23) Liberalizm ve Kapitalizm Üzerine
Aslında bu bölüme ilk verdiğim
başlık Ekonomik Sistemler Üzerine idi. Fakat baktım da o kadar zamandır
liberalizm ve kapitalizm dışındaki sistemler için düzgün bütün not almamışım.
Eh, diğerleri yenik sistemler neticede, zaten kaybetmiş olanların üstüne gitmek
de fayda sağlamaz. Şu çağda zaten olmayan sosyalizme savaş açmak yel
değirmenlerine saldırmakla aynı türden iş. Bu nedenle bu bölümde tüm inceleme
dünyada yegâne hâkim ekonomik sistem olan kapitalizm ve liberalizm üstüne
olacak. Tekrar ediyorum, bunun nedeni başka bir sistemin taraftarlığını yapmam
değil, o sistemlerin zaten çökmüş olmasından.
Elbette bu satırları okuyanlar
liberalizm nedir, kapitalizm nedir biliyorlar. Fakat çok kabaca bir hâlde yine
de açıklamak istiyorum, ola ki bir iki küçük anlaşılmayı engeller. Liberalizm
özgürlüğe dayanan bir yönetim sistemidir, bireyci bir anlayıştır, birey
özgürlüğü temel alınır. Kapitalizm ise sermaye biriktirmeye dayanan bir
ekonomik sistemdir. Liberalizm eşittir kapitalizm, denklemi yoktur yani. Fakat
bu iki sistem birbirini belki başlangıç dönemlerinden bu yana desteklediğinden
birbirlerinden kolay kolay ayrılmaz.
Kapitalizmde insanlara en başta medya
yoluyla nice vaatlerde bulunuldu, fakat dönem itibariyle bakıyoruz ki hep sözde
kaldılar. Refah olacaktı; güzel evlerin, gösterişli yaşamların reklamları yapılıyor
onca yıllardır, ‘siz de bunları elde edebilirsiniz’ mesajı verildi. Sonuç; üç
harfli marketler zincirinde posası çıkıncaya kadar, eşeğin değirmende döndüğü
gibi çalıştırılan bütün bir gençlik oldu. Bugün hangi şartlarımız sosyalist
ülkelerinkinden daha iyi? Elektronik eşyalarımız mı? Arabalarımız mı? En tepede
birileri daha da zenginleşsin diye verilen haftalık yetmiş saate, arızalanan
fakat işten çıkarılırız diye korktuğumuzdan tedavi ettirmeye bile gitmediğimiz
–zaten devlet hastanelerinde sıra bulmak da ayrı mesele- vücutlara değiyor mu?
Evsiz kalma korkusuyla özgürlüğünü feda etmeye değiyor mu? Sosyalizmde halkın
üstünde partinin prangası var, doğru, fakat liberalizmde de özgürlük yok, zorunlu
olarak gönüllü hizmetkârlık yapmak var. Halkı on kişi varsaysak, her sistemde
ancak bir kişi evin sahibi olacak, kapitalimzde zengin, faşizmde ve sosyalizmde
parti üyesi, teokraside din adamı, geri kalan dokuz kişi ise ona hizmetle
yükümlü olacak, evinin bekçisi, bahçıvanı, ev hizmetçisi. Sistemin adaletine
göre birkaç kişi de sokakta kalacak, sistem ne derece adaletsizse sokakta kalan
sayısı da o kadar fazla olacak.
Ne yaparsanız yapın, kapitalist
sistemde o köşkün buraları okuyanlara ait olma imkânı yoktur, fakat diğer
sistemlerden farklı olarak fakir halka televizyondaki programlar ve reklamlar
yoluyla hep bunlara sahip olabilirmiş hissiyatı verilir, bu imalarda bulunulur;
böylece ümit üzere olmaları sağlanır. Bu şekilde kendilerini zenginin yerine
koyar, hayal kurarlar. Bu iş tıpkı gelecekte kölelerinin olacağı hayaliyle
yaşayan köle gibidir. Oysa bu hayal paradigma içi bir hayaldir. Esas olan paradigmadan
kurtuluştur. Kim söylemişti, hatırlamıyorum; “Roma’da kölelik kalkmaz, çünkü
her köle, köle sahibi olmayı düşlemektedir.” diye bir söz vardı. İşte halk
arasında bu tutum aynı Roma halkı içinde olduğu şekliyle devam etmektedir.
Tabii bu işi solcuların kapitalizmi
algılayışı gibi, yani kötücül bir bilincin sistematik oyunu olarak algılamamak
gerek, bu algılayış doğru değil. Sonuçta TV’ler yokken, burjuva gücü henüz
eline geçirmemişken kadınlar kendilerini saraya alacak beyaz atlı prenslerini
bekliyordu. Doğu’nun da Batı’nın da masallarında kadınlar prensten başkasını
beklemez, hiçbiri kendisi gibi fakir halktan erkekle sonsuza dek mutlu
yaşamazlar. Bu durum, insanoğlunun dünyayı olabildiğine arzuladığı fakat bir
türlü elini uzatıp da ona ulaşamadığı her durumda gerçekleşecektir. Adı üstünde
‘masal’, o dönemde insanların o soylu sınıfına dâhil olma hayali yalnızca
masaldır; tıpkı bu dönemde olduğu üzere. Bu dönemde de istediğiniz kadar yalı
sahibi zenginlerin yaşamlarının temel alındığı dizileri izleyebilir, hayaller üstüne
hayaller kurabilirsiniz; o masallardan farksız, gerçekleşmeyecek. Zengin
olsanız bile siz o yalılara asla sahip olamayacaksınız, çoktan bölüşüldü onlar.
Elbette dünya malına erişmek için her tür yalan söyleyebilecek, her
karaktersizliği yapabilecek, her oyunu oynayabilecek, her kıyafeti giyip
çıkarabilecek onurda biriyseniz bir gün saraylar bile diktirebilirsiniz; ancak binaların
değeri olmadığını anlamadıkça sizin ne değeriniz vardır? Yapılan her bina
birkaç on yıllık bir sürenin ardından eskiyecek, çökecek, biriktirilen her
zenginlik arkada kalacak; size aksi gibi geliyorsa, benliğin-egonun-nefsin
dünyayı hiç sona ermeyecek bir yermiş gibi gösteren büyüsüne kapılmışsınız
demektir.
Hayatın sonluluğuna rağmen hâlâ da bize
medya yoluyla sürekli lüks tüketim ürünleri, bolluk, rahatlık ve özgürlük vaat
ediliyor. Gerçi dünyanın mevcut koşulları da bu reklamları doğrulamıyor zaten;
fakat esas sorun şurada ki biz bu oyunda tepelere tırmansak, vaat edilenlere
ulaşsak bile bunları kullanacak vakit yok bizim için, çalışma şartları olduğu
şekliyle giderse asla da sahip olmayacağız. Eğlence sektörü büyüdükçe büyüyor
olabilir; fakat kim ne kadar zaman ayırabiliyor kendine, günde 1-2 saat değil
mi? O da kendimizi uyuşturmak için, çünkü hobilerimiz için gerekli olan maddî
nesnelere veya en azından sessiz ve tenha yeşil bir alana, huzur gibi zaruri
ihtiyacımıza ulaşamadığımızdan. Zaten hepimiz en fazla yalnızca birkaç on yıla
kendimiz, yani ruh olarak kalacağız. Öyleyse neden kendimiz olan ruhu geliştirmekle
değil de dünyanın çeri çöpünü biriktirmekle uğraşalım?
“Dünyanın çeri çöpü demekle neyi
kast ediyorsun?”
İşe yaramayan ve kalitesiz
ürünleri. Ben üniversitedeyken evden bir saç kurutma makinesi götürmüştüm,
üniversite boyu onu kullandım, üstünde Made in West Germany yazıyordu. Yani
kabaca 30 yıl kullanılmış bir alettir. Ondan sonra aldıklarım ise yılda bir
patlıyordu, en kalitelisi iki yılda mahvoldu. Aslında Batı Almanya’da da
kapitalizm hüküm sürüyordu; ancak 2. Dünya Savaşı’ndan beri devam eden gelenek
nedeniyle şirketler ürünlerini kaliteli ve sağlam üretiyordu. Yani kapital
sistemdeki ürün sağlamlığı aslında faşizm sayesindeydi; ancak kapital sistemi
tehdit eden son kale olan sosyalizm de yıkılınca, sistem şirketlerin tüm
derdinin kâr maksimizasyonu olduğu özüne geri döndü. Bugün baskın çoğunluk
kalitesiz nesneler biriktire biriktire hayatını sürdürüyor. Demek ki yaşam
sürdürmek için kaliteye o kadar da ihtiyaç yok, eğer ihtiyaç olsa dünyada en
fazla yüzde onluk bir kesim kalırdı, gerimiz elenir giderdik.
Yanlış anlaşılmasın, herkes eşit
olsun, aynı standartta yaşasın demiyorum bu arada, benim önceliğimin adalet
olduğunu önceki yazıları okuduysanız biliyorsunuz zaten. Herkes hak ettiği
kadarını almalı, dünyaya ve insanlığa daha fazla katkı yapan daha iyi şartlarda
yaşamalı, daha geniş olanaklara sahip olmalı. Herkesi eşitleme çabası
aşağıdakilerin şartlarını dikkate değer ölçüde iyileştirmediği gibi bir de
üsttekileri de aşağı çekerek ilerlemeyi yavaşlatıyor, hatta durduruyor; pek çok
defa denendi ve görüldü. Gelgelelim eğer bir sistem, getirdiği bollukla,
kaliteyle kendini pazarlıyorsa ve aslında pazarladığı, yalnızca çok küçük bir
kesime hizmet ediyorsa, yapılan yalnızca sahte bir reklamdır. Bu sistemde bize
her yandan kalite vaat ediliyor; ancak yalan söyleniyor, işin özeti bu.
Sosyalizmde halkın yaşam kalitesiyle liberalizmde halkın yaşam kalitesi
arasında uçurumlar falan yok, bize yapılan propagandaları yemeyin. Bu ülkede
Sümerbank da ürün üretiyordu, bugünkü firmaların ürettiğinden daha kaliteliydi
ürünleri üstelik.
“Mülkiyet hakkı iyi bir şey değil
mi yani sana göre? İnsanlar çalışıyor, çabalıyor; karşılığında bir şeyler
alıyor işte. Bu bana gayet adaletli geliyor.”
Kapitalizmde insanların
çalıştıklarının karşılığının güvence altına alınması gayet iyi bir şey, fakat bunun
bir de yan etkisi var, o hiç dile getirilmiyor. Bunun yan etkisi insanların
insanlardan çalarak yığdıklarının da güvence altına alınmasıdır ki bu iş
kötüdür. Böylelikle hırsız insanların malını zimmetine kuşaklar boyu geçirmiş
olur ve bu, ruh olan kendisi adına çok beter iştir. Bir yalnızca kendi
hayatının günahlarını üstlenmek var bir de aynı günahların birkaç nesil boyunca
katlanarak sürmesi var. Madem tüm dünyadaki cinayetler için Kabil'e bir pay
yazılıyor, öyleyse hırsızlıkla, gaspla, rüşvetle yığanların çocuklarına
bıraktıkları da onlara pay olarak yazılıyordur; çünkü başkalarından çalanlar
kapitalizmde onların çocuklarından da çalmış olur.
“Fakat bugün ürün çeşitliliği çok,
zevkimize, beğenimize göre istediğimizi alıyoruz.”
Bugünkü sistemin insanın egosuna
oynaması, markalar yoluyla kimlik ataması ve ürün sahiplendirme taktiği üstüne
pek çok eleştiri yapıldı; ben de bunlara değineyim madem; siz istediniz.
Korkmayın, “İnsanın kendine, emeğine yabancılaşması” gibi sol jargondan veya “Fırıncının
ekmeği kendi çıkarı için üretmesi toplumun çıkarınadır.” gibi liberal
propagandalardan cümleler kurmayacağım, hakikat ve adalet üzere olacak
eleştirilerim.
Ego, benlik var olduğu sürece insan
bir şeyleri sahiplenmeye, kendine katmaya çalışacaktır. Çünkü beden, egoyu
yaratır, suret dünyasına ait olan ego da kendine ‘ait’ olacak, surete ait
şeylere ihtiyaç duyar. Bunlar nesne olmak zorunda da değil, aslında egonun
besini kendini tanımlamadır, kimliktir, aidiyettir. Eğer avcı-toplayıcı
toplumda yaşıyor olsaydık bile en güzel kadınlara, en yakışıklı erkeklere
dikecektik gözümüzü; çünkü bizi diğerlerinden ayıran ve farklı kılan bunları
elde etmek olacaktı. Suretle ilgili menfaatlerdir bunlar. Üstelik hayvanlardaki
gibi insanlardan da yüzü silseydik ve hepimiz aynı görünüşte olsaydık,
güzel-çirkin kalmasaydı, bu sefer de sürüler oluşturacak ve sürü liderliği,
üreme hakkı için kavgaya tutuşacaktık. Bu çekişme hâli ancak ve ancak egonun
olmadığı, herkesin bir olduğu bir âlemde veya ego sahiplerinin, yani ruhların,
egolarını sürekli denetleyip kontrol altında tuttuğu bir dünyada gerçekleşmez.
Peki, egoların sürekli denetlendiği
ve kontrol altında tutulduğu bir dünyanın düzeni nasıl olurdu biliyor musunuz: Hani
sol jargonda ‘ilkel-komünal toplum’ diye geçer ya, o türden. Üstüne Ortadoğu’da
olduğu üzere yaşlılara bir kutsaliyet atanması, her sözünün mutlak doğru kabul
edilmesiyle oluşan düzen (gerontokrasi) de olmazdı, bütün işler demokrasi
yoluyla halledilirdi. Herkes bir ve eşit kabul edilir, kurallara dayanan bir
düzen inşa edilir, ego olmadığından ötürü herkes karşısındakini de kendiyle
aynı olarak düşünüp ele alacağından kimsenin sözü diğerinin üstüne geçmezdi.
“Cennet yaşamı gibi olurdu yani?”
Değil mi? Demek ki cennet dediğimiz
de egodan sıyrılmak ile birebir ilişkili; cehennem dediğimizse egonun,
benliğin, nefsin hüküm sürdüğü topraklar olmuyor mu bu durumda?
Tarihe bakın ki mülk sahipliğinin
var olması dışında, peygamberlerin yaşam tarzı bu anlattığıma birebir denk
düşer. Son peygamber olan Muhammed’in hayatında da aynısını görürsünüz. Başta tüm
farklılıkları aşarak takipçileri arasında aile ortamı kurmaya çalışmasıyla
olsun, Medine Sözleşmesi’ne bakılıp Yahudilerin de ümmetten kabul edildiği
görüldüğünde takipçisi olmaları bile gerekmediği anlaşılır. Şöyle diyelim o
zaman, farklılıkları aşarak bütün insanlar arasında aile ortamı kurmaya
çalışması, genç-yaşlı, bilgili-bilgisiz demeden işlerini çevresindekilerin
görüşünü ve oyunu alarak halletmesi... Örneğin yeni evler inşa edilirken bir
köşeye çekilip oturmak yerine kendinin de kerpiç karıyor olması, tek bir insana
imtiyaz tanımaması… Üstelik bu sadece onun değil bütün peygamberlerin işleri
görüş tarzıydı. İsa daha da ileri geçip mülk sahipliğini de kaldırmıştı.
Muhammed kaldırmadı ama gayet zengin olan eşinin servetini dul, öksüz, yetim ve
diğer çaresizleri beslemekte eritti.
“Ne iyi insanlar peygamberler…
Keşke çağımızda da bir tane yaşasa.”
Yani o kadar da isteyeceğinizi
sanmam, çünkü peygamberlerin var olduğu zaman dilimleri hep kaotik zaman
dilimleridir. Zaten düşününce bir yerde huzur, mutluluk ve iyilik hüküm
sürerken gelmelerinin bir mantığı olmadığı sonucuna da ulaşabiliriz.
Ancak bu algıda doğru olmayan bir
durum mevcut: Ben de vaktiyle peygamberlerin bu davranışlarını ‘iyilik-kötülük’
ekseninde algılıyor ve ‘Peygamber ne iyi adam’ diye düşünüyordum. Şu son
zamanlara gelinceye kadar aynı düşünce bende hâkimdi. Fakat konunun iyilik’ten
farklı olduğunu, farklı bir bilince vardığımda anladım. Peygamberler iyilikleri
sebebiyle o şekilde davranmıyor, hayır, bu düşük seviye algılayış yüzünden böyle
anlaşılıyor. Peygamberler o şekilde davranıyor çünkü o mülklerin sahibi onlar
değil. Halk bunun bilincinde değil fakat onlar bilincindeler. Yani dağıttıkları
kendi malları değil, zaten onların algılayışına göre ‘kendi malları’ diye bir
şey de yok, ‘onlara verilen mallar’ var. Aslında hepimiz için geçerli bu ancak
bilinç düzeyinin düşüklüğü bunu algılamaya engel oluyor. Dolayısıyla peygamberleri
iyilik yapan insanlardan daha çok onlara verilenleri dağıtmakla görevli olan
memurlar olduklarını anlamak gerek. Yaradan’a ait olanı yine O'nun arzusu
doğrultusunda kullanmaktan başka ne yapabilirler ki? Son peygambere Bakara 219
ile gelen emir hatırlanırsa daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum: “Ve sana neyi
infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan arda kalanı.”
Bu arada bu ayeti buraya tam almak
için meallerden incelerken gördüm, ayette geçen el-afv genel olarak
‘ihtiyacınızdan arta kalanı.’ diye çevrilir fakat kimileri de bunu
‘sıkmayanını’, ‘gönlünüzden kopanı’ diye çevirmiş. Tabii öyle çevirince ne
kadar vereceğin muğlaklaşır; gayet iyi para kurtarma imkânı kalır. Hele
‘gönlünüzden kopan’ nedir arkadaş? Koca Yaratıcı’yı hangi tür ağızla
konuşturduklarına bakın; ama dünya malı işin içine girdiğinde dünya düşkünü
bir takım adına böyle detaylar önem arz etmeyebiliyor belli ki.
“Ne istiyorsun yani, hepimiz
komünist mi olalım? İlkel-komünal köylerimizde türkü kafeler açıp halaylar
çekerek ömür mü sürelim?”
Aslında ben o emrin halkın tamamına
olduğu kanaatinde değilim. İnsan, ‘ben’ algılayışından sıyrılmadığı, her şeyin
O’nun olduğu (birçok arif bildiğiniz üzere her şey O’dur da der ama konu mülk
sahipliği olduğundan O’nun dedim) bilincine ulaşmadığı sürece elindekini sağa
sola dağıtması o kadar büyük anlam ifade etmeyebilir. Çünkü ego-nefs-benlik
bunu kendine mâl edebilir ve “Ben veriyorum. Ben cömertim.” diye daha da şişinip
daha da palazlanabilir bu durumda. Muhammed’in ne yaptığını anlamak için başka
bir sözünü öne almak gerekir: “Sizin Allah karşısında varlığınızdan daha büyük
günah yoktur.”
Dolayısıyla benim sözlerimden
sosyalizme de liberalizme de destek çıkarılabilir ama ben bir niyet gütmüş
değilim. Eğer bana kalsa, insanların bilincine ‘onların’ diye bir şey
olmadığını, var olan her şeyin Yaradan, Allah, Tanrı veya panteistler ve
panenteistler için Kâinat, Evren; her ne isimle çağırıyorsanız, O’na ait
olduğunu ta bebeklikten işlemeye çalışır; liberalizmde olduğu şekliyle, işleri
ve üretim araçlarını şahısların ellerine bırakırdım. İnsanlar ellerindeki
mülkün sahibi değil bekçisi, geçici kullanıcısı ve kullandırıcısı, yani
yararlanan ve yararlandıranı olduğunu bilerek hareket etseydi sorunumuz olmazdı
zaten. Sorun insanların buna inanmamasından kaynaklı, dilleriyle ne söylerlerse
söylesnler. Gelgelelim bu iş bugünkü usullere uyarak, patrona fazla serbestlik
sağlayarak yapılamaz zaten, bunun için ne işçinin ne işverenin tarafında olacak,
birini kayırmak yerine aralarında adaleti gözetecek ve sağlayacak, hakem ve
hâkim bir devlet mekanizmasının sıkı kontrolörlüğü gerekir.
“Öylesi sistemi bir de yozlaştığı
zaman gör sen!”
Elbette her anlayış gibi bu da
yozlaşma riskini içinde barındırıyor; çünkü ego-nefs-benlik böyle işte, her
şeyi kendine mâl etmek ister. Fakat anlattığım yolun mülkün tamamını devlete
devretmekten ve her şeyi patronların ellerine bırakmaktan daha fazla mantık
içeren bir yol olduğunu kabul ve itiraf etmeniz gerekir. Gerçi bu dönem adına
mantıklı diyelim. Hâkim liberal görüşe bağlı öğretiler eliyle şekillendirilen
kültür ve medya aracılığıyla bize çocukluktan başlayarak belletildiğinin aksine
yaşamın değişip duran şartları ‘doğru’ ekonomik düzen diye bir şey olmadığını gösterir.
Yönetimsel sistemlerde de ekonomik sistemlerde de mantıklı olan dönemden döneme
ve dönemin koşullarına göre değişiklik gösterir. Ekonomik düzen de yönetim
anlayışı da sosyal hayatın koşullarıyla uyumlu olmak zorundalar neticede, yoksa
yarardan çok zarar getirirler.
Şöyle ifade edeyim: Eğer ülke
kargaşa içindeyse gidip orada liberal ekonomi kurmaya kalkmazsın, öyle olursa
gizli oligarşi olur, devletin değil iş adamlarının tiranlığı baş gösterir. Fakat
bu dönemde her şey tek merkezin eline de bırakılamaz, çünkü insan nüfusu öyle
çoğaldı ve işler öyle detaylandı, karmaşıklaştı ki tek bir merkez bunun
altından asla kalkamaz. Şöyle düşünün, eskiden bir bilgin hem fizikçi hem
kimyager hem astronom; üçü birden olabilirdi. Üstüne bir iki uzmanlık dalı daha
ekleyebiliyordu hatta. Oysa bu dönemde yalnızca tıp alanında nöroloji bölümünü
okumanız birkaç yıl alır, uzmanlaşmaksa bir ömrü. Yani bir doktor ömrü boyunca
yalnızca tek organla ilgilenebiliyor ancak; üstüne başka bilim dalı öğrenmek
şöyle dursun şiir kitabı çıkaracağı kadar boş vakti bile kalmıyor.
Bir sistemin döneminde ne kadar işe
yararlık gösterip göstermediğinin sonucunu hâkim sistemi kendi şartlarında
değil de değişen koşullar altındayken inceleyerek gözlemleyebilirsiniz. Örneğin
bize sürekli ‘en iyisi’ reklamını yaptıkları serbest piyasa üstünlüğüne dayanan
liberal sistem pandemi sürecinde açık şekilde işlemedi. Bırakın liberali en
liberteryen görüş sahiplerinin bile aklına o dönemde her nedense pandeminin
zararlarını özel işletmelerin yüklenmesi gerektiği gelmedi. Belki geldi ama
dillendireni çıkmadı, zararlarının karşılanmasını devletten beklediler. Oysa neden
ortada kâr olunca ‘özel mülk, benim mülküm, kimse vergi alma hakkına sahip
olmamalı’ anlayışı var da zarar olunca ‘devlet özel işletmelere yardım etsin’
anlayışı çıkıyor? Neden tam da zarar etmeye başladıklarında o güzelim
liberaller hızla azılı sosyalistlere dönüşüyorlar? Tabii herkese sosyalist
değil, yalnızca üst kesime, yani kendilerine yetecek kadar! O zaman zarar
bakıyorsun, hemen herkes arasında bölüştürülüveriyor. Neden kâr yalnız işletme
sahiplerinin de zarar herkesin olsun; nasıl adalet bu?
Liberal iktisat sözde adaleti
yanında, bazı noktalarda en gelişkin ülkelerde bile rüşvete bulanmış üçüncü
dünya ülkeleri gibi davranmaya yol verir. “Too big to fail” diye bir kavram
vardır, bilirsiniz. Motomot çevirisi “Kaybetmek için çok büyük” olur; yani
“Kaybedemeyecek, daha doğrusu ‘kaybettirilmeyecek’ kadar büyük” anlamındadır. Bu
çok büyük özel şirketler, ekonominin sahibinin kim olduğunun en net örneğidir.
Müthiş cirolar yaparlarken çalışanları diğerleriyle aşağı yukarı aynı şartlara
tabidir; hatta Amazon örneğinde görüldüğü üzere şartları daha kötü bile
olabilir. Kârdayken çalışanların emeğini sömürürler; zarara geçtiklerinde ise
tüm ülkenin vergilerini. Bu işin yakın zamanda Amerika’da yaşandığını
biliyorsunuzdur; zararı paylaşanlar, güya kapitalizmde olacağı iddia edildiği
üzere o koca şirketlerin sorumluluklarını yüklenenler değil de hani filmlerde vurgusu
çokça yapılan ‘vergi mükellefleri’ yani halk oldu.
Peki, sizce her işte, her olayda devletin
şuna buna karışmasına, kendisinden alınan vergilere isyan eden Amerikan kapitalistlerden
kaçı bunu dillendirmiştir? Tahmininiz doğrudur, sıfır. İşin tuhafı bu durum
cumhuriyetçi tabanda da geçerliydi, sosyal medyayı takip ederek bunu
gözlemlemek mümkündü. Ultra zenginlerin yanında saf tuttular.
“Bize ne Amerika’nın dertlerinden?
Come on man, bullshit konulara girme!”
Bir kere ‘bize ne Amerikan’ın
dertlerinden’ diyecekseniz, ‘don’t talk shit’ tarzında konuşmayacaksınız,
‘saçma sapan konuşma la’ diyeceksiniz ki yerliliğinizi bilelim. Gerçi
kapitalizm İngiltere kökenlidir, fakat dünyaya Amerika’dan yayılmıştır;
anavatanından bahsetmeden bir şeyi nasıl anlatabilirsin ki? Dolayısıyla
Amerika’da ne sorun varsa o kapitalizmin sorunudur. Dolayısıyla tabiidir ki
birkaç yerde ABD’de ve sorunlarına vurgu yapacağız.
Aslında bizim burada bir de sorgulamamız
gereken neden bir insanın neden hayalini bile kuramayacağı kadar zenginlerin
çıkarını kendi çıkarıymış gibi gördüğüdür. Bir serfin lordunun, veya bizim
toprakların diliyle konuşalım, bir marabanın ağasının çıkarını kendi çıkarı
zannetmesi gibi bir iş bu. Neden zayıf karakterlere sahip ademoğulları güçlü
gördüklerine tapınacak derecede kendilerini bağlar? Şimdiye dek görebildiğim
tek bir nedeni mevcut: Muhtemelen homo sapiens türüne de kodlanmış doğal
sürüleşme güdüsü yüzündendir; yani hayvan bedenin hayvansal tesiri. Bu bedenin
yularını eline alamamış insanlar, tıpkı doğada başlarına alfa bekleyen sürü üyeleri
gibi hayatta kalmaya çalışma güdüsüyle hareket etmekteler.
Bu vurguyu Amerika filmlerde ve rap
şarkılarında da sık sık görürsünüz. Zaten Amerikan medya kültürünün herhalde
%80’i hep aynı temalar içerir: İnsanların hayat kavgası, ayakta kalmanın gerekliliği,
zengin olmanın önemi, bunun için ölmek ve öldürmek. ‘Get rich or die trying’
derler kabaca, yani zengin ol veya denerken öl. Zengin olmak sanki tüm
dertlerinden kurtuluş gibi sunulur. Oysa bu tamamen yalandır ve sistemin
devamını sağlamak için meşruiyet üretmesidir. Zenginlik dünyadaki dertleri
bitirseydi her şeye ulaşmış Hollywood süperstarları bir günlerini hoşnutsuz
geçirmez, üstelik refah düzeyi oldukça yüksek olan Batı ülkelerinde intihar
oranları o kadar yüksek olmazdı.
Fark ettiyseniz Amerikan kültürü insana
‘benlik’ vurgusu yapıp durmakta; sanki tamamen ego-nefs-benlik yüceltmesi
üstüne kurulu gibi; değil mi? Öyle çünkü. Amerika’yı yükselten irfan budur;
ancak bu irfan ruh kaynaklı aydınlık bir irfan değil, tam zıddı olan ego
merkezli karanlık bir irfandır.
“Öyleyse liberalizm de mi karanlık
irfana hizmet ediyor?”
Böyle keskin bir ayrım yok yahu,
her sistem aydınlığa veya karanlığa hizmet edebilir; nasıl kullanıldığına bağlı
olarak. Faşizm de muhteşem bir rejim olabilirdi, eğer başımızda Ali gibi asker
erdemlerine sahip, dürüst, cömert, adaletli, korkusuz ve halkının iyiliğini
kendi benliğinin önünde tutan bir diktatör olsaydı. Liberalizm de kimlerin
elinde olduğuna bağlı olarak çok iyi veya çok kötü olabilir. Çok güzel
özgürlükler sağlayabilir veya özgürlüklerin çok iyi şekilde sömürülmesine yol
verebilir. Tüm olay insanda; her işte olduğu üzere.
Ben bu sisteme eleştiriler
yöneltiyorum çünkü epeydir yozlaşmış bir liberalizm var elimizde. Başka
ülkelerin ve halkların zenginliklerini sömürüyor, yalnızca başkalarının mı,
Batı ülkelerinde de insanların hakları sömürülüyor. Genel refah düzeyi artık
sosyalizmin kaybettiği dönemdeki sosyalist ülkelerin düzeyine yaklaştı. İnsanlar
barınma ve yiyecek hakkına ulaşmakta zorluk çekiyorç Bugün kimse bu sistemden
fayda görmüyor; bir avuç işadamı haricinde. Yani bu kavga Batı-Doğu kavgası
değil; bir avuç zengin ile bütün insanların kavgası.
Liberalizm başkalarının kaynaklarıyla
uygulandığında gayet harika sistem. Batılı kapitalist ülkeler azgelişmiş ülkelerin
hammaddelerini alıyor -razı gelirlerse yumuşakça, gelmezlerse zorla-, kendi
gelişmiş fabrikalarında işliyor, yüksek kârlarla geri onlara satıyor. Ve
başkalarının kaynaklarına kolayca ulaşabilmek için de gayet güzel sistem. Bu
yüzden ticareti çok seviyorlar, açık pazar olmasa bile açıyorlar; Çin’e Afyon
Savaşları’yla girdikleri gibi. Gerçi haksızlık etmemek gerek; biraz düşünülürse
kaybeden açısından da iyi, o kaynaklar yumuşak güçle alınmasa savaş yoluyla
sömürülür, öyle daha mı iyi olurdu? İki dünya savaşı bu paylaşım kavgası değil
miydi; hammadde paylaşım sorunu yüzünden milyonlar ölmedi mi, dünya berbat
olmadı mı?
Fakat benim merak ettiğim, bir de
bu Batı ülkelerini kendi öz kaynaklarını kullanmak zorunda kaldıklarında
görseydik; o zaman nasıl bir sistem olurdu liberalizm? Mesela İngiltere’yi ele
alalım, sadece kendi sınırları içindeki kaynakları kullanacak ve liberalizmi
kendi içinde uygulamaya kalkacak. Acaba sonuç nasıl olurdu? Sistemin gerçek
değeri o zaman ortaya çıkardı. Bugün liberalizm dünyaya hâkim sistemse bunun
nedeni devasa ve açgözlü şirketler büyük kaynaklara sınırsızca erişebiliyor
diyedir. Bir de sınırlı kaynaklarla görseydik, ne yapacaklar? Eğer yine
düzenli, merhametli bir sistem yaratırsa o zaman ahlaksal üstünlüğünü ilan
etmiş olur. Ama bana kalırsa böyle bir durum gerçekleştiğinde hüküm sürdüğü
ülkelerin şehirleri birer Gotham’a dönüşürmüş gibime geliyor: Kurallar
zenginler lehine bükülecek, suç imparatorlukları kurulacak, paradan başka ahlak
anlayışı olmayacak. Eh, uydurdukları süper kahramanlar da yok; bakalım o zaman
nasıl olacak? Sistem kendi kendini yiyecek bence.
“Batı’nın ekonomik anlayışı yine
her şekilde kendi menfaatini baz alıyor diyorsun yani?”
Öyle değil mi? Kısaca şöyle
örneklendireyim, bir ülkenin para birimi değer kaybederse, çok ihracat yapar
ama ithalat yaptığında artık daha fazla ödediklerindem denge yine aşağı yukarı
aynı kalır. Dolayısıyla düzende tek çare, tek kaçış noktası vardır; çok şey
satıp hiçbir şey satın almamak, daha doğrusu alamamak. Yani Batı’nın gönüllü
hizmetçileri olacaksınız, onları yedirecek, siz aç kalacaksınız, öyle
zenginleşmeye başlayacaksınız. Ne var ki o zenginleşme de halka yaramayacak, kaynakların
başını tutan işadamlarına yarayacak. Bunlar da o parayla ne yapacak:
Kazandığını Batı’ya aktarıp Batı bankalarında saklayacak, Batı’nın ürettiği
ürünlerin en lükslerine harcayacak, emekliliğinde de gibip Batı’ya yerleşecek.
Sonunda kazanan yine ve yine Batı olacak her seferinde. Kumarhane gibi; başka
ülkeler kazansa da kaybetse de Batı kasa gibi hep kazanan olacak.
“Yav, insan dediğimizin ihtiyacı
sınırsız, işadamlarının da kendi parası, bırak istedikleri gibi yaşasınlar
hayatı. Ne hakla bunu eleştirebilirsin ki?”
Wow, kapitalizmin en temel iki savunusu
bir arada geldi, ikisi bir arada gibi: “İnsan ihtiyaçları sınırsız.” ve “Bırakın
yapsınlar, bırakın geçsinler.” Wow’u da bölüme uygun olarak ağzımı yaya yaya
söyledim, tam Amerikalı edasıyla, ne kadar hayrete düştüğümü oradan anlayın.
Gerçekten bu iki savunu hak
olabilir mi yahu? Günbegün dünyayı öldürüyoruz, acımıyorlar, aynı teraneyi
tekrar tekrar öne sürüyorlar: “Böyle olmalı çünkü insanın ihtiyaçları sınırsız.”
Peki ama madem ihtiyaç sınırsız, istek sonsuz, o hâlde neden dünyanın ölümü
pahasına bunu karşılamaya çalışıyoruz; zaten hiçbir zaman doyuramayacağız ki!
Bu sav nasıl olur da dünyanın ölümünü meşrulaştırabilir? Peki sevgili kardeşim birisi
‘sınırsız’ istekleri nedeniyle başkasının alanına tecavüz ettiğinde devletin
ona ceza biçme hakkına sahip olduğu savunusu nasıl yapılabilir bu algılayışla? Neticede
hırsızlık, gasp, rüşvet, tecavüz, cinayet; aklınıza gelen hangi suç veya günah
varsa, insanın bastıramadığı isteklerinin eyleme dökülmüş hâli değil mi? İlk
durumu hoş görüp de bunları cezalandırmak bir oksimoron yaratmayacak mı? Dünya
bir tek insanlara ait değilken liberal sınırsız isteklerine uyarak hayvanların
yaşam alanlarını, ormanları, tarım alanlarını tek tek yok etmekte sorun görmezse
başka biri de ‘kıskançlık’ gibi gayet insanî bir sebeple bir liberalin evini
yakıverir ve sonra oranın ona ait olduğunu iddia ederse bu ne hakla sorun
olacak? Oysa liberallere kalsa bu eylem onlar adına dünyanın sonu gibidir değil
mi; gerçi herkes adına öyledir, hatta yeryüzünde yaşayan hiçbir canlı evinin
elinden alınmasına dayanamaz. Fakat ne acınası ikiyüzlülüktür ki liberale göre
birinciye ‘serbest piyasa’ denir ve yasalara uygundur; ikinciye ise
‘kundakçılık’ ve yasada ağır suçlar içerisinde yer alır! Ahlak ile kanun
arasındaki çelişki burada müthiş şekilde açığa çıkmaktadır.
Madem insanların ihtiyaçları
sınırsız, o hâlde bu sisteme göre asgari ücretle çalışan biri insan olamaz.
Zira o zamanını altı gün on iki saat, hatta bazen daha fazla, işle alakalı
geçirir. Aldığı para konaklamaya, faturalara, midesine gider ve bundan başka ne
yapmaya para kalır? Aynı kişi sosyalist düzende yaşasaydı da buna yakın bir
refah düzeyi elde edecekti zaten. Aynı hizmetleri alacak ve çalışma saatleri az
olduğundan da kendisine epey zaman kalacaktı. Nerede kaldı o zaman bu ‘refah düzeni’?
Bu sistem gönüllü hizmetli olmaktan başka ne sunuyor insanlara? Şartlarımız yalnızca
bir nebzecik daha iyi olsun diye mi kendine zaman ayırmamacasına çalışıp
çabalıyoruz?
Kapitalizm şöyle bir düzen kuruyor:
Bir insan geçinmek için böbreğini satıyor, evet özgürlük sistemi ona bu
özgürlüğü sağlıyor, fakat kimse de bir insan neden insan gibi yaşamak dururken
böbreğini satmak zorunda kalır, diye sormuyor. Bir sistem insanları bu kadar mı
duyarsız hâle getirir, diye sorasım geliyor. Mal mülk sahipliği, hırsı yalnızca
dünyanın temellerine dinamit döşemiyor, insanlığın temel değerlerine de dinamit
döşüyor. İnsanı yalnızca sahip olmakla ve sahip olduklarıyla ilgilenir hâle
getiriyor. Her şey madde boyutuna indirgenince geride insana ait bir değer
falan da kalmıyor. İşte biz bu tuzağa düşmemek için soyut ve somut arasındaki
yanlış ayrım üzerine eğildik önceki konularda. Bu ayrımın doğru olmadığını
anlamış olanlar kalkıp da liberal ve kapitalist propagandalara kapılmayacaktır.
Aslında haksızlık etmek istemem,
belki de bizi duyarsızlaştıran dünyanın kendisidir, daha doğrusu yetişkinlik dönemi.
Çünkü insanlar diğer sistemlerde de başka acayipliklere duyarsızlaşıyor.
Örneğin totaliter sistemlerde insanların bir anda ortadan kayboluyor olması bir
süre sonra normalmiş gibi gelmeye başlıyor onlara ya. Demek ki bir zaman
zarfınca uygulanan her yozluk normalleşiyor. Bu da bize, bizim de günlük
yaşamın içinde yer alan fakat esasında yozlaşmışlık olan birtakım davranışları
yanlış şekilde normal karşılıyor olabileceğimizi söyler bir yandan.
“Yine de liberalizm ve onun
ekonomik yansıması olan kapitalizm diğerlerinden daha adil değil midir?”
Adalet mi? Liberalizm adaletli
olduğu yönünde büyük propaganda yapar, yapar da esas olarak bile liberalizm
adalet üstüne kurulu değildir, özgürlük üstüne kuruludur. Elbette bu gerçeği
liberalizm yanlısı kimseden işitemezsiniz. Özgürlük ve adalet farklı
kavramlardır ve ikisi de erdemdir ancak farklı türde erdemlerdir. Özgürlük
erdemi pek çok kereler adalet erdemini çiğneme özgürlüğünü de beraberinde
getirir. Üstelik bu iş, yani adaletin çiğnenmesi, sistemin esasları ve
temelleri ile çelişmez, yani gerçekleşmesi için sistemin yozlaşmasına bile
gerek yoktur. O nedenle sistemin propagandalarını yememek gerek.
Varsayalım şirket kurduk. Bu şirketin
ilk çalışanları büyük yük üstlenecek, çünkü başta küçük bir işletme olacak. Fikir
tuttu, çalışanların uzun ve zorlu çalışmaları da meyvesini verdi, güzel sonuçlara
ulaştık, büyük kârlar elde ettik şirket olarak. Peki söyleyin, bu kârdan çalışanlara
düşen ne olacak? Daha yüksek maaşlar, daha çok hak? Çok beklerler; bu sistem
içinde hiç olacak. Şirket kârını büyümeye kullanacak ve bırakın kârı o zorlu,
uzun çalışma saatleri de azalmayacak, yükleri hafiflemeyecek çünkü şirket pazar
payını artırmak veya başka mağazalar açmak gibi yeni hedeflere yönelip bu
hedefleri kovalayacak. İlk çalışanların yükü aynı kalacak, o çalışma saatleri
içinde ömürleri tükenecek. Hatta iş yükleri artacaktır muhtemelen. Fakat fikir
tutmazsa, şirket zarara gitse bu sefer şirket zorda diye yine iş yükleri
artacak. Yani her iki durumda da iş yükleri artma, hakları azalma eğilimi
gösterecek. Bu nasıl adalet? Böyle adalet mi olur?
Bir de tek firma üstünden değil de
şöyle daha geniş ölçekte örneklendireyim: Yeni bir sektörün oluştuğunu varsayalım.
Bu sektöre öncü olacak firma, kâr getirip getirmeyeceği belli olmayan bu yeni
alanda, küçük bir sermaye ile işe başlayacaktır. Kuruluş esnasında hem
sermayelerinin azlığı hem de hâliyle onlardan önce kimse var olmadığı için
çalışanlarına dağıtacağı kaynak da sınırlı olacaktır. Büyük sermayeyle işe
girseler bile sektörün ne kadar kâr getireceğini bilmedikleri için en az zarara
uğramak amacı güderek yine çalışan masraflarını ellerinden geldiğince az
tutacaklardır. Sömürü alabildiğine fazla olur, üç kişilik iş bir kişiye
yaptırılır. Varsayalım ki işleri tuttu, bu sektörde çok çabuk genişlediler ve
kısa zamanda büyük cirolara ulaştılar. Kârlarını çalışanlarıyla mı
paylaşacaklar? Hayır, çalışanları –belki küçük avantalar dışında- anlaşılan
ücretten çalışmaya devam edecek. Firma ise yeni şubeler açmak ve kârını
katlamak için harekete geçecek, yeni şubelerinde de çalışanlarına bir önceki
şubede sunduğu koşullardan fazlasını sunmayacak. Yani zenginleştikçe sömürü
azalmayacak, tam aksine tüm hızıyla devam edecek veya artacak. İşte bu sektöre
yeni, rakip bir firma girdiğinde de lider firmanın organizasyon tarzını birebir
taklit edecek, çalışanlarına rakip firma ne veriyorsa tam o kadarını verecek,
lider firma ile de fiyatları azaltarak baş etmeye çalışacak.
Böylece sektör sömürü düzeni
üstünde yükselecek, çalışanlara ise terden biraz fazlası kalacak. Pazar veya
‘görünmez el’ ise bir krizle karşı karşıya kalmadan asla kendisini
düzeltmeyecek. Gelgelelim kriz olduğunda da bunların zararını, kâr ederken
hiçbir şey almayan çalışanlar ve halkın geri kalanı yüklenecek. Ne adil
sistemmiş gerçekten(!)
Diğer yandan, sistem tamamen düzgün
işleseydi bile herkesin aynı şartlara tâbi tutulması, aynı ücreti alması
adalete sığan bir iş değildir. Gösterilen çabanın karşılığı olduğu gibi vefanın
da bir karşılığı bulunmalıdır. Dolayısıyla sosyalizm nasıl adaletsiz bir
sistemse liberalizm de aynı şekilde adaletsiz bir sistemdir.
“Haksızlık yapmadan olumlu yönden
düşünelim; tıpkı senin gibi. Diyelim ki çalışanlar o kadar çalışıyor, emek sarf
ediyor, doğru ama belki de öldüklerinde bunlar karşılarına çıkacak, ruhta kârları
olacak? Belki de şirketin elde ettiği kârla başkalarına iş fırsatı yaratmasından
iyilikler kazanıyorlardır?”
Vay anasını, ilk defa ruhçu
Pollyana görüyorum. Bu düşünüş yolu birtakım insanların dünyasal menfaatlerini
sürdürmek adına ruhçuluğu kullanması olabilir ancak; tıpkı birtakım dindarlar
nasıl dünyasal menfaatlerini sürdürmek adına dini kullanıyor ise. Buna dikkat
etmek gerek. Böyle bir ruhçuluk anlayışı olamaz.
Nedenini de açıklayayım: Aşırı olumlu
ve romantik düşünceler içinde bu tür bir sistem size de sosyalizm olarak
gelmedi mi? Devlet sosyalizmi değil de şirket sosyalizmi olmuyor mu o şekilde? Madem
esas amaç ruhta kâr etmek, öyleyse her şey eşit olsun daha iyi, böylece yalnız
diğer insanların iyiliği için çalışıp ruhta çok daha fazlasını elde edebilirsiniz.
Çünkü ruhta esas önem arz eden niyettir. Başkalarının iyiliği hedef tutulup
karşılık beklenmeden çalışıldığında ruhta büyük kârlar elde edilir. Bu nedenle eskiden
bazı tekkelerde yeni giren dervişin bin bir günlük çilesi vardı, bir gün hizmet
ederdi; karşılığında para falan da verilmezdi, yalnızca yemek vardı. İsteyen
girer, isteyen girmezdi.
“Sosyalizmden farklı olarak şirket
yönetimi fikirlerinizden hoşlanmadığında insanı hainlikle suçlayıp ortadan
kaybetmez bu söylediğim sistemde. Bu da bir kazanım.”
Bu da önem arz eden bir ayrıntı
tabii, insan hakları açısından. Fakat şirketlere o kadar güven duymamak gerek
sanki, hiç yapmayacaklarmış gibi; çünkü hiç yapmamış da değiller. Kapitalist sistemin
henüz tam oturmadığı dönemlerde bu türden işler de yaşanıyordu, hele de mafya
ile kapitalizmin iç içe girdiği ülkelerde, örneğin Japonya gibi. Bugün de Afrika’da
en büyük suçları özel teşekküllerin ve şirketlerin desteklediği gruplar
işlemektedir, elbette güncel siyasetten biraz haberdar olmak gereklidir bunu
bilmek için.
“Senin dediğin eskilerde kaldı ya! Bildiğimiz
türdeki kapitalizm biteli on yıllar oluyor. Afrika’da savaşlarmış falan! Bugün
sistem farklı. Finansal kapitalizm dünyaya hâkim olduğundan beri bolluk var.”
Gerçi bugün internetten uluslararası
kaynakları açıp Afrika’daki haberlere baksak son bir haftada en az bir tane
çatışma haberine mutlaka denk geliriz de neyse. Finansal kapitalizm dediniz,
ona geçelim, çünkü o daha acayip sistem yahu. Zenginliği sağlayan
globalleşmedir, diye diye ülkelere giriyorlar; ülkelerin faydalarına olacak bir
şey de getirmiyorlar. Girdikleri ülkelerde üretim olanaklarının gelişimi
yönünde dair hiçbir şey değişmiyor, bunun yerine sözde ‘yatırımcılar’ ellerindeki
muazzam miktar parayla ülkelerin ekonomik durumlarını arzu ettiği yönde yönetiyor.
Bu durum tam olarak, mahalle kültürü olan kuşak bilir, bir çocuğun top sahibi
olup tüm kuralları belirlemesine benziyor; kurallarını kabul etmeyenleri
eliyor, onlar maça çıkamıyor. O topla oynamak için tek şansın onun kurallarına
göre oynamak.
Örneğin bir lider serbest piyasa
kurallarından biraz sapma göstersin, ‘yabancı yatırımcı’ hemen ‘ürküyor’ ve paralarını
piyasalardan çekiyor. Ülkenin yerel parasının değeri düşüyor, fiyatlar
yükseliyor, enflasyon uçuyor. Bu ne demek anlayabiliyor musunuz: Bu dünyada bazı
insanlar ülkelerin dengelerini sarsacak paralara sahipler. Bu da demektir ki
kuralları onlar koyuyor, onların kurallarıyla oynamak zorundasın, kuralları
biraz ihlal et, bam, yandın. Bu iş size adil geliyor mu gerçekten? Bir insan
nasıl olur da yüz milyon insandan daha fazlasına sahip olma hakkına sahip
olabilir yahu? Ne biçim adalet anlayışı bu? Hangi insan bu dünyaya yüz milyon
insandan fazlasını sağlayabilir ki adalet gereği o kadarına sahip olmayı hak
etsin? İmkânsız bu.
Hatırlıyorum, bir ara ‘yatırımcının
kaçmasını’ aklımızla alay edercesine Japon ev hanımlarına bağlamışlardı. Bu
konu hakkında hiçbir fikrim olmasaydı bile Japon ev hanımlarının %90’ının
piyasa, yatırım nedir, ucundan kıyısından bilmediğine, bulaşmadığına yemin
edebilirdim, hiç de başım ağrımazdı. Hatta o iddia doğru olsaydı bile Japon ev
hanımlarının %10’unun ülkelerin dengelerini bozacak birikime sahip olduğuna
inanacak kadar tırt zekâya sahip olan var mıdır bilemiyorum. Gerçek, bir elin
parmağından biraz fazla insanın kuralları belirleyip kendi menfaatlerini
sürdürmek adına koruduğudur ve bunlar ülkelerin üstündedir. Sadece Blackrock
Yatırım Yönetimi Şirketi’nin yönettiği portföy 2024 yılı itibarıyla 20 trilyon
dolardır; evet, 20 trilyon dolar. Şimdi bunca paraya hükmeden bir yapının
ülkelerden üstün olmadığına inanmak inanılmaz bir saflık gerektirir.
“Fakat finansal kapitalizm bolluk
getirdi ve savaşları kesti ya? Finansal kapitalizm dünyaya hâkim olduğundan
beridir büyük çaplı savaş olmadı dünyada?”
Batı artık savaşmıyor çünkü
ülkeleri zaten fethetmiş durumdalar. Kuralları onlar koydu, oyun onların
kurallarına göre oynanıyor. Bu kurallara uymayacağını gösterdiğin anda
suçlanıyor, dışlanıyorsun. Türkiye sadece bir yıl içinde müthiş bir fakirleşme
yaşadı. Üretim azalmamıştı, üretilen ürün sayısı ve kalitesi hâlâ aynıydı.
Rezil politikalar nedeniyle fırlayan konut fiyatlarından ayrı olarak, finansal
kapitalizm hüküm sürmese böyle bir enflasyon yaşanmazdı. Elbette mevcut
hükümetin beceriksizliğini, aymazlığını, koyu cehaletini, rüşveti ve para
zimmetlemeyi es geçmiyorum; ama şunu da sormak gerekli: Bir sistem sadece bir
günde devasa bir ülkeyi %100 fakirleştirebilecek kadar dengesiz olan bir
sisteme güvenilebilir mi?
‘Piyasayı düzenleyen gizli el’
finansal kapitalizmde bir hikâyedir. Finansal kapitalizm en zengin, kuralları
belirleyen kesimin hep en tepede kalması için kurulmuş sistemdir, yalandır
anlayacağınız. Spekülasyonlar bunun en açık örneğidir. Birkaç kişilik bir
yönetici grubu bir odaya tıkışarak parayı devalüe etme kararı alıyor ve bundan
da kimsecikleri haberdar etmiyor öyle mi? Buna inanmak için gerçekten saftirik
olmak lazım. Gerçek şu ki nasıl ki Osmanlı’da padişah dilediğini en tepeye
yerleştirip dilediğinin donunu bile alıyorsa Amerika’daki Epstein davası bile tek
başına açıkça göstermeye yeter ki finansal kapitalizmde birtakım adamlar benzer
güce sahiptirler. Onların kurallarına uymazsan krizler yaratacak, savaşlar
çıkaracak olanakları vardır.
Bir sistem düşünün, alakasız bir insanın
sözleriyle, örneğin Elon Musk’ın twitter’daki sözleriyle hisselerin çakılması
ve büyük tepki çekmesi örneğini hatırlayın, yatırımcılar deli gibi para
kaybetsin veyahut kazansın. Bipolarlar bir sistem kursaydı işte o sistem tam
olarak finansal kapitalizm olurdu. Böylesine oynak, böylesine dengesiz bir
sistemden hayır gelmesi mümkün mü?
Monarşi döneminde normal görülüp
bugün hayretler içinde baktığımız pek çok iş vardır. Aynı şekilde insanların
baskın çoğunluğu fark etmese de o durum bugün de geçerlidir. Bu çağın sistemi
olan finansal kapitalizm saçmalığın daniskasıdır. Bu sistemde para kolaylıkla
manipüle edilebilen elektronik bir veriden başka bir şey değildir; bir
karşılığı bulunmaz. Sabit değere sahip olmamasını geçelim, güvenilir bir
değişim değeri bile değildir. Bugün ile yarın alım değeri bir olmayan bir ölçüt
adil bir ölçüt değildir, biriktirdiklerinin hepsi yarın bugün alabileceğinin
çeyreğini bile alamayacak hâle gelebilir, tek bir gecede. Demek ki o güne dek
bir hayalden başka şey biriktirmemişsin. İnsanlara nasıl mantıklı gelebiliyor
bu, anlamıyorum. Şöyle ifade edeyim, Orta Çağ’da herkesin birbirinden çaldığı,
korsanların cirit attığı sistem bile bugünkünden daha mantıklıdır. Bakın, daha
iyi değil, ‘daha iyi’ demedim, dikkatinizi çekerim, ‘daha mantıklı’ dedim. Daha
mantıklıdır çünkü para biriminle alabileceklerin paranın ayarına göredir ve bu
değer çok uzun seneler aynı kalır, değişmez. Tabii yeni bir kıtanın keşfedilip
yağmalanması, bir salgının çıkıp insanlarının üçte birini öldürmesi gibi devasa
çapta olaylar patlak vermezse, o zaman dolaşıma giren altın aşırı arttığı veya
aşırı azaldığı için biriktirdiklerinin değeri düşer veya artar.
Elbette bu bir Orta Çağ’a geri
dönelim, boyalarımızı sürünüp denizlere açılalım, korsanlık yapalım, eleştirisi
değil. O dönemlere hiç dönmeyelim mümkünse. Ama içinde bulunduğumuz çağın
saçmalıklarını iyice bir anlayalım. Paranla istediğini yapamazsın kardeşim,
kapitalizm ile bu oynak değişim ölçütünü sen uydurdun, kuralları sen koydun,
şimdi koyduğun kurallara göre adil oynamamızı istiyorsun. Ama bu adil değil,
çünkü oyunu sen kurdun ve istediğin zaman kurallarda oynama yapıyorsun.
Verdiğin elektronik rakamlar nehirlerin, dağların, göllerin karşılığı olamaz,
buraların karşılığı olsa olsa kandır. Amerika’yı parayla mı aldın? Bir gün
oralar için kanını akıtmaya hazır olduğunda o zaman hakkın olur, şimdi hakkın
yok, sadece aşağılık bir sistemle çökmüş bulunuyorsun.
Mesela ülkelerin elde etmek
halkların oluk oluk kanlarını döktüğü nehirlerinin satılması, pardon satılması
değil, örneğin 99 yıllığına kiralanması, koca şehir içinde birilerinin
dışarıdan gelip coğrafi güzelliklere sahip yerlere çökerek tüm halkı o yerden
men edebilmesi… Hele bu ikincisi. İstanbul’a git, Antalya’ya git, Ege’ye git,
boğazın çevresi zenginler tarafından bölüşülmüş, halk oralara girmekten men
edilmiş, yalnızca yabancılara hizmet veriyor. Şehre yakın olmayan böyle bir iki
yeri anlarım ama dediğim yerler öyle değil hepimiz biliyoruz. Yani bir halk
oralar bu ülkeye ait olsun diye kanını döküyor, ama kazandıkları hâlde oralar
işgal altındaymış gibi bölüşülüyor. Bu kesinlikle ama kesinlikle adil değildir.
Özelleştirme kişiler hem kendileri
kâr etsin hem de hizmet etsin diye yapılır, birileri istediği yeri kolayca ele
geçirsin de gününü gün etsin, diğer insanları o keyiflerden mahrum etsinler
diye değil. Sosyalizm taraftarı değilim ama kamu yararı gözetilmeksizin halkın
elde etmek için kanını döktüğü yerlerin birkaç kodaman tarafından paylaşılması
sadece haksızca değil, aşağılıkça da. Üstelik o yerdeki devletin kimin devleti
olup kimin devleti olmadığını da açığa seriyor. Demek ki o devlet kodamanların
devletidir, halkın değil.
“Dar bir alanda süregiden
adaletsizliği koca bir sistemi eleştirmek için kullanıyorsun ama? Sadece kıyı
kesimlerinden bir parçayı zenginler alsa ne olur, almasa ne olur?”
Bu yalnızca dar bir alanda, birkaç kodamanın
sebep olmasıyla süregiden bir adaletsizlik düzeni değil. Bu bütün ülkeleri her
yanıyla, her yönden sarmış bir adaletsizlik düzeni, bunu göremiyor musunuz
gerçekten? Küçük bir kesim dışında insanlık hizmetçi konumuna indirgenmiş
durumda. Günlük on iki saatlere varan çalışma süreleri, üstüne yolda geçen
zamanla birlikte düşünülünce bugün insanların geçmişin kölelerinden farkları
var elbette, kölelik devam ediyor diyemeyiz o yüzden. Sırtlarındaki kamçı indi,
artık kimsenin mülkü değiller, belli bir oranda refah artışı yaşandı ve belli
bir oranda özgürlük var; fakat devasa bir sömürü düzeni hâlâ devam ediyor.
İnsanlar, yaşaması gerektiği şekilde, insan gibi yaşamıyorlar; orası kesin.
Siz sanıyor musunuz ki sermaye
sahipleri bunca gücü elinde tuttuğu müddetçe işçinin, halkın hakkı gözetilir, korunur?
Hayır, düzenin sahipleri zenginliklerine zenginlik katmak için halkları
sömürebildiği kadar sömürecekler, böylece alın terinin döküldüğü tüm alanları
etkisi altına alan adaletsizlik düzeni hüküm sürecek. İnsanları eşek gibi
çalıştıracak, posası çıkana dek, bedenleri artık verim alınamayacak kadar
çöktüğünde ise postalayacaklar. ABD’deki plantasyon sahipleri işçilerin
kölelerden daha iyi yaşamadığını söylemekte haklıydı, bugün için bile geçerli
bu iddia. Dünyayı biraz tanıyorsanız, en azından dünyadaki durumdan biraz olsun
haberdarsanız gerçeğin bu yönde olduğunu biliyorsunuz.
Gerçek şu ki liberal düzen ta
çocukluktan beri beyinleri kendi propagandalarıyla doldurdu, her düzenin
yaptığı üzere. Fakat Kuzey Kore veya İran gibi bunu açıktan yapmadı da sinsice,
gizli şekilde, insan açgözlülüğü üstüne oynayarak, milleti çaktırmadan razı
ederek, kendini en adaletli, özgür ve iyi düzen, dahası tarihin sonu olarak
göstererek yaptı.
“Bizim nasıl beyinlerimizi doldurdular,
hiç fark etmedim ben?”
Elbette fark edemezsiniz, su içinde
hayata gelen ve ömrünü su içinde geçiren bir varlık su altındaki yaşamın
ağırlığını nasıl bilebilir, hava solumayı öğrenmedikçe? Her düzen yaptı bunu ve
her düzen yapacaktır; insanlar da içinde doğduğu düzeni her zaman olması
gereken düzen, tek doğru olarak kabul edecek ve öyle yaşayacaklardır. Eğer
şeriat ortadan kalkmasaydı bir erkeğin neden dört kadınla evlenmemesi
gerektiğine, kadınların neden ‘yarım erkek’ olmadıklarına da akıl erdiremeyecektiniz.
Batı kendi ahlak değerleriyle dışarıdan gelerek bozdu bu ilüzyonu.
Bak kardeşim, yalnızca aşırı
zenginliğin varlığını öylece kabullenmen bile bu sistemin seni razı etmesi
dolayısıyladır. Youtube’da gördüğün o ‘şöyle düşünürsen çok zengin olacaksın’,
‘çekim yasası’ videolarına inanma yani; o videolar ancak sende meşruiyet
oluşturmaya yarar. Bu hayatta ancak John Rockaffeller gibiler grev yapan
işçilerinin kamplarını zerre insanlık kırıntısı göstermeksizin mitralyözle
taratıp o zenginlikleri elde etti ve büyük günahlar sonucu dünyayı ellerine
aldılar. Evet, mitralyöz, hani şu savaşlarda kullanılan silah. Ancak o sayede
multi-milyarlık şirketler kurulur zaten, başka türlü nasıl olacak? Bildiğin
bütün büyük zenginlikler böyle büyük günahlar sonucu elde edilmişlerdir.
Eşitliği değil adaleti destekliyorum ama çok çok az kimse dünyaya büyük
hizmetlerde bulunup gerçek manada zengin olmayı hak etti bugüne dek. Onlardan
da örneğin Tesla gibi olanlar fakir şekilde hayata veda ettiler. Kim zengin
oldu onlar yerine: Edison gibiler. Yoksa herkes eşit almasın, Tesla gibiler
zengin olsun zaten, tüm dünyanın iyiliği adına gerekli bu.
Anlayacağın bu hayatta
milyarderlerden hiçbiri yarasa kostümü giyip damdan dama atlayarak suçlu
pataklama işlerine girmez; onlar da seni küçükten o zenginliğin doğal bir hâl
olduğuna ikna etmek içindi, bu nedenle ilk örnekleri Büyük Buhran zamanında çıktı.
Milyarder olan Bruce Wayne eğer parasıyla sosyal adaleti sağlamaya girişse
zaten öyle soytarı gibi giyinerek suçlu kovalamak zorunda kalmaz; fakat kapitalizm
merkezli bir yaratım olduğundan ötürü parasından kaybetmek yerine yeni silahlar
üretme işine yönelerek acayip aksiyonlara girmeyi tercih eder.
“Sen yine çizgi roman karakterlerine
sarmaya başladın be birader? Biz bunu daha önceki bir konuda da yaşadık.”
Bunun nedeni var. Süper kahraman
deyip geçmeyin, onca külliyat boşa üretilmedi. Süper kahramanlar sadece çocukça
bir “ben güçlü olsaydım kötülük yapan herkesi döverdim” anlayışı içermez, o kadar
sığ bakmayın sakın, bunların esas önemli tarafı ‘sistem doğru, kötü olan
insanlar’ propagandasıdır; bir nevi sistemi aklamak üzere kurgulanmıştır. Hani
bizim doksanlar kuşağı iyi bilir, Richie Rich çizgi filmi gibi propagandadır
bunlar da. Ya da sosyalizm adına Şirinler çizgi filminin propaganda olduğu
gibi. Oysa ne kapitalizm insanlara Richie Rich refahı getirir ne de sosyalizm
Şirinler köyünün huzurunu, mutluluğunu.
Örneğin Superman kurşundan hızlı
uçarak çantası çalınan bir kadının yardımına yetişir ancak çantanın neden
çalındığıyla ilgilendiği görülmemiştir. Gaspçının çocukları aç hâlde evde mi
bekliyordur yoksa adam gerçekten uyuşturucu kullanan, kumar oynayan tekinsiz
bir tiptir de onun için mi bu işe girişmiştir fark etmez; Superman için ikisi
de birdir. Tabii çantası çalınan kadının o çantayı, içindekileri nereden, nasıl
bulduğu da sorgu dışıdır. Zengin eşi işçilerini süründürerek, haklarını yiyerek
çok lüks bir çanta hediye etmiş olabilir, aslında gaspçıdan daha büyük ve
nitelikli bir hırsızdır, ama o da Superman nezdinde önemli değildir. Onun için
önemli olan mülkiyettir, mülkiyet hakkıdır ve Superman her şekilde bunu
savunacaktır.
Hiç düşündünüz mü süper
kahramanlar, Batman hariç, neden çalıştıkları işlerde kendilerini geçindirecek
parayı elde edemediği hâlde bir türlü buna isyan etmez? Oysa sektörün
içindedir, işçinin hakkının nasıl yendiğini görüyordur, hatta bizzat kendinin
hakkı yeniyordur; burada selamımız sanadır Peter Parker. İşte o türden sömürü okuyucuya
doğal, her evrende yaşanan bir durum olarak yansıtılarak aklanır. İlk süper
kahramanların neden Büyük Buhran zamanında ortaya çıktığı üzerine düşünen
herkes başka bilgilere gerek kalmaksızın gayet akılcı sonuçlara ulaşabilir.
Bu arada fark edilmesi gereken bir
şey daha vardır: Materyalist, maddeci kapitalist dünyanın süper kahraman
hayalleri ile doğunun mehdi beklentisi ve arzusu nasıl da birbirlerine benzerdir
değil mi? Çünkü ne zaman zor günler gelip çatsa insanoğlu hemen gökyüzünden
gelecek bir kurtarıcı figür arayışına düşer. Gerçi gökyüzünden olması da şart
değil, yirminci asrın ortasında Almanlar aynı işi kendi içlerinden kendilerine
kurtarıcı bir figür çıkarmaya çalışarak denedi ama dünyanın geri kalanı o
figürden hiç hoşlanmadı; Örümcek Adam sempatikliği yoktu onda. Üstelik tayt
yerine askerî üniforma tercih ediyordu. Fakat hakkını da vermek gerek, suçu
Batman’den çok daha iyi engelledi kendi şehrinde.
Bakın, esas düşmanımızı fark etmek
gerek: Esas düşman ego-benlik-nefstir. O beklenen hayal ürünü kahramanlar esas
düşmandan gayrı değildir ve doğuda da Mehdi figüründen asıl düşmanla savaşması
beklenmez, bunun yerine diğer milletlerle savaşacağı beklentisi vardır. Oysa eğer
olur da bir gün gerçek bir kurtarıcı çıkagelirse o kişi şuradan tanınabilir:
Başkalarıyla savaşmayı değil kendinizle, kendi istek ve arzularınızla, kendi
gururunuzla, kibrinizle savaşmayı öğütleyecek. Yok, bunun yerine insanların
beklediği türden biri gelir de Yaradan’ın ayrım gözetmeden yarattığı insanları
birbirlerine düşürme derdine düşerse bilin ki sahte bir kurtarıcının dönemine
denk geldiniz, ne diyelim, deccaliniz hayırlı uğurlu olsun!
“Nasıl oldu da bunu bile getirip
egoya, nefse, benliğe bağladın yav?”
Kapitalizm tamamen ego-nefs-benlik
ve bunun yüceltilmesi üstüne kurulmuştur da ondan. Yahu bugün bile kendini
ortaya koyuş şekli epey çirkin değil mi? Açın bir müzik klibi izleyin, sözler
%90 aşağı yukarı şöyle: “Para bende...” “Bende bu kadar ve bunlar var...”
“Bunlara, şunlara sahibim.” “Ben şu kadar kadını bafiliyorum.” Bu arada
bafilemek Hintçede dosyalamak demektir. Tomarla para çıkarır, kameraya
sallarlar örneğin, sanki bu onları büyütecekmiş, daha değerli kılacakmış gibi.
Aksine, küçültür, farkında bile değiller bilinç seviyesinin düşüklüğünden.
Yaptıkları iş utanç verici. Ben bir maymunun dizi yıldızı olduğu günleri de
hatırlıyorum, şöhreti onu insanlaştırdı mı sizce? Aşağılamak üzere söylediğimi
düşünmeyin, hayvancık maymundu, şöhretinin ardından da maymun olarak kaldı,
hiçbir değişim gerçekleşmedi. Demek ki o paralar, sahip olunan nesneler,
birlikte olunan kadınlar da o insanları yüceltmeyecek. Eşeğe Rolex taksan eşek
yine eşek. O şarkıları söyleyenler, o klipleri çekenler o paralardan ne umut
ediyorlar hiç bilmiyorum.
Gelgelelim bu durum yoktan yere
yapılmıyor, medya yoluyla, yoğun şekilde yayılıyor ki böylelikle bu dünyada
kendini kanıtlamanın yolunun fazla paraya, fazla nesneye, etrafında kullanacak
fazla insana sahip olmak olduğu yediriliyor. Oysa tarihte yer almış büyük
adamlara, kahramanlara baktığımızda çok çok azının zengin olduğunu görüyoruz,
diğerleri maddî zenginliklere sahip değillerdi. Birçoğu ihtiyaçlar arasında
kendini büyütmüş, geliştirmişti. Çünkü böyledir, bilirsiniz Rocky “no pain no
gain” yani “acı yoksa kazanç da yok” der; doğrudur da. Zorluk olmadan kazanç
olmaz elbette. Bu yüzden ruhsal uygulamalar büyük insanlara cazip gelir,
konfora yönelik meyiller ise zayıf akıllı, zayıf iradeli insanlara.
Zaten akıllıca olan, tutulması
gereken yol da ruhsal uygulamaları tercih etmek değil mi yahu? Ne biriktirirsen
biriktir geride bırakacaksın neticede. Bu dünyanın mezardan başka çıkış yolu da
yok. Öyle iken şu basit dünyada, basit insanlara kendini kanıtlamakla ne elde
edebilirsin? “Vay be” desinler diye mi bunca çabaya düşmek, kıskansınlar, yerinde
olmak istesinler diye mi? Bir “vay be” için, bir kıskandırma için bu kadar
kendini düşürmeye değer mi?
İnsan hayatının kanıtını en başta
kendine sunmalı, başına gelenlere, yaptığı işlere baktığında şunu diyebilmeli: “Vay
be, demek ben bu zorluklara dayanabiliyormuşum, bu zorluklar içinde bu
güzellikleri filizlendirebiliyormuşum.” Bu nedenle de zorluklar içinde kendini
tanımaya, sınırlarını görmeye, keşfetmeye gayret göstermeli. Yoksa “Ben şunlara
sahibim, dolayısıyla senden önemliyim” iması yapana edep sınırları içinde
edilebilecek cümle yoktur.
Oysa insan kendini büyütürken böyle
saçma sapan, görgüsüzce işlere ihtiyaç duymayı bırakıyor artık; ne var ki küçük
kalmakta ısrar edenler, kendini büyük göstermek için başvuruyor bu yola. Oysa
ruh olarak, ruhta büyümek isteyen birinin ilk yapması gereken diğerlerinin düşüncelerini
takmayı terk etmektir. Diğerleriyle uğraşmayı bıraktığında insan rahatlıkla
gelişme olanağı buluyor.
“Lüks ürünleri tercih edenlerin
bunları milleti kıskansın diye yaptığını ne düşündürdü sana ya?”
İnsan herhalde istese istese en
fazla başkaları kendine bakacak, içten içe kıskanacak, bu sayede kendini
onların üstünde hissedecek tasavvuruyla ister. Eğer bu duygu, his olmasa kaç
insan uyduruk lüks ürünler peşinde ömür tüketir? Örneğin arabayı ele alalım, ‘şöyle
bir baksınlar, içleri gitsin’ hissini çıkar geriye yalnızca biraz daha şık
görünümlü ve biraz daha konforlu bir metal yığını kalır. Biz de çocukluğumuzda
bu hissi sağlayabilmek adına taso toplardık; bir eğlenceden öteydi tasolar
bizim için, hangi nadir pokemonun çıktığı, kimde bulunduğu çok önemliydi. O tasolar
bizim için o zaman diliminde dünyadaki en önemli şeylerdi. Demek ki
insanoğlunun içinde var diğerlerinden üstün görünme isteği. Bir çocuk nasıl
misketlerini, tasoları yitirdiğinde müthiş bir kedere, hüzne gark oluyor, işte
güya yetişkinler de sahip olduklarına öyle değer biçiyor, çok çabuk yok olacak
nesneler üstüne öyle titriyorlar. İnsan ruhen büyüyemediğinde de bu eksikliği
başka oyuncaklarla kapama derdine düşüyor yalnızca.
“Fakat araba ihtiyaç. Üstelik o
insanlar o malları almak için yıllarca emek veriyor ama. Biraz güzeli olsun, ne
var?”
Misketler de öyle. Çocuğun kendi
akranları arasında tutunması gerek, yoksa oyunlara katılamaz, yalnız kalır.
Dışlanan bir çocuğun hissettiği yalnızlık ve korku dünyanın en zor imtihanları
arasında yer alıyor olabilir. Hatta bilimadamları bununla ilgili bir araştırma
yapmış ve dışlanma sonucu oluşan acıyı şiddetli, fiziksel bir acıyla eşdeğer
tutmuş, ölüme benzetmişlerdi. Üstelik çocuk da misketleri biriktirmeye aylar
harcar, hiç mi misket oynamadınız, o misketler gökten düşmüyor, takdir
edersiniz birkaç ay bile çocuk için kısacık ömrü içinde büyük bir zaman dilimi
olarak görünür.
Gerçi o misketler gökten düşmüyor
dedim de bazen düşebiliyor da. Daha ilkokula yeni mi başladık yoksa başlamadık
mı hatırlamıyorum, bizim binanın en üst katında oturan bir arkadaşım vardı,
nedense aşağı iki üç defa çocukları toplamış, kapışmaları için misketler
fırlatmıştı onlara. Belli ki epey hoşuna gitti, tanrılık sendromuna yol açtı
herhalde, bu sefer paraya geçti. Fakat uzun sürmedi, komşulardan kim söylediyse
yakayı ele verdi. Annesi muhtemelen bir güzel dövmüştür, hatta hemşireydi, dövdükten
sonra bakımını yaparak tekrar tekrar dövmüş bile olabilir, ama o konu hakkında
bilgim yok.
Bu dünyanın kuralları da çocuklar
tarafından oluşturulmuş gibi. Sosyalizmi savunacak değilim ama bu sisteme
getirilen eleştirilenden bazıları, örneğin “üretim kalitesi yüksek değil”,
“arabalar dandik” gibileri çok komik. Bu eleştiriyi yapanlar liberal sistemde
halkın zaten çoğunluğunun üretim kalitesi epey düşük kaliteli ürünler
tükettiğini göz ardı ediyor veya dile getirmiyor. Zaten ülke gelişmiş bir
endüstri ağına sahip değilse halkın çoğunun arabası falan olmayacağını da hiç
dile getirmiyorlar. Bu savunu sosyalizmi liberalizmden üstün gördüğümü falan
göstermiyor bu arada, ben yalnızca hakikat peşinde koşuyorum ve adil davranmaya
gayret ediyorum.
Demek istediğim, dünya bu kadar
önemli değildir; hele ki dünya malı. Açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya
kalmayacaksanız, yarına başımı nereye sokarım diye düşünmek zorunda değilseniz,
görece düşük de olsa bir yaşam standardı tutturulmuşsa, ekmeğiniz, peyniriniz,
yoğurdunuz, çayınız varsa, sizi ölüme terk etmeyen bir sağlık sistemi
tarafından destekleniyorsanız, liberal propagandalar aksine gayet iyi şartlar
altında hayat sürüyorsunuz demektir. Dünya hırsına yenik düşmemek gerek.
“Bir yandan sosyalizmi övmediğini
söylüyorsun ama bir yandan da ‘dünya malı bu kadar önemli değil’ türünden
laflar ediyorsun, sanki çaktırmadan sosyalist düşünceyi empoze etmeye çalışır
gibisin?”
Hiç de öyle bir niyetim yok yahu.
İyi bakalım, madem gönlünüz olmuyor, gelin ikisini de genel hatlarıyla
karşılaştıralım. Tabii yönetim boyutunda değil, ben siyaset bilimi mezunuyum,
gına geldi artık o konudan bana üniversitede. Şöyle kabaca bir sosyo-kültürel
boyutta, başarı algılayışına endeksli bakalım. Kapitalizm böyle avlıyor
insanları çünkü.
Sosyalizmde herkes eşitlenir, bu da
demektir ki yetenekliler ve başarılılar aslında paçalarından tutulup aşağı
çekilmekte veya halkın geri kalanını sırtında taşımaktadır. Halkın genelinden
daha yetenekli kimseler hak ettiklerinden azına razı gelmek zorunda kalır. Bu
yüzden sosyalist rejimlerin hüküm sürdüğü coğrafyalardan çıkan büyük şair,
yazar, ressam sayısı çok azdır. Yanlış anlaşılmasın, sosyalist şair, yazar,
ressam, sanatçı çoktur; fakat her ne hikmetse hiçbiri sosyalist ülkelerden,
sosyalizmin hâkim olduğu dönemlerde çıkmış değildir. Şuradan karşılaştırın ki
bir Çarlık Rusya dönemi yazarlarını aklınıza getirin bir de Sovyet Rusya dönemi
yazarlarını, akla gelen bir tane varsa tabii. Arada muazzam fark var değil mi?
Çünkü şu nedenle: Başarının bir getirisi olmayacaksa insanlar neden
diğerlerinden farklı, güzel fakat bir o kadar yoğun emek sarf etmeyi gerektiren
gerektiren eserler üretmek için çaba göstersin? İnsanlar kendi benliğini
yüceltmek için muazzam çabalar gösterebilirler, gelgelelim sıra başkası için en
ufak bir iş görmeye geldiğinde nazlanırlar. İnsanlık tarihi boyunca öyle
olmuştur, öyle de olacaktır.
Buna karşılık kapitalizm insanların
benliğine düşkünlüklerini müthiş şekilde kullanır, dahası, suistimal eder. Bu
nedenle de başarısal algılayışta sosyalizmin tam zıt kanadı geçerlidir:
Kapitalizmde başarı kutsanır, başarıya adeta tapılır. Yıldız dedikleri medya sektörü
kuklalarına bakarak bile kolayca anlaşılabilecek bir gerçek bu. Konserlerde
atılan çığlıklara, karşıda bir pop yıldızı görünce girilen abartılı
hareketlere, menajerlerin bunları ulaşılamaz kılma taktikleri ve çabalarına...
Ne kadar gereksiz, ne kadar görgüsüz iş varsa aklınıza gelsin işte. Fakat bu
anlayış yüzünden kapitalizmde de halk medyayı ve bu insanları sırtında taşır.
Oysa insan kendi cinsinden birine
hayranlık duyacaksa bunun nedeni sesinin diğerlerinden daha ahenkli veya daha
iyi enstrüman çalabiliyor, daha iyi rol yapabiliyor olması olmamalı. Çevresine
çok faydası dokunan, kendini iyi kontrol edebilen insanlara duyulan hayranlık insanî
geliyor bana. Mesela Mahatma Gandi’ye duyulan hayranlık insanlığın göstergesi
sayılabilir. Bu adam insanlar arasındaki çatışmaları kesmek için kendini ortaya
atmış bir adam, dolayısıyla saygıyı çokça hak ediyor. Ona saygı duyulmaz da
kime duyulur? Uçağı düşüp üç gün açlık çekse kendi hayranını öldürüp etine
niyetlenebilecek adama mı duyulur saygı? Şöhretin yükünü kendini uyuşturarak
kaldırmaya çalışanlara mı duyulur saygı?
Bu insanları kesinlikle
eleştirmiyorum bu arada, insanların çoğu günlük yaşamın zorluklarıyla baş
edebilmek için kendini uyuşturacak bir şeyler kullanır; kimisi
alkol-uyuşturucu-tütün gibi nesneleri tercih eder kimi bilgisayar oyunları kimi
müzik kimi ibadet. Hepimizin ortak noktası varoluş sancısından kaçmaya çalışmamızdır.
Fakat benim demek istediğim şu, saygı kazanılması gereken bir şeydir. Çocuğunu
beslemek için iki işte çalışan, kendinden geçmiş bir anne veya baba, saygıyı
büyük ölçekte hak eder, bunun için ünlü olması da gerekmez.
Kapitalizmde her şey tüketmeye
yönelik görüldüğünden, basitlik kapitalizmin ana sorunlarından biridir. Başarı
ve şöhret sahibi olmuş insanlara duyulan sevgi de tüketim aracı olarak görülür,
pazarlanma değeri artsın diye abartılır. Bu arada tüketim malzemesi edilmiş
sanatçı üzerindeki baskı ve stres kat kat artar ama kimin umurunda, önemli olan
ne getirdiği! Anlayacağınız bu insanlar da bir yönden bu sistemin kurbanları.
Bu sistem ünlü ünsüz demeden hepimizi posamız çıkana kadar kullanıyor, sonra
ise çiğniyor, tükürüp atıyor. Kapitalizmde insan özne değil nesnedir. Günlük
hayatta bunu fark edemiyor musunuz gerçekten?
Ego böyledir işte, insan egoyu
kullandıkça, ona bağlandıkça ego da insanı kullanır ve onu tüketir. Bu yüzden
insanlar bu dönemde kendini hep yorgun hissediyor. Çünkü egonun sistemi olan
kapitalizmde kendimizi farklı, özel hissetmemiz gerektiği yönündeki reklamlarla
her an karşı karşıyayız. Bu da hepimizi olduğumuzdan daha büyük, daha
önemliymişiz gibi davranmaya itiyor, alçakgöüllülüğü terk ediyoruz ve neticede
olduğumuzdan büyük görünmeye çalıştıkça daha çok tükeniyoruz. Bu dünyanın en
yorucu işidir hiç olmadığın biri gibi görünmek, başka bir kişiliğin rolünü
aralıksız sürdürmeye çalışmak. Kapitalizm insanları her an rol kesmeye itiyor,
kendimizi pazarlamamız yönünde motive ediyor bizi. Değersiz hissetmeye başladığımız
anda da güneş gözlükleriyle, cep telefonu renkleriyle yardımımıza yetişiyor
sözde! Oysa ego yetinecek değil, hep değerli hissetmek istiyor, hep değerli
hissetmek derdinde. Böylece tüketim düzeniyle aramızda parazitik, mutual bir
ilişki oluşuyor, düzen egoları besliyor, besledikçe daha fazla şişen egolar da
düzeni ayakta tutuyor.
Bilinir ki Adam Smith bencilliği
över, fırıncıyı sabah kalkmaya iten şeyin iyilikseverliği değil kişisel
çıkarını düşünmesi olduğunu söyler. Fakat Adam Smith elbette kalkıp size şunu
söylemez: Eğer kişisel çıkar her şeyin üstünde tutulmalıysa, fırıncıyı ürettiği
ekmeğe ucuz ama insan sağlığına zararlı maddeler katmasından veya gramajını
eksik tutmasından alıkoyacak olan nedir? Ekmeği daha ucuza mâl etmesi
kesinlikle kendi çıkarınadır, fakat içinde iyilikseverlik, doğruluk
bulunmuyorsa, onu engelleyecek olan nedir? Kanunlar mı dediniz? Fakat kanunları
denetleyenler de yine insan, denetleyiciler de bencilliği üstün tutarak kendi
çıkarına olaylara rüşvet karşılığı göz yumabilir. Türkiye’de depreme uygun
olmayan kaç binaya depreme uygun yapımı verildi? Nasıl verildi o raporlar?
Mesela Adam Smith size özel hastanelerin para kazanmak için sağlıklı bebekleri
uyduruk bahanelerle yoğun bakıma yatırabileceğini söylemez, doktorların
bencilliği her türlü değerin önüne koyarak sağlam bebeklerin ölümlerine sebep
olmaktan kaçınmayacağını söylemez. Adm Smith fırıncıya ekmeği ürettirenin
bencillik olduğunu söyler, bencilliği över ama aynı bencilliğin fırıncıya
fırının gizli bir kısmında uyuşturucu da ürettirebileceğini söylemez. Neden
söylesin ki? “Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler.” der, umursamaz.
Alın size iğrenç bir sistem işte.
Bugün Türkiye’yi sarsan ne kadar olay varsa hepsi bencillik üstüne kurulu
sistem yüzündendir. Bu sistemi düzgün tutacak olan bu çarpık “Bizim insanların
başkalarını düşündüğü bir sistem kurmaya ihtiyacımız yok, herkes bencil olsun
toplum zaten bundan kazançlı çıkar.” anlayışı değildir. Zaten gördüğünüz üzere
bu anlayış doğru da değildir. Böyle bir sistemde, bakkalın çıkarı zor günlerde
karaborsacılık yapmak, doktorun çıkarı operasyon parası alabilmek için her
hastayı bıçak altına yatırmak, taksicinin çıkarı müşteriyi uzun yoldan
dolandırarak götürmek, siyasetçinin çıkarı rant karşılığı ülkenin el değmemesi
gereken sit alanlarını imara açmak yönünde olacaktır. Daha pek çok örnek
sayılabilir, bu kadar yeterlidir.
Tanıdık geldi mi? Belki de
uzaklardan bildiğiniz bir ülkenin sistemi aynen bu şekildedir? İmalı
konuşmalara gerek yok, Türkiye tam anlamıyla Adam Smith’in ekonomiye bakış
açısına entegre olmuş bir ülkedir, Halkıyla, elitleriyle, sistemiyle. Bu yüzden
de mide bulandırıcı bir düzensizlik, vicdansızlık ülkenin her yanında hâkimdir.
Fakat nedense bu öğretinin yayıldığı Batı ülkeleri, ABD hariç, ahlak eğitimini
öne alır. Zaten bu ülkenin sağcı politikacıları “Küçük Amerika olacağız.”
dediğinde bir şüphelenmek gerekirdi, çünkü bizim sağcı politik partiler her
nasılsa, tabanlarının, şeytana taptığını veya şeytan olduğunu iddia ettikleri
ülkelerle her zaman stratejik olarak müttefik olmayı başardılar ve tabanları
da, bu türden acayip iddialarına rağmen onlara oy yağdırmayı sürdürdüler.
Anlayabilen beri gelsin. Şimdi bunu bilen biri çıkıp da halklar ne yaptığını
biliyor demez, diyemez. Hayır, halklar arasında büyük kitleler hep sürü gibi
olmuştur ve başlarına çoban ararlar, onlar ne savunursa onu savunur, neyi reddederse
onu reddederler. İsterse savunduğu ile reddettiği bir gün içerisinde yer
değiştirsin, fark etmez, onlar da aynı dönüşü sergiler. Bunu görmeye yalnızca
Erdoğan’ın siyasi hayatındaki konuşmaları ile tabanının tepkilerini incelemek
yeterlidir. Zor gelir kimilerine, ben sonucu söyleyeyim: Bu inceleme bize
liderin de onu destekleyen halkın da görüşlerinin ne kadar kısa süreler içinde
taban tabana zıt şekilde değişebileceğini bize kanıtlayacak. Üstelik bugünkü
hâliyle demokrasinin kof bir sistem olduğunu da bize kanıtlayacak ancak buna
burada değinmeyelim.
“Tamam, sosyalist değilsen bile kapitalizme
karşı ön yargılı olduğun belli. Fakat kapitalizm insanların yeteneklerini
ortaya çıkarmasına yardımcı olarak dünyanın ilerlemesini sağlamadı mı? Ne
zararı var ki?”
Kapitalizmin dünyaya ne derece
zararlar verdiği ortada zaten; görmemek için kör olmak lazım. Kapitalizmin
tanımına baksanız, kötülüğü orada göreceksiniz. Herkesin birbirini geçim
kaynağı, müşteri olarak gördüğü bir düzen. Tüccarın insana bakışının toplumun
geneline yayılmış hâli.
Örnek olarak sağlık sektörünü ele
alalım: Hastanelere ve ilaçlara bağımlılık kapitalist sistemin can sularından
biridir, eğlence-zevk sektörüyle birlikte. On beş-yirmi yıl ilaçlara bağımlı
şekilde yaşayan hasta, hastane için de doktorlar için de ilaç şirketleri için
de velinimet. Üstüne hastane gereçlerini üreten sektörleri ekleyin.
Medikalleri… Eczaneleri… Sektörün büyüklüğünü tahayyül edebiliyor musunuz? Yani
ilaçlara, hatta yatağa bağımlı, sürekli tedaviye muhtaç her hasta bu insanların
cebine giren daha fazla para anlamına geliyor. Daha güzel bir eve çıkma imkânı…
Daha güzel mobilyalar… Daha güzel bir araba… Şimdi o sektörleri de hesaba
katın. İşte kapitalizm diye bu sistemin bütününe deniyor.
Özel hastaneler elbet yaşamamızı
isterler, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, istersen on makineye bağlan, onlar
için daha iyi. Fakat gerektiğinde, o şekilde kâr edeceklerinde ölmemizi de
isterler, sapasağlam olsak bile. Hepsini sorumlu tutmuyorum elbette, kimisi
gerçekten iyi niyetle, bize ‘can’ olarak baktığından yaşamamızı ister.
Diğerleri içinse geçim kaynağıyız.
Liberal sistem yanlıları serbest
piyasanın insanların yeteneklerini ortaya çıkarmasına yardımcı olduğuna dair
tezler savunarak bunların göz ardı edilmesini sağlıyor. Yalan da değil, bu
konuda diğer sistemlerden daha iyi olduğu aşikâr; fakat öyle olacağına dair bir
kesinlik de yok o iddia edildiği üzere, o iş her yerde gerçekleşmiyor yani. Türkiye’de
onca zengin var, etraf Elon Musklarla, Teslalarla kaynıyor da biz mi görmüyoruz?
Bilakis, toprak çevirip satan şark kurnazları, en iyi çalanlar, en arsızlar, en
uğursuzlar zenginliğe ulaşmış görünüyor hep. Ne kadar kul hakkı yemişse o kadar
zengin olmuş. Köyünden gelmiş, bir arsa çevrelemiş, sağa sola gecekondu dikmiş,
sonra kaçak katlar eklemiş, imar affıyla tapusunu almış; dört-beş evi var,
bugünün ondan on kat dolu ve kabiliyetli gencine akıl veriyor! Millete kazık
atarak, bir mal gösterip iki kalite altını satarak, sahtekârlıkla,
namussuzlukla büyümüş, kalkmış, zenginlik çok çalışmakla elde edilir diyor. Al
sana Türkiye’deki serbest piyasa! Böyle adamlar zengin olacağına sosyalizm gelse
de bu ahlaksız, namussuzlar yerine çivilense daha mutlu oluruz yahu!
Bir de bunun yanında “Çalışan
zengin olur.” yalanı sık tekrar edilir ki evlere şenlik. Zaten liberal tayfa da
baktı ki artık yenmiyor, bunun önüne yetenekli olmayı, zeki olmayı falan da
ekledi. Karnını doyurmak için haftanın altı günü, en az on iki saat markette
çalışan biri nasıl yaratıcı olacaksa! Oysa doğrusu şu ki bu sistemde de her
sistemde olduğu üzere zengin olmak için doğru insanları tanımalı ve beslemeli,
yeterince insan kandırmalı, dolandırmalı, sömürmeli veya -nadiren- büyük bir
yenilik yapmalı veya getirmelisiniz. Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz,
atasözü nadiren yanlış çıkar.
Bize filmlerde ve dizilerde empoze
edilen en üstün erdem kariyerinde yükselmek, mesleğinde en iyisi olmak üzerine.
Oysa bu çaba takdir edilesi olsa da o kadar önemli değildir. Oppenheimer
fizikçilerin en iyilerindendi, atom bombası ürettiğinde “Ben ölüm oldum.”
demişti. Fakat dizisi çekilse Walter White’ınki (Breaking Bad) ve Frank
Underwoods’unkine (House of Cards) benzerdi muhtemelen. (Ben bu notu 2021’de
yazmışım, filmini çektiler 2023’te, değiştirmeden koydum notu.) Fakat bu imrenilecek
bir hikâye olur muydu? Nazilerin bilim adamları arasında da en iyiler vardı,
özenilecek tipler miydi? Bize sadece başarılı olmak empoze ediliyor çünkü
kapital sistemde gönüllü hizmetçi ihtiyacı Ortaçağ’ın feodal sistemindeki köle
ihtiyacıyla yarışır seviyede. Kapitalist sistemi bu açıdan takdir etmek
gerekir, kendi içinde çok tutarlı bir sistemdir. İnsanlar gönüllü hizmetçiliğe
öyle bir razı edilir ki hayatın kendisinin bu olduğunu, bu olması gerektiğini,
başka bir seçenek bulunamayacağını düşünürler. Sabahtan akşama güneşi görmeden
ölene dek çalışmak yaşamak kabul edilir. İki kişinin, hatta üç kişinin yapacağı
iş bir kişiye yıkılır, ‘esnek çalışma saatleri’ adı altında sömürü
normalleştirilir. Bu yalnızca insanı yağı çıkana dek kullanmaktır, toplumun
tamamını, onların rızasını alarak, yarı-köle yapmaktır. Bugün pek çok ülkede,
Türkiye de dâhil buna, insanlar sosyalist ülkelerdekinden beter yaşıyor,
barınma haklarına gelecek ay erişip erişemeyeceklerinden emin değiller, ama
hâlâ liberal düzenin ne kadar zenginleştirici olduğundan söz ediyorlar.
Sosyalizmin yeteneklileri paçalarından tutup çektiği muhakkak ama kitleler için
daha iyi olduğu düşüncesi çok da yalan değildir.
Aslında en kötüsü bunlar bile
değil, en kötüsü şu ki insanlar kapitalist düzenin getirdiği ‘ben’ anlayışı ile
‘benim’ algısını kutsallaştırdı. Gerçi tüm suçu kapitalist düzene yıkmak da
biraz haksızlık olur, az okumuş herkes insanoğlunun tarihin her dönemi para,
mal-mülk, makam-mevki uğruna ne büyük günahlara imza attığını bilir. Hiç
bilmezseniz, okulda öğrendiğiniz derslerden hatırlayın Osmanlı döneminde paşalar
nasıl geldi geldi gittiler, nasıl öldürdüler ve nasıl öldürüldüler. Okul bilgileri
yeter. Fakat kapitalizm bunu ana amaç olarak koydu ortaya. İnsanların düşünce
sistemini şu şekilde formatladı: “Benim. Ben benim olanla ne istersem yaparım.”
Buna verilecek tek uygun yanıt vardır: “Yapamazsın!” Ormanlık bir araziyi satın
alıp ateşe vermek özgürlüğü olabilir mi? Kapitalist ahlaka uygun, insanlığa
uygun mu? Hani meyve-sebze fiyatları yükselmesin de fazla kâr elde edeyim diye
denize döken ahlak? Şeytan ahlakı sanki!
Kapitalizm sayesinde fabrika ve
şirket sahipleri biraz daha fazla kâr için havayı, suları, toprağı zehirliyor,
nehirlere, göllere, toprağa kâr için zehirli atıklarını boşaltıyor, canlıları
falan geçtim oralarda yaşayan halkı bile yok sayıyorlar, azıcık kâr uğruna.
Çevre halkı bir gram önemsemiyorlar, onlar adına önemli olan yalnızca azıcık
kâr fazlası. Bunu kapitalizm sağlıyor işte. Bir de düşünün ki devlet tahakkümü
olmasa neler yapar bu şeytanlar? Gerçi zamanında devlet bu kadar güçlü değilken
yapacakları yaptılar zaten, küçücük çocukları madenlerde ölmeye gönderdiler,
hak isteyen işçileri tarayarak öldürdüler. Öyle ki ABD’de köleliği kaldırmak
istediklerinde plantasyon sahipleri onlara “Sizin işçileriniz daha mı iyi
yaşıyor?” diye soruyorlardı; işin kötüsü, haklılardı da. Bugünün liberalleri
ise o günün fabrikatörlerinden daha çok savunuyor sistemlerini. Çünkü çoğu bu
sistemin ürünü, artı değerinden faydalanıyor; bu iş din adamlarının teokrasi
istemesinden farksız anlayacağınız.
Oysa koca kitleler bugün bile
şirketlerin yüzlerini gördüğü hâlde dönemin ruhu yüzünden kapitalizme kul
kesilmiş, laf ettirmiyor, firavuna tapınan Mısır halkı gibiler. Türkiye'de
devlet otoritesi biraz gevşedi, ülkeyi Batı'nın çöplüğü hâline getirdiler. Eğer
tamamen kalksa kadınlarımızı, kızlarımızı, kardeşlerimizi, küçücük
çocuklarımızı alır götürürler, güya insan hakkına dair dünyaya dersler
verenler. Buradan da şunu anlarsınız; dünyada tek bir gerçek vardır, güçlü
olmak veya güçlü bir müttefike sahip olmak şarttır; yoksa insanları razı etmek
için uyuttukları aksine insan haklarını her ajandanın önüne koyan veya doğrudan
bunu ajandası belirlemiş bir topluluk yeryüzünde yoktur. Deprem olsa Türkiye'de
yaşandığı ve araştırılması iktidarı oluşturan partiler tarafından engellendiği
üzere çocukları kaçırır, yağmaya girişirler veya Filistin’de yapıldığı üzere
ölülerin organlarını çalarlar. Gerçekten insana insan olduğu için insanca
davranan düzen henüz yoktur.
Her birey bir topluluğun
parçasıdır, vahşi doğada tek başına yaşamıyorsa –ki o zaman bile çevresini
saran bitki örtüsüne, ağaçlara, hayvanlara, hatta taşa-toprağa saygı
göstermelidir. O zaman bile nedensiz kana girmemeli, ağaç-bitki kesimi yapmamalı,
gerekmiyorsa böcek bile ezmemelidir. Dünya insana ait değildir, kapitalist
ahlak her ne kadar böyle empoze etse de, insan dünyanın ancak bir parçasıdır.
Bu dünyanın sahibi de bellidir, insanın sahibi de bellidir. Ahlak ancak sahibin
Yaradan olduğu kabul edildiğinde ortaya çıkar. Bu dinsel bir önerme değil,
insanı doğru yerine indiren bir gerçektir. Dönemlere ait yasalar, buna
dinlerdekiler de dâhildir, bu hakikati ortaya çıkarmada yeterli gelmez. İnsan
kendini olduğundan yüksekte görüyor ise, ipleri ego-nefs-benlik elindedir; ona
istediğiniz yasayı çıkartın, kendini tanrı gibi görüyor olduğundan gideceği
yoldan vazgeçmeyecek, her türlü şeyi kendine hak görmeye devam edecektir.
Kapitalist sistemde hep almak
kutsanır, kimse vermeye yanaşmaz. Bu sistemin müritleri şeytanlar gibi kapmayı
ve kapışmayı pek severler, oysa hayvanlar âleminde bile bir av sonrası en fazla
payı lider alır ama sürünün üyelerine de payını mutlaka bırakır. Kapitalist ise
hepsini elde etme, tutma, biriktirme derdi içinde yanar-tutuşur. Hani bir
hikâye vardır, bir dilenci sultanın kapısını çalar, elindeki çanağı uzatır, “Ne
verirsen ver bu kupayı dolduramazsın.” der. Sultan sandık sandık hazineler
boşaltır da sahiden çanağın dibi yine boş ve karanlıktır. “Bu insanın
nefsidir.” diye açıklama yapar dilenci. Ne verirsen ver, asla doymaz. Onu ancak
kanaatkârlıkla yola getirirsin.” Belki de dilenci ucuz bir sihir numarası
yapmış, ders veriyorum ayağına onca altına şıngır mıngır oradan ayrılmış,
parayı gidip hanlarda, tavernalarda ezmiştir, orasını bilemem. Fakat bu
hikâyenin doğruluğu elini her sektöre atıp her türlü yolla ‘rakiplerini’ ezme
amacı güden çokuluslu, devletlerden daha zengin şirketlerin ve bu şirketlerin
yöneticilerinin davranış biçimlerine bakarak kanıtlanabilir. En son gördüğümde
bir çikolata şirketinin CEO’su hazır su içmenin, daha doğru bir açıklama
getirmek için temiz su demeliydi aslında, bir insanlık hakkı falan olmadığından
bahsediyordu. Bir çikolata şirketi olması konumuzla alakasız değil, epey
alakalı. Zaten söz konusu şirketin pek çok bölgede değişik, rezil olaylara imza
atmışlığı vardır, bunların açığa çıkmış olanlarına internetten ulaşabilirsiniz.
Fakat konu tek bir şirket değil.
İnsanların açgözlülüğünü
dizginleyecek kurallar bulunmazsa kapitalist düzen daha da azıtacaktır.
Neticede, solcuların dile getirmedikleri hâlde sanki öyle inanıyorlarmış gibi
sürekli tekrarladıkları üzere, kapitalizm bir canlı değildir, kendi emelleri
olan, her şeyi yutmaya çalışan bir canavar değildir. Ticaretin üst erdem
olduğu, tüccarların serbest, çoğunlukla fazla serbest, bırakıldığı, üretim
araçlarının, mülklerin ve bölgelerin sahibi olabildiği, hatta yerine göre
devletten fazla güçlenecek kadar çoğuna sahip olabildiği bir ekonomi modelidir.
Şundan daha bir buçuk yüzyıl önceye kadar, padişah kendi gücüne tehdit
oluşturabilecek olanların hemen kellesini aldığından bu topraklarda
işlememişti. Yanlış anlaşılmasın, bu bir övgü değildi, o zamanlarıb düzeni övülecek bir düzen değil zaten. Tahta
geçenler sık sık değişiyordu ama hüküm süren değişmiyordu: Adaletsizlik. Demek
istediğim bu kavram yalnızca kapitalizme ait değildir, feodal düzende de
görülür, hem de daha yoğun şekilde, sosyalist düzende de görülür, en başta da
yükselmek için gerekli ortama izin vermediği için. Şu bilindik bir şey ki
sosyalist sistemin uygulandığı her yerde parti bürokratları halkın kat kat
üstünde tutulur, zaten liyakatle değil
de yalnızca sadakatle insan seçilen hangi sistem doğru düzgün bir ortam
yaratmıştır ki? Bunu şu işte bile görürüz, sanatın üstünlüğünü o kadar
vurgulamalarına ve dünyanın her yerinde sanatçıların ağırlıklı kısmı sosyalist
görüşü benimsemelerine rağmen ne hikmetse sosyalist ülkelerden kayda değer
sanatçılar çıkmayışı, insan beyninin nasıl çalıştığını kanıtlar niteliktedir:
zorunluluk olmazsa, ortada bir ödül de yoksa iş yapan da çıkmaz. Yeryüzünde pek
az kişi üstün bir ideal için kendini adayarak çalışmıştır, geri kalanlar
onlardan beslenir. Gerçek budur.
“Öyleyse bireye ağırlık veren bir
rejim değil de totaliter bir rejim mi tercih ederdin?”
Bireyi topluma feda etmek ne kadar
yanlışsa bireyi toplumdan ayırıp tek başına put gibi dikmek de aynı derece
yanlıştır. “Ne istersem yaparım!” anlayışı ne kadar yanlışsa, “Toplum izin
vermediği sürece hiçbir isteğimi yapamam.” anlayışı da o kadar yanlıştır. Birey
özgürlüğü elbette topluma kurban edilmemeli, totaliter rejimlerin dikte ettiği
kesinlikle yanlış; ancak liberal öğretinin dikte ettiği aksine birey
sorumluluğunu bildiği sürece geçerlidir bu önerme. Biri sürekli çevre adına
sıkıntı yaratıyorsa, bunu alışkanlık hâline getirmişse, kendini kontrol etme
yeteneği hiç yoksa ona artık özgürlük sağlanamaz; onun zorunlu olarak
eğitilmesi gerekir. Başkalarının özgürlük alanına giren, dağıtan, zarar veren
bir özgürlük nasıl olur? Sağa sola kurşun yağdırma özgürlüğü olabilir mi
örneğin? Ve aynı şekilde, her ne kadar etkileri bakımından aynı değillerse bile
son seste müzik açma diye bir özgürlük çeşidi olamaz. Bu çıkarımların ikisi de aynı
temelden yanlıştır: Özgürlük, başkalarının özgürlüklerine tecavüz edecek kadar
sınırsız olamaz. Öyle olursa diktatörler de istediği işi yapma özgürlüğü olduğu
iddiasıyla kendilerini aklayabilirler. Benim anlamadığım şu ki insanların
özgürlük alanına girme özgürlüğü sağlanıyor da konu mülk olduğunda niye cezalar
sertleşiyor? Mülkiyet hakkı neden insan haklarından daha değerli? Akıl mantık
alır iş mi sizce?
Üstelik insan birey olarak toplumun
parçası olduğu gibi toplumlar da doğanın parçasıdır. Dolayısıyla yıkıcı bir
üretim ve tüketim özgürlüğü diye bir şey var olamaz. Havayı kirletme özgürlüğü
diye bir özgürlük olamaz. Böyle bir mantığı ancak büyük kapitalist tüccarlar,
bir gün büyük kapitalist tüccar olmayı umanlar ve kendilerine onlar tarafından
empoze edilmiş mantığa teslim olmuş ahmaklar güder. Ahmak ‘mülkiyet özgürlüğü’
diye bunu savunurken kendisinin farklı hava soluduğunu zanneder. Veya havasını
bile kirletmekten geri kalmayan tüccarın her nedense ona bir fayda
sağlayacağını; yani ‘ülkemizin gayri safi milli hasılasını yükseltiyor’
türevinden acayip savunulardan bahsediyorum. O GSMH’yi zaten göz önüne almayın.
Savunduğun fabrika sahibi arabasını nereden alıyor: Batı’dan. Sen hasta olunca
ilaç nereden gelecek: Batı’dan. Şimdi anladınız mı bu mantık neden Batı tarafından
empoze ediliyor? Çünkü tüm bu iş yalnızca Batı’nın para sirkülasyonundan
ibaret; o denklemde ölecek insanların bir değeri yok. Yani ey ahmak, seni
sadece para olarak gördüğü için sana değer veriyormuş gibi görünen müthiş
açgözlü, müthiş ahlaksız adamların sistemini kendi sağlığın pahasına
savunuyorsun, bil istedim.
“İnsanların en ahmağı başkasının
dünyası için kendi ahiretini mahvedendir.” demiş Halife Ömer. O kadar ileri
gitmeye bile gerek yok, başkasının dünyalığı için kendi dünyanı mahvetmek, kendi
canına düşman kesilmek bile bu payeyi kazanmaya gayet yeter de artar. Bir insan
neden başkasının malıyla, mülküyle gurur duyar, onun için savunmaya geçer,
savunmak için kendi sağlığına gelen zarara bile aldırmaz; anlamak mümkün değil.
İnsanların çoğunluğu ahlaklı olmadığı gibi akıllı da değil, buradan o çıkıyor.
Liberal öğreti kendini mi kandırıyor bizi mi bilmem, belki önce kendi yalanına
kendi inanıyor onu da bize doğruymuş gibi yansıtıyor. Bir şeyin doğru olmadığı
kesin: İnsan rasyonel bir varlık değil, hayır. Belki çok çok azı. Ama baskın
kısmı değil.
Bugün dünya malı bol, dünyaya ne
olduğu umurumuzda da değil; biriktirdikçe biriktiriyoruz. İnsanlar nice nice
paralar akıtıp evlerini döşeyebildikleri kadar döşüyor fakat evimizde
geçirdiğimiz süre günün yarısından daha az, onu da bir yemek yiyip iki saat TV veya
bilgisayar başında geçiyoruz, geri kalan vakitte de uyuyoruz, ertesi gün
çalışmaya tekrar enerji toplayabilmek için. Aslında bunca biriktirme yerine
otel odasında yaşasak daha iyi! Alanımız dar olur ama en azından günlük
temizliğimiz yapılır, normalde evlerimizi kullandığımız gibi, sadece girip
yatmaya kullanırız. Bulunduğumuz mekânı da boş yere sahiplenmeye kalkışmayız;
böylece dünyanın ve içindekilerin geçiciliği belki bir parça daha fazla
aklımızda yer eder.
Bana öyle geliyor ki bu çokluk,
çoğaltma telaşı hep basit, yüzeysel, maddede takılı kalmış insanlar için.
İnsanî açıdan kalite düşük olunca, maddesel bakışı, maddeci algıyı, madde
tapıcılığını aşamayınca ilgi alanı maddeden öte geçemiyor ve o da bu boş alanı
maddesel nesnelerle, sahiplenmeyle, elde etme yoluyla doldurmaya çalışıyor.
Eline bir şey geçtikçe, yeni nesneler satın aldıkça kendi değerini
yükselttiğini olarak görüp seviniyor. Yoksa bir insanın elli çeşit ayakkabıya
sahip oluşu, ruhen kendinde bir eksiklik hissetmesi dışında hiçbir açıklamayla açıklanamaz.
Veya bedensel güzelliğe takıntılı oluşu, yine aynı eksikliği gidermeye
çalışmasıyla ilişkilidir. Oysa insan için esas güzellik de esas mutluluk da
esas huzur da kendindedir.
Yeterdi aslında, mevsim başına
üç-dört kıyafet, bir haftalık öğün dolapta, bir aylık erzak kilerde; insan
ömrünü böylece geçirebilirdi. Fazla bile gelirdi, çünkü insanlığın baskın
çoğunluğu hayatını böyle geçirme imkânını bulamamıştır. Bu çağa gelindiğinde
insan yetecek kadarla yetinmek yerine ruhunu lükse satmayı tercih etti. ABD
merkezli kapitalist sistemde benliğin ve bedensel zevklerin yüceltilmesi,
yüceltilmesi şöyle dursun adeta kutsanması boşa değildir, çünkü kapitalizm
karanlık irfana ait bir sistemdir. Gerçi her sistem, başında ruhtan haberdar
olmayan bir yönetici bulunduğunda karanlığa hizmet eder zaten; şeytana ayinler
düzenlemelerine, bebek-çocuk kurban etmelerine gerek yok bunun olması için.
Zulümle hükmetmesi, insanların arasını açması, eziyeti ve işkenceyi yayması
yeterlidir; çünkü zaten karanlık âlemin gıdası budur. İnsanlar da kesilmek
üzere otlakta tutulan büyükbaş hayvan konumundadırlar böyle düzenlerde. Fakat
ruhtan haberdar olmayınca bu fark edilemilemiyor.
Mantıklı olmakta fayda var. Eğer
nihai amaç biriktirebildiğin kadarını biriktirmek veya karna on çeşit yemek
sokmak ise bu hedonist hayat bize mükemmel şekilde bunu sağlayabilir. Fakat
nihai amaç bunlar değil de mutluluk ise, insanlar aslında bu biriktirme işini,
yeni çıkan her tüketim nesnesine mutluluk bulacakları ümidiyle koşuyorlarsa
fakat bu hayat bu mutluluğu sağlamıyorsa, neden bunu devam ettirelim? Bu
durumda en mantıklısı mutluluk bulunacak hayat ne ise onu seçmek, bu saçma
sapan biriktirme, koşuşturma yarışını bir kenara koymaktır.
“Kardeşim iyi de sen kapitalizmden
faydalanmıyor musun, gurular gibi çiviler üzerinde mi uyuyorsun?”
Yukarıdaki çıkarımlardan hiçbiri
bir üstünlük duygusuyla yazılmadı, bende bunlardan hiçbiri yok, sizde hepsi
mevcut, diye bir alt metin koymak niyetinde de değildim. Dediğim üzere, bu
yazılanlar hep ‘çıkarım’, bende de bu kusurlar olabilir, diğer insanlarda da.
Jim Carrey’nin bir sözü vardı: “Keşke herkes ünlü ve zengin olsaydı da
aradıklarının bu olmadığını görselerdi.” Keşişler gibi yaşayalım demeye
getirmedim, keşiş yaşamı kime ne öğretecek; yanlışlar, hatalar yaparak,
yanlışlarımızı görerek, düzelterek öğrenecek, büyüyeceğiz. Fakat şurası kesin,
değil tecrübeyle salt akılla bile varılacak son noktanın bu dünya olmadığı
sonucuna varılacak. Öyleyse bu telaş, bu çılgınlık ne diye?
‘En iyi, en kaliteli mobilya benim
olsun.’ mantığı bugünün en yaygın mantığı. Oysa insanoğlu çağlar boyu düz tahta
üstünde veya çıplak zemine hasır sererek oturdu. Son yüzyılda önce saman sonra
sünger doldurulmuş mobilyalar üretti, konfor buldu. Bu çağda ise birkaç senede
bir görüntü bir parça farklılaşıyor, değişiyor ve yeni model peşinde
koşturuluyor. Birazcık bir değişiklik için yıllar boyu borçlanılıyor, yıllar
peşkeş çekiliyor. İşin acayip tarafı vücut adına daha az konforun daha iyi
oluşu, çünkü daha fazla konfor daha fazla yumuşaması, daha zor koşullara daha
zor uyum sağlaması demek. Neye alıştırılırsa öyle gidiyor. Bu yüzden çalışkan
köylü kat kat konfora bürünmüş şehirli yaşıtından daha sağlıklı oluyor.
Az bir konfor için mi kendimizi
köleleştireceğiz? Yani önce kendimizi biraz daha gösteriş, biraz daha ‘kalite’,
biraz daha kolaylık için patronlara köle edeceğiz, sonra da o konfora alışan
bedenimize köle edeceğiz ruhumuzu? Bu hiç mantıklı değil. İnsanın yere minder
çekip oturması, bu düşünce sisteminden daha mantıklı.
Konfora, şehvete diz çöken ruhunu
çökertir. Ancak kendini anlık hazların kulu-kölesi olmaktan kurtarmış, bedenini
ruh için çalıştıran mutluluğu, huzuru bulabilir. Yoksa iç gerginliğiyle,
mutsuz, tatsız bir beşer olarak burada kalır.
“Dinsel yönetime geçelim o vakit?
Bu çarpıklıkları düzeltmez mi?”
Dünya hırsının, zevk düşkünlüğünün
elinden kurtarmak dinin işidir, ancak yerleşmiş dinlerin işi değildir. Çünkü
yerleşik dinler siyasidir, ruhani değildir, daha önceki bölümlerde bunlar
üzerine konuştuk. Bu dinleri yaptığı da yalnızca bir sınıfı silmek ve yerine
yenisini, yani din adamı sınıfını, getirmek olmuştur. Amaçları bile ruhu
kurtarmak değil dünyevî düzeni sağlamaktır; birkaç yüzyıldır bu misyonu yerine
getirmekten de acizler. Bu sebeple bugünkü dinler bizi kurtarmaktan uzaktır.
Bize ruh âlemini tanıyan, bile, hakikat âleminin yolunu gösterecek yeni bir
öğreti lazımdır; lazımdan öte şarttır.
Kapitalizmde insana parasına göre,
milliyetçi bir rejimde milletine göre, dini esas alan bir yönetimde ise
mezhebine göre muamele edilir. Öyle bir sistem kurmalı ki adaleti temel alsın;
her ferde insanlığına ve yararlılığına göre değer biçilsin.
“Hümanizmi eleştirdin de sonuç
olarak dönüp dolaşığı hümanizme mi geldin?”
Benim söylediğim, her Âdem
suretinde gezen adamın yüceltildiği hümanizm demek değildir. İnsan oluşuna
göre, dedim, beşer insana eşit değildir; bu gerçeği birkaç konuda birkaç kere
dile getirdim. Yani bu da demektir ki aşağılık suçlara imza atanlar daha
caydırıcı cezalarla karşılaşacaklar. Gerçekten insanlığını öne alan, en azından
insan gibi davranan, sevgi öğrenememişse bile en azından bir parça saygıyı
öğrenebilmiş insanlar temelinde adaleti esas alan bir sistem oluşmalı. Bu
sistemde devlet kuvvetli olmalı; ancak hâkim ve hakem pozisyonu üstlenmeli,
daha fazlasını değil. Sosyalizmde olduğu üzere her şey eşit bölüşülmemeli; ama
kapitalizmde olduğu üzere de aşırı zenginliğe ve aşırı fakirliğe izin
verilmemeli. Makas mümkün olduğunca dar tutulmalı. Hiçbir grubun veya özel
teşekkülün devletten fazla güçlenme hakkın olmamalı; çünkü topluluklar arasında
tolerans ancak böyle sağlanır, yoksa devlet hâkemlik pozisyonunu yitirir. Fakat
aşırı güçlenen devlet de diktatörlüğe kayar. Ya kişi ve aile diktatörlüğü ya
belli bir grubun diktatörlüğü ya belli bir ideolojinin diktatörlüğü ya belli
meslek grubunun diktatörlüğü ya da bir gelir düzeyinin diktatörlüğü olur çıkar.
Doğru olan adaleti üstün kılmak ve hedef
tutmaktır, daha önce de söylemiş olduğum üzere, eşitliği veya belli grupları
üstün kılmak değil. İnsanların haklarının güvence altına alınması iyidir; fakat
insan hakkıdır diye yığmaya, biriktirmeye, dünyayı mahvetmeye izin vermek aptallıktır.
Zaten neden yığar insan bırakıp gidecek olduğu şeyleri; hele bir de bunlar için
ömrünün tamamını savurur? Şirketler kâr etsin diye, çünkü kapital sistemin özü
budur. Bu nedenle o tip davranış geliştirmiş kimselerin engellenmesi en başta
kendileri adına iyidir; uyuşturucu bağımlılarının engellenmesinin kendi
iyilikleri adına olduğu gibi.
Bunlar benim kafamdaki ideal
sistemin kabaca ve özet olarak bir tasviriydi. Bunun üzerine belki ileride daha detaylı konuşabiliriz. Bunlar olur veya olmaz, orasını bilemem.
Ancak şu kadarı kesin ki ölümü ve bu dünyadan mutlaka ayrılacağı gerçeğini idrak
edemeyenlerin baş tacı kapital sistem bu dünyaya birkaç yararla birlikte çokça
zarar getirdi. Dolayısıyla bir dine ister inansın ister inanmasın, bir
ideolojiyi ister takip etsin ister etmesin, herkesin artık kapitalizmin
dizginlenme vaktinin çoktan gelmiş ve geçiyor olduğunda hemfikir olması gerekir
nazarımca.
Yorumlar
Yorum Gönder