22) Dinsel Ritüeller ve Dindarlık Üzerine

Dinsel ritüeller konumuza hoş geldiniz. Ne tartışacağız bu konuda, sürpriz olacak ama, dinsel ritüelleri. Peki nedir, dinsel ritüeller: İbadettir, duadır ve başka türden salatı sağlayacak işlerdir. Burada önemi olan salatın ne olduğu, amaç salatı yerine getirmek, saydıklarımız ise bu amacı gerçekleştirmek üzere yaptığımız ritüellerdir. Dolayısıyla konunun başlığının neden ibadet, dua, namaz değil de ‘dinsel ritüeller’ olduğunu anladınız. 

“Salat, namaz değil mi yahu? Kuran’da geçen salat kelimesi hep namaz olarak çevriliyor.”

Aslında orada namaz demiyor, hiç demedi. Namaz bilindiği üzere Farsça bir kelime, Arapça salat’ı namaz şeklinde çevirirler meallerde. Yani Yaradan, son görevlendirdiği peygamberine, öncekilere de olduğu üzere “salatı ve orucu” emretmiştir. Yoksa namazın putperestler tarafından da bilindiği ve uygulandığı da söylenmiyor mu? Hatta Peygamber’in Kâbe putlarla doluyken pek çok kere tavaf ettiği de bilinen bir gerçek. Biraz olsun üstüne düşünmediniz mi nasıl oluyor da Arabistan’daki birkaç putperest kabile hakikat hakkında daha Muhammed peygamberlik vazifesi almamışken bu kadar şey biliyor? Ya bu adamlar hakikate çok yakınlar ya da durum odur ki Muhammed halkın kültürüne fazla dokunmadan, hakikati onların kültürüne göre uyarlıyor. Örneğine salatı zaten halihazırda orada uygulanan bir dinsel ritüel olan namaza uyarlıyor, daha doğrusu şöyle namaz dediğimiz dinsel ritüeli upgrade ediyor ve hakikate uygun hâle getiriyor. Hangisi size daha mantıklı geliyor? Dolayısıyla evet namaz da salattır ancak namaz salatın tek çeşidi değildir.

Salat ‘Tanrı’ya yönelmek’ anlamına geldiğinden ayet doğru, tüm ümmetler duayla, tespihle, inzivayla, meditasyonla ve namazla Tanrı’ya yönelir; Müslümanlar yanlış anlıyor o ayeti. Hatta bir hadis vardır, Allah’ın namazı ilk emrettiği sırada Muhammed’den 50 vakit namaz istediğini söyleyen. Peygamber kabul edip çıkarken Musa ona diyor ki “Ümmetin buna güç yetiremez, düşürt onu.” Çoğunluk bunu sahte bir hadis olarak algılıyor ancak nazarımca doğruluk payı yüksek, çünkü Allah’a günde elli kere yönelmek, dünyaya dalmamışsan gayet mümkün. Sadece gözleri kapayıp beş dakika sessizlik içinde oturmayı ve içe çekilmeyi gerektiriyor, başka bir şey değil. Beş dakika sonra yine kalkar, işine devam edersin. Fakat elbette burada Musa Peygamber’e teşekkür etmek gerek; çünkü içinde bulunduğumuz kapitalist çağda bu mümkün değil, tam olarak dünyaya tapınmayı gerektiriyor bu çağ.    

“Kuran’da ayet var hakkında, ‘biz önceki ümmetlere de namazı emrettik’ diyor ama?”

Ama az önce konuştuk, ‘namazı emrettik’ demiyor, ‘salatı emrettik’ diyor. Bizim dindarlarımız da bu çeviriye kapılır, fakat bakarlar ki namaz kılan yalnızca Müslümanlar, başka hiçbir yerde yok, derler ki, “Allah bütün ümmetlere namazı, orucu farz kıldı. Ama diğer dinler değiştirildiği için şimdi onlar namaz kılmıyor.”

Fakat biraz düşünüldüğünde bu iddiada bir gariplik göze çarpar. Biliyorsunuz, İslam gelmeden önce de Kâbe’yi tavaf ve namaz putperestlerin ibadetleri arasındaydı. Sonradan getirilmiş bir ibadet değil yoksa. Şimdi düşünün, Amerika’dan Tayland’a kadar, yüz yirmi dört bin peygamber, gönderildikleri her yerde eğilişiyle kalkışıyla namazı öğretti, ancak nedense koca koca topluklar namazın farz olduğunu biliyordu ama her nedense bunu uygulamadı, sakladı ve geride uygulayan bir tek Arap coğrafyasında küçük bir topluluk tarafından devam ettirildi? Mantıklı geliyor mu size?

Peki ama ayette farz kılındığı söylenen oruç, neden tam da söylendiği üzere Amerikan yerlisi veya Budist fark etmeksizin dünyanın ne tarafına giderseniz gidin, aralarında bir bağ, ilişki kurulmamış olmasına rağmen uygulanırken namaz neden bilinmez bu insanlar tarafından? Bu topluluklar namazı gizlemiş de orucu niye gizlememiş? Demek ki oruç gerçekten de tüm elçiler tarafından bildirilmiş, namaz ise bildikleri bir ibadet değil, başka açıklaması yok. Yoksa tüm insanların işi gücü bırakıp namaz ibadetine düşmanlık ederek ortadan kaldırdığını, gel gör ki aynı insanların oruca hiç dokunmadığını, bu yüzden oruç dünyaca bilinip uygulanırken namazın yalnızca Arabistan’da küçücük bir bölgeye has olarak kaldığını düşünmek biraz abes kaçar.

Eğer din adamlarımızın teorisi gerçek olsaydı, bunun tam tersinin gerçekleşmesi gerekmez miydi; yani oruç unutturulup namaz teşvik edilmez miydi? Çünkü her dinin din adamları dinsel ritüellere düşkündür, aslında din adamlarının var olma sebebi tam olarak budur, dinsel ritüelleri uygulatacak adamlara duyulan ihtiyaçtan var olmuştur din adamı sınıfı, bu yüzden de camilerde, kiliselerde, havralarda, cenazelerde icra edilen türden dinsel ritüeller din adamı sınıfına bulunmaz nimettir. Hatırlayın, ferisiler, yani Yahudi din adamları, İsa Peygamber’i Yahudi şeriatına ait kurallara uymadığından kabul etmemişlerdi, hatta çarmıha gerdirmelerinin sebebi de o işte, dinsel kurallara karşı geldi diye. Dolayısıyla namaz benzeri bir ritüel başka coğrafyalarda da uygulanmış olsa emin olun oraların din adamları bunu ölesiye korur ve savunurlardı. Bunun aksine oruç kişiye özgüdür, oruçlu kişi din adamına ihtiyaç duymaz, eğer kişi kendi istemezse veya bir nedenden açığa çıkarmak zorunda kalmazsa kimse onun oruç tuttuğunu bile bilemez. Günü bir hurmayla geçirdiği söylenen, her pazartesi ve perşembeleri oruç tutan Peygamber’in ümmetinin arasında, toplu oruç ayı Ramazan dışında oruç tutanın nadir oluşu belki de bu sebepledir, onu bilemem. Fakat şunu biliyorum, eğer bu teori doğru olsaydı tüm dünyada orucu gizler veya kaldırırlar, namaza dokunmazlardı; ancak gerçekleşen tersi olduğundan, bize öne sunulan teorinin doğruluğuna inanmak pek mümkün değil.

“Peygamberler namaz kılmıyor muydu yani?”

Kıldıklarını söylüyorlar ancak bu bilgi anladığınız anlamda değil. Ben de bir ramazan ayında iftar programları arasında gezinip duruyorum, hatırlamıyorum kim, bir din adamının programına geldim, şu cümleyi söylediğine tanıklık ettim: “Allah Musa’ya Tur-i Sina’da ‘Beni anmak istersen namaz kıl.’ demiştir. Ondan da ilk istediği namazdır.”

Böyle bir şey yok. Musa namaz mı kılıyordu? İsa namaz mı kılıyordu? Tarihte buna dair en ufak bir ibare yok. Öyle olsaydı takipçileri de aynısını yapar ve yayarlardı, neden yapmadılar? Onca ibadeti tuttular, namazı gizlediler öyle mi? Adamlar dağ tepelerine manastırlar kurup içlerinde kendilerini kırbaçlıyorlar Tanrı için arkadaşlar, namaz bu adamlara ağır mı gelmiş ki gizlemişler? Resmen uydurma olduğu açık bu sözlerin.

Bir kere din adamı sınıfının bir ibadet veya dinsel ritüeli gizlemesi veya gizlenmesine izin vermesi gibi bir işin mümkünatı yoktur, çünkü din adamı sınıfı geçimini ibadetleri ve dinsel ritüelleri yöneterek sağlar. Bu yüzden Hristiyanlığın, Yahudiliğin ve Müslümanlığın pratik uygulamalarına kutsal kitaplarda geçmeyen bir ton dinsel ritüel bindirilmiştir ki din adamı sınıfına olan ihtiyaç artsın. İbadet bu sınıfın ekmeğidir, suyudur; ibadetler olmasa ellerine saban alıp toprak sürmek zorunda kalırlardı, kim girsin o kadar uğraşıya? Siz bu adamların kendi ekmeklerini öylece sokağa atacağını mı düşünüyorsunuz? Çok beklersiniz.

Bakın, bizim bahsettiğimiz sınıf o dinsel ritüellerden vazgeçmemek için peygamber katletmiş, tarihte var. Bir kere de değildir de İsa konusu kesin en azından. Roma valisi Pilatus’un tüm karşı koymalarına rağmen Yahudi şeriatını korumak için Yahudi din adamı topluluğu gerdirdi İsa’yı çarmıha. Putperest olan Pilatus ona daha anlayışlı davranmıştı. Bakın, o beklenen mehdi hele bir çıksın gelsin ve “Namaz o kadar önemli bir ibadet değildir, özünüzü, ruhunuzu doğrultun, ayağa kaldırın, esas önemlisi bu.” türevinden konuşsun, linç edilmesi ne kadar zaman alacak görülür. Siz o geçmişe duydukları sahte özleme, o iddialı sözlerine aldanmayın, din adamı tayfasının eline düşen gök ehlinin hâline vah!

Yalnızca din adamı sınıfı adına geçerli değil söylediklerin. Şunu unutmayın: Bu dünya halkının tanrısı bu dünyadır; bu dünyanın kurallarına ve algılayışına, yani dünya halkının tanrısına asilik eden her kişi ivedilikle katledilir. Bu kişinin peygamber olup olmaması önem arz etmez; hatta onlar daha büyük tehdit olarak görülüp daha beter sonlara maruz kalırlar. İsa “Bu dünya beni sevmedi, sizleri de sevmeyecektir.” diyordu havarilerine, “Çünkü köle efendisinden üstün değildir.” Geçin mehdiyi, eğer dünya halkını uyarmaya Tanrı’nın kendisi inse ona da etmedik eziyet bırakmazlardı, dünyasal menfaatlerini kesmeye çalışıyor diye!

 Bırakmazlar, boşa uğraşmayın hiç. Eve giden yolun gösterilmesi, anlamı taşıyan din bu ellerde dünya tapıcılığının örtüsü olur. Secde ettiğimiz Kâbe’dir derler ama örtüyü kaldırırsan altından dünya çıkar. Gerçi

Kâbe hakkında şunu söyleyenler de vardır: “Kâbe’yi olduğu yerden kaldırırsan görürsün ki insanlar aslında birbirlerine secde etmekteler, bu da başka bir sırdır.” İnsanın secdegâhı yine insandır. Bu nedenle Hint kültüründe selamlama için “namaste” derler, bildiğim kadarıyla çevirisi ‘Benim içindeki yücelik, senin içindeki yüceliği selamlıyor.’ demektir. Namaste kelimesi çok tanıdık gelmiştir, gelmesi lazım.

“Gerçek İncil-Tevrat vardı, asılları bozuldu, yoksa orada vardı hep namaz falan.”

Öyleyse neden Muhammed’e Yahudiler bir şey danışmaya geldiğinde, “Ellerinde kitap varken neden sana geliyorlar?” deniyor Maide Suresi’nde. Üstelik başka ayetlerde de Hristiyanlar ve Yahudilere “Ellerindeki kitaba uysunlar.” deniyor yine. Allah neden bu insanları bozuk kaynaklara yöneltip duruyor, madem bozulmuş o kaynaklar da? Külliyen yalan bir ifadedir bu. Geleneksel dinin taşıyıcısı din adamları kendi söylediklerine kanıt olmayınca belli ki o ifadeyi ortaya kendileri atmış. O iki kitapta da Kuran’dan farklılıklar mevcut; öyleyse din adamlarının söylediği bir çok şey boşa çıkıyor çünkü. Örneğin namazın önceki ümmetlere de farz kılındığı gibi. Oysa öyle bir şey yok, farz kılınan salat ve oruç.  

Zaten yazılı kaynaklara aşırı bağlı kalmak, oradan anladığının dışına bir adım bile atmaktan korkmak sıkıntılı bir durum. Hani bir fıkra var, Temel ile Dursun karşılaşmış, Dursun “Ula Temel.” demiş, “Oruçluyken kaç tane balık yersin?” Temel bir çırpıda “50 yerim.” diye cevaplamış. “Yok.” demiş Dursun, “İlk balığı oruçluyken yersin, yiyince orucun bozulur, kalan 49’u oruçsuz yersin.” Temel’in çok hoşuna gitmiş bu fıkra, ertesi gün Cemal ile karşılaşmış, “Ula Cemal.” demiş, “Oruçluyken kaç tane hamsi yersin?” Cemal düşünmüş, “40 yerim herhalde.” demiş. Temel cevabı işitince “Tüh ula.” demiş, “50 deseydin çok komik bir şey diyecektim.”

İşte dinin özünü anlamayınca iş bu fıkraya dönüyor. Kuralların özünü anlamaya çalışmak değil de kuralların kendisine, ritüellere tapınmakla Temel’in özü anlamadan tek bir sayıya takılması arasında hiç fark yok. Esas olan öz.

İnsanlar aklı kullanmayıp sadece yazılı kaynaklara göre iş yapınca ne kadar da çatışma çıkıyor. Bazı hadisler; örneğin “Kişi dışarıdakilerden önce kendi çevresindekileri düşünmeli.” gibi. Aslında bunu Peygamber’in dile getirmesine gerek bile yok. Malını mülkünü sağa sola dağıtıp kendi ailesini ihmal etmek, adalete sığar mı? Senden meydana gelmiş, tamamen sana güvenmek zorunda olan insanlara sırt çevirmeye eşdeğer. Tamam, mal peşinde ömür tüketmeyelim de diğerleri arabayla gezerken, senin oğlun yalınayak gezmesin örneğin. Diğerleri o zengin hâllerine rağmen para kısarsa sen karşılama onların yemek ücretini. Adil mi bu tutum; Allah kabul eder mi? Gerçi eder, iyilik neticede, hanene artı olarak yazılı ancak bir de çocuğuna yaşattığının var, o da hanene eksi olarak yazılır, bedeli varsa ödetilir. 

Bu örnek, hatasına rağmen iyi karakterli bir adama aitti. Bir de kötü örneğe bakalım: Örneğin sözleriyle aşağılık bir karaktere sahip olduğunu açık eden medyatik bir adamın az önce zikredilen hadisle rüşveti aklamaya kalkması vardı, hatırlarsınız belki. O adam inançsız mı? Muhafazakâr biri olarak muhtemelen ibadetlerini düzenli yerine getiren biri. Ama zerre vicdan, adalet duygusu, ahlak yok. Yazılı kaynağa da birebir uyuyor. Kuran’a uygun mu çıkarımı? Ayetleri birebir ele alırsak gayet uygun. Allah’a uygun mu peki? Uygun olabilir mi? Ne dersiniz? Evet, diyen çıkacağını pek sanmıyorum. Demek ki yazılı kaynaklar da tek başına çok büyük anlam ifade etmiyor o zaman. Mutlaka yanında asgari bir bilinç düzeyi ve ahlak seviyesi gerekiyor.

Bu arada şunu soralım: ‘Gerçek İslam bu değil’ diyen taife, Kuran’a kelimesi kelimesine uyan, bunun dışında ahlaka göre falan da yorumlamayan bu türden adamları neden sevmez; birebir uyuluyor işte kaynağa. Kaynağa değil ama ahlak algılayışlarına ters düştüğü için olabilir mi? Öyleyse nedir gerçek İslam; her kişinin veya topluluğun kendi ahlak algılayışı olup çıkıyor, doğru mu? Bu Kuran’ı okuyup da kendine göre yorumlayan her kişi adına böyle. Demek gerçek İslam da Hristiyanlık, Budizm gibi dinler, hatta sosyalizm, milliyetçilik gibi ideolojiler de sen o ne olsun istiyorsan odur. Dolayısıyla yazılı kaynaktan daha önemli olan kişinin algılayışı veya algılamayı arzu ediş şeklidir. Kaynağa benliğin gözleriyle bakan arzularına ulaşma yolları çıkarıyor, vicdanın gözleriyle bakan iyiliğe ulaşma yolları.   

“İyi de kaynak olmadan, kaynağa uymadan Tanrı’yı ve bizden ne istediğini nasıl bileceğiz?”

Kaynakları aradan çıkaralım, diye bir şey söylemedim ki. Şunu söyledim: Kişi kaynağa bakar da kendi algısını çıkarır oradan. Kutsal kitapları okuyanların çoğu hakikatte Tanrı’nın ne olduğunu anlayamaz ve bunun için egosal gözle bakarak kendi algılarına göre bir Tanrı algılayışı ortaya koyar, ona inanırlar. Bugün halkın Allah hakkındaki algılayışı Kibar Feyzo’daki Maho Ağa karakteriyle büyük benzerlik taşır. Maho Ağa isteği olmayınca “Vallah sataram köyü.” diye marabalarını tehdit eder, halkın Allah algılayışı ise “Bana ibadet edin, etmezseniz yakaram hepinizi.”

Hiç düşündünüz mü tek bir sözcük ile sayısız kâinat yaratabilecek bir varlık, neden takıntılı bir sevilme, onaylanma, üstünlüğünü kabul ettirme ihtiyacı hissetsin, bunu bir de tehditle sağlama yoluna gitmeye kalksın? Kendi var ettiği birkaç küçük akıllının O’nun hakkındaki fikirleri neden O’nu ırgalasın? Bunların hiçbiri mantığa sığan işler değildir. Bu insanları insanlığa çekmek için ortaya çıkmış ilkokul seviyesinde bir inançtır. Hakikatte ise inanmak-inanmamak kişi tercihine bırakılmıştır. Fakat cüzi akılla bile irdelenirse şu hakikat ortaya çıkar ki bir planın oluşması için düzen gerekir, düzenin oluşması için de kurallar. Dolayısıyla yaratılış belli kurallar üzerine inşa edilmiş bina gibidir. Bu kurallar olmasaydı bina yükselemez, yıkılırdı. Yine aynı şekilde yaratılışın üstüne inşa edildiği evrensel kurallara aykırı hareket edenler de cezalarını çekerler. Halkın inandığı aksine bu, gökteki hayalî bir tanrının ona düşmanlığından ötürü değildir, nasıl ki epey yüksekten zıplayan biri yere çakılıp ayağını kırdığında “Günahım neydi de ayağım kırıldı?” diye sorarsa verilecek cevap “Günahın yerçekimi kanuna aykırı hareket etmekti.” olur, diğer bütün işlerde de öyledir. Evrensel kurallar herkesi bağlar; Ali için de Veli için de aynıdır. İster dini olsun ister olmasın; ister inansın ister inanmasın.

“Sürekli ibadet etsek evrensel kurallara uymuş olmuyor muyuz zaten?”

Evrensel düzenle uyuma ulaşmak ibadetle olabilir de olmayabilir de. İbadet bir amaç değil, araçtır; eğer insanı evrensel düzenle uyumlu hâle getirmiyorsa boş çabadır. “Nice namaz kılanlar vardır ki tek elde ettikleri yorgunluktur.” şeklindeki hadis bunu ifade eder. İbadet insanı boş bırakmamak için vardır, yoksa Allah’ın kimsenin eğilip kalkmasına bir ihtiyacı yoktur. Boş insan, çok kuvvetli bir gözlemleyici değilse eğer, mutlaka zihnin sesi tarafından aldatılır, mağlup edilir. Böylece kişi o sesin tetiklediği duygular yüzünden ya evrensel düzene aykırı bir ruh hâline bürünür ya da sonunda o hâle bürüneceği zararlı işlere girişir, örneğin alkol kullanma, başkalarıyla uğraşma, durup dururken gerilme, dedikodu yapma… Yaptıkça önce kısacık bir süre insanı ferahlatıp sonra batağın daha da dibine çeken bağımlılıklar. “Mutsuzluk ahlaksızlıktır.” diye bir filozofun bir sözü vardı, kimdir hatırlamıyorum. Evrensel düzenden fark etmiş olabilir, çünkü hakikatte de hâlinden memnun olmamak, razı gelmemek ceza görmeye sebep olur. Bu ceza da öyle ötelerde bir şeylerde değildir, hemen devreye girer, hâline isyan edenin içsel acısını yüzüne bakınca bile anlamak mümkündür. İşte bu, içinde baş gösteren ateş sebebiyledir. Madde olmayan ruhu ateş nasıl yakar: Depresyon, takıntılar, sürekli bir içsel acı. Ben de çok çektim, kendime çok eziyet ettim. Dilediğin kadar isyan et, razı gelmedikçe o ateş dinmiyor. Bunun için özellikle Zen Budizmi’ne ve felsefesini en güzel şekilde yayan üstatlara teşekkür etmem gerek, sadece bana yardımcı olmadılar, dışarıda depresyon batağındaki milyonlara bugün en akla yatkın sözcüklerle yardım sunuyorlar. Bu konuda semavi dinlerden daha iyiler, haklarını teslim etmek lazım.    

Genel olarak ibadet konusunun algılanışı sıkıntılı bu arada. İbadat, ibad etmek, anlam olarak ‘dünyadan kaçınmak, sakınmak’ demek, insanı başkalarıyla cebelleşmekten, çekişmekten, didişmekten alıkoyup kendi içine döndürmek için. Oysa dindar kesim bunu üstünlük göstergesi olarak kullanmaktalar. Çokları ibadetle egolarını şişiriyor, tam ters etki yapıyor anlayacağınız. “OL” demekle var olan her nesneyi vücuda getiren varlığı iki eğilip kalkmayla borç altına soktuklarını sanıyor, bunun ne büyük küstahlık olduğunun farkına da varmıyorlar. O’nun bahçesine girebilmek için, lütfetsin de onları seçsin diye ibadetlerini araç olarak kullanıp kendilerini daha insanlaştırmaları gerekir; onlar hizmet etmeleri gereken varlığı tutuyorlar da kendi ahlak değerlerini –ki kendi ahlak değerleri bile değildir, onlara belletilmiş ahlak değerlerini diyelim- meşrulaştırmak için kullanmaya çalışıyorlar. Çoğu zaman başardılar da, kendi insanlıkları pahasına.

Müslümanların namazı, ibadeti araç değil amaç olarak görmesi ahlaksal kaygılarını geri plana atmasına, zikirmatik gibi rekât sayıcılığına soyunmalarına sebep oldu. İsa’nın deyişiyle “vergi memurluğu” veya kendi tanımlamamla “veznedarlık” ahlak getirmezdi, getirmedi de. Aksine ibadet ruhu temizlemek, karanlıktan, kirden, pislikten arınarak daha saf, daha ruhanî hâlde kendini Yaradan’a sunmak, en azından karşısına çıkmak için kullanılmalıydı. Herhalde cumhurbaşkanı kendisini davet ettiğinde kimse kalkıp da karşısına en eski, yırtık giysileriyle çıkmaz, hatta bir de karşısında kötü kötü kokmak için yolda çöplerin içine dalmaz. Üstelik insanı davet eden sıradan, biri giderse yerine yenisi gelecek bir cumhurbaşkanı değildir; inançlı olduğunu iddia eden adam nasıl böyle davranır, bana acayip geliyor bu.   

Ali dönemine damgasını vuran, bugünün radikal İslamcısı sayılacak haricilerin ayaklarının tabanları şişene kadar namaz kıldıkları söylenir; belki bu kadarı abartıysa bile Ali’den çok ibadet ettikleri kesindir. Fakat ibadetleri onlara fayda sağlamak yerine zarar veriyordu, muhtemelen kafalarındaki ses sinsice onlara, herkesten fazla ibadet ettiklerinden en haklının onlar olduğunu, gerçek dini en fazla onların bildiğini fısıldıyordu; onlar da bu yüzden kendilerini dinin sahibi olarak görüyorlardı. Böylece onların din algılayış sınırlarından bir adım dışarı çıkana ne olmak kalıyordu: Kâfir! Evet, tam olarak bunu yapıyorlardı zaten, insanları kâfir olmakla yaftalayıp duruyorlardı. Öyle ki Ali döneminde bir adamı ve hamile karısını akarsu kenarında sıkıştırdılar ve sırf Ali’yi destekliyor diye dinden çıktı sayarak adamı öldürdüler, kadının da karnını yardılar, hem ona hem çocuğuna kıydılar. Bu arada da birinin ağacından düşen elmayı yemek helal midir haram mıdır onu tartışıyorlardı! 

Bak, bu türlü insanın yapması gereken ne biliyor musunuz: İbadeti azaltmak, fazla kasılmayı bırakıp hayatın, insanların içine karışmak, her bir ademoğlunun kendileri gibi olduğunu görüp anlamak, şişmiş egoyu indirmek. İbadet eden şunu unutmamalı: Bir iş sizin egonuzu şişiriyorsa ‘şeytan sağdan yaklaşıyor’ demektir. Böyle bir durumda eline içki poşeti alıp halk ortasında hafif sallanarak yürümek dine çok daha yardımcı olur; içmek zorunda değil kimse. Şems Mevlana’nın egosunu kırmak için tam da bu yolu tercih etmişti. Hem belki bu şekilde insanları içki içmeye itenin ne olduğunu anlamazsınız ama alkolik bir adama halkın nasıl tiksinti dolu bakışlar attığını görür, bir daha siz de bu türden tavırlar takınmazsınız. Veya modern bir insansanız tam aksini yapıp şalvar-cübbe-sarık kombinine bürünerek veya kara çarşafa sarınarak her zaman gezdiğiniz sokaklarda bir tur atabilirsiniz. Merak etmeyin bir şey kaybetmezsiniz. Bir öğrenirsiniz, bakalım karşı kampta durmanın götürüleri nelermiş? Bu olgunlaşmaktır. Belki her iki taraf da ara ara bu dediklerimi denerse insanlara daha anlayışlı davranmayı öğrenir, kavgayı keser. Fakat kendi konfor alanından bir an olsun çıkmaya kaç kişinin yüreği yeter? Orasını bilemem.

İbadet yolu egonun en sinsi ve kurtulması en zor yolu olabilir. Kişiyi iyiliğe sevk etmeyen ibadet onun cehenneminin taşlarını döşer. Gösteri amaçlı eğilip kalkan kişinin ruhu aç kalır. Bu yüzden İsa Mesih oruç tutarken kendilerini bitkin gösteren kimseler için “Doğrusu onlar ödüllerini almışlardır.” der. Onun ödülü egosunun daha da şişmesidir. Şişen ego kişiyi yaptığı ibadetle günahlarını temizlediğine inandırır, böylece kişi de kendini değiştirme, yenileştirme, iyileştirme ihtiyacı hissetmeden aynı yolu sürdürür. Bir olan günahı ikiye, üçe çıkar. Ruh iyice kararır, kişi iyice dünyaya ait bir varlık olup çıkar. Üstüne bir de o ibadetin gurur getirme ihtimali vardır ki bu iyice rezil eder insanı. Böylelerine sormak gerekir: “Ne oldu yani, iki eğilip kalktın diye bütün âlemleri yaratan varlığı hizmetçi mi kılmış oldun kendine?”

İbadete düşkünlük insanlardan kaçınıp kendine sığınmanın, inzivanın keyfini almışlığın ve buna alışkanlığın göstergesi olabileceği gibi obsesyonun da belirtisi olabilir. İnsan kendi içinde ihtiyaç duyduğu kaliteyi tutturamadığında, yani gerekli huzura erişemediğinde, sevgi, neşe gibi pozitif duyguların eksikliğini çektiğinde birtakım kurallara sıkı sıkıya sarılarak iç rahatsızlığını aşacağı fikrine kapılır. Aslında içindeki açığı kapatmak ister de kapayamaz. Bu açık, üstelik bir de korkuyla birleşince tehlikeli bir hâl alır, sonu putperestliğe varabilecek bir katılığa doğru ilerler, fanatikliğin taşlarını döşer. İbadete tapıcılık kişinin kendisi için olduğu kadar çevresindekiler için de tehlike arz eder. Sivas Katliamı’nı gerçekleştiren o kudurmuş kalabalık şeytan gibi yaşayıp kan içmiyordu. Muhtemelen aralarında iyi kocalar, iyi babalar, iyi komşular vardı. Neye dönüştüler bir anda, bir video açıp kendiniz izleyebilirsiniz.

“İbadete biraz fazla yüklendin sanki? İbadet olmadan nasıl kulluk edeceğiz?”

İbadet olsun, kimse olmasın demiyor. İbadet ego-nefs-benliğe hizmet etmesin diyor. Bu durum yalnızca ibadet adına geçerli değil, salat olarak yapılan bütün işler adına aynı durum geçerli. Önemli olan şeytan sağdan yaklaşıp kandırmasın, kast edilen bu. 

Fani dünya zamanı sona erip insan toprak bedenden ayrılınca yola enerji bedeniyle devam eder, o beden daha latif olup zarifleşip yükselmediyse, yücelmediyse batan gemi gibi dibe çökmeye mahkûmdur. Bu yüzden egoyla-nefsle-benlikle yani kabukla savaş veririz. Yoksa az yemek yemenin, az uyumanın, meditasyonun, zikrin, ibadetin ve başka yollarla insana ait güzel, pozitif enerjilerle dolmanın üstünde bu kadar neden duralım? Eğer bu araçlar kişinin kalıbını daha da sertleştirip kalınlaştırıyorsa, o kişinin düşmanıdır. Mevlana bu sebepten uyarır, “Nefsin bir elinde tespih, diğer elinde Kuran vardır. Havuzun başına kadar getirir, sonra arkadan iter.” diye. Gelgelelim bunlar ruhu hafifletiyor, yükseltiyor, geliştiriyorsa, kişi o uygulamaların üstüne elinden geldiğince daha fazla düşmelidir. Önemli olan amaçtır, nihai hedeftir, araçlar değildir. Araç götüreceği nokta kadar değerlidir ve araca götürdüğü noktaya kadar değer verilir.     

Duayı ele alalım. Kulluk dediniz, üstüne konuştuk zaten. Kulluk demek kölelik demek, kölelik demek hizmet demek. Dolayısıyla kulluk, tek kelamıyla her şeyi yoktan var eden bir Yaratıcı’ya “Bunu yap, şunu yap.” diye akıl vermektense, iş buyurmaktansa, kalkıp bir taşı, çakılı yoldan çekmek. Ve zaten böylesi daha dürüstçe, daha samimi. Belki o taş birinin ayağına batacak, çarpacak, öfkelenmesine sebep olacak ve o da gidip başkasına patlamasına yol açacaktı. Görüyor musunuz, bir insan sadece bir çakıl taşının yerini değiştirerek barışı sağlamaya katkıda bulunabilir. Eli göğe açıp sabah akşam barış için dua etmekten daha etkili bir yol gibi sanki değil mi? Bu iş önemsiz görünse de böyle davranan kişi en azından bir emek sarf etmiş ve böylelikle Yaradan’a barışın hüküm sürmesini sözde değil gerçekten istediğini de göstermiş olur. İşte gerçek dua budur. Ne istediğini, onu gerçekten ne kadar istediğini göstermek… Başka türlü dünyada bir işin gerçekleşme ihtimali yoktur. Hani Musa savaşa çağırdığında birtakım adamlar ona “Rabbin ve sen gidin, onlarla savaşın.” diyor ya, Kuran’da geçer: “(İsrailoğulları) bu kez: ‘Ey Musa! Onlar orada bulundukları sürece biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidip çarpışın, biz şurada oturuyoruz.’ dediler.” (Maide Suresi / 24) İşte hiç iş yapmayıp yalnızca dua etmek de bundan pek farklı değil. “Allahım şunu yap.” “Allahım bunu yap.” diye dua edip kendisi hiçbir işe el atmayan, eyleme geçmeyen insan ile Kuran’daki o kıssada Musa’ya “Hadi sen git de Rabb’inle savaşın.” diyen adamlar arasında teknik olarak fark yoktur. O adamlar bunu küstahça doğrudan söylemiş, diğerleri tatlı dille iş gördürmek üzere uğraşmaktalar. Bazıları işi görülsün diye eli yükseltip rüşvet vermeye de kalkabilir tabii, örneğin hayvan kesmek bu konuda bir numaradır.      

Yanlış anlaşılmasın, dua etmek çok güzel bir eylemdir, muhteşemdir. Beklenti içine girmeden düzenli dua etmek insanın ruh hâlini muazzam oranda düzeltiyor, hele bir de isteğiniz gerçekleşirse o arada iki kere kâr edersiniz. Fakat sıkıntı duayı kaçacak muhit olarak kullanmakta. İyi kimselerin çoğu düzenleri bozulmasın, iyi giden işleri sarsılmasın diye, kendilerinden bir şeyler feda etmekten kaçınarak iyiliklerini korurken birçokları da bir şeyler yapmak yerine duaya sığınıyor. Üç semavi dinin takipçileri adına da geçerli bu söylediklerim.

Ne demek istediğimi bir fıkrayla açıklayayım: Bir gazeteci Ağlama Duvarı önünde içtenlikle dua eden yaşlı bir adama denk gelir. Hâli hoşuna gider, ara vermesini bekler, yanına yanaşıp ne için dua ettiğini sorar. “Barış için dua ediyorum.” der adam tereddütsüz. Belli ki iyi niyetli biridir. “İsrail ile Filistin arasındaki kavga bitsin diye otuz yıldan fazladır dua ederim.” Gazeteci onca yıldan sonra nasıl hissettiğini sorar; duasının kabul görmediği açık neticede. Yahudi biraz tereddütlü görünür bu defa, “Yani…” diye duraksar, “Bazen duvara konuşuyormuşum gibi geliyor!”

Çünkü öyle! Gerçi duanın o duvara olmadığını ben de biliyorum; ama huzurunu, rahatını hiç bozmadan istiyorsun bunu. Ne olsun yani duvar kalksın her çatışmada kendini İsrail güçleriyle Filistin göstericileri arasına mı atsın?! Hoş, duvar hayata gelse de dilediğini yapsa artık ona gelen istekler de artar. Şehirli gelir, “Suyumuz azaldı, şu nehri bir tutuver.” der, köylü gelir “Tarlamızın şu tarafına geç de gece oradan hayvan girmesin.” der, çocuklar gelir, “Maç yapacağız, o tarafa geç de topumuz kaçmasın.” der. Al başına belayı. Ağlama Duvarı inşa edildiği günden pişman olur, daha önce başkaları ona ağladığı için adı Ağlama Duvarı iken bundan sonra kendi kaderine döktüğü gözyaşlarından Ağlama Duvarı olur adı. “Hiç Ağlama O Dua Eden Yahudi’ye Yardım Ederek Bunu Başına Sen Kendin Getirdin Duvarı.” Nasıl oldu yeni ismi?!

İnsanoğlu böyledir işte. Bir yerde iyilik gördüğü an oraya yolunu sıklaştırır, bir süre devam edince alışır, alışınca yamanır; o saatten sonra karşı taraf onun gözünde hizmetçisi gibi olur adeta. Hele o iyilikler kesilegörsün bir, eski iyilikleri unutur da düşman kesilir. Ego-nefs-benliğin kulu olanın hâli böyledir.

Yapılması gereken nedir? Yapılması gereken duvardan veya onu inşa eden aziz ruhtan bir şeyler yapmasını beklemek yerine kendi rahatını bozup yapabileceğin herhangi bir işe başlamaktır. Akıllıca, hatta ve hatta ahlaklıca olan dua etme biçimi de şöyledir: “Tanrım. Bu insanlar arasında süregiden kavga artık bitsin istiyorum. Ne yapabilirim, yol göster.” Veya çok daha iyisi, “Tanrım bu insanlar arasındaki kavga bitsin diye şunu şunu yapacağım, işimi kolaylaştır, yolumu aç.”

Bak böyle çok güzel olmadı mı? Artık evinde oturup bir şeylerin yapılıp önüne getirilmesini bekleyen bir mızmız değilsin artık, Tanrı’nın sana da iki el, iki ayak, bir yürek ve bir beyin verdiğinin bilinciyle sen de güzel işlere kalkışabileceğini gösterdin en azından. Zaten bir insanın bir şeyi gerçekten isteyip istemediğinin kanıtı onun için yaptığı fedakârlıkla açığa çıkar. Birisinin gerçekten paraya ihtiyacı varsa, gurbetlere düşer, en zorlu şartlarda ter döker, hayatını harcar, yukarıya avuç açıp da “Şu banka hesabına şu miktar para yatırıver ey güzel Allah.” diye yakarmaz; ben daha öyle yakaran görmedim. Gerçi gerçekten içten şekilde yalvarır ve duası kabul edilirse gelebilir de; neden gelmesin. Tek kelimesiyle dilediğini var eder O, imkânsız diye bir şey yok o nedenle. Fakat para ihtiyacı olan şöyle dua eder yine de: “Para kazanacağım bir kapı aç, fırsat çıkar karşıma.”

İnsanoğlu ilk durumda işi Tanrı’ya havale ederken neden ikincide kendini heba edercesine işin içine atar? Çünkü ‘muhtemelen’ gerçekten istediği birinci değildir de ikincidir. Birinci olmuş olmamış, o kadar önemli değildir; fakat ikinci gerçekleşmezse gerçekten canı yanacaktır. Birincisini sadece güzel şeyler söylemek için söylemiş de olabilir; güzellik yarışmacılarının cevapları gibi. Onlar da hep dünya barışı, açlık bitsin, garibim muhabbet kuşları kafeslere tıkılmasın, günde en az bir saat evin içinde serbest gezsin istiyor ama yarışmadan önce gizlice bir sor bakalım, seni birinci mi yapalım yoksa sonuncu ol, biraz da alay edelim, dileğin mi gerçek olsun, diye. Bakalım hangisini seçecekler? “Barış gelsin, alay da etseler, beni salondan da kovsalar razıyım.” diye yarışmacı çıkarsa hiç kaçırmadan evlenmek lazım, adamı bir ömür mutlu eder. Geri kalanlar… Ortalama insan işte; belki bir parça mutlu eder belki onu da etmez.

Bu arada o yarışmaların katılımcılarını haddimi aşarak aşağılıyor değilim. Zaten o kızcağızlara sorulan türde sorular ne hikmetse siyasi parti liderlerine genel seçimlerde falan sorulmuyor; hoş, sorulsa da başkanlar genellikle verdikleri sözleri tutmadığından doğru söyleyecek kimseler değiller. Niye bir güzellik yarışmasında bunlar soruluyor, tuhaf. Belki de bu dönemin mülakatlarındaki gibi kendi adamlarını seçtiklerinin üstünü örtmek içindir. Çünkü egonun kölesi hâline düşmüş ruh, istediği kadar ahlakçı, modern, dindar görünsün, eline bir güç geçtiğinde onu sonuna dek sömürmek ister. O üzerindeki boya dökülür, altından firavun çıkar. Zaten bu yüzden baskın hâle gelmiş nefsin sembolü firavundur.   

Böylece duaya karşı olmadığımı, insanın dua etmesinin güzel olduğunu fark ettiğinizi ve gerçek duanın ne olduğunu öğrenmiş olduğunuzu umuyorum. “Şunu yap, bunu yap. Ben yapamam, mafsallarım ağrıyor.” değil “Bunu, şunu yapmak istiyorum. İşimi kolaylaştır. Yolumu aç. Bana güç / fırsat / imkân sağla.” tarzı dua gerçek duadır. Böylece çalışacak olan kim, iş buyuran kim, yani kim kul-kim efendi açığa çıkar. Kimse bana kalkıp da “Dua da mı etmiyah!” demesin sonra.

“Öyleyse diğer türlü dua Allah’ı hizmet ettirmeye çalışmak gibi bir şey mi sana göre?”

Kulağa tuhaf geldiğini biliyorum ancak Allah’ı hizmetçi kılma çabası bir kısım dindarların en yaygın özelliklerindendir. Duaları, aslında sorumluluktan kaçıştır; bunun için bol bol kelimelere sarılırlar. “Fakire para ver.” dersin, “Allah versin.” der. Soğukta dışarıda kalan insan mı var, eli uzatmaz, “Allah yardım etsin.” der. Bu dualar, kulluk etmedeki isteksizliği gizleme çabası gibi değil mi sizce de? İnandığından değil. Gerçekten inanıp inanmadığını test etmek için şöyle diyebilirsiniz: “Sen ver, Allah sana versin?” O zaman su kaynatacaktır.

Bir de şöyle bir durum var: İyiliği Allah yapar, işi Allah yapar, zordakine Allah koşar… O zaman millet hangi hakla cennete girecek? Madem bu dünya sınav dünyası, ‘kim daha iyi işler yapacak, ortaya çıksın’ diye bu dünyaya gönderildik, eh, bir şeyler yapmak gerekir sanki, sizce de öyle değil mi? Dualarla koca Allah’ı hizmete sürmeye çalışan insan hangi yüzle ondan cennet isteyecek O’ndan, vakti gelince? Bir şey yapmadın ki, elin boş, o boş avcu göğe açtın, Allah’tan istedin hep, bir işin ucundan tutup elini nurlandırmadın. Hep bekledin ki Allah bir şey yapsın. Onca işi de yapan Allah olacak madem, cennete girmeyi hak eden de millet değil Allah olur.  

“Budistler de hiçbir şey yapmıyor, ama onların yöntemlerini kaç kere övdün?”

Onların öğretisi her şeye teslim olmayı öğretliyor, tamamen pasiflik üstüne. Fakat İslam öyle değil, zaten bizim dindarımız da öyle değil. Hakkı olsun, hatta çoğu zaman olmasın, bir para kavgası verir ki evlere şenlik! “Hakkımı Allah alsın.” demez asla. Elinde ne var, hukukî yollar mı, öyle aşındırır ki aklın durur. Hakkı da, yapsın. Ancak o zaman neden işini Allah’a bırakmaz?

Örneğini gördük, birtakım homo sapiens’in (insan demeye dilim varmadı) hırsızlık yapıp yine birtakım homo sapiens’in payını alarak denetimden geçirdiği binalar ilk sallantıda yıkılınca hemen dindarlık göstermek için oraya burada Arapça dua yapıştıranlar kendi hastalanınca oturup da Arapça ‘kalp spazmı’ duası okumaz, bunun yerine anjiyo yaptırmaya koşar. Aslında bu tipten kimseler işte dualarla, hele de ülkemizde Arapça olan dualarla kulluktaki sorumluluğunun üstünü örtmek derdindedirler. Putperest bilinç alametidir bu, hani putperest de kendi oyduğu tanrılara kurban keser ki dünyada iyilik, güzellik, afiyet elde etsin, olmadı beladan, felaketten uzak tutsun… İşte her dinin kulluktan kaçınan dindarı da aynı şekilde, yabancı dilde tekrarladığı cümlelerle, Müslümanlıkta Arapça, Hristiyanlıkta Latince olur bu, kendinden büyük olan o yüce gücü memnun edip yanına çekme, hiç olmazsa karşısına almama amacı güder ki şu dünya çukurunun keyfini sürmeye devam etsin. Bunları putperest bilinç konusu içinde inceledik ya. Motivasyon putperestinkiyle aynı; e kulluğu da aynı biçim elbet.

“Daha önce Mevlana’nın velilerin iki kısım olduğundan bahsettiğini, dua etmeyi sevenler ve ağzı duaya kapalı olanlar. İkinci kesim başına her gelene razı olduğundan dua etmiyor da birinci kesim dua ediyor, duayı bir şeyler elde etmek için değil dua etmeyi sevdiğinden ediyor, demiştin?”

Evet, bu nokta çok önemli onu söylemeden geçmemek lazım. Bir hadiste Allah’ın sık tekrar edilen duayı sevdiği söylenir, bir şeyler istemeyi seven yine dua etmeye, istemeye devam etsin, kimseyle Yaradan arasına girmek istemem. Buna hakkım yok. Ama diyeyim, dua etmeyi seviyorsanız, edin, belki Allah da sizin dualarınızı seviyordur. Ben yalnızca duanın arkasındaki motivasyonları ve Allah’ı hizmetçi kılmaya çalışmadan doğru dua yöntemini açıklamaya çalışıyorum. Yaratıcısı ile sohbet etmeyi sevenler devam etmeli dualarına, hatta dua etmeli dualarına ki o isteği verip kulunu çağıran belki de O’dur.

Musa ile bir çobanın öyküsü vardır Mesnevi’de. Çoban Allah’a avuç açmış, içtenlikle dua etmektedir. Faka biraz tuhaftır duası, şöyle teklifleri vardır Tanrı’ya: “Gel ki süt sunayım, saçlarını tarayayım, bitlerini kırayım. Elbiseni yıkayayım, çarığını dikeyim. Yorgunsan yatağını sereyim. Sana feda olsun bütün keçilerim.” Çoban belki biraz cahildir ancak müthiş bir samimiyete sahiptir, o yüzden çok severim bu çobanı ben. Eğer elimde bir döviz bürosu olsa exchange rate’i bu çobana karşı bin dindar olarak belirlerim. Yanlış anlaşılmasın, dindar insanları küçümsediğimden falan değil, o binin içine kendimi de eklerim, ben de dâhil bin kişi. Çünkü çobanın sevgisi çok üstün. Ben eve hayvan alırken bile bağ kurabilir miyim düşünüyorum, o kıstası göz önüne alarak seçim yapıyorum, nasıl olur da Yaradan ile kulları arasında sevgi, samimiyet bağı olmadan ilişki kurulur?

Lafı uzatmayayım, Musa Peygamber o esnada oradan geçmektedir, bu sözleri işitince köpürür, adamı iyice azarlar. Çoban buna çok üzülür, çöle kaçar. Hemen ardından Hakk’tan nida gelir, koca peygamber azar işitir: “Kulumuzu bizden ayırdın. Sen ayırmaya mı geldin, ulaştırmaya mı?!” denir, herkesin huyunun ve zevk aldıklarının ayrı ayrı olduğu, Allah’ın hepsini anladığı anlatılır. O kısımlar uzun olduğundan eklemeyeceğim, Mesnevi’yi açar okursunuz, kârınıza olur. Fakat iki cümle var ki onları alacağım: “Ne kadar bilirsen bil, O senin bildiğinden ötedir.” Daha da önemlisi şu: “Âşıkların dini de mezhebi de Allah’tır.”

Öyle çok atıp tutmak, dilediğini yapabilecek sonsuz bir varlığı her şeyiyle biliyormuş gibi davranmak iyi değildir, insanın zararına olur. Üstelik bir kul Yaratıcı’sına bir nedenden bağlı ise o nedene de saldırmamak gerek, çünkü herkesin O’na ihtiyacı, O’na sevgisi ve O’nu arayışı farklı farklı nedenlerle, farklı farklı yollardan. Dolayısıyla kimsenin tavuğuna kışt demiyorum, istemedem dersem de umursamadan geçin.

Benim dikkat çekmeye çalıştığım nokta şu: O çok ısrarla istenenleri kâinatı her detayıyla, yer altındaki karınca kolonilerine kadar mükemmel bir denge üstünde inşa eden aklın vermeme sebebi olabilir mi? Örneğin ‘sevdiğim kadın/erkek’ diye ileride bizi aldatacak bir eş istiyor olabiliriz, insanlar çok çabuk ve çok keskin değişimler yaşayabilir, unutmayın. İleriyi gören bir göze sahip değilsek, bunu bilmenin hiçbir yolu yoktur bizim adımıza. Önemli olan o duayı buna göre düzenlemek, duadan uzaklaşmak değil. Tekrar ediyorum, hatta kopyala yapıştır yapacağım, bir hadiste Allah’ın sık tekrar edilen duayı sevdiği söylenmiştir, kimseyle duası arasına girmek istemem, bir şeyler isteyen yine duayla istemeye devam etmeli. Belki de onda sevilen huy odur.

Benim eleştiri yönelttiklerim Yaradan’ı kendine hizmetçi kılmaya çalışanlar. Yaradan kulun hizmetçisi değildir, kulun Yaradan’a hizmetçi olma şerefini kazanmaya çalışması gerekir. Örneğin penisi keyfine on tane çocuk yapıp “Allah besler ya. Rızk Allah’tan.” türü cümleler kuranlar, kâinatı var edeni zevklerine hizmetçi kılmaya çalışmak gibi müthiş bir terbiyesizliğe imza atıyor, hem de inanç yoluyla yapıyorlar, bunu diyorum ben. Afrika’da ve dünyanın başka noktalarında her gün yüzlerce örnekle gördüğümüz yalnızca çocuk açlıktan ölmez, o kişi de helak olmayı hak eder böyle bir tavrın sonucu olarak. Dikkatinizi çekmiştir illa, her nedense böyle diyenlerin hiçbiri “Rızık Allah’tan.” diyerek çalışmayı kesip rızkı Allah’tan beklemez, çünkü o zaman tehdit altına girecek olan kendi canıdır. Kendi canları üstüne kumar oynamazlar yani. Oysa çocuğun canı üstüne oynarlar, çünkü onları değil de çiftleşmenin zevkini sevmekte ve kovalamaktadırlar. 

İsa Mesih “Yiyecek, giyecek için endişelenmeyin. Göksel egemenliğin peşinden koşun, size hepsi verilecektir.” dediğinde alttan alta bir şerh düşmüş oluyordu aslında: “Göksel egemenliğin peşinden koşarsanız.” Ortada koşul var anlayacağınız. Yani göksel egemenliğin peşinden koşmak yerine yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmekten kaçınıp hayvanlar gibi üremenin keyfini arayan kimselere hiçbir şey verilmeyecektir, anlamına gelir. Bu tipten kimseler için “Kuru dallar gibi toplanır, ateşe atılır.” der İsa. Çünkü bu dünyada bulunmamızın esas amacı hayvanlar misali, bulduğunda sınırsızca yemek, içmek, çoğalmak değildir; esas amaç ruhu fark etmek, öğrenmek, tanımak, şahit olmaktır. İnsan daha latif, daha kâmil, daha cömert, daha âlim, daha neşe dolu, daha zarif, kısacası daha kullanılabilir bir varlık olmuyorsa, kısacası meyve vermiyorsa, kurumuş ağaçlar gibidir ve kuru ağacın başına gelecek olan da bellidir. Kütük hangi dine inanırsa inansın, o inanç onu yeşertmiyorsa, kaderinden kurtulamaz.

Şunun anlaşılması şart: Din dediğimiz yüzyıllar öncesine hapsolmuş öğretiler değildir, ruha giden yolu ve/veya yolları gösteren yaşam tarzıdır. Yaşam tarzı, yaşamı etkileyip güzelleştirmiyorsa bir işe yaramıyor demektir. Artık oradan sonra ister Arapça uzun hava okuyun ister sıratta sorulacak soruların cevapları önden elinizde olsun, hiçbir işe yaramaz. Bu arada ben küçükken gerçekten bu adda bir kitapçık çocukların elinde dolaşıyordu. Nasıl oldu da o sorulara ulaştılar, orası meçhul. Eğer size de denk gelirse alıp bir göz gezdirmenizda fayda var. Polislik ve diğer sınavlarda defalarca şahit olduğumuz üzere o soruları da önden elde etmiş olabilirler gerçekten. Hiç imkânsız demeyin, bu devirde her tür işi bekler hâle geldim.

“Diyelim birisi eve dönüşü klasik dinsel anlayışa uyup dinsel ritüeller yoluyla başarabilecekse? Öyleyse onun için dönüş yolu da dindar olmaktan geçmez mi?”

Çok güzel yakaladınız; elbette olabilir, hatta olmalıdır da. Eğer klasik dinsel algılayış insanı daha insan yapıyorsa, takip edilmesi gereken yol elbette odur. Dedim ya, esas olan amaç. Ya da eğer insanı eve döndürecek olan her neyse; bizi eve geri döndürecek olan başka dinse mantıklı olan ona geçmektir. Burada mesele üstünlük-alçaklık meselesi değildir, eve nasıl dönüleceği meselesidir. Esas amaç eve geri dönüştür.  

İnsanın dindar olması veya dinsiz olması genellikle çevresel etmenlere bağlıdır, çevre haricinde de çeşitli psikolojik sebeplerle seçilir. Ve her ikisi de bir sebeple doğruya, bir sebeple yanlışa çıkabilir. Tam anlamak için iki durumu da sırayla ele alalım:

İnsan neden dindar olur: Dünyada bir şeyler insana tuhaf geliyordur, örneğin neden uzayda nokta gibi salınan bir gezegende gözlerimizi açtık aniden? Açmadan önce neredeydik, kapayınca nereye gideceğiz? Bu hayat niye var? Madem her şey rastgele, neden kısacık ömrümüzde dünya içindekilere bir anlam veriyoruz da sonrası içine –isterse yalan olsun- veremiyoruz? Hayat bu kadar canlı, yaşamakta inatçıyken neden bu kadar narin bir dengeye ihtiyaç duyuyor var olabilmek için? Bu soruların cevaplarını arkadaş grubu veremez, bırakın böyle derin sorulara cevaplar vermeyi, zor bir duruma düştüğünüzde yanınızda kalanı çıkarsa şanslı sayın kendinizi. Bu soruların cevaplarını büyük anlamlar atfedilen dünyasal nesneler, kavramlar, unvanlar, makamlar da veremez. Gülüp geçirilen bir ömür, aile üyeleri, ideal eş, neşeli şirket yemekleri… Hiçbiri veremez. Bu durumu idrak etmek kişiyi dindar yapmaya yeter –veya nihilist de yapabilir-. Bu din, arayanların dinidir. Bu arayış birkaç nedenden kaynaklanıyor olabilir; dünyadan bıkmıştır, daha yüce bir varoluş amacı arıyordur, neden var olduğuna dair soruları vardır, belki de dünyayı çok sevmiştir, sonsuza dek devam etsin istiyordur.

Ya da çevresel etmenlerin dışına çıkmışsa bunun bir sebebi dünyayla başa çıkamıyor oluşundandır; bu nedenle kendine sığınacak üstün bir güç arar. İster ki kendisine bir şey olmasın, korunsun, olursa da alamadığı öcünü alacak bir varlık bulunsun. Zaten birçok dindarın, muhafazakârın güce, güçlüye neredeyse tapmaya varan bir davranış tarzı izlediğini, otokratik yönelimleri olduğunu kendiniz de görebilirsiniz. Bu tür insana Tanrı fark etmez, başka bir toplumda olsa ölesiye o toplumun tanrısını savunurdu, çünkü esas istediği düzendir, gelenekçidir, toplumla ters düşmekten korkar. Bu türden dindarlığı Ali “korkakların dini” diye adlandırmıştı.

İşte aynı sonuç fakat farklı sebeplere dayandığından farklı algılayışlara, farklı davranış ve tutumlara yol açıyor, bambaşka iki insan tipi yaratıyor. Bunlardan birisi doğru sebeplerle dindar olmaktır ve doğruluğu getirir, diğeri yanlış sebeplerle dindar olmaktır, doğruluğu getirmez. 

Aynı şekilde dinden uzak bir yaşamı seçmenin de iki sebebi vardır:

Neden dinsizliği seçer insan: Dinsel kurallar mantıklı gelmiyordur. Bir kitap açıp sabah-akşam okumakla, yabancı dilde anlamadığı sözler tekrarlamakla daha yüce bir varlığa erişilemeyeceğini düşünür. Nasıl ki papağan tekrarlamayla, söyledikleri ne kadar mantıklı olursa olsun, mantıklı şeyler söylemiş olmazsa, bu şekilde bir davranış tarzıyla da bir şey kazanılamayacağını fark etmiştir. Bugüne dek dindarların yaptıklarını izlemiş, hatta belki kendi de içlerinde bulunmuş, şahit oldukları yüzünden dinden soğumuştur. Dindarların davranışlarından, ikiyüzlü tavırlarından hoşlanmamıştır, her türlü haltı yiyip birkaç dinsel ritüel yerine getirerek kendilerini diğerlerinden üstün görmeleri canını sıkar. Bir kitapla sorumlu tutulan birkaç işi yapıp zevkçiliğin hasına ram olmayı, sonra da ahlak satmayı ahlaksızlığın en büyüğü olarak bulur. İnsanın daha özel bir şey olduğunu, olması gerektiğini hisseder fakat gördüğü dinsel algılayış ve davranış tarzında bunu bulamaz.

Ya da kendi arzularının, isteklerinin kölesidir, ulaşmayı arzu ettikleri önünde din duruyordur. Belki de eksikliğini duyduğu bir şey için Tanrı kavramına kızgındır, elde edemediği her neyse onun sorumlusu, suçlusu olarak Tanrı’yı görüyordur. Bu da isyanını gösterebileceği tek yola iter onu: Dinden uzaklaşmaya, yeterince kızgınsa dine saldırmaya.

İşte yine aynı sonuç fakat farklı sebeplere dayandığından farklı getiriler veriyor.

İşin özeti bir insan ölüm korkusu yüzünden, bedeni mezara girdiğinde kendine koruyucu bulmak için dindarlığa yönelebilir veya bir insan ruhani âlem fikrini sadece bedensel hazları rahatça deneyimlemek istediğinden, yani kendi bedeninin kölesi olduğundan reddediyor da olabilir. Önemli olan sonuçtan evvel nedendir anlayacağınız, neye inandığınız ya da inanmadığınız değil neden inandığınız ya da inanmadığınızdır. İnancı veya inançsızlığı, inançsızlık derken dinlere olan inançsızlıktan bahsediyorum, kişinin ruhunu diriltmesine yardımcı olabilir. İnançsızlık nasıl yüceltir, kişi dinlerin aslında insanları uysallaştırmak, güç sahiplerine itaat etmesini sağlamak için uydurulduğunu, yayıldığını ve/veya çarpıtıldığını düşünür, fakat maddenin de rastgele bir düzenden oluşmadığını hisseder, ruhen ötesini araştırır, O dilerse bulur. Yoksa dinin kurallarını tam olarak uymakla bulunur mu? O bilir. Allah’ın tek iş görme yolu dinlerin şeriatı, yani hukuku mudur? Hayır. O ne dilerse onu yapar. Dilediğini dilediği yoldan ulaştırır.

Hakikat âleminden haber vereyim: Orada Budist, Hristiyan, Müslüman, Yahudi bulunduğu gibi bol bol da ateist dolanır. Siz bakmayın sözde birtakım adamların kendi dinlerinden olmayanları önden kendi inançlarının cehennemine atmalarını. Bu tipten kimselere söyleyin, bir gün kendi cenneti veya Allah katında bir yeri olursa oraya istediğini almayabilir. Fakat gerçekte O’nun bahçesinde onun yetki verdiklerinin gönüllerine giren kimler varsa oradadır. Çünkü O’nun ne senin ibadetine ne benim duama ihtiyacı vardır. Saçmalamayalım lütfen.

Hani Mesnevi’de Musa ile Çoban hikâyesinde Allah der ki “Ben ibadeti onlara ihsanlarda, iyiliklerde bulunmak için emrettim. İbadet edenler ancak kendileri paklanır, temizlenir.” Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan neden kendini din kıstasıyla kısıtlayacak ki? Yani muhteşem bir adam var diyelim, ruhta tertemiz etmiş kendini, ama Budist. Allah bu adamcağıza bakıyor, dinini öğrenince bir anda kızıyor, adamcağızı iki ayağından cehenneme doğru fırlatıyor. Acaba böyle düşünenlere göre Allah Silent Hill’deki Piramit Kafa gibi bir şey mi? Gerçekten böyle bir Allah mı tasvir ediyorlar insanların bir kısmı kafalarında bilmiyorum ki.

Maalesef kimileri için kötü haber olacak; ruh temizliğinin bizzat kendisidir cennet yolculuğu. Ruhunu temizlemekle uğraşan cennete gidiş yolunu adımlıyor demektir zaten. Fakat yolların en emini, en hızlısı ve en kolayı gönül sahibi birinin gönlüne girmektir. Taksiyle gitmek varken kimse başka şehre yürüyerek gitmeye kalkışmaz herhalde.

Üstelik dindarlık samimiyetin göstergesi olabileceği gibi çarpık algılayışın doğurduğu bir tutum da olabilir. Sevginin en temel ifadesi nedir: Fedakârlık. Feragat. Katlanmak. Sabretmek. Sevilen için bir şeylere göğüs germek. Ego-nefs-benliğe zor gelen işler. Bunlardan kaçınmak isteyen ego-nefs-benlik ne yapar, neye yönelir? Gösterebileceği işlere. En azından psikolojik anlamda kırıntılar elde edebilmek için, doyamazsa bile. İbadetten bahsettiğimi anladınız; çünkü ibadet ego-nefs-benliğin göstererek karşılığında saygı alabileceği en temel iştir. Diğer dinsel aktiviteler de olabilir elbette; yeter ki gösterebilsin, böyle yapmakla kendini önemli hissedebilsin. Zaman geçtikçe bunlarda da aşırıya kaçar, detaylandırdıkça detaylandırır. En küçük ve önemsiz mevzuyu saatlerce tartışan, neredeyse bunları kavga meselesine dönüştüren o vaizleri düşünün. Bunlar temeli duymak istemezler, çünkü temel, yani öz sadelik içerir, mütevazılık içerir, orta yol içerir. Temelde gösterecek bir şey yoktur, kazanacak bir şey yoktur.

İşte ‘taklit ehli’ diye, böyle özü pas geçip en küçük detayları müthiş derece mühimseyen, şekil ve görüntüyü taklit yoluyla, kendi hâl ve davranışlarını düzeltmeden, kendini bulmadan, bilmeden bir yere varacaklarını zanneden insanlara derler. Bu insanlar amaçtan çok kurallarla içli dışlıdır. Oysa sadece davranışı taklit ederek Yaratıcı memnun edilemez, hatta bu yol Yaratıcı ile insan arasındaki engellerin en sarplarından biridir. Bu insanlar kendilerini hiç serbest bırakmadıkları, kendilerini bilmedikleri ve aslında olmadıkları bir kalıpla kendilerini özdeşleştirdikleri için de hep gergin, öfke dolu ve/veya tedirgin, korku doludur. O kuralların biraz olsun ezildiğini görmek bu insanları ‘dellendirir’, çünkü bu kurallar yüzünden onlar istedikleri yaşamı yaşamamışlardır, buna razı da gelememişlerdir, dolayısıyla başkaları istedikleri türden yaşamlar yaşasın istemezler, yoksa kendilerini eksik kalmış hissederler.

Elbette bu iş sadece din dindarlığında değil, her türlü ekstremist, aşırıcı hareket için geçerlidir. İdeolojilerin, öğretilerin hatta futbol takımlarının ‘dindarları’ da dinin dindarlarından ayrı değildir. 

“Zaten eskiden insanlar İslam’a daha bağlıydı, daha dindardı, şimdi öyle değiliz. İbadetlerini aksatmazlardı. Bu çağ bozuk. Biz dinden uzaklaştık. Kaçımız kurtulacak, Allah bilir.”

Eskiden insanlar daha mı dine bağlıydı? Orası kesin. Peki, kurtulmayı bugünkülerden daha mı çok hak ediyorlardı? Orası şüpheli. İnsanlar o dönemi anlamadıklarından onların dine bağlılıklarını Yaradan’a bağlılık şeklinde düşünüyorlar. Oysa daha eskiden insanlar putlara da aynı bağlılığı gösteriyor değil miydi? Bunun sebebi o dönemlerin düzeni. Baskın, çatışma, ölüm tehlikesinin her an kapıda bulunduğu, her sağlıklı kadının, çocuğun, erkeğin ganimet sayıldığı bir çağda, insanlar sürekli korku içinde, sığınacakları bir üstün varlık inancına ihtiyaç duyuyorlardı, bu bir. İkincisi, yine korunmak için, zahirde de bir kampa ait olmak zorundaydılar. İşte din bu ihtiyaçların ikisini de gideriyordu. Hem kişinin safında olan bir Tanrı inancı sağlıyor hem de kişi onu koruyacak devasa bir grubun üyesi oluyordu. Üstelik böylesi bir çağda, henüz kitle iletişim araçları olmadığından, özgür inanç diye bir kavram da yoktu; farklı inançlarla temas gibi bir şans da bulunmayınca kişi yalnızca kendisine öğretileni uyguluyor, uygulamak zorunda kalıyordu. Ayrıca günün şartlarında geçim de savaş ve yağma üzerine kuruluydu, ‘kutsal savaşçılık’ aslında bir meslek dalıydı, yani gaziler özünde bir meslek erbabıydı. Esnaflıktan farklı olarak can alıyor–can satıyorlardı; hâliyle kârları da zararları da bununla orantılı olarak çok daha yüksekti. Anlaşılabileceği üzere ‘kutsal savaşlar’ ekonomik bir hareketti aynı zamanda. Toplu hâlde gidiliyor, düşman köyleri, şehirleri ‘Tanrı hoşnutluğu’ adına yağmalanıyor, köleler-cariyeler alınıyor, böylece zenginleşme sağlanıyordu.

Fakat bugün farklıdır. Nasıl olmasın ki, bilincimiz evrimleşti. Ortaçağ’da kutsal savaşların gördüğü işi bugün daha yumuşak bir surette, fakat benzer usullerle küresel şirketler halletmekteler. Ucuz işgücünün olduğu yerlere, işçilerin haklarının önemsenmediği fabrikalar kurulup insan emeği sömürürürler. Ucuz işgücü adına mevcut seçeneklerin sayısı yeterli değilse, aynı Ortaçağ’daki şekilde, fakat süslü püslü kelimeler ve cümlelerle bunlar aklanarak, yaratılan savaşlar yoluyla artırılır. Kölelik açıkta yoktur, elbette hâlâ sürdüren Suudi Arabistan gibi bazı Müslüman ülkeler var, onlar hariç, gelgelelim ağır çalışma şartları ile uzun çalışma saatlerini de evsiz kalma-dışarıda yaşama korkusu yaşatarak kabul ettirirler. Kimseyi kırbaçla tutmazlar, çünkü gerek kalmamıştır, insanlar gönüllü razı gelir.      

Görüyorsunuz, Ortaçağ’da din dedikleri aslında yaşam tarzlarıydı, yaşam tarzları da din. Bunu onların dindarlıklarına bağlıyorlar. O günü, o günün koşullarına uygun ve günün koşullarıyla yaşamaya ‘dindarlık’ adı veriliyorsa, sormak gerek, ‘dindarlık’ bu çağa nasıl uyacak? O çağın dindarlığı, o çağın görüşüydü. Bu çağın dindarlığı, bu çağın görüşünü taşımalı öyleyse. Aksi takdirde o çağı taklit etmekten başka şey olmayacak. Yani ruha faydası dokunmayacak, dokunsa da faydası sınırlı olacak.

“Asıl dindarlık nasıl bir şey madem? Kafanda bir şey varsa söyle de bilelim.”

Elbette var; olmasa bunca sayfa döşemezdim zaten. Fakat bunca sayfa yazdığım için fikir üretmiş veya kendimi fikir üretmek zorunda hissetmiş de değilim, gerçekten uymaya çalıştığım bir dindarlık tasviri var.

Temel değerlerin prensip alındığı, davranışların bu prensiplere göre düzenlendiği, amacın esas alındığı, ibadetin amaca ulaştıracak araç olarak kullanıldığı dindarlık çeşidi. İşte ruha fayda sağlayacak dindarlık bu olur. Bu dindarlığın özü Yaradan’a duyulan sevgi ve memnuniyet, inancın kanıtı da ancak fedakârlık olur.

Fedakârlık prensibini iman konusunda uzun uzun konuştuk ama burada da bir özet geçmek hak oldu. Neydi fedakârlık prensibi: Sevdiğin şeylerden vazgeçeceksin. Başkalarına bakarak, taklitle değil, sevdiğin ne varsa onu azaltacaksın, kendini sınırlandıracaksın. Yemeğe mi düşkünsün, azaltacaksın. Kadın, erkek ilgisine mi; en fazla bir tanesi hariç uzaklaşacaksın. Paradan mı ayrılamıyorsun; cömertlik edecek, dağıtacaksın. Ki böylece toprağa tohum gömmüş gibi olursun, bu yapılanlar asıl yurtta ağaç görünümüne bürünür, çiçek görünümüne bürünür, meyve görünümüne bürünür, insanın karşısına çıkar. Üstelik bunları daha yaparken haberlerini alırsın, rüyanda sana para verirler, yemek yedirirler, daha zor işlerle meşgul olursan altın topladığını görürsün. 

Bugün adına konuşalım, beşinci kata terler içinde –Türkiye’deki binaların baskın çoğunluğunda yük asansörü bulunmaz- baza taşıyan sevkiyatçılar da Ramazan’da oruç tutar, klimalı camisinde zaten ona da nakliyatçıya da farz olan namazı kılıp lojmanına çekilen imam da. İmama bir garezim yok, ikisi de sevap mı sevap; ancak mantığa göre bile bu ikisinin verdiği efor bir olmadığına göre oruç ikisine de aynı sevap olarak yazılıyor olamaz, adalet ilkesine aykırı. O durumdaki sevkiyatçı çok daha fazla fedakârlıkta bulunmuş oluyor, demek ki onun basit dindarlığı evinde veya rahat ibadethanede saatlerce ibadet eden abidinkinden, zahidinkinden daha makbuldür; adalete uygun olan bu. Zaten ruhsal âlemin şu kuralı asıl olanı söyler: “Ne verirsen onu alırsın, ne kadar verirsen o kadar alırsın.” Öyleyse abidin-zahidin dindarlığı da –tabii halk arasında bunu kendine unvan edinip bu sayede egosuna sürekli besin sağlamıyorsa- çok bilgili, anlatmada çok mahir fakat anlattıklarından kendi eksik kalan vaizin –ki ortalık böyleleriyle doludur- dindarlığından daha makbuldür.

Demek asıl dindarlığın bir şartı daha var: Egoyu beslemiyor, egoyu beslemek için kullanılmıyor olacak. Aslında dindarlığın en önemli şartı bu değil mi zaten; kendi egonla-nefsinle-benliğinle uğraşmak, onun hükmü altında yaşamayı onursuzluk saymak, ruha ulaşmayı, ruhla hareket etmeyi amaç ve şiar edinmek. Dindarlığın esası, temeli bu olmalı değil mi? Başka türlüsü kabul edilebilir mi?

“Tamam, fedakârlık ana prensibimiz olsun da buna ulaştıracak birtakım yollar olmadan olmaz. Hangi yollarla fedakârlık?”

Düşünce tarzı yine aynı olmak kaydıyla Allah, Tanrı, ruh adına yapılan her şey fedakârlık kapsamına girer; ibadetle fedakârlığı ayrı görmeyin, bunlar ayrı ayrı işler olmak zorunda değil. İbadet fedakârlık değil mi; bedensel zevkleri tatmin amaçlı geçirilebilecek saatler bunun yerine dinsel ritüele verilir. Gelgelelim övünmeye, nama, unvana dönüştürüldüğü an menfaat ortaya çıkmış olur, fedakârlık yok olur; dolayısıyla ibadetin kabuğu kalır ama içerdiği öz yok olur. Zekât fedakârlık değil mi; zevklerin için harcayabileceğin parayı paylaşıyorsun. Fakat bu para vergiden falan düşülür veya ego için, insanların ortasında, hayırsever olarak bilinmek için yapılır ise ibadetin kabuğu kalır, özü yok olur. Hele de oruç en büyük fedakârlıklardan, yalnızca mideyi boş bırakmak anlamındaki değil, esas amacın beden üstünde hâkimiyet kurup ruhça yükselmek olduğu, mide-göz-dil hepsinin kontrolünü birden içeren oruç, egoya karşı verilebilecek en önemli savaşların başında gelir. Tabii yine aynı durum geçerli, eğer oruçla ego beslenmezse öyledir, yani kişisel menfaatler için kullanılmaz, övünme, üstün hissetme, kibir, gurur, şöhret için kurban edilmezse.

Buradan ortaya çıkıyor ki iki kişi her ikisi de dindarken ve Allah rızası, Tanrı hoşnutluğu adına birebir aynı eylemleri yapıyorken, birisi ruhta kâr ediyor olabilir ve ötekisi bırakın kârı, zarar ediyor olabilir. Gerçi bir insan ruh için uyguladığı eylemleri maddesel kazanca çeviriyorsa onu dindar sayabilir miyiz, ona da bir şey demek zor. Çünkü açık ki o, eylemlerini dünyasal menfaatler için yaparken aslında bir nevi ‘meslek’ icra etmektedir. Sonuçta bu dünyada para kazanmak için bir meslek, zanaat sahibi olmak şart, değil mi? Demek ki dindarlık da, niyete göre, gayet de bir meslek dalı olabilir veya ruhta yükselmenin bir yolu da olabilir.

Yeni bir anlayışa varmış bulunuyoruz: Asıl dindarlık niyette ise bir de yalnızca şekli, taklidi içeren bir dindarlık türü var, dolayısıyla onu görüntü dindarlığı diye adlandırabiliriz. Hatta yapabiliriz değil yapalım, bizi tutan ne? Evet, menfaat adına takınılan taklit tavırları, sözüm ona dindarlığı bundan sonra ‘görüntü dindarlığı’ diye çağıralım; tam karşılıyor.

Görüntü dindarları ‘kendisinin dinsel anlayışının’ (dikkat çeksin diye tırnak içine aldım) yeryüzündeki tek din olması gerektiğine iman etmiştir veya içindeki şüpheler yüzünden böyle olmasını zorlamaya çalışır. En doğru din kendisinin ait olduğu dindir, üstelik o dindeki en doğru anlayış da yine kendisinin ait olduğu dinsel anlayıştır. Gelgelelim %99 ihtimalle o seçmemiştir doğru olanı, her nasılsa ona öğretilendir en doğru olan. Ve bu algı görüntü dindarına hangi din, hangi dinsel anlayış öğretildiyse, o hangisine aitse onun adına geçerlidir. Bu tür dindar asla şunu düşünmez ki eğer başka bir inançta doğsaydı o inancı yine aynı şekilde cansiperane savunacaktı. İran’da doğan biri için büyük ihtimalle en doğru din İslam, en doğru mezhepse Şiilik olur; buna karşılık İtalya’da doğan içinse en doğru din Hıristiyanlık, en doğru mezhep Katoliklik. Fakat bu kimselerin inançlarını savunuşları dinlerinin doğruluk oranlarına bağlı değildir, içine doğdukları, kendilerine öğretilen, bebeklikten beri belletilen dinler bunlar olduğundan ölesiye savunurlar. İran’daki bebeği alıp bebekken İtalyan aileye versek büyüyünce Hristiyanlık ve Katoliklik savunucusu olur, haç önüne çöküp dua eder; İtalyan bebeği alıp İran’daki aileye versek İslam ve Şiilik savunucusu olur, her muharrem ayında “Ya Huseyn” diye gözyaşı döker. Aynı kişiler, fakat şartlara göre her ikisi için de iki ayrı inanç ve iki ayrı ‘en doğru’ tanımı ortaya çıkıyor.  

“Tüm dinler böyle savunulduğuna göre bize dinlerin yanlışlığından mı bahsediyorsun?”

Hayır, o önerme dinlerin yanlışlığını ima etmiyor, insan ‘gerçek dindarlık’ ile iman sahibi olduğu sürece dini doğruya götürecektir, “Onlar başkalarından istese de onlara veren yine benim.” diyor Allah bir kutsi hadiste. O önerme görüntü dindarının, kendisi bilsin veya bilmesin, esas derdinin egosu ve egosuna eklemlediği bilgiler olduğunu söylüyor. Bu, önemli bir ayrım.

Görüntü dindarı zihin dünyasında, onunla aynı kampta bulunanları cennete atmayı (atamak anlamında), bulunmayanları ise cehenneme atmayı (fırlatmak anlamında) pek sever, sanki onunmuş gibi, biliriz. “İnancım emrediyor, Tanrım söyledi diye” dinsel ritüelleri yerine getirdiğini söyler, hatta belki de buna inanır ama aslında ait olduğu kampı göstermek için uygular. Kabuk görüntü dindarına öyle önemlidir ki özün, amacın önüne geçer, bu yüzden de bir amacı kalmayan ritüelleri yalnızca tekrar edilen hareketler hâline dönüşür. Görüntü dindarı için ibadet amaçtır, araç değil. İbadeti ruhuna hizmet için, kendini dönüştürüp yükselmek için, daha insan olmak için kullanmaz, yalnızca yapar, tekrar eder. Ona önemli olan sayıdır, ibadetin neresinde ne yapacağıdır, yani ritüele ait her detay onun için muazzam surette önemlidir. Fakat özü önemli görmez, amaç anlamını yitirmiştir onda. 

Görüntü dindarı madem kendi dinsel anlayışlarının en doğrusu olduğu inancındadır, şöyle düşünmesi daha doğru olmaz mıydı: “Benim dinsel anlayışım haktır, dolayısıyla bu bana daha fazla sorumluluk getirir. Diğerleri belki daha az çalışmayla kurtulacak, benim daha fazla çalışmam gerekir.” Doğru değil mi? Hani Peygamber’in çadırına yanında birkaç dostu varken içeri bir bedevi dalar, bugün İslam’ın beş şartı diye öğretilen maddeleri sayar, son derece kaba şekilde “Bunları yaparım, bir fazlasını yapmam.” der. “Yine kurtulursun.” diye cevap verir Peygamber gayet sakin. O çıktıktan sonra yanındakilere dönüp şöyle der: “O bunları yaparsa kurtulur, sizin daha çok çalışmanız lazım.” Çünkü ilkokul öğrencisiyle lise öğrencisinin bildikleri aynı olmadığı gibi sorumlu tutuldukları da aynı değildir. İlkokul öğrencisi bir iki ödev yapar, oyuna koşar, bu kadarı sınıfını geçmesini sağlar. Fakat lise öğrencisi daha fazla çalışmak zorundadır, sorumlu olduğu dersler konu konu budaklanır. Hele yüksek lisans öğrencisi olunca artık dersi hayatı, hayatı dersi olmak zorundadır. Bilinç düzeyi yükseldikçe sorumluluklar artar, sorumlulukların üstesinden gelme becerisi arttıkça bilinç düzeyi yükselir.

Lütfen yanlış anlaşılmasın, bu tespitler bilinç düzeyi o noktada olan insanlara karşı üstünlük taslamak niyetiyle yazılmadı. Her insanın eve geri dönüş yolculuğunda olduğuna inanıyorum; farklı insanların farklı bilinç düzeylerinde bulunması kadar doğal bir şey yok. Fakat bu paragrafları, bazı konulara hatalı bakan insanlara işte o hatalı taraflarını ifade etmek için yazıyorum. Üstelik bu paragraflar başka kişilerin aynı kusurları kendilerinde de fark ederek aynı hataları yapmamalarını sağlayabilir. Yoksa hatasız olan bir tek O.

“Bu görüntü dindarı dediğin geçmişte neden yoktu da bugün var?”

Bu son derece hatalı bir bakış. Geçmişte de vardı, insanlar bilinç katmanlarında grup grup olmaya devam ettiği sürece de var olacak. Halife Ömer görüntü dindarlığının ne olduğunu, dünyaya dinsel algılayışla bakılan, her işin dinsel hükümler üzere görüldüğü o çağa dâhil olduğu hâlde çözmüş, açıkta kalan bir misafiri kabul edip karnını doyuranlara iyilik yaptıkları hâlde şöyle serzenişte bulunmuştu: “Siz bunu Allah rızası için değil, cömert olarak bilinmek için yapıyorsunuz.” İşte asıl dindarlığın insanın yaptıklarını kişiliğine, benliğine bir şeyler eklemlemek için yapmaması olduğunu o da görüyordu. Bilinsin diye yapmak, yani gösteriş, görüntü dindarlığının en temel özelliğidir çünkü. Aslında buradan bakınca toplum bilsin diye yapılan dindarlığı ‘toplum dindarlığı’ diye de adlandırmak mümkün; fakat görüntü dindarlığı tabiri güzel, öyle demeye devam edelim.

Şunun anlaşılması gerek, dindar diye dinsel ritüelleri uygulayanlara denir, bunun her zaman ahlakla bir ilişki taşıması gerekmez; hatta artık yozlaşmış inanç ve coğrafyalarda çoğu zaman taşımaz da. Merhamet, sevgi, vicdan gibi üstün kavramlar dindarlıkla alakalı ele alınamaz. Aztekler dinsel ritüel olarak piramit üstünde savaş tutsaklarının göğsünü yarıyor, tanrılarına kurban ediyorlardı, tanrılarını hoşnut etme yöntemleri böyleydi onların. Bunu gerçekleştirenler de din adamlarıydı. Din adamları tarafından yapılan, dinlerine uygun bir eylem diye kan törenlerini de ahlaka uygun kabul edecek miyiz yani? Hayır, diyeceksiniz; inşallah hayır dersiniz, aksini düşünmek bile istemem.

Yaygın anlayışın din diye anladığı, uzun çağlar boyunca şekillenmiş-şekillendirilmiş bir hamurdur. Dünyaya tapanlar, tatmin ede ede bir türlü doyuramadıkları arzularını sonsuza taşımak isteğiyle yanıp tutuşur, buna ‘din’ adını takar, herkesten de buna sonsuz bir teslimiyetle uymasını beklerler. İstediklerinin gerçekleşme ihtimalini ellerinden alan savlara kızar köpürür, bu savları öne sürenlere saldırırlar; çünkü o zevklerden bir an mahrum kalmaya dayanamazlarken Allah korusun haklı olabilecek bir çıkış o zevklerin sonsuza dek süreceğine dair inançlarında sarsıntılar yaratabilir. Bu yüzden hakikati dile getiren adam onların gözünde bütün menfaatini elinden almaya kalkan biri gibidir, işin özünü bilin ki sonra “Yobazlar neden hakikat ehlini asıyor, kesiyor, derisini yüzüyor, ateşe atıyor?!” diye düşüncelere dalmayın. Nasıl kızmasınlar, ya öte tarafta koynuna alabileceği 72 kadın yoksa, onca uğraşı boşa mı! Sarışını, esmeri, kumralı, beyaz tenlisi, siyah, sarı, kızıl saçlısı, mavi-yeşil-kahverengi veya çekik gözlüsü, ya da her ikisi birden, hem çekik hem mavi gözlüsü, cennette değil miyiz!

Bu arada ben şunu anlamam, neden 72 kadın? Cennette her hak edene bir kadın versinler, istediği şekle bürünebiliyor olsun, nasıl olsa maddenin sınırlamalarından kurtulmadık mı? Böylesi çok daha efektif olmaz mı yahu? Hem böylece bir taneyle kurtarırsın, diğer türlü 72 tane, resmen israf. Hayır, söylediklerine göre orada verilen ev de bir tane olacak imiş, 72 kadın için TOKİ konutları dikilmesi gerek, yoksa bunlara nerede bakacak, nerede besleyeceksin, sokakta mı yatacaklar? Bakın, bu meseleler önemli, cennete gidersem cennetliklere kadın atayan departmanla bu meseleyi özel olarak görüşmek isterim. 

Ya da hiç uğraşmayalım, gelin hakikate bakalım. Hakikatte din bu anlayışın tam tersidir. Peygamberler, elçiler, öğretmenler, rehberler zevkleri sonsuza taşımayı değil, hayvanî zevkleri denetlemeyi öğretti insanlara. İnsanlar hayvan bedenin yularından kurtulup dizginleri ruh adı verdiğimiz gerçek kendileri ele alsın diye kurallar getirdiler. Gerçi ruh âleminde de ceza olarak karşılığı varsa bile ondan da önce, her gördüğün dişinin peşine düşüp de hepimizin sahip olduğu, aşmamız gereken hayvanlık bilincinde takılı kalma diye zina yapmaman söylendiğini anlamak zor değil. İstediğin kadar aksini iddia et, üstüne ideolojiler, yaşam tarzları kur, sürekli kadın peşinde koşan adamın ve sürekli adam peşinde koşan kadının hayvan bedeni etkisinde hareket ettiği gerçeğini gizleyemezsin. Hakaret amaçlı söylemiyorum, hayvan bedenin arzusu bu, o öyle bir yöne götürür. O yozluğu halının altına süpürmüş olursun ama buram buram kokarak belli eder kendini.

“Fedakârlık yapalım, iyi hoş da bunu da kendi dinimiz için yapalım, değil mi?”

Neye inanarak yapıyorsanız yapın, karşılığını alırsınız. Zaten bir kutsi hadise göre Allah der ki, “Onlar başka ilahlardan isteklerde bulunduğunda da veren benim.” Gerçi farklı ilahlardan istendiğinde veren yine O olmasaydı sanki sınav çok daha kolay olurdu; insanlar isteklerden buluna buluna, deneye yanıla gerçek olanın hangisi olduğunu çıkarırdı, ama olsun. Bu söz demektir ki yeterince inanarak yapılan her işin karşılığını O yine verir; öyleyse önemli olan inancın, imanın ta kendisidir, yöneldiği makamdan da önce.

Mesela ünlü muhafazakâr şair Necip Fazıl Kısakürek’in şiirinden ele alalım: “Allah dostu odur ki nefsine tek pay biçmez / Kırk yıl bir ekşi ayranı özler de onu içmez.” Burada şöyle bir durum var: Madem ekşi ayrandan, daha doğrusu canının istediği bir şeyi yemekten vazgeçmek insanı Allah dostu yapar, öyleyse Gandi Ortadoğu coğrafyasında herkesten büyük Allah dostu olmalıdır; çünkü adamın tüm diyeti günde bir bardak keçi sütü, bir iki meyveden ibaretti. Gerçi bunu muhafazakâr kesim kabul etmez.

“Etmeyiz elbette! Gandi kendini kontrol için yapıyordu o işleri, Allah için değil.”

Aradaki fark nedir? Kendini kontrol zaten yuları bedenden alıp ruha vermek içindir, bizim Allah diye, başka insanların başka isimle çağırdığı yüce ruha ulaşmak adına yapılır. Hedef Allah olmaz da Büyük Öz olur, Tanrı olur, başka isimle biliniyor olur; ama bir şey değişmez. Arada fark gören Allah’ı gökte oturan bir adam gibi tahayyül etmekten o farkı görmektedir ki bu inanışın kendisi kusurludur zaten.

Gandi kendini kontrolü geliştirdi mi; geliştirdi. Büyük çatışmaları durdurdu mu; durdurdu. Belki bir savaşı engelledi mi; engelledi. İnsanların barıştırdı mı, barıştıramasa bile aralarını yaptı mı, yapamasa bile o aralarındaki kavgayı bir süreliğine kesti mi; hepsini de yaptı. Öyleyse hiçbir yapay inanış Gandi’nin ahirette bu işlerinin ödüllerini almasına engel olamaz.  

“Biz oluruz! Gandi kelime-i şehadet getirip Müslüman olsaydı Allah rızası için olurdu ama şimdi olmaz, kabul etmeyiz.”

O iş yeryüzünde debelenen beşerin yargılamasına kalmamıştır. Bir gün cennetiniz veya Allah katında bir yeriniz olursa o zaman almazsınız kendinizden olmayanı. Demek sadece Arapça cümleler kurunca yapılanlar anlam ifade ediyor, iş kıymet buluyor, yoksa istersen kendini yırt; öyle mi?! Peki bu bilgiye nereden ulaştınız? Hakikat âlemine çıkıp dolandınız da Gandi’yi orada mı bulamadınız? Yoksa size öğrettikleri temelsiz bilgileri mi tekrarlayıp duruyorsunuz?

Gerçek şu ki Arapça bir cümleyi tekrar etmedi diye Tanrı adına yapılan onca fedakârlık boşa gitmiş olmaz, önden diyeyim de kendi seçilmişlik inancınızla hareket edip kendinizi de başkalarını da kandırmayın yoktan yere. Hakikat âleminde her inançtan insan dolanmakta, ateistler de buna dâhil. Bilmeden konuşmak kimseye bir şey kazandırmaz. Hadi bilmeyeni de kandırırsınız da bilenleri nasıl olup kandıracaksınız kendi uydurduğunuz iddialarla?

Hiç düşündünüz mü ki madem bu inandığınız tanrı Arap gibi olmayınca, Arap gibi konuşmayınca göz ucuyla bile bakmıyor, niye onca zahmete girmiş de diğer milletleri yaratmış acaba? Önce onca milleti var et, sonra kalk aralarından birini üstün kıl, onların dilini, örfünü, adetini, kültürünü, ibadetini yapmayanı cennete sokma? Çok ilginç iddia doğrusu. Fakat kâinatı her türden varlık ile var eden, donatan bir varlığın niteliğine uymuyor sanki bu davranış? Arap kültürünün yayılımı için yayılan yüzlerce yalandan biri olmasın bu da?

Böyle bir inanışın gerçek Yaradan’ın değil Arapların tanrısı olarak algılanan bir tanrının yolu gibi durduğu açık değil mi? Tek dille iletişim kurup diğerlerine sırt dönen bir tanrı figürü sadece o dili konuşan milletin tanrısı demektir, yoksa böyle bir anlayış ne mantığa ne kalbe ne vicdana sığar. Yani klasik dinsel anlayışın mantığındaki Allah sadece Arapların tanrısı olabilir. İşte koca koca kitlelerin Araplara benzeme, Araplar gibi konuşma, Araplar gibi yaşama çalışmaları da bu algılayış sebebiyledir.

Emperyalizmin boyutunu görebiliyor musunuz? Batılı bile onca TV desteğine, internete rağmen böyle bir kültür emperyalizmine ulaşmayı ancak 90’lardan sonra başarabildi. Ama Arap emperyalizmi daha tehlikeli, daha kökten, çok daha uzun süreli oldu. Ve insanlar bunu hâlâ din, yani eve dönen yol zannetmekte.

Bu işin hakikati şudur: Tanrı konuşmak için kelimelere muhtaç değildir ki O’na ulaşma şartını Arapça bir cümlenin tekrarlanmasına bağlasın. O âlemde iletişim telepati yoluyla sağlanır, düşündüğünü aynı zamanda söylemiş olursun, bunu zaten daha önce belirtmiştim. Dolayısıyla kesin şekilde yanlış bir inanış bu.

Bu boş inanışa karşı Nesimi’nin şu dörtlüğünü koyup konuyu kapatalım artık:


Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
          Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
         Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
         İblis’in talim ettiği yola minnet eylemem 

Yorumlar