19) Tasavvuf Üzerine

Sevgili canlar, İslam’ı sevmemi ve seçmemi sağlayan tasavvuf üzerine de birkaç kelam dökeyim, birkaç yorum yapayım, birkaç yanlışı düzelteyim, birkaç doğru söyleyeyim, bir iki de hakikat haberi vereyim istedim, bu bölümü açma gerekliliği gördüm. Safım belli zaten, düzenli bir Mesnevi okuru olduğumu söyledim, Mevlana üstüne düşündüklerim de neredeyse her bölümde bir kere değinmemden, yerleştirdiğim küçük hikâyeciklerden apaçık ortada. Dünyada kabul görmüş gerçektir, edebi eserler arasında Mesnevi’nin üstünlüğü tartışmaya bile açılmaz. Tasavvufî öyküler klasmanında Bostan ve Gülistan da iyidir; ancak o bir basamak altta kalır, Mesnevi’nin dengi olamaz.

“Kardeşim zaten konuya giresin de yok gibi, bırak şu tasavvuf işlerini, hiç girme. Tasavvuf İslam’a ait değildir,  doğudan, Hint mistisizminden, Budizm’den geçmiştir. Milleti de yanlış yola sokma!”

Bu türden iddiaların dillendirilişine sıkça rastlıyorum; zırva bunlar. Tasavvuf Hintlerden, Budizm’den falan geçmiş olamaz, göçebe dervişi Hacı Bektaş nerede görmüş Budizmi, bir de onu Anadolu'ya yaymış yahu? Tasavvuf şah-ı velayet, yani veliliğin şahı diye çağırılan Ali’nin elinden gizli olarak yayılmıştır, bu da demektir ki tasavvuf öğretisi de Âli Makam’a aittir. Gizli yayılmıştır çünkü gizli kalması gerekir, herkes ruhtan anlamaz, daha kötüsü anlarsa bile kötü niyetle menfaatine kullanmaya kalkışıp deccalliğe sapabilir. Aynı gizlilik Kelt ormanlarındaki druidler adına da geçerlidir, Budistler adına da geçerlidir; hepsi perdelerini ancak en güvenilir takipçilerine aralamışlardır. Zaten o dönem bugünkü gibi de değildir; öyle kitap yazıp sağa sola dağıtmazlar, her öğretinin yayıldığı bir manastır, dergâh, yani yaşam alanları var, kitaplar buraların kütüphanesinde durur, öyle üniversite kütüphanesi gibi kimlik kartını gösterince ödünç kitap da alamazsın, vermezler. Dolayısıyla İbn-i Arabi’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Mevlana Celaleddin Rumî’nin tutup da oradan buradan okuduğu birkaç kitapla kafasına göre öğreti oluşturması mümkün değildir. Bu iddia ne kadar makulse Mevlana’nın İnstagram’da gördüğü özlü sözleri aparıp kopararak Mesnevi’yi yazdığı iddiası da o kadar makuldür işte.

Üstelik Peygamber’in özellikle Hacı Bektaş Veli’ye çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Bu pir olmasa İslam ağlamak üstüne kurulu bir din olup kalacaktı. İslam’a neşeyi getiren Hacı Bektaş’tır. Gerçi Ömer Hayyam da vardı ama onun ruhta derecesi ne kadar yüksek veya insanları kurtarmaya yetkisi var mı bilmiyorum, takipçisi de pek olmadı, tabana yayılmadı yani. Oysa Bektaşilik devasa alanlara yayıldı, İslam’ı müthiş etkiledi. Bektaşilik olmaksız İslam “Gözlerim yaşlı, dizlerim tutmuyor, kalbim tekliyor.” türünden dizeler eşliğinde, sürekli hüzünle ilişkilendirilmiş bir din olarak kalırdı. Tabii kimse kalkıp da böyle sözler eden muhafazakâr elite, milyon dolarlık evde oturuyorsun, dün boğaz manzaralı arka bahçende barbekü yaparken dumandan gözlerin yaşarmıştı, acaba onun hüznü mü gibilerinden sorular sormayınca, istediğin gibi sallama imkânı var. “Hüzün doluyum çünkü dünyadayım, Allah’tan ayrıyım.” Son model BMW’nden indin az önce, o hiç mi mutlu etmedi seni? Mutlu etmeyecekti de neden gittin onu aldın; ortalama bir araba da seni istediğin yere götürmeye yeterdi sanki? İşte böyle sorular da sorulmuyor. Sorulsa en azından bunlara gülünür, dünya bir anlığına daha güzelleşirdi.

Zaten neden hüzün olacak şu üç günlük dünyada? Her şeyin gelip geçtiği dünyada insan neye üzülecek? Neye, ne kadar üzülürsen üzül, bir şeyin değiştiği yok. Anca kendine ediyorsun. Öyleyse en mantıklısı mutlu olmak, yaşamı dibine kadar hissetmek ve yaşamak değil midir? “Mutsuz olmak günahtır.” diye bir söz vardı, kim söylemiş bilmiyorum, tam doğru olmasa da en azından doğru bir şey ima ediyor. Fakat bu konu buraya ait değil.

İşte bütün o hüzün hikâyelerini değiştiren Hacı Bektaş Veli oldu. Onunla birlikte dervişler dünyanın, yaşamın, yaşamanın kıymetini idrak ettiler. Madem ruhuz, ruh âleminden çıktığımız gibi ruh âlemine döneceğiz, o zaman neden dünyayı hüzün, keder içinde geçirelim? Vaktimiz kısıtlı, her yaşadığımız an özel ve kıymetli; her an’ımızı zevk duyarak, neşeyle, mutlulukla geçirelim. Budizm de bu konuda bilgelik sunar, an’ın kıymeti üstüne öğretiler sunar, bizim klasik dindarlıktaki ‘Dünya denen çamura meyletmiyorum, ben çok temizim, adeta bir meleğim’ türünden sözler sarf ederken dünyaya sıkı sıkıya yapışmak ikiyüzlülüğünün aksine. Hani bir atasözü var ya “Bir yemem diyenden korkacaksın, bir oturmam diyenden” diye. İşte bu dünyada da sözde dünyaya meyletmeyenden korkacaksın; çünkü en çok meyleden onlar! Bu her dinde böyle, sadece Müslümanlık adına diyorum sanılmasın. Hristiyan din adamları kadar dünyaya düşkün kim vardı? Milleti aç bırakıp altını, gümüşü kiliselere yığıyorlardı. Ardından Viking istilası geldi, sıra sıra yaktılar kiliseleri. Zaten kim dünya malını doldurmuş, biriktirmiş, stoklamış ise Hakk’ın gazap tokadı hemen ardından gelmiş. “Dünya sınıf savaşının tarihidir.” diyen Marks bence yanılıyor: Dünya mal, mülk, makam, mevki, para kapma, bölüşme ve yığma kavgasının tarihidir; bu pek çok kereler kendisini sınıf savaşımı olarak göstermiş veya bu kavgalar sınıf savaşımı suretinde tezahür etmiş olabilir, ancak pek çok kereler aksi de gerçekleşti. Sınıfların kendi içindeki kanlı kavgalarını nereye koyacağız bu durumda? Bir mezhebin veya vaizin takipçileri başka mezheplerin, vaizlerin takipçilerine saldırmadı mı? Bir toprak sahibinin diğer toprak sahiplerine saldırılarıyla geçip gitmedi mi Orta Çağ? Aristokratın aristokratla savaşı sınıf savaşı mıydı?     

“Madem tasavvuf doğu öğretilerinden geçmedi de neden onlardan esintiler taşıyor?”

Neden taşımasın? Hakikat, hakikattir, Budistler de oraya gider, oradan haber alır, Hint mistikleri de oraya gider, oradan haber alır. Din adamlarının kafasına göre milleti sağa sola gönderiyor oluşuna bakmayın, orada Budist tapınağı da var keşişler de, yalnız takılan Hint bilgeler de. Şunu düşünün; eğer birbirleriyle ilişki içinde olamayacak kadar uzak noktalardaki öğretiler birbirine gerçekten benziyorsa, bu durum kaynaklarını ortak bir noktadan aldığını göstermez mi? Aynı kaynaktan gelen haberlerin birbirine yakın olması değil mi mantıklı olan? Neden gerçek inancın Budizm’den, Hint mistisizminden farklı olması gerektiği kanaati taşıyorsunuz ki? “Bizim inancımız tek doğru, gerisi komple yanlış.” inanışı bu. Apaçık yanlış bir düşünce tarzı. Budizm veya Hint bilgeliği gibi saygın öğretiler şöyle bir kenara dursun, en yanlış olan öğretiler bile içinde bir iki doğruyu barındırabilir. Altın çamura düştü diye altınlığından değer kaybeder mi? Hakikat hakikattir.

Üstelik bilinmeyen, yanlış anlaşılan bir kısım daha var: Tasavvuf dediğimiz öyle tek parça bir öğreti değildir. Mesnevi’den bir hikâyeyle tarif edeyim: Bir Yahudi vezir, yeni ortaya çıkan ve bu yüzden kendilerini gizlemek zorunda kalan Hristiyan toplulukları tespit edebilmek için sinsice bir plan geliştirir. Planı işe yarar, Hristiyanların arasına sızar. Kendini nihayet bir önder olarak kabul ettirdiğinde, dünyadan ayrılmadan evvel her bir kabile şefini çağırıp onlara yolu tarif eden tabletler bırakır. Ancak tabletlerde taban tabana zıt yollar işaret edilmektedir. Birinde acizlik övülürken diğerinde yerilir, birinde açlık övülürken diğerinde yerilir, birinde tevekkül, işi Tanrı’ya bırakma övülürken diğerinde bu yerilir. Plan işe yarar, her kabile şefi farklı tabletle ortaya çıkıp önderlik iddiasında bulunur ve Hristiyanlar birbirine düşer. Mevlana bu öyküde tam olarak açıklamaz ama tabletlerde anlatılanlar bir nevi tasavvufun hâlidir. Yollardan bir tanesi riyazeti seçer, açlığı över. Diğeri çalışmayı, boş kalmamayı seçer. Başkası cömertliği, çalışıp dağıtmayı. Başkası tevekkülü, olan biten hiçbir şeyi umursamadan, her şeyi Yaradan’a bırakıp yiyip içip keyifli, mutlu, neşeli olmayı. Ve paradokstur, bu yollardan hepsi de doğrudur. Ego ile türlü türlü yollardan savaşabilir, türlü türlü yollardan onu aşmayı başarabilir ruhlar. 

Tasavvuf belirli bir öğretiye verilen ad değildir, öğretilerin birliğine, birlikteliğine verilen addır. Her kişi için Yaradan’a ulaşma yolu başka olabilir, her insan takip etmesi gereken yolu kendi yapısına göre seçebilir. Aslında bir yol doğru iken kişi için yanlış olabilir veya başkasına yanlış iken kişi için doğru olabilir. “Yaradan’a ulaşmanın yolu nefes sayısı adedincedir” demişler. Gerçi bence bu sözün aslının nefes değil de ‘nefs’ olması bana daha mantıklı geliyor, ancak anlaşılması gereken çok farklı olmaz. Bu yollar taban tabana zıt da olabilir. Çok cömert olup avuçlar dolusu saçabilir de tutumlu olup bahşedileni koruyabilir de. Durgunluğu da tercih edebilir coşkuyu da. Önemli olan sonuçtur; egoyu fark etmeyi sağlar mı, Yaradan’a ulaştırır mı, budur. Bunu sağlayan öğretiye kim, nasıl, hangi hadle yanlış diyebilir? “Erenlerin çoktur yolu / Cümlesine dedik beli” dizesi işte bunu anlatmak için söylenmiştir. Bırakın tasavvuf yollarını, hangi inanış, hangi din olursa olsun önemli olan amaçtır, amaca ulaştıran her yol da doğrudur. Kimisi komşu ülkeye arabayla gider, kimi otobüsle, kimi de uçakla. Hatta kimi özel uçakla. Fakat sizi hedefinize ulaştırıyorsa, vasıta seçimi yanlış sayılabilir mi?

“Yani bu tasavvuf içinde farklılıklar, kusurlar yok mu diyorsun?” 

Bu dünyada kusursuz olan ne var ki tasavvuf olsun? Ülkemizdeki İslam anlayışı tasavvuf sayesinde çok şükür daha toleranslı ancak tasavvuf da hikâyelerle örülü olduğundan her zaman doğru anlaşılamayabiliyor. Eski Türk geleneğinden olsa gerek. Yalnız Mesnevi’deki, Bostan ve Gülistan’daki tarzda öykülerden bahsetmiyorum, keramet içeren çok fazla anlatı var, hatta genel algılayış bu kerametler üzerine kurulu desek yeridir.  

Burada konuyu iyi bildiğim Alevi-Bektaşi kültüründen ele almak isterim. Bir inanışa göre Anadolu ve Horasan erenlerinin serçeşmesi Hacı Bektaş Veli Anadolu’ya güvercin formuna bürünerek gelmiştir. Serçeşme, çeşmelerin başı demektir, yani diğer kaynaklara su veren kaynak, diğer ellere el veren el anlamında; Hacı Bektaş Veli’nin ne derece üstün bir pir olduğunu buradan anlayın. Ve işte gerçekten böyle bir insanın, insan şeklini bırakıp da güvercin olarak uçup buralara geldiği inancı vardır. 

İşin aslı şu: Arkadaşım Hacı Bektaş Veli’nin ayakları yok muydu da yürümedi, kanatlar takındı? Koca koca peygamberler bilmiyor muydu kanatlı varlık formlarına bürünmesini de asayla, çarıkla kilometreler kat ediyorlardı? Mucize, keramet dediğin öyle D&D dünyasındaki büyüler gibi değildir, eren-evliya druidler gibi şekil değiştirir hayvan formlarına bürünmez veya fireball atıp kaçmaz. Yaradan öyle bir düzen kurmamış bu dünyada. Evet, bu insanlar vazifeli; ancak vazifeleri bu türlü değil. Dolayısıyla Hacı Bektaş Veli yapabilecek olsaydı bile böyle bir işe baş vurmazdı.

“Bana babaannem anlattı Hünkâr Hacı Bektaş Veli cansız duvara binmiş, yürütmüş onu, güvercin olmuş da Anadolu’ya gelmiş diye, ondan iyi mi bileceksin sen?”

Ah benim bir yarısı Dungeons and Dragons dünyasında kalmış güzel kardeşim, o cansız duvar dediği beden yahu, Hacı Bektaş Veli’nin bedeni. Hacı Bektaş Veli diye çağırdığımız ruh o bedenden çıksın da bakalım o beden yürüyor mu? Yani yürüten kim, Hacı Bektaş Veli. Herkeste var o cansız duvar, bu dünyanın şartı o, ne var ki cansız duvarı yürüttüğünü gören çok az, çünkü diriliği bulan çok az. Diriliği bulan cansız duvar sırrına vakıf oluyor. Ancak şurası kesin, ortada bir mucize yok.

Hani konuşmuştuk da bunu, Mağara Alegorisi vardı, orada ortada bir ateşin bulunduğundan, duvarlara, dikkatinizi çekerim cansız duvarlara, birtakım gölgelerin yansıdığından, boynundan zincirli gözlemleyicinin de bunu gerçek sandığından bahsediliyordu. Atladın zannederim orayı, okumadın. Hani Kuran’da da bahsediliyor demiştik, “Boyunlarında demir halkalar oldukları hâlde…” (Mümin / 71) İşte boyunlarındaki zincirleri kıranlar için o cansız duvar anlatımı. Yanılıp metafor olarak da alma; bu insanlar edebiyatçı değiller, edebi sanatlara baş vurmuyorlar; bu insanlar ruhani, ruhta gördüklerinden haber veriyorlar.

Peki, siz istediniz. Paragrafın buradan sonrası RYO (RPG) terimleriyle dolu olacak, anlamayanlar en yakın RPG sitesine başvurarak terimleri gereksiz yere öğrenme çabasına girebilir de; benim yıllarımı yedi, bence başınızı yakmayın. Şimdi Hacı Bektaş’ı güvercin oldu zanneden anlayışı nereden tutsak elde kalır. Koca piri bu inançla resmen biçimdeğiştiren (shapeshifter) class’ına koymuşlar. Hadi Hacı Bektaş Veli’yi kabul ettik, Mevlana’yı hangi class’a sokacağız? Wizard veya sorcerer desek tek büyüsü kendi etrafında dönmek olanı yok, zaten Konya’da büyücü sınıfının yaşayacağı türden kule veya şato da yok. Tek göz dergâhta yaşayan sorcerer mı olur Eru’yu seversen? Bu arada Eru’nun D&D’den değil Tolkien’in dünyasından olduğunu fark edenleri kutlarım. Potpori yapıyoruz madem, hangi veliyi Jedi şövalyesi sınıfına yerleştireceğiz? Var mı yanında teber yerine ışın kılıcı taşıyanı? Gerçi hangi veliyi cin misali küçücük, yeşil Yoda’ya benzetsek ayıp kaçacak biraz, onu geçelim.    

İşi sulandırmayalım daha fazla. Yukarıdaki soruları ayıp kabul edenler çıkar mı bilmem ama çıkarsa bile bu kimselere asıl saygısızlığın kendisine ruhsal yetki verilen bir pirin bunu kafasına göre, şovenist biçimde kullandığı inancı olduğunu söylemek gerekir. Gel gör ki bu inanış halk içinde yaygın olduğundan ve halk da bunu mucize perdesinde gördüğünden saygısızlığı fark etmez. Yani babaanneniz ne derse desin, o iş maddede olmuş değildir, olamaz da. Çok iyi biliyorsa babaanneniz güvercin olsun, gitsin parka doya doya buğday, ekmek yesin, neden halk ekmeğe gidip de para veriyor?

İşin hakikatini, gerçeğini de açalım: Her insan Hakk katında bir surete bürünür. Çiçek olabilir, balık olabilir, hayvan olabilir. Bu dünyada yaptığı işlere ve hizmetlere, gösterdiği yararlılığa, inancının kesinliğine, imanına yani kuşku, şüphe duymazlığına bağlı olarak bu görüntü değişir. Ancak en latif, barışsever insanlar ruhen güvercin formunu alabilir. Kutsal Ruh nasıl görünmüştü İsa Mesih’e: Beyaz güvercin formunda. Şimdi işin gerçeğini anladınız zannederim. Yani barışa yönelik nice işler yaparsanız sizler de Hakk katında güvercin suretine bürünebilirsiniz. Herkes yapabilir, sınır yok.

Anadolu’daki veliler yurtlarına güvercin şeklinde bir erenin geldiğini söylemişlerdi çünkü yetki sahibi her eren bedenin kaydından kurtulmuştur, ruhen genişlediği, yetkisi arttığı ölçüde nereye neyin girip çıktığını bilirler, hiçbir şey onlardan gizli kalamaz. “Ben sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı olurum.” kutsi hadisini hatırlayalım. Bu demektir ki Allah birini sever ve seçerse, ona yetki bağışlarsa o, işleri Allah’ın gözüyle görebilir; Allah kendisi diyor “Ben onun gözü olurum.” diye. O’nun gözüne gizli saklı bir şey kalması mümkün mü yahu?

Dolayısıyla nasıl ki Peygamber ta Yemen’den Veysel Karani’nin kokusunu almışsa, Anadolu’daki her yetki sahibi eren de yurtlarına latif bir güvercinin gelişinden haberdardı; çünkü nasıl olmayacaklardı ki? Haber sahibi olmayan erenler de olabilir; ancak bunlar yetki sahibi değillerdir. Yoksa Hacı Bektaş Veli canı sıkıldıkça güvercin formuna bürünüp bina tepelerine konuyor değildi.

Hakikatte pirlerin ne olduğunu bilelim: Çiçek suretlerine bürünülen Hakk katında pirler bahçıvanlardır. Türlü türlü çiçeklerle onlar ilgilenir, ruhların çiçeklere dönüşmesiyle ilgilenen onlardır. Her birinin bahçesi onların öğretileridir aynı zamanda. Her birinin bahçesi ayrı, çiçekleri ayrı; ama kaynakları hangi ekolden, hangi öğretiden olurlarsa olsunlar birdir. Yani Mevlana da Hacı Bektaş Veli de Şah-ı Nakşibendi de İbn-i Arabi de ayrı ayrı hikmetlerin sahipleridir, ayrı ayrı bahçelere ve ayrı ayrı çiçeklere sahiptir; ancak onları besleyen kaynak açısından birdirler.

Anlayacağınız üzere sıradan halkın masum görünümlü inanışları, masum görünen demekle halkın kötü niyetli olduğunu kast etmedim, hakikati perdeliyor, örtüyor, saklı kalmasına yol açıyor. Muhtemelen hakikat dile getirildiğinde ruhtan habersiz göçebe-köylü takımı bunu olabilecek en basit şekliyle, ruhtan soyutlayarak algıladı ve Hacı Bektaş Veli’nin gerçekten de bedensel olarak güvercine dönüştüğüne inandı. Oysa nasıl ‘Tanrı Kuzusu’ İsa Mesih, bedensel olarak kuzuya dönüşüyor, kırlarda hoplaya zıplaya geziyor değilse de semavi olarak kuzu formuna bürünmüşse, Hacı Bektaş Veli de tam olarak aynı şekilde semada güvercin formunda görünüyordu.

Tekrar ediyorum, Hacı Bektaş Veli kanatlanarak bu topraklara uçmadı, o zaten ruhen kanatlanmış, göğün üst katlarına uçmuştu zaten bu topraklara geldiğinde, yoksa ona yetki verip de buralara göndermezlerdi. Ve evet, o topraklar üstündeki her yetki sahibi güvercin formundaki bu ruhun gelişinden haberdardı; çünkü benliği aşamamış, bedenin dışındakilerden habersiz olan eren olabilir ancak yetki sahibi bir pir olamaz.

Önemli olan işin hakikati; hakikati bir daha tekrar edelim. Bizim açımızdan şu çok önemli: Semadaki her ruh işlerine, duygularına, hatta düşüncelerine göre bir görüntüye bürünür. Barışçıl düşünceler, huylar ve tavırlar ana karakter hâlini aldıkça yavaş yavaş güvercin formuna bürünülür. Yok tam aksi huylar hüküm sürüyor ise yavaş yavaş bir kurt veya kan dökücü hayvanlardan birinin formuna bürünülür. Güvercin olanlar kanatlanıp semanın yukarı katlarına uçabilir, kan dökücü olanlar hâliyle aşağılarda kalır. Hani Mevlana Mesnevi’de der ya, “Karıncadan file hepsi de ailenin bir üyesidir. Ve Allah da ne güzel bir aile reisidir.” diye. İşte buradaki fil de karınca da semada ruhların büründüğü formlardır, doğadaki formlar değil. Elbette doğadakiler de Allah’ın kulu ancak ailesi değiller. Yoksa yasaklanmış işlere bulaşıp aşağı katlara çöken ruhlar da var hâliyle, bunlar Allah’ın ailesi olabilir mi, cehennem ehli diye adlandırılan güruh karanlığın ailesidir. Orada da hiç merhamet bulunmaz; doğadaki düzene bakın, anlayın işte. Gücü yeten yetene.   

“Bu tasavvuf kültüründe yalnızca mucize anlatıları yok, şeyhler, şefaatçiler, mehdiler de eksik olmuyor ne hikmetse. Nereden kaynaklanıyor bu?”

Kutsallık Nedir ve Nerededir Üzerine bölümü ile İman Üzerine bölümünü okumuşsanız vardığımız her sonuçta kutsallığın insana çıktığını görmüşsünüzdür. O bölümleri okursanız uzun uzadıya, nedenleri ve nasılları ile bu sonuca nasıl ulaştığımızı görürsünüz. O bölümler burada tekrar yerleştiremeyeceğim kadar uzunlar.

Tekrar ve tekrar söylemekten usanacak değilim: Kutsallık insandadır, kutsal olan da kutsallığa ulaşmış insandır. Dinsel jargonda nefs-i emmare diye adlandırılan bilinç düzeyinde kalmış, ego-nefs-benlik hizmetçisi toplulukların bu gerçeği suiistimal etmesine bakmayın, onlar zaten her şeyi benliklerini hizmetine kullanmazlar mı? Allah’ı da, dini de, onuru da, siyaseti de, vatanı da… Aklınıza gelebilecek ne varsa, onu kendi menfaatine fayda sağlamak için kullanacak olan ve halihazırda kullanmakta olan büyük bir topluluk vardır. Fakat bunların varlığı gerçeği mi değiştirecek? Gerçek, kutsallığın insanda olduğu ve insanın kutsal olduğudur. 

İman insanadır, gökte yer aldığı düşünülen bir tanrıya değil. Çünkü kişi onun ne olduğunu bilmediğine göre o iman değil zan olur, kendi zannına iman ediyor olur. Gerçi o iman da insanı yükseklere çıkarabilir; ancak yolu gösteren ruhsal rehberler yine insanlar olacak ve insanın çıktığı yerde göreceği burada dediğim üzere olacak yine: Oraya girişin en kolay yolu, dinsel jargonla yazıyorum, ‘nefsini bilip Rabb’ini bilmiş ve bulmuş, Hakk’ın gönlüne girmiş ve Hakk’ı gönlüne sığdırmış bir kul’ tarafından seçilmektir. Çünkü o kul artık ‘padişah’ hükmü taşımaktadır. Bunun için İsa Mesih: “Bana gelmeden Baba’ya ulaşamazsınız.” dedi. Ha, diğer yol da mümkün, fakat bu kadar kolay değil. Kolay yol varken neden zor yolu seçesiniz?

Yunus der ki ey hoca

Gerekse var bin hacca

Hepisinden eyice

Bir gönüle girmektir

En iyi ve en doğru yol bedeni aşmış, gerçek gönül sahibi olmuş birinin gönlüne girmektir; bu gerçeği dile getirmek için döktü Yunus Emre bu şiiri. Yoksa Zen Budistleri veya Hint yogalarının yolu da yanlış değil, yanlış olsa onları yukarı taşımazdı. Fakat internetten araştırın bakın bakalım, ne teknikler kullanıyorlar, kolay iş mi yaptıkları? Örneğin güzel bir insan olan ve Yürüyen Adam diye bilinen Budist üstat Thich Nhat Hanh’ın, telaffuzu zor geldiyse Nihat Han diye kısaltabilirsiniz, hem böylece ismi Türk beyleri gibi olur, aydınlanma için yanlış anımsamıyorsam yirmi yıl yürüyüş meditasyonu yaptığı söylenir. Yirmi yıl yahu, Türkiye’de yaşıyoruz, kaçımızın önünde yirmi yıl var acaba? Ha yine inat ederseniz, yürümeye şimdiden başlayın; fakat yollara dikkat, kenardan kenardan yürüyün, aydınlanıyorum derken gördüğünüz ışık karşıdan gelen kamyonun farı olabilir.

“Arkadaşım ben malı mülkü boş vermeyi, bir elbise parçasıyla yaşamayı, her gün, günde on saat nefes teknikleri denemeyi seçerim istersem, kimse de bana akıl veremez.”

Haklısınız, gerçekten de karışamaz kimse. Ama bunları yapmazsanız, şunu bilin ki tüm gün evde oturup video oyunu oynayarak, çaba göstermeden, fedakârlık yapmadan, çile çekmeden kurtulacağınızı düşünüyorsanız %99 ihtimalle şeytan tarafından kandırılıyorsunuz. Yani yok öyle, ‘Tam maç izliyordum ki aydınlanma geldi.’ Fakat arada elektrik gidip geliyor, voltaj bazen yükseliyor, belki onu aydınlanmayla karıştırabilirsiniz.    

Tekrar ve tekrar söylemek durumundayım, iman insanadır. Klasik din anlayışı birçok konuda olduğu üzere bu konuda da yanılgı içinde. Denir ki şeytan Âdem’e eğilmeyi reddettikten sonra bunun yerine taşa, dağa, ağaca; Âdem haricinde ne varsa hepsine secde etmeyi teklif etmiş, hatta yapmış, fakat reddedilmiş. Duyulmuş geçmiş zaman kipinde kullanıyorum, çünkü bunu bir yerde duydum, doğruluğundan emin değilim. Fakat doğru olsun olmasın, şu kadarını biliyoruz ki şeytanın tüm inadı Âdem’e yani insana secde etmemeyedir. Dolayısıyla düşünün bakalım, Âdemoğulları neden kendilerinde kutsallık olduğuna inanmak istemezler? Âdemoğullarında kutsallık olmadığına insanları ikna eden kim olabilir?

Peygamber’in miraç olayını bilirsiniz. Gerçi o olaya da mucizeciler el atmış, yanlış yorumlamıştır, Peygamber’in öyle bedensel olarak göğe ışınlandığı falan yoktur, ancak konuyu dağıtmayalım, başka bir şey konuşacağız. Etrafa miraca çıktığını anlattığında müşriklerden biri hemen Ebubekir’in kapısına koşar, böyle dedikoducu tipler her yerde vardır zaten, “Arkadaşın bize böyle böyle şeyler anlatıyor. Şimdi ne diyeceksin bakalım?” minvalinde sözlerle onu sıkıştırmaya çalışır. Ebubekir de sakince der ki “Muhammed öyle dediyse doğrudur.” Hiç şüphe duymaz. Fakat iyi düşünün, Ebubekir’in imanı kimedir, Allah’a mı Muhammed’e mi? Muhammed’in peygamberliğinin ilk yılları daha, Ebubekir Allah hakkında daha pek bir bilgiye sahip değil, Kuran’ın 23 yılda tamamlandığını hatırlayın, yalnızca peygamber olduğuna ve ondan duyduğu birkaç bilginin doğruluğuna iman ediyor. Anlayacağınız imanı Muhammed’e. İnsana.

Yine aynı şekilde İsa Mesih havarilerini yolda yürürken tek tek çağırır onlar da ona iman ederek takip ederler. Yani düşünün, oturmuşsunuz mis gibi vergi topluyorsunuz, biri çıkıp geliyor ve diyor ki: “Beni takip et.” Gerçekten bundan fazlasını söylemiyor, uzun uzun açıklamalara girmiyor yani. Matta da oturduğu yerden kalkıp onun takipçisi oluyor, o kadar. Mutlaka peygamberliğine dair perde arkasından bir işaret göstermiştir elbet. Fakat bizim için önemli olan şu: İsa Mesih’in takipçilerinin imanı da İsa’yadır, yani insana. ‘İnsanoğlu’ diyor zaten İsa kendine. Önemlidir insan olmak; hakikatte insan olandan doğmak daha da önemli.

Bu dünya insanların Allah’ın isimlerine aynalık yapmak üzere var olduğu yerdir. Allah’ın farklı isimleri hâliyle farklı çalışmalar gerektirir ve belli bir isme aynalık yapmak için gerekli çalışmaları yapan herkes Allah’ın farklı isimlerine aynalık edebilir. Örneğin hak eden her kişi Allah’ın Hâdi ismi hazinesine sahip olarak insanlara şefaat etme yetkisi kazanabilir. Peki öyleyse Hâdi ismine vakıf olana ne denir: Mehdi. Mehdi kelimesinin kökü Allah’ın Hâdi adıdır, ondan türemiştir. Mehdi demek Allah’ın Hâdi ismine aynalık eden, o hazineye ulaşmış kimse demektir. Dolayısıyla mehdi diye şefaat etme yetkisine sahip, kurtarıcılık hakkını elinde tutana denir.

Diğer dinlerde olduğu üzere Müslümanlarda da belli bir mehdi beklentisi var, bekleyip duruyorlar. Bu beklentiyi karşılamak üzere tarih boyunca mehdi olduğunu iddia eden nice kimseler çıktı. Beklenen özel mehdi gelir mi gelmez mi bilemem ancak bu dönemde de her kişi mehdi, kurtarıcı, yani ruhta şefaat yetkisine sahip kişi olabilir. Ortaçağ boyunca Anadolu’da mehdi türeyip durması da boşa değildi, aralarında mutlaka sahtekâr, yalancılar vardı, belki de çoktu; gelgelelim bir kısmı da kendini temizleyerek Allah’ın Hâdi ismine aynalık eden, gerçekten hazineye kavuşmuş, şefaat yetkisi elde etmiş, mehdiliğe yani kurtarıcılığa ulaşmış kimselerdi. Pir Sultan Abdal da “Yâr odur ki ahrette şefaat ede.” derken bu mehdilerden, kurtarıcılardan bahsediyordu işte. Alttan alta da, seni sonsuzlukta kurtaramayanı yâr, sevgili tutma, diyordu.

Her tasavvufî ve mistik hikâyede mutlaka bir hazine metaforu bulunur, işte bahsedilen hazine Allah’ın isimleri ve onların sağladıklarıdır. Ruh âleminde hazinelere ulaşanlar hazine sahibi olarak dileğince saçabilir. Örneğin Şah İsmail kendisi hakkında “İnci, mercan saçar.” diye beyitler yazmıştır. Devlet başkanıydı, dünya incileri de saçmıştır muhakkak, ancak kast ettiği bu değildi. Hakk sohbetlerinde saçtığı incileri kast ediyordu, yani deyişlerinden. Çünkü burada gerçekleştirdiğimiz her eylem hatta her düşünce o âlemde surete bürünür; dolayısıyla Allah hakikatinden gelen sırlar, bilgiler de inci, mercan ve değerli taşlar suretine bürünür. Allah ile ilgili sırların yeryüzü hazineleri biçiminde görünüyor olması gayet normal; Allah katında Hakksal sohbetler çok kıymetlidir ve yeryüzünde de mücevherattan daha değer verilen bir şey yok. Birbirlerine denk gelirler. Yalnızca bunlar değil, yaptığımız her iş, yeterince yoğun yaşadığımız duygular ve takip ettiğimiz fikirler; hepsi yapılarına uygun suretlere bürünür. Örneğin yaptığımız güzel işler para veya daha kıymetli, daha zor işler yapılmışsa altın suretine bürünür; altın topladığını görürsün.

Anlayacağınız o âlemde gördüğümüz şeyler bizim bu âlemdeki algımıza, algılayışımıza göre şekillenir. Örneğin eskiden insanlar bedenleriyle ilgili hakikatten haber alacağı zaman at veya eşek görürlerdi. Bu nedenle tasavvufta at ve eşek metaforu yaygındır. Oysa bugün bizler, bedenimizle ilgili haber alacağımız zaman bizim gözümüze ne olarak görünür sizce: Araba, doğru bildiniz.

“Yani elini eteğini öptüren tarikat şeyhleri, onlara tapınan müritleri haklılar mı?”

Öyle bir şey demedim. Tasavvuf milleti yerlere kapaklandırmak, zelil ve rezil etmek için değil kendini kontrolü öğretmek, sağlamlaştırmak, karnının ve cinsel organının istekleri peşinde sürünenleri ayağa kaldırmak içindir. Gidip el etek öpmek tasavvufun işlerinden falan değildir, insanlar buna evrildi diye tasavvuf öğretisini suçlamak ne kadar adil?

Hadisleri okuduysanız bilirseniz, Peygamber tırnaklarını ve saçlarını kestiğinde halk yerde kalanları toplamak için kapışırlar; bu iş Peygamber’in hatası, suçu mu? Hatta daha beterini söyleyeyim, Peygamber bir gece yarısı sıkışınca kalkar, bir kaba işer ve yatağın altına koyar. Sabah kalktığında onu içilmiş bulur. Oysa en yakınında bulunan, “O benden, ben ondanım.” dediği Ali, ki kendisi tasavvuf öğretisinin başı, hiç de bu tipten zırvalıklara falan girişmemiş, eğilmemiş bile, dik durmaktan başka yaptığı ettiği yok. Peygamber’in ne yaptığı, ne öğrettiği ortadayken halkın yaptıkları için öğretini suçlamak hakça olur mu? Eli vicdana koymak gerek.

Peki, halkın yapıp ettiği aksine tasavvuf öğretisi ne diyor bu konuda hiç merak etmediniz mi? Madem öğretiyi suçlayacaksınız, öğretinin kendisinden hareketle suçlamak daha düzgün bir davranış olmaz mı? Böyle kimselere yalnızca tek dörtlük cevap olmaya yeter. Sazı Hacı Bektaş Veli’ye verelim, neden, çünkü ortada bir saz varsa elbet onu bir Alevi can çalmalıdır:

Hararet nardadır, sacda değildir

Keramet baştadır, tacda değildir

Her ne arar isen kendinde ara

Kudüs’te, Mekke’de, haçta değildir

‘Dinsel simgelere, dinsel nesnelere, dinsel ögelere kutsallık atfetme, kutsallık sende’ diyor özetle. Yani kutsallık insanda, sen de insan olduğuna göre aynı zamanda sende. Bu da demektir ki aslında kendisi kutsallığa ulaşmış kişi olan ruhsal rehberin vazifesi kişiye kendi içindeki kutsallığa giden yolu göstermek, öğretmenlik etmektir. Peygamber’in halk içerisinde, halktan biri olarak yaşadığı düşünülürse, öylesi kendini beğenmişliğin yanlışlığını görmeye veli olmak gerekmiyor.    

Durumun post kısmının anlaşıldığını düşünüyorum. Fakat bir olayı tam olarak kavrayabilmek için tüm taraflarıyla incelemek şarttır. Biz işin post tarafı üzerine konuştuk, halk tarafı eksik kaldı. Eğer halk tarafını anlamazsak bu işlerin neden böyle süregittiğini kavramamız asla mümkün olmaz. Bir de onlara adeta tapınan halkın neden öyle davrandığını konuşalım, bu durumu tam olarak anlayalım.  

Putperest bilinç, diyeceğim; ayrı ayrı pek çok bölümde bahsettik ama yine tekrar olsun, çünkü cevap bu. Homo sapiens dediğimiz türümüzün bilinç düzeyi olarak en düşük katmanı putperest bilinçtir. Bilinç düzeyinde, insanlık dediğimiz adımın daha ilk katmanı olan putperest bilinci aşamamış insanlar ‘tapınıcı’ bir yapıya sahiptir, yani güçlü ve üstün olduğuna inandıkları ne varsa korkularından ötürü bunlara tapınabilirler. Bu korkular türlü türlüdür, aç kalma, evlatsız kalma, acı çekme, hazza ulaşamama… İçeride yer alan esas putlar bunlardır, dışarıda tapınılan tanrı suretleri aslında bunların tatmini içindir yalnızca. Ne olursa olsun, tapınıcılığın tek sebebi ‘korku’ duygusudur. Korku dolu halk her şeye tapınabilir; tanrılara, liderlere, şeyhlere, nesnelere. Esasında tüm arzuları derinde yatan acıya ve ölüme karşı duyulan korkuyu gidermektir.

Anlayacağınız, putperest bilinç dediğimiz bu düşük bilinç katmanından kurtulmak ve onu aşmak için yapılması gereken en öncelikle dış dünyaya duyulan ‘korku’ duygusunun giderilmesidir.    

İşte tasavvuf da burada devreye girer. İnsanı şartlanmalarından, ön yargılarından, reflekslerinden, en nihayetinde tüm korkularından sıyırmak için verilen ruhsal eğitime diyoruz biz tasavvuf diye. Şems, Mevlana ile tanıştığında Mevlana onu evine davet eder bildiğiniz üzere. Gecenin bir vakti olduğunda Şems der ki “Ben geceleri şarap içmeden uyuyamam. Hadi git de bana şarap al.” Şimdi burada bir araya girmek isterim, misafirin iyisi kendi şarabını getirendir arkadaşlar, böylece ev sahibi de nasiplenir, yani Şems olmadığınız sürece millete yatıya gidip bir de üstüne şarap istemeye kalkmayın. Gelgelelim Mevlana için bu zor bir durumdur, hayır alkol fiyatlarının yüksekliğinden değil, henüz AKP yok o dönem, çünkü Mevlana pek çok takipçisi bulunan, tanındık bilindik bir cami hocasıdır. Önce irkilir, kabul etmekte zorlanır; fakat Şems bir iki bir şey daha deyince zoraki gider. Gizliden meyhanelerin olduğu sokağa, bugün biz barlar sokağı diyoruz buralara, girer, bir testi şarap alır. Cübbesinin içine sokar, kimselere göstermeden eve dönmektir niyeti. Fakat takipçilerinden biri onun sokağa girdiğini görmüştür, üstelik etrafına küçük bir kalabalık da toplamıştır, yolunu keser. Cübbesinin içinde gizlediğini çıkarttırırlar, Mevlana’nın sağına soluna, kafasına vururlar.

Şems neden Mevlana’yı gecenin bir vakti meyhaneye yollar? Gerçi Mevlana o gece bilmiyordu, ama bizler Şems’in her gece en az bir litre şarap içmeden uyuyamayan yapıda biri olmadığını, yaptığı işin arkasında bambaşka bir amacın bulunduğunu biliyoruz. Şems, Mevlana’yı oraya gönderdi çünkü Mevlana’nın halk içinde yüksek bir itibarı vardı, bu itibar onun egosuna eklemlenmiş, Mevlana’nın gerçek kişiliğini gölgeliyordu. Yani Mevlana’nın ruhen özgür kalabilmesi için takipçisi bildikleri tarafından azarlanması, aşağılanması, saldırıya uğraması gerekiyordu. O gece yaşananlar onda, kendi kurduğu gerçeklik algısının yıkılmasına yol açtı.

Mesnevi’yi, Divan-ı Kebir’i, Fihi Ma Fih’i ve Şems’ten geriye kalan şiirlerle, yazıları bir yana koyun. İşte tasavvuf dediğimiz öğreti tam olarak Şems’in o akşam Mevlana’ya uyguladığıdır. Tasavvuf egoyu ezmek, yenmek, zincirlerinden kurtulmak, özgür kalmaktır. Tasavvuf öğretisi ancak bu amaç üstüne kuruludur. Geri kalanı edebiyattır, öğretinin kendisi değil.

“Tasavvufu öve öve bitiremedin de halkı pasifliğe itiyor, atalet getiriyor. Bu da mı doğru değil?”

Ruh eğitimini savunan birinin hayır cevabıyla birkaç paragraf savunu döşemesini beklersiniz. Ancak ben objektif olmayı severim. Buna yanıtım ne evet ne hayır, hem evet hem hayır olacak. Tasavvufta bir bölüm öğretiler durulmayı, durgunluğa ulaşmayı hedefler ve hâliyle takip yolu olarak pasifliği seçer. Bu açıdan Zen Budizm’i ile benzerlik gösterdiği söylenebilir. Bir bölüm öğreti ise ilahi aşka neşeyle, coşkuyla ulaşma yolunu tercih eder; bu öğretiler de aktif gücü temel almışlardır. Anadolu’da en yaygın iki ekol, Bektaşilik ve Mevlevilik bu iki yola iki ayrı örnek teşkil eder. Mevlevilik durgunluğu, pasif gücü, Bektaşilik coşkuyu, aktif gücü temel alır. Mevlâna okyanustur; durgunluğa ulaşmış, sessizliğe bürünmüş, kabul edici. Hacı Bektaş Veli ise güneş; enerji dolu, cömert, yol gösterici.

Yani tasavvuf pasifliğe iter mi? Durulma ile egoyu fark etme yolunu seçerseniz, pasifliğe itmesinden daha doğal ne olabilir? Fakat bunun sizi haksızlıklara karşı koymaktan geri bırakma yönünde ‘pasif’ yapması gerekmez. Mahatma Gandi de pasif bir yol tutmuştu, fakat bu onu bir halkın önderi olmaktan alıkoymadı. Gelgelelim siz doğası itibariyle daha enerji dolu, dışa açık bir kişilikseniz Bektaşilik gibi umursamaz, neşeli, coşkulu bir yol size daha uygundur.

Eğer tasavvufun her yönünün insanı pasifliğe ittiğini düşünmek gibi bir hataya düşerseniz, İslam’ın Batı’ya kadar yayılmasında militan dervişlerin rolünün büyüklüğünü aklınıza getirirsiniz, bunların da neredeyse tamamı Bektaşi’ydi veya Yesevilikten, Bektaşilikten türeme tarikatlara mensuptu. Osmanlı’nın yüzyıl evvel çekildiği topraklarda bugün hâlâ bir Bektaşi tekkesi bulursunuz. Üstelik yalnızca dinsel savaşlarda değil, içsel dengenin sağlanması açısından da tasavvuf epey rol oynadı. Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Anadolu’da sarayın yoğun haksızlıklarına karşı yükselen isyanlarda başı çeken ve halkı örgütleyenler genellikle tasavvuf erenleri ve pirleri olmuşlardı. Sonra Anadolu’da düzenin yine tasavvuf sayesinde Ahilik örgütleriyle sağlandığını da bilmek gerek. Tasavvuf Anadolu’nun imarında muazzam bir role sahiptir. Hele de Hacı Bektaş Veli’nin perde arkasında koca bir coğrafyayı şekillendirdiği düşünülecek olursa, tasavvufun bir kısım öğretilerinin hiç de pasif olmadığı aşikârdır. Emin olun, tarihte dervişlerden daha aktif gruplara denk gelmeniz zordur; gelecekleriniz de Tapınak Şövalyeleri gibi zenginlik için savaşan gruplardır ki ahlak yönünden dervişlere yakın oldukları dahi söylenemez.

“İslam dünyasının geride kalmışlığına sebep tasavvufun pasifliğe itmesi değil o zaman?”

Bu soruya yanıt aramadan önce yalnızca bu toprakları değil tüm İslam âlemini göz önüne almak daha sağlıklı bir geri dönüş sağlayacaktır. Çokları Arap kültürünün ve toplumlarının gerilemesini Moğol istilasına bağlar, oradan sonra toparlanamadıklarını söyler. Fakat Anadolu da Moğol istilası geçirmedi mi, üstelik bir de Emir Timur geldi onun ardından, Osmanlı’da fetret dönemini başlattı. Petrolün bulunmadığı Arap coğrafyası bugün gelişmişlik açısından bizim ülkemizden daha geride, nasıl buna bağlanabilir o zaman? Petrolün bulunduğu yerler de zenginlik açısından gelişmiş ancak ahlaksal yönden hiç açıcı yerler değil. Madem tasavvuf suçlu, bu ülkeleri geriye çeken ne oldu?

Burada sorulması gereken şu: Madem tasavvuf insanları pasifliğe itiyordu da neden tasavvufun hâkim olduğu Anadolu toparlanabilirken İslam’ın yayılmış olduğu diğer bölgeler toparlanamadı? Buradan bakarsak tasavvufun İslam’ı uyuşturduğu değil İslam’ı canlandırdığı sonucuna varmamız gerekir. Fakat söylediğim üzere objektif olmayı severim ben, bunun sorumuzun tek cevabı olmadığını da biliyorum, onun için savunumu bunun üstüne kurmayacağım.

İşin doğrusu şu ki her öğreti kendi artıları ve eksileriyle gelir. Tasavvuf da, hangi yolu seçtiğinize bağlı olarak, farklı artılar ve eksilerle gelir. Pasifliği tercih eden bir yolu takip ederseniz pasifleştirir elbette. Allah Hacı Bektaş Veli’den razı olsun, onunki gibi aktif bir yolu takip ederseniz uçurabilir de. Fakat onun da kendine ait eksileri olur. Bu yüzden bana, insanın yapması gereken bir yola saplanıp onu artılarıyla ve eksileriyle almak yerine dengeyi esas alarak her zaman doğruyu bulmaya çalışmasıymış gibi geliyor. Ancak bunun bile her zaman doğru sonuca çıkaracağı meçhul be kardeşim. Hayat öyle matematiksel bir veri değil ki hesaplayasın, düşe kalka, yanlışa sapıp doğruyu araya araya devam edeceğiz işte.

“Allah Atatürk’ten de razı olsun, Anadolu’nun gelişmişliğinde payı yok mu, demedin?”

Elbette Mustafa Kemal Atatürk’ün hem ülkeyi hızlıca modernize etmesi hem de klasik dinsel algılayışın tahtını sarsması suretiyle bunda büyük payı olduğu aşikâr. Severiz de Allah razı olsun da deriz. Herkes her politikasını doğru bulmak, onaylamak zorunda değil, yaptığı bazı işleri yanlış olarak görebilirler; fakat bana kalırsa klasik dinsel anlayışa alan bırakmayışı, üstüne gidişi asla bunlardan biri olarak görülemez, görenin kendisi yanlış içindedir. Bu anlayışın yayıldığı toplumları her yönden nasıl da gerilettiğine günümüz iktidarı sayesinde biz de şahit olmadık mı? Bugün ülkeyi esir alan yozlaşmışlık bizlere bir kere daha kanıtladı ki İslam topraklarında geride kalışın sebebi tasavvuftan çok daha önce bin yıl öncenin anlayışını oluşturan mezhepsel, şer’i yaşantı algılayışı. Bu anlayış sahipleri tasavvufa geçmek zorunda değil ancak anlayışlarını ve kendilerini yenilemek zorundalar; yapmadıkları müddetçe geride kalmaya da geride bırakmaya da mahkumlar.  

Burada da sorulması gereken esas şudur: Neden klasik mezhepçi anlayış, tasavvuftan uzaklaştıkça içe kapanıyor, sertleşiyor, üstünlükçü inanışlara kapılmaya başlıyor? Bunu yalnız Ortaçağ’da değil, yakın geçmişte de gördük, Maraş, Çorum, Sivas katliamları daha dündü. Ne zaman tasavvufun mezhepler üstündeki etkisi azalsa mezhepler katılaşıyor, koyulaşıyor. Bakın buna Alevilik de dâhildir, yalnızca Sünniliğe özgü değil bu iş; İran’ın Alevileri Bektaşilik ile insancıllığı seçmiş bu toprakların Alevilerinden çok daha serttir. İlginçtir, bu iş bu dine bile özgü değil; Katolik Kilisesi de aynı şekilde yol aldı. Katoliklerin Protestanlarla kavgaları, aradaki kıyımlar, yıkımlar 1600’lerde Avrupa’yı derinden sarstı, mahvetti.

Biz kendimize dönelim: Demek ki İslam’ın geride kalmasına tasavvuftan çok mezhepçi bakış açısı sebep. Aslında daha doğrusu şöyle demeli: İslam’ın geride kalması, İslam’ın Ortaçağ dünyasını okuyuş şekli olan şer’i anlayışa fazla bağlı kalmasından. Nasıl ki çocukluk, ergenlik döneminde dünyayı okuyuşunuza saplanıp kalmıyor, yetişkinlikte yeni bakış açısı ediniyorsanız, toplumlar ve inançlar için de durum aynı olmak zorundadır. Şartlar değişince işlere yeni bakış açısıyla bakmak zorunlu hâle gelir. Veya hayatı okuyuş, geride kalan durumların okunmasıyla ortaya çıkmış ve son kullanma tarihi üzerinden epey geçmiş yöntemlerle inatla bağlı kalınarak yapılır ve böylece ya sefalet içinde yaşanır ya da hayatı okuyabilen toplulukların kölesi olunur.

Sanayi Devrimi ile dünyanın değiştiğini kabullenemeyen, eski davranış biçimlerine takılıp kalmış, terk etmemekte ısrarcı, dolayısıyla hayatı okuyamayan İslam Dünyası’nın hâli de takdir edersiniz ki tam olarak böyle bir durumdadır. Şehre yeni gelmiş, adetlerini terk edememiş, geleneği din olarak algıladığından terk etmeyi bile kafasından geçirmeyen köylü, İslam Dünyası’nın portresini yansıtır. Bu köylüler ‘lümpen’ diye sınıflandırılır ve çoğalıp kısa dönemli başarılar elde etseler de nihayetinde başarısızlıktan başka bir netice çıkaramazlar. Çünkü onlar için ideal olan eskidir; bu yüzden yeni bir anlayış arayışına girmezler, zaten bunu üretecek bir irfanları da bulunmaz. Böyle işler için büyük irfan sahipleri gerekir.      

Örneğin Hacı Bektaş Veli öyle büyük, öyle etkili bir ruhsal rehberdir ki Anadolu’nun manevi mimarı saysak yeridir. 14.-15. Yüzyılda Anadolu’nun hiçbir yöresinde eren, pir eksik kalmamıştır sayesinde. Bu yüzden doğrudan ve dolaylı yoldan elinden yetişen “doksan bin Urum ereni” anılarak gülbank açar Bektaşiler, sonra yetkileri yükselte yükselte sayıyı düşüre düşüre gülbanga devam ederler; erenler, pirler, yetmiş ikiler, kırklar, on ikiler diye gider. Bunlar kargaşa içindeki topraklarda göçebeleri eğitmiş, ticarete, asayişe, düzenin sağlanmasına büyük katkıları olmuştu. Bugün hâlâ Balkanlarda yaygın olan bir irfan, ta nerelere yayıldığını düşünün artık. Ne zaman mezhep çatışmaları baş gösterdi, Yavuz Sultan Selim işe Şah İsmail kavgası patlak verdi, onun etkileri silindi, Anadolu’nun düzeni yerle bir olmuştur. Tarih derslerinde anlatmazlar, daha Kanuni döneminde Anadolu kargaşaya teslim olmuştur. İşte bu durum bile başlı başına tasavvufun Anadolu’daki olumlu etkisinin kanıtıdır.   

Tasavvuf ehli yüzyıllarca yıl klasik dinsel algılayış sahipleriyle karşı karşıya geldi. Çünkü insana sevgiyi aşılamak için, adalet aşılamak için, vicdan sahibi yapmak için verilen eğitimin adıdır tasavvuf. İnsanı daha ince, daha latif kılmak için verilir. Aynı şekilde diğer dinlerde de mistikler ve ruhçular klasik dinsel algılayış sahipleri tarafından hor görüldü; ruhu kurallardan öne almalarından hoşlanmadılar. Klasik dinsel anlayışın takipçileri kurallara takmıştır, dini kurallarla boğar, içinde boğulur. Yalnızca İslam adına geçerli değil bu, yeryüzünde hiyerarşik olarak örgütlenmiş her dinde kitleler klasik dinsel anlayışa saplanıp kalmıştır. Ekonomik sebepli olanlar dışındaki dinsel kavgalar da bu çoğunluğun kural tapınıcılığı yüzünden çıkmıştır hep. 

Tasavvuf ezildikçe peydahlanan köktenciliğin tam tanımını anlayabilmek için 4. Murat dönemi göz önüne alınsa yeter: O dönemde tam da anti-tasavvufçu kesimin istediği oldu, tasavvuf ötelendi ve tahmin edin yönetimi nasıl kimseler ele aldı: Yönetimi ele geçiren Kadızadeliler oldu, bu adamlar tasavvufu düşman olarak görüyordu. Kadızadeliler üstüne çok şey yazabilirim, acayip şeyler; mesela kaşık kullanmanın helal mi haram mı olduğunu tartışmaları gibi örneğin. Ancak gereği yok, siz sadece şu tek yazdığımdan bile nasıl adamlar olduğunu çıkardınız zaten; Ali düşmanı haricilerle aynı türdenlerdi. İşte tasavvuf gittiğinde bunlar geliyorlar.

“İyi de Atatürk tekke ve zaviyeleri kapatarak tasavvufa darbe vurmuş olmadı mı?”

Atatürk tekke ve zaviyeleri kapatırken, bilinçleri şeriattan bir gıdım yükselmemiş, ruhtan habersiz tarikatları ezmiş oluyordu. Hakikat ehli gerçek bir ruhsal rehber, pir maddede mekân tutmak zorunda değildir, maddenin zincirlerinden kurtulmadan pirlik payesi edinilmez, bunu bilin. Gerçek pir manada gezer, maddede değil. İsterse onu zindana atsınlar, o oradan yine halkı irşat etmeye devam eder. Gerçek pirin dershanesi tekke veya zaviye değildir, hayatın kendisidir. Ruhla ilgili bölümde bu konu tartışılmıştı, oradan alıntı yapayım, çünkü buraya birebir uyuyor, çok açıklayıcı olur:

[Şöyle bir kutsi hadis vardır: “Ben sevdiğim kulumun gören gözü olurum, Benimle görür, işiten kulağı olurum, Benimle işitir, işleyen eli olurum, Benimle iş görür.” Bu ne demek? Şöyle sorayım; Allah insanı ne için yaratmıştı? Kendine halife olarak. Bir kral, herhangi bir nedenden tahtını birine geçici süreliğine devrettiğinde o kişi kral naibi olur, kral adına yönetir, kral adına hükmeder. Makam sahibinin yetkilerini donanmıştır, devlet artık onun eliyle işler. Kısacası o kişinin kendisi kral demektir. Dolayısıyla biri gerçekten Tanrı velisi ise bütün âlemi Tanrı’nın gözüyle seyredebilir demektir, yani Tanrı velilerinin birini görmesi için bırakın yol tepmeyi eşiğinden dışarı bir adım atması gerekmez. O bedeninin bulunduğu daracık odadan bütün kâinatı görebilir, duyabilir, emrini de her zerreye geçirir. Eğer Tanrı “Ben gece karıncanın yürürken attığı adımı işitirim.” diyorsa ve aynı Tanrı sevdiği kulunun kulağı oluyorsa, öyleyse Tanrı sevdiği kulu olan veli de gece karıncanın yürürken attığı adımı işitir; işitmiyorsa veli falan değildir. Hani tekke ve zaviyeler kapatıldı diye tarikatçılar falan çok atıp tutar Atatürk’ün arkasından; işte bu hakikati bildiğinizde böylelerinin baskın kısmının sahtekâr takımından olduğunu ve esas kızgınlıklarının eski dönemlerdeki gibi halkı kolayca kandıramayacaklarına olduğunu kolaylıkla çözersiniz. Çünkü gerçek bir pir, mürşit, şeyh, ruhsal rehber, nasıl adlandırırsanız artık, eğitim vermek için taştan, çamurdan yapma mekânlara ihtiyaç duymaz; ona kâinatın kendisi ve her noktası dershanedir. Gerçi böyle deyince Hababam Sınıfı’nın okul kapanıp da ormanda ders yaptığı bölümden arak gibi gelmiştir kulağa fakat öyle değil, hakikatin kendisidir bu: Her an ve her yer O'nun dershanesidir, dolayısıyla velinin de dershanesidir. Anlayacağınız madde boyutunu aşamamış kişi ruhsal rehber veya pir falan değildir, ya taklitçiliği hâlin kendisi zannediyordur ya da düpedüz sahtekârdır.]

Tasavvuf üzerine yeterince konuştuğumuzu düşünüyorum. Son sözlerime geçeyim artık:

Açık konuşacağım, tasavvuf ahlakıyla düzenlenmiş bir hayat özlemi içerisindeyim. Düşünüyorum, nerede kendi eşi dışındaki her kadını ‘bacı’ olarak gören kültür, nerede bugünkü her kadını zevk aracı olarak gören yoz kültür. Sadece tasavvuf öğretisinde değil, eski solcular ve sağcılar da genellikle kendi eşleri dışındaki kadınlara ‘bacı’ gözüyle bakardı, çok yozlaşmış değillerse. Hiç eski solcu tanımadıysanız bilmeniz zor tabii. Hayır, siyasi bir tartışma açmıyorum. Demek istediğim şu ki, eskiden bizde kadınlar ikinci sınıf mıydı, biraz. Klasik dinsel anlayışın etkileri işte. Ama onun da öncesi dönemde yaşamın içindeydi, erkekle aynı saftaydı. Bugünse çok bozulmuş, yozlaşmış bir kültür hâkim; hem sol hem sağ adına.

Bakın mantıklı olan kadının Batı kültüründeki gibi ‘prenseslik’ özentisi içinde, kendini ilginin hedefi hâline getirmeye çalışması veya Araplardaki gibi ikinci sınıf insan sayılıp evlere tıkılması değildir. Başımıza her ne geldiyse Batı ve Arap özentiliğinden geldi zaten. Biraz akıl sahibi olanlar her iki yolun da ne kültürümüze ne bu dünyanın şartlarına ne de ruha uygun düştüğünü fark eder. Öz Türk kültürü nazarımca ruha daha uygun ortam sunuyor. Fakat göçebe kültürü olduğu hâliyle değil, yerleşmiş ve bu sayede gelişmiş, daha doğrusu tasavvuf kültürüyle geliştirilmiş olduğu hâliyle. Bu nedenle Türklerin öz kültürlerini terk etmediği dönem, dervişler dönemi, hakikat adına en çok üretimin olduğu dönemdir. Bu üretim Moğol istilası sürecinde bile duraksamadı, düşünün ki Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi tasavvufun zirvesi sayılabilecek üç isim bu dönemin insanlarıydı. İslam coğrafyası viraneye dönüşürken tasavvufun hâkim olduğu Anadolu ayağa kalktı, yükseldi.

Elbette esas amaç tasavvufun, ruhçuluğun sundukları da değil; eve dönüştür. Tasavvufun öğretisi de bu yolda bir araç; bence en uygun araç, fakat amaç değil. Her şart altında tek amacımız olmak zorunda: Eve dönüşü sağlamak. Lütfen esas amacı unutmayalım, akşam ezanı okunmadan evlere dağılalım.


Yorumlar