu mu? Din dedikleri de Muhammed’in İslam’ı değil, kendi mezhepleri bu arada. Hani milleti ruhta yükseltecek, bu gerçeklikten kurtaracak öğretiler olsa kabul. Müslüman ağırlıklı ülkeler hep şeriata geçse Muhammed’in hakikati kaybolup gider, geriye sadece bir kabuk olan kurallar kalır diye korkuyorum. Çünkü aynı şekilde Ortaçağ’da Avrupa devletleri de Papalık tarafından kontrol ediliyordu ve genel olarak Katolik şeriatı hâkimdi. Kilise İsa ile alakasız yalanlarıyla at koşturuyordu. Ne zaman ki Martin Luther çıkıp yalnızca birkaç cümlede sahtekârlıklarını yüzlerine vurdu, o zaman Avrupa için başladı aydınlanma süreci.

Bu açıdan Yahudilerle ortak bir yanları var. Bilirsiniz, Yahudiler yüz otuz iki ülkeden kovulmuşlardır ama neden bunun hep kendi başlarına geldiği üstüne düşünmek ve hatalarını düzeltmek yerine mağdur edebiyatı retoriğini tercih ettiler. Oysa dünya bugün net şekilde görüyor Yahudilerin sorununun ırkçılık olduğunu. Aynı dünya Saray İslamı’nın Arap’ın geleneksel kültürüyle harmanlanmış ideolojik bir öğreti olduğunu da Avrupa’yı dolduran mülteciler yoluyla yakında anlayacak. Çekincem odur ki bu durumu tüm İslam’a mâl edecek ve toptan İslam’a savaş açacaklar. 3. Dünya Savaşı’nın din temelli olacağını öngörüyorum.

“Ebu Zer’i yazı başından beri övüp durdun. Genelde sol yanlısı kesim över. Sen solu mu destekliyorsun?”

Bu sığlıkta soru soranın varacağı yer en fazla 80 dönemidir, sağcı solcu diye bölünür, bir parkta birbirlerine girerler. Ebu Zer’i Peygamber övmüş, benim övmemden ne çıkar? Ebu Zer kendi döneminde yayılmış olan yozluğa karşı başkaldırmış, İslam’ı Saray İslamı’na dönüştürmekte olanlara isyan etmiş, Peygamber’in nasıl yaşadığını her gün hepsine hatırlatmıştı. Tamam, Ebu Zer’in yolu bence de aşırıya kaçıyor, açlığa varacak derecede dünyadan el etek çekmeyi kesinlikle destekliyor değilim ancak Ebu Zer’i bir tarafa atan ya haramzadedir ya da değilse bile dünya malına düşkünlüğü haddi aşmıştır. Veya ırkçı da olabilir; fakat Ebu Zer’i çöle sürüp orada açlıktan vefat etmesine sebep olanlar elbette Türk ırkçısı değildi. Bizim Saray İslamcılarına kalsa Arap ırkçısı olmak mümkün değil bu dünyada. Fakat tarih bize tersini söylüyor.    

Bakın, bu türden geleneksel okumalardan uzak durmak gerek. Hayatı siyasî bölünmeler üstünden okuyanlar hiçbir şeyin özüne vâkıf olamaz, kavramlarda takılır kalırlar. Ne demek istediğimi daha anlaşılır kılayım: Örneğin ortalama bir Müslüman’a göre birisi Arap’sa ve Müslüman olduğunu söylüyorsa, ekstrem bir şey yapmadığı sürece onun her yaptığı iyi ve dine uygundur. Oysa dine ait veriler göz önüne alınırsa çarlık Rusya’sına baş kaldıran Rus köylüleri Ortadoğu’nun muhafazakârlarından daha yakın çıkar İslam’a. Bu durum yalnızca bu döneme özgü değil, İslam’ın daha ilk döneminde bile durum aynıydı. O dönemde yaşayanların her seferinde güçlüye nasıl baş eğdiğini, hak olanı savunmaktan hep koşa koşa kaçtığını, Peygamber’in öz kızına çektirilenleri, Ali’ye yaşatılanları ve nihayet Ali’nin Kufelilere sıraladığı sitemleri okursanız bugün Siyasal İslam dediğiniz ideolojinin destekçileri ile o gün Muaviye destekçileri arasında neredeyse fark göremezsiniz. Ve şunu anlarsınız ki güya dine bağlı olan bu topluluklar bu kafayla gittiği sürece her zaman Muaviye gibiler zengin ve güç sahibi olduklarından kazanacak, Ali gibi yüce erdemlere sahip ama paraca ve çevrece eksik kişiler yalnız kalacak ve kaybedecek. Dolayısıyla aslında Ortadoğu hak ettiğini yaşıyor, kendilerini değiştirmedikleri sürece de hak ettiğini yaşayacaklar. Eskiden zalim sultanlar vardı, bugün diktatörler var. Yarın da başka zalimler olur. Bunlar hiç eksik olmayacak.

Muaviye ile Ali arasında geçtiği söylenen bir olayı şuraya ekleyeyim, ne anlatmak istediğime örnek teşkil etsin: Bir gün Ali destekçisi Kufe’den bir adam Muaviye’nin çok uzun yıllardır valilik yaptığı Şam’a gelir. Adam kentte gezinirken yanına biri yanaşır, deveyi yularından tutup kapar ve “Ver bakalım şu dişi deveyi.” der. “Bu deve benim, üstelik dişi değil erkek.” der adam. Karşıdaki yine kendi iddiasını tekrarlayıp deveyi alıp gitmeye kalkar, adam haklı olarak cıngar çıkarır. Olay büyür, durum kentin başı olan Muaviye’ye uzanır. Muaviye adamdan durumu açıklamasını istemiş, bir de kendi kentlisine sormuş. Her ikisi de aynı sözlerini tekrarlamışlar. Muaviye “Bu dişi deve Şamlınındır.” diye kararını açıklar ve ardından ahaliye seslenerek “Bu dişi deve kimindir?” diye sorar. “Şamlınındır.” diye tekrarlar ahali bir ağızdan. Yapacak bir şey olmayınca adam hem şaşkın hem üzgün yoluna gider. Fakat çok ilerlemeden Muaviye tekrar yanına çağırtır onu. Bu sefer ahali yoktur, yalnızca Muaviye ve adamları vardır. “Ey Kufeli, her ikimiz de biliyoruz ki o deve senindir ve erkektir. Ama sen git, Ali’ye gördüklerini anlat ve de ki ‘Muaviye’nin erkek deveyi dişiden ayırt edemeyen, o ne derse onu diyen on bin adamı vardır.’”

Muaviye Şamlıları öyle yapmadı; istese de yapamazdı. Bilakis Şamlılar Muaviye’yi arkasında durarak onu öyle cüretkâr yaptı. Sonra hem onun hem de soyunun zulümlerine maruz kaldılar; hak ettiler de. Güçlü olanı değil, haklı olanı takip etselerdi muhtemelen yine acı çeker, zulümlere maruz kalırlardı ancak insanlık onurlarını kaybetmezlerdi ve yeterince ayak direrlerse o zulmün kaynağından kurtulabilirlerdi. Ancak onlar ödül-ceza mekanizmasıyla, ya korkuları ya açgözlülükleri sebebiyle ikna olup tercihlerini güçlüden yana kullandılar ve bu tercihleri onlara fayda sağlamadı. Aynı acıyı yine çektiler, aynı zulümlere daha uzun zaman katlanmak zorunda kaldılar, üstelik insanlık onurlarını da bir köşeye koymuş ve kendilerine ihanet etmiş oldular.     

Ben insanları gözlemleyişimden ve okuduğum onca tarihten şunu çıkardım ki zalim sultanlar Yaradan’ın bir kahrı olmaktan öte, egosuna-nefsine-benliğine uyan ve zalimlikte sultanlarından geri kalmayan, fakat onlar kadar cesur olmayı da başaramadığından mazlummuş gibi görünen sıradan halkın nizamda kalması için gerekli sopadan başkası değil. Yoksa Allah kimseye zulmetmiyor. Sebep sonuç ilişkisi içinde, halkın uyduğu egonun-nefsin-benliğin anladığı tek dil kendiliğinden ortaya çıkıyor. Çünkü o azgın ego-nefs-benlikleri yalnız sopayla hizaya geliyor. Tahminim odur ki Cengiz Han hakikate ait bu gerçeği kavramıştı, o sayede dünyanın görüp göreceği en büyük imparator oldu.

Ortalama Müslüman sayıya bakıyor, üreme ve artış oranına bakıyor, dünyayı ele geçiriyoruz hayali kuruyor, seviniyor. Oysa bu kitlelerin Müslüman dünyanın başına bela olduğunu, dibe çektiğini göremiyor. Bu durum Hıristiyanlıkta da birkaç yüzyıl öncelerde aynıydı; o nedenle birbirlerini yiyip duruyor ve Müslüman dünya karşısında başarı sağlayamıyorlardı. Ancak Amerika bulunup ardından yapılan yağmalar, soykırımlar, akla hayale gelmedik derecede büyük toplumsal hırsızlıklarla müthiş bir gelir artışı olunca Müslüman dünyaya karşı koymayı başarabildiler. Bundan sonra fakirliğin getirdiği dinsel fanatizm azaldı. Fanatizm azaldıkça ilerleme hızı arttı. Dinsel fanatizmden uzaklaştıkça dinsel kuralların hâkim dünya ile aralarındaki gelişmişlik farkını artırdılar. Çünkü din adamlarının kurallarına bağlı kalmak yerine evrensel düzenin kurallarını okumaya başlamışlardı.

Hep aynısı olur. Bir adam çıkar, hakikate ulaşır, ulaştığı hakikati kendi dilince halka anlatır. Önce onu reddederler, çünkü geçmişten kalma kurallara aykırı şeyler söylüyordur. Zaman geçer, hakikati bildiren zatın takipçileri diğerlerine baskın gelir, gücü eline alır. Hakikati bildiren zatın söylediklerini değişmez kural olarak koyar, bunu savaşla yaymaya çalışır ve yaydıkları yerlerde de bunu koruyacak din adamları bırakırlar. Böylece hakikat bilgisi kabuklaşır ve aslında hakikat olmaktan çıkar; çünkü hakikat kabuk değil özdür. Zaten hakikati bildiren zat kendi meşrebince, kendi çevresine göre anlatmıştır, birebir herkese uymaz. Nüfus arttıkça dikilen elbise bedene dar gelmeye başlar. Kuralları korumak için dinsel fanatizm baskınlaşır, kavgalar patlak verir. Fakat tekrar ediyorum, o korudukları hakikat değil, kabuktur. Bu dönemlerde kendileri hakikate ulaşmış ve bu sayede hakikati bildiren zatı gerçekten anlayan kimseler çıkar. Halka kabuktan bağımsız hakikati bildirmeye koyulurlar; ancak karşılarına dinsel fanatizm çıkar, genelde öldürülürler. Sonra zaman geçer, onların takipçileri baskın hâle gelir ve saydığım aşamalar aynı sırada tekrarlanır. Tarih böyle tuhaf bir devinim içindedir.     

“Bizim geleneğimizde tasavvufun kökleri yatıyor. Bizde bu durum düzeltilebilir.”

Ne yazık ki Saray İslamı bu topraklarda hüküm sürdüğü sürece bu durumun düzelme gösterme ihtimali yok çünkü bu öğretinin her koşul ve şart altında başka toplulukları suçlayıp kendini temize çıkarma huyu var. Hatta en ayırt edici özellikleri budur diyebiliriz.  

Örnek getireyim: Diyelim bir yerde felaket yaşandı. Yönetenler muhafazakâr değil ve namaz kılmayanların bulunduğu bu yerde Saray İslamı anlayışına uygun düşmeyen bir halk var. O zaman edepsizce davranışları yüzünden Allah’tan onlara ceza geldiğine inanıyorlar. Fakat aynı olay Saray İslamı anlayışının yaygın olduğu bir bölgede gerçekleşirse, yöneticileri de millete göstere göstere ibadetlerini yapmaktaysa, o zaman bir ceza inancı oluşmuyor, Allah’ın bir nedenle onları sınadığına inanıyorlar. Onlara göre elbette Allah onları cezalandırıyor olamaz, çünkü namaz kılıyorlar; ne yani, onca rekâta rağmen bir de Allah onları cezalandıracak mı? Bunu mantıklarına sığdıramıyorlar.   

Yine bir yerde yönetim hatasından ötürü kıtlık yaşanıyor olsun. Bunda bile yorumları başlarındaki yöneticilerin namaz kılıp kılmadıklarına göre değişiklik gösteriyor. Eğer yönetici kısmı namaz kılmıyorsa elbette sebep onlar, onların yüzünden halk cezalandırılıyor inancı oluşuyor. Yöneticiler namazlarını gayet güzel servis ediyorlarsa bu sefer sebep “Allah öyle istedi” oluyor. Muazzam bir ikiyüzlülük örneği... Saray İslamcıları genel olarak Gölcük merkezli 99 depreminin dinsizleri cezalandırmak amacıyla meydana geldiğini söylüyor, “7.2 yetmedi mi” pankartlarıyla dolanıyordu bir dönem. Erzurum depremi sorulduğunda ise şunu demişlerdi: “Allah Müslümanları sınıyor.” Bugün onlara göre aynıdır: Deprem Müslüman olmayan bir ülkedeyse Allah oranın halkını cezalandırıyor, şeriat uygulayan bir ülkedeyse Allah oranın halkını sınıyor, diyorlar. Tıpatıp aynı iki olay, tecrübe edenlere göre farklı anlam taşıyor bu insanlar nazarında. Böyle çifte standart görüş taşıyorlar. Kendilerinden olmayanların hep cezayı hak ettiklerini düşünüyorlar. 

Fakat şöyle de bir durum var: Ya tersi gerçekse? Allah yasa olarak şeriatı esas alan ülkelerin halkını cezalandırıyor da Müslüman olmayan toplulukları sınıyorsa? Böyle sesli düşününce kulağa hiç hoş gelmedi değil mi?    

Bu kesim her nedense asla ve kata suçluluk hissetmiyor, o belaların günahlarından ötürü başlarına gelmiş olabileceğini düşünmüyor. Çünkü onlara göre Allah onların safında. Aşkın ve her şeyi kapsayan bir Allah'a inanmıyorlar, insanımsı özelliklere sahip, taraf olan bir Allah'a inanıyorlar; farkında bile değiller. Politeistlerin tanrılara bakış açısıyla bakıyorlar Allah'a. İşin daha tuhaf olan tarafı bu insanların bakış açıları yalnızca dinsel anlayışa göre değil millete göre de büyük değişiklik gösteriyor. Ülkemizde fakirlik üzerine konuşulunca ‘Kimse açlıktan ölmez. Allah rızka kefil.” diyorlar. Ancak konu Arap ağırlıklı bir topluluk olunca, “Şu devlet çocukları açlıktan öldürüyor.” diyorlar. Yani açlıktan ölen Türk olunca bu Allah’ın iradesi, kararı; Türk'ün ‘rızkı kesilmiş’ onlara göre. Ancak ölen Arap çocuklarıysa emperyalist, kâfir devletlerin, dış güçlerin suçu, onlar öldürüyor bu çocukları. O durumda Arap'ın ‘rızkı kesilmiş’ olmuyor; emperyalist devletlerin Allah’ı da aşarak iş yaptıklarına inanıyorlar anlayacağınız!

Hakikatte böyle bir şey mümkün değil. Balık denizden ne kadar bağımsız hareket edebilirse insanlar da Allah’tan ancak o kadar bağımsız hareket edebilir. İyilik-kötülük insana bırakılmıştır; yoksa ne cennetin anlamı var ne cehennemin. Anlayacağınız bunlar kendi suçlarını halı altına süpürmek için Allah’ı kullanıyorlar, suçlu göstermeye utanmıyorlar. Cehenneme inandıklarını söylüyorlar ama ya gerçekten inanmıyorlar ya da şeytan onları öyle kandırmış ki asla cehenneme uğrayacaklarını düşünmüyorlar. 

Varsayalım artık savunulamayacak kadar rezil bir eylem üzerinde yakalandı, mesela bu zamanda sahte tarikatlarda ve Kuran kurslarında sıkça denk gelmeye başladığımız iğrençliklerden birini gözünüz önüne getirin işte, o zaman da savunmaları “Şeytana uydum.” oluyor, suçu şeytana yükleyip kurtuluyorlar. Yani orada bile yine suç kendilerinde değil, şeytan onu ayartmış. Belki doğru söylüyor fakat sokakta gezen milyonlarca adamı şeytanın neden aynı şekilde ayartmadığını dile getirmiyor elbette. Üstelik Saray İslamcısı bir iktidar yönetimdeyse şanslı, o savunmayla onlardan olduğunu gösterdiği için bazen basit bir cezayla bazen hiç ceza görmeden kurtuluyor. Nedense şeytana iltimas göstermeyi pek seviyorlar!

Bu bakış açısındaki yozluğu algılayabiliyor olmanız lazım. Hatadan muaf, garanti cennetlik. Saray İslamcısı gözünde ulu, ulvi olan tek şey var; namaz. Namazlarını aksatmadıklarında ne olursa olsun tüm suçlardan arınacaklarına, her tür günahlarının temizleneceğine inanıyorlar. Bu tek ibadete öyle üstün nitelikler atamışlar, o kadar güveniyorlar ki karşılarına bu inançlarını doğrulamayacak bir durum çıktığında kendi inançlarını sorgulamak yerine Allah’ı zan altında bırakmaya bile meyledebiliyorlar. Bu üstünlükçü inanış bir nevi ‘seçilmiş ulus’ psikolojisine yol açıyor, diğer insanları kendilerinin altında olarak algılıyorlar.

Kısaca özetlemek gerekirse, bu insanlara göre şeytan zaten suçlu, yeri geldiğinde Allah bile suçlu olabiliyor ama Saray İslamı ideolojisinin taraftarı asla suçlu çıkmıyor. Saray İslamcısı hep ‘dış etkenlerin kurbanı’, ‘aldatılmış’ veya ‘kaderi böyle yazılmış’. Böyle bir şey yok. Kaderin böyle bir şey olmadığını biraz yukarıda konuşmuştuk.

Gerçi bu durum tüm dinlerin dindarlarında var olabilir, hepsini tek tek gözlemleyemediğimizden biz bu sonuca varıyor olabiliriz. Sadece Ortadoğu özelinde değil; tüm dinlerden bahsediyorum. Politeist dinler de buna dâhil. Belki bir Budizm hariç.     

“Biraz ağır yükleniyor olabilir misin? Az yukarıda ‘kendimi Ebu Cehil’den üstün hissetmiyorum’ demiştin. Bu insanlar da öyle kötü değiller ya?”

Estağfurullah, hiçbir şekilde kendimi kimseden üstün görüyor, kimsenin kötülüğünü iyiliğini tartıyor değilim. Ben, bu insanların inançlarının yanlış taraflarını gösteriyorum. Diğer bölümlerde de başka yanlış inançları böyle eleştirdim. Kimsenin karşısında değilim. Eğer bir grup, kendi görüşlerinden başka insanların da haklarını tanır ve onlara da fayda sağlarsa hepsine kardeşim ve hepsi benim kardeşim. Tüm insanlık için aynı düşünüyorum. Ama kötülük yapanlara da uyarıcıyım. Yoksa niyetim kimsenin kalbini kırmak, kimseyi üzmek değil.  

Bakın, ben kendimi bu insanlardan üstün veya daha temiz görüyor değilim. Ben Yaradan’ın bir dilemesiyle her insanı istediği yöne çekebileceğine inanırım. O yüzden de kibirlenmek, büyüklenmek haddime değil; kimsenin haddine değil. Ben şuna inanırım ki insan belli tecrübeleri yaşadığında ve bunlar neticesinde gerekli şartlar oluştuğunda her insan her günahı işleyebilir. Belki dışarıdaki tecavüzcü de daha evvel kendisi tacize uğramış veya ağır bir travma yaşayıp bir tür zihinsel deliliğe savrularak bu işi kendi içinde normalleştirmişti, bilemeyiz. Bu durumların aslını öğrenmek ve çareler bulmak psikologlara, psikiyatristlere düşer. Haddime değil ki birilerini küçümseyeyim, aşağılayayım. Kimsenin haddine değil.

Gelgelelim benim anlatmaya çalıştığım bir şey var: Bir toplulukta her şart altında kendini temiz çıkarmaya yönelik bir anlayış hüküm sürüyorsa, bu insanlar kendini düzeltmeyecekler demektir. Kendilerini düzeltmeyi denemeyecekler bile. Ve Allah da ‘insanlar kendi içlerini değiştirmedikçe onları değiştirmeyeceğine’ göre her şey aynı şekilde kör aksak devam edecek demektir. Hiçbir sorun düzelmeyecek. Sebep oldukları kötülükleri de güçleri elverdiğince sürdürecekler. Sıkıntı burada.

Ben aslında herkesten önce onları uyarıyorum burada yaptığım eleştiriyle. Çünkü Hakk’ın kullarına zulmediyorlar ve böylece Hakk’ın öfkesini üstlerine çekiyorlar. ‘Sünnetullah’ dedikleri evrensel kuralların farkında bile değiller. Hani İsa Mesih demişti, “Baba onları affet. Ne yaptıklarını bilmiyorlar.” diye. İsa’yı çarmıha gerdiren de dinsel fanatiklikti. O insanlar da iyi bir şey yaptıklarını, böylece Tanrı’yı memnun edeceklerini zannediyorlardı. Sonra Hakk’tan öyle bir tokat indi ki yaklaşık iki bin yıl kendilerini toparlayamadı Yahudiler. Yahudi demişken, o adamlar da bu zamanda yine aynı ahmaklığa düşmüş durumda, onlar da kendi saçmalıklarını ‘Musa’nın dini’ zannettiklerinden aynı işi yapıyorlar. Anladığım kadarıyla onca günahlarının yakın zamanda yeni bir Hitler’in gelişine yol açacağını görmüyorlar; düşünüp anlamıyorlar da. Elimden gelseydi onları da uyarırdım. Sert sözler kullanırdım, buradakilerden çok daha sert; ama onların kendi iyiliğine olurdu.   

Şimdi tüm algılayışını surete bağlamış olanların ters karşılayacağı, muhtemelen beni -yine- geri kafalı ilan etmelerine sebep olacak bir gerçekten bahsedeyim. Toplumsal planı bilmem ama kişisel planda gerçekten yapıp ettiğiniz her şeyin size döndüğünü kendiniz de görebilirsiniz. Dolayısıyla ayak taşa takılsa taşı suçlamaya değil de neyi yanlış yaptım, kimin ahını aldım diye kendini sorgulamaya girişmek daha akıllıca bir davranış. Yalnızca İslam’da yok bu, bir çok ruhsal öğreti aynı şeyi söylüyor, gölge tarafınla yüzleşmen gerektiğini söyleyen Carl Jung bile temelde aynı şeyi söylüyor esasında. Fakat bunun toplumsal planda ne derece geçerli olup olmadığından emin olmama sebebim şu: Her toplumun kendine göre bir ahlak normu bulunur. Bunlardan hangisi doğru? Bir normun oluşmasını sağlayan tarihsel şartları yaratan O ise diğerini yaratan da O’dur. Nasıl olur da birini doğru, diğerini yanlış kabul eder?

Hadi hakikatten bahsedelim burada. Ruh âleminde böyle bir şey yoktur. “Herkes tarttığı ölçü ile tartılacaktır.” der İsa. Her insan kendi inandığı üstünden sorumlu tutulacaktır. Bunun bir din olup olmadığı veya dinse hangi din olduğu çok da anlam ifade etmiyor. Dolayısıyla altın kural şudur: “Kendine davranılmasını istediğin gibi davran.” Çünkü öyle yargılanırsın. Hayat esasında bir mahkeme salonu, başkalarına yaptıklarıyla insan kendini yargılıyor. Bu kesinlikle felsefi bir söz değil, hakikatten bahsediyorum. Eğer dilinle başkasında yara açmayı seviyorsan, neye inanırsan inan, ne kadar ibadet edersen et, sende de dille yara açacaklar. Kılıç çekerek koşarsan sana kılıç çekerek koşacaklar. Ve bilinç ne derece yüksekse aradaki süre de o kadar kısa olacak. Bilinç en dipteyse, hayvanlarınkine yakın bir düzeydeyse, yapılanların karşılığı çok geç gelir veya belki de o yaşamda hiç gelmez; günahlar olabildiğince toplanılıp o âleme göçülür. insanlar böylelerin arkasından ‘günahlarının bedelini ödemeden gitti’ diye düşünür ama bu çok feci bir hâldir; tüm toplanan hesap ödemesi daha zor olan bir gerçeklikte ödenmek zorunda olacak. Bilinç yükseldikçe hatalı fiillerinizin karşılığının yansıma süresi kısalır. Hatta insan bir hâle gelebilir ki düşündüğü, düşündüğü anda karşısına yansır. İşte halkın eren, veli diye adlandırdıkları insanlar bunlardır. O yüzden bunları bir şekilde memnun ettiğiniz an onların memnuniyeti ruh âleminden daha o anda size yansır. Bu, sizin bilincinizin üstünlüğünden değildir, onun üstünlüğündendir, fakat sizin bilinciniz de yükselmiş olmasa veya yükselmesi gerekmese ona denk gelmezdiniz.

Diyelim ki sürekli başkalarını suçlamaya alışmış dar görüşlünün inandığı gibi başlarına felaket gerçek yoldan sapmaları yüzünden geliyor. Başkalarını suçlarlarsa bu felaketten nasıl ders çıkaracaklar, bunu düşünmüyorlar. Gerçi düşünmedikleri daha iyi olabilir; çünkü düşünseler daha fazla ibadete yönelerek ve başka dinsel kurallara daha sıkı sıkıya sarılarak gökten kızgın gözlerle onları izleyen koca Allah’ı sakinleştirmeye çalışma yoluna gidecekler. Böyle bir Allah var olmadığı için elbette çok yanlış bir tavır olacak bu. Böylece bir dahaki felakette daha fazla, bir sonraki felakette daha fazla kapanacaklar içlerine ve bir zaman gelecek, Hariciler veya Taliban algılayışında olduğu üzere ibadetten başka şeyle ilgilenmeye vakitleri kalmayacak. Bu anlamsız çabaları ruhta kendilerini kurtarmadıkları gibi dünyada da kurtarmayacak. Güçlü devletlerden biri bu kolay lokmayı yutmaya gelecek, hâlleri öncekinden de daha beter olacak. Bunun nedeni de evrenin kurallarından, yani sünnettullah diye ifade edilen gerçekten haberlerinin olmaması olacak, şeytanın onları ayartmış olması veya Allah’ın kaderlerini böyle yazması değil. Gerçi nazarımca ibadete tapınıcılığın ta kendisi şeytanın ayartması zaten de bu başlık altında oralara girmeyelim.

Lafı uzattım. Şu kadarını söyleyip keseyim: Eğer insanlar bu söylediğim hakikatleri fark edebilse veya en azından buna inansa şunu da fark ederlerdi: Aslında yumruk attığın aynadır. Elini kesecek, dikkat et. Elini kesti diye ağlama sonra.

“Olmaması gerekeni söylüyorsun madem de olması gerekeni de söyle?”

Olması gereken, başına bela gelen bir insanın yapması gerekenle aynıdır. ‘Biz nerede hata yaptık; bu bir ikaz mıydı, önden bir uyarı mı’ diye sorarsın. ‘Nasıl kurtulurum’ diye düşünürsün. Sonra ayağa kalkar sorumluluğu üstlenir, zararı telafi etmeye bakarsın. Bunun yerine insanları suçlayıp mızmızlık etmezsin. Örneğin bir yerde sık yangın çıkıyorsa, belki de ahşaptan yapılmış yıkıp yerine taştan evler dikmek gerekiyordur. Sık sık yangın çıkıyorsa ve oradakiler bunun nedenlerini bulup düzeltmek yerine ‘dışarıyı’ suçluyor, topu kundakçılara, elektriğe, kısa devrelere atıyorsa yangınlar hiç kesilmeyecek demektir; hatta kusura bakmasınlar ama onlar başlarına gelenleri hak ediyor demektir.

Müslüman dünya açısından konuşuyoruz bu başlık altında. Öyleyse çare şu: Müslüman dünya içinde farkındalık sahibi, kendilerini ve işlerini sorgulayan en azından bir topluluk çıkacak, aslında her gittikleri yere kargaşa götürenin kendileri olduğunu fark edecek, bunu fark edince mızmız, mıymıntı çocuklar olmaktan vazgeçecek ve ayağa kalkarak sorumluluk üstlenecek. Önce kendilerini düzeltecek, bunun meyvelerini toplayacak ve bunu insanlığa dağıtacak. Uzun zaman alacak fakat başka türlü bir şey düzelmez, her şey aynı şekilde akıp gidecektir.   

“İyi de bu topluluk neden yönetim biçimi olarak Saray İslamı’nı temel almasın?”        

Çünkü bu topluluk zaten görecek ki Saray İslamı ideolojisi, iddiası aksine, Müslümanların ağırlıklı yaşadığı ülkelerde düzenin yerleşmesi ve korunması için dini temel almak değildir, bunun yerine küçük grupların çıkarlarını korumak için dinin kullanılması, suiistimal edilmesidir. Bu da dinde büyük zararlara yol açar; tarih boyu açtı. İlk zamanlarında da öyleydi. Biliyoruz ki ibadethanelerin siyaset merkezleri olarak kullanılması bu döneme özgü bir durum değil, daha Peygamber’in vefatının hemen sonrasında başlamış bir iştir. Biz onca yıl bu topraklarda buna şahitlik etmedik çünkü muhafazakâr kesim üzerinde askerin haksız bir baskısı vardı. Şu ironiye bakın ki bu haksız baskı Saray İslamı’nı tercih edilebilir gösterdi; asker bu zulmü yapmasa insanlar akın akın Saray İslamı’na yönelmezdi. Geneli bilmez ama Arap coğrafyasında bile Saray İslamı son yarım asırda hızla yayıldı, ondan önce örneğin Mısır’da Cemal Abdülnasır gibi modernleştirici siyasetçiler vardı. Lübnan’ın başkenti Beyrut Ortadoğu’nun Paris’i diye bilinirdi. Fakat ABD’nin bu topraklarda kurduğu bir truva atı olan İsrail Devleti ve bizler için dizayn ettiği bir Yeşil Kuşak projesi vardı; üstelik Vahabi’nin de parası boldu. O nedenle sonuç böyle oldu.

Saray İslamı ideolojisi her dönemde aynıydı. Hiçbir zaman gücü paylaşıcı, uzlaşmacı değillerdi, tek adam sistemlerinin yandaşı, güce boyun eğici ve onlardan olan zalimlerin koruyucusu ve yandaşı oldular hep. Bu ideoloji öyle siyasetle iç içe, öyle hakikatten uzak ki en kan dökücü sultanları bile ‘veli’ zannediyorlar. Kundaktaki bebeklerin katledilmesi bile onların görüşlerinde çentik açmıyor; dine değil de akla dayanan bu karanlık icraat ahlaken gayet normalmiş gibi davranıyorlar. Bazen düşünüyorum, eğer sultanlardan biri şeytana çocuk kurban etse buna bile bir kılıf uyduracak kadar İslam’dan uzaklaşabilirler miydi, diye. Çok uçuk bir ihtimal, evet, ama olmayacak iş değil. Babasını zehirleten, kardeşlerini ve onların küçücük çocuklarını acımadan boğdurtan ‘veli’ olabiliyorsa şeytana çocuk kurban eden neden olamasın ki?!

Yanlış anlaşılmasın, bu insanları çok kötü insanlar olarak görüyor değilim. Onların dönemi farklıydı, o zamanki ahlak değerleri farklıydı, ona göre yaşadılar. Ama onlarda bundan fazlasını göremiyorum. Yani bu insanlar Hacı Bayram Veli, Şah-ı Nakşibendi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana değiller. Saray İslamı neden sultanları olduğu gibi kabul etmek istemiyor da onları kutsallaştırıyor, bilmiyorum. Sultanların veli olmak zorunluluğu mu var, onlar da herkes kadar insan işte. Elbette özüne erebilir, eremez değiller bu arada. Dünyadaki sultanlar arasında belki özüne eren birkaç sayılı isim çıkmıştır; Marcus Aurelius örneği önümüzde. Fakat dünyada kundaklarındaki bebeklerin burnundan süt fışkırtarak boğulmasını bir yüce kudrete bağlayabilecek hiçbir ahlak değeri yok, üzgünüm. Küçücük bebekleri boğdurtan Osmanlı sultanları ‘devletin bekası’ gerekçesiyle haklı çıkarsa, İsrailoğlu’nun erkek çocuklarını boğduran firavun da ‘devletin bekası’ gerekçesiyle haklı çıkar. Çünkü firavun da o çocuklar arasından birinin çıkıp onun devletini yıkacağı kehanetini almıştı. Bir insan hem bebek boğdurmayı savunup hem de Kuran’da lanetlenen firavunu lanetleyemez; çünkü her ikisi de devletlerinin bekası adına kundaktaki bebekleri boğazlatarak özünde aynı işi icra etmektedir.     

Konusu açılmışken kişisel yorumumu da şuraya bırakayım: Kardeş katli vicdana ve dine tamamen ters, ahlaken rezil bir davranıştır ama akla göre gayet mantıklı. Büyüdüğünde ordular toplayarak iç savaş çıkarabilecek bir adamın bebek hâldeyken öldürülmesi gayet vicdansızca, orası kesin; ama sizce de mantıklı değil mi? Böylelikle binlerin kanı kurtuluyor. Fakat bu işin İslam’a uygun olma ihtimali var mı? Eğer firavun haklıysa var, yoksa kesinlikle yok. Peki kardeş katli yasası Osmanlı Devleti’nin uzun yaşamasına yardımı dokundu mu? Yüksek olasılıkla. Öyleyse şunu sormak gerekir: Daha o dönemde bile devletin hayatını uzatan, padişahların İslam’a göre değil de akla göre hareket etmesi olmuşsa, düzenin tamamen değiştiği bu çağda dine uygun yaşamak devletlere nasıl fayda sağlayacak? Demek ki devlet yönetiminde akıl dinden üstünmüş, o çıkıyor buradan. Oysa bence dinden üstün olan akıldan önce vicdan ve adalettir.

Saray İslamı, Peygamber’in Medine Sözleşmesi’nde ‘kent halkı’ olarak ele aldığı ‘ümmet’ kelimesini değiştirerek ‘aynı mezhebe inananlar’ anlamı yüklenip tek mezhebin kurallarının hâkim kılınmaya çalışıldığı ideolojidir. Bu ideoloji için ahlak sadece o kurallara uymak demektir, bunun dışında bir erdemlilik anlayışı taşımaz. Dolayısıyla hedef kitle olan ‘ümmet’ de bu kurallara uyduğu müddetçe ahlaklı görülür, geri kalan davranışları o kadar önemsenmez. Bu nedenle bizim zamanımız ibadetlerini aksatmayıp her türden kötülüğe imza atanları izlemekle geçiyor.

Örneğin kendileri hakkında bilgiye erişimimizin kolay olduğu, Batı’ya doluşan mülteci grupları temel alalım. Bu grupları ve hareketlerini takip ediyorsanız göreceksiniz ki önemli bir kısmı insanî davranış biçimlerini, ahlakı önemsemiyor. Bunun yerine ortak bir nefrete sahipler ve bu nefret üzerinde birleşip hareket ediyorlar. Eğer o ortak nefret olmasa birbirlerini keser, doğrarlar, bugün Ortadoğu’da yaptıkları üzere. Buradan bile anlaşılması gerekir ki Saray İslamı ideolojisi uç noktalarında artık bir ‘nefret politikası’dır ve bu uç noktanın öğretileriyle programlanan zihinlerin Hitler’in yetiştirdiği Nazilerden farkı kalmaz. İslamist terör örgütleri SS tümenlerinden daha mı vicdanlı, daha mı merhametli? Işid’in diri diri yaktığı iki askerimizi ne çabuk unuttunuz?

Elbette bu durum Peygamber’in İslam olarak öğrettiğine uygun değildir; hatta Peygamber’in öğretisinin tam tersidir. Muhammed birleştirdi, Saray İslamı mezhepçilik yapar, ayrıştırır. Muhammed insanları eşitledi, Saray İslamı insanları statülere böler. Muhammed esas olanın öz olduğunu yaşamının her anında gösterdi, Saray İslamı onun ancak dışını aldı; aslında dışını da almadı, işine geleni aldı. Anlaşılması gereken şudur ki Saray İslamı dediğimiz ideoloji, Peygamber’in öğretisinin saray sahipleri yani güçlüler yararına çarpıtılmış bir versiyonudur. Elbette hakikat de barındırır, neticede Peygamber’in öğretisine dayanıyor; ancak hakikatin kendisi veya gerçek formu değildir. 

“Sence biraz abartı olmadı mı bu söylem?”

Abarttığımı söyleyebilirdim ama adını yazmanın ağır zahmet olacağı onca terör örgütünü “Bunlar hep emperyalistlerin ajanı” gibi klasik savunma biçimleriyle görmezden gelsek bile geride kalan kültürden dolayı bunu diyemem. Abarttığıma inanan varsa lütfen şunu kendi içinde bir cevaplasın: Almanya’da Hitler altında Alman olmayı mı tercih ederdiniz yoksa Afganistan’da Afgan kadını olmayı mı? Bana kalırsa Hitler döneminde Yahudi olmak bile Afganistan’da Afgan kadını olmaya yeğ tutulur. Almanya’da atarlar gaz odasına, acın çabuk biter. Fakat Afganistan’da kadın olarak doğarsan bir ömür acı çekersin. En son kadınların kendi evlerinde pencerelerden görünmesi yasaklanmıştı. Bugün dört duvar arasına gömülmüş koca bir nüfus var Saray İslamı’nın hâkim olduğu her coğrafyada.   

Dolayısıyla ümmetçilik politikasının da bir ‘nefret politikası’ olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Dünyada gücü ele geçirdiği yerlerde iyiliğe yol açmış mı, yoksa tuhaf, kendi milletini sömüren bir düzen mi üretmiş, ortada zaten. Neden hiçbir Saray İslamı savunucusunun Arap topraklarına gidip yerleşmediğini kendinize bir sorun. Yalnızca bizdeki ümmetçi anlayış değil sorunlu olan. Yüzyıllar boyu haçlı seferleri, gazalar, cihatlar alıp başını gitmedi mi? Devasa topraklarda o kadar çok kan aktı ki belki de o üretilen karanlık sebebiyle tüm o toprakların yıkıma uğraması hak oldu? “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınızın sonucudur; üstelik O birçoğunu da affetmektedir.” (Şura / 30) Eğer bir kişinin başına gelen felaket kendi eliyle işledikleri yüzündense kitlelerin başına gelenler nasıl tesadüf eseri veya öylesine olaylar olabilir? Belki de Cengiz Han sırf bu amaç için doğdu; kendi bunu bilsin veya bilmesin. Yoksa Allah Cengiz Han’ın bir oka hedef olmasını sağlayıp Moğolların yaptığı onca zulmü önden engelleyebilirdi. Oka da gerek yok; gece uyurken nefes alışverişini keserdi veya yürürken ayağını bir taşa takıp düşürerek boynunu kırabilirdi. Neden yapmadı?

Ümmetçilik yalnızca Müslümanlar açısından mı nefret politikası içeriyor? Bugün İsrail’in yaptığı onca zulüm, onca vahşet özünde dinsel nitelik taşımakta değil mi? Onca zulüm Yahudilerin belli sınırlar arasında yalnızca kendi inançlarından olanları bırakma hedefi yani ‘ümmet politikası’ güdüyor olmaları sebebiyledir. Bu gerçeği kim yalanlayabilir?

“Yahudiler yaptıkları kötülükleri Siyonizm sebebiyle yapıyorlar; yani sebebi ırkçılık.”

Fakat o ırkçılığı Hitler gibi kendi kendilerine icat etmediler değil mi? Eğer kendileri icat etmiş, kendi kafalarına göre bir nokta bulup buna uymayanları aşağı insan saysalar dediğiniz doğru olurdu. Ne var ki bu iddialarının dayandığı bir kutsal kitapları var. Yani Yahudiler yaptıklarını öncelikle ümmetçilik politikası güderek yapıyorlar; ırklarının üstünlüğü iddiasını da işte ümmet inancı üstüne dayandırıyorlar.

İsrail-Filistin savaşı ırksal bir kavga değildir, dinsel bir kavgadır. Yoksa Yahudiler istese 2. Dünya Savaşı’nda Havai’ye doluşabilirlerdi. Hem Havai’nin havası da harika kumsalları da, ne güzel deniz kenarında takılırlardı işte. Neden Filistin’e geldiler ki? Çünkü ‘ümmetlerini’ kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklarda toplamak istediler.

Havai dururken Ortadoğu’ya gelmek… Yaradan sizi bir köşeye çekse de “Ey kulum, Filistin’e padişah mı olmak istersin, Havai’de iyi kazanan bir tüccar mı?” diye sorsa hangisini seçerdiniz? İşte kendi vereceğiniz cevapla bile ümmetçilik politikasının akılla uyuşmaz olduğunu anlamak mümkün.     

“Sen Havai’yi istersin tabii. Demek ki dünyaya düşkünsün. Oysa biz dindarlar kutsal topraklara gitmek istiyoruz ki peygamberlere daha yakın olalım.”

Kutsallığın taşta, toprakta olmadığını, insanda olduğunu daha önce kaç yazıda söylediğimi hatırlamıyorum, yalnızca bununla alakalı bir bölüm de var üstelik. Madem arzunuz bu, özü esas alacaksınız, riyazetle, oruçla, salatı bir şekilde sağlayarak ve/veya başka ruhsal uygulamalarla benliği aşacaksınız ve hakikat âleminde dolaşmaya başlayacaksınız. Orada Muhammed’i de İsa’yı da Musa’yı da bulursunuz. Süleyman’ı görmeye Kudüs’e gitmenin âlemi yok; Süleyman’ı dünyada bir mekânda bulmanın imkânı olduğunu sanmıyorum. Yahudiler uğruna o kadar kan döktüler de Süleyman Tapınağı’nda Süleyman Peygamber’i mi gördüler zannediyorsunuz? Necef’e gidenler Ali’yi mi görüyorlar? Mekke’ye gidenler Muhammed’i mi görüyor, yoksa bir taşa dokunup geliyorlar mı? Sorun da Peygamber’i tarif etsinler madem.

Bakın, siyaset o kadar önemli değil, hangi politikanın işe yarayacağını düşünüyorsanız onu takip edebilir, ona hizmet edebilirsiniz. Ancak bu konu önemli, çünkü ruhla, sonsuz yaşamla ilgili. Eğer taşta, toprakta kutsallık var zannederseniz şeytan tutar yularınızdan çeker de sizi esas kutsallığı yok etmeye, böylece aslında kendinizi de yok etmeye götürür. İblis taşa eğilmedi diye değil, insana eğilmedi diye sürüldü cennetten. Şimdi insanlara oyun oynayarak taşı toprağı kutsal gösteriyor da birbirlerine düşürüyor milleti. İnsanlar da bu yalanlara o derece iman etmiş ki tarih boyu birileri hakikati dile getirdiğinde gözleri dönmüş, söyleyenleri yok etmişler.

Herif işini çok iyi yapıyor, ona kuşku yok. Ama biz de insan olma potansiyeline sahip âdemoğullarıyız; bizim işimiz de ona boyun eğdirmek ve insan olmak. Şeytanına boyun eğdiren kutsallaşır. Bunun üstüne düşünün.


Yorumlar