18) İman ve Fedakârlık Üzerine
Kelimeler önemlidir. Bazı kelimeler
başlarda çok önemli şeyleri ifade etmek için kullanılırken bir süre sonra
kalıplaşır ve anlamından uzaklaşır. İman böyledir, hatta bu önermeye
gösterilebilecek en iyi örnek iman kelimesidir bence. Peki nedir Arapça iman,
İngilizce faith diye geçen ve özellikle son gelen iki Ortadoğu dini nazarında
inancın kanıtı olarak büyük önem taşıyan kelimenin Türkçe karşılığı diye açıp
TDK’dan bakıyoruz, “İnanç, güçlü inanç.” yazdığını görüyor ve geri kapatıyoruz.
Neden geri kapatıyoruz peki? Çünkü iman
inanç demek değil de ondan; bu iki kavramın arasında fark var. Öyleyse Arapçada
iman, İngilizcede faith olan bu kelimenin Türkçesi nedir veya ne olmalıdır:
Güvenç. Hayır, güveç değil aç kardeşim; güvenç. Çünkü iman, inanmakla değil
güvenmekle eşdeğerdir.
“İnançla imanın farkı ne ola ki
böyle karşı çıkıyorsun?”
Basit kapsamda imanın tam olarak karşılığı
şöyledir: Güvenmek; ancak öyle ucuz bir güven değil; zaten olmuş gibi veya
olacağına kesin gözüyle bakarak güvenmek. Öyle bir güvenmek ki güvenle dolu olmak.
Hani Ali diyor ya: “Gayp perdesi açılsa da imanım daha fazlalaşmayacak.” diye. Yani
sanki hep Tanrı’nın yüzüne bakıyormuş gibi yaşadığından, eğer perde açılsa yüz
yüze gelse bu nedenle yine davranışlarını değiştirmesine gerek olmayacağından
bahsediyor. İşte biz bu kesin biliyorcasına inanmak ve bunu eyleme dökmek,
hayata geçirmek hâline iman diyoruz.
Oysa inanç, sadece inanmaktır. Bir insan Allah’ın varlığına inanabilir ancak güvenmeyebilir. Onun için Allah vardır, ancak ötelerde bir yerdedir; dolayısıyla O’ndan gelecek olana güvenmez. Birisi Allah’a inanarak dua edebilir, ancak icabet edeceğine güvenmeyebilir. Hatta hepimiz biliyoruz ki çoğunluk böyledir. İnanır ama güvenmez; inançlıdır ancak imanlı değildir. Bu yüzden şöyle ayet vardır Kuran’da: "Bedeviler 'inandık' dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama ‘İslam olduk.’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat / 14)
İman kavramı hep dinsel jargonda ele alınır fakat gerçekte böyle değildir. Bilirsiniz plasebo etkisi diye bir durum vardır. Bilmeyenler için kısaca tarif edeyim: Hastaya hastalığı ile ilgisiz, vitamin ilaçları gibi basit ilaçlar verilir fakat hasta onu tedavi edeceğine inandığı ilaçlardan birini aldığını düşünmektedir. Yapılan bir deneyde, hastaların yarısına düzenli aldığı ilaçlar verilir, diğer yarısına ise plasebo ilaçlar; tedavi oranının neredeyse bire bir olduğu gözlenir. Bu sonucu ifade için, 'insan kendini iyileştirir' derler. İşte orada insanları iyileştiren kendileri ise de iyileşme sebepleri o ilaçların onları iyileştireceğine duydukları güvendir; yani imanlarıdır. Dolayısıyla iman, günlük hayatta her alanda ve anda geçerlidir.
Ancak elbette biliyoruz ki imanın en geniş kullanım alanı dindir. Zaten iman ‘güven’ demek olduğuna göre inancın ölçütü de iman olabilir ancak. Çünkü bir varlığın varlığını biliyorsan ve güvenilirliğinden eminsen, şüphe etmezsin. Babası sağ, sağlam ve güvenilir olanlarımız, bir işinin halledilmesi gerektiğinde, babası var mıdır, yok mudur diye düşünmez; hiç şüphe duymadan doğrudan gider, yüz yüze görüşür veya uzaktaysa telefonla iletişim kurar. Allah ile olan durum da aynıdır; ancak insanlardan nadir kısmı yüz yüze görüşme lütfuna erişir, geri kalanlarımız ise telefonla ararız. İşte dua etmek telefon etmek hükmündedir. Fakat karşıdan ses gelmeyince, insanlar bunu ya karşıda dinleyen biri olmadığına ya da telefonun açılmadığına, yani duanın tutmadığına, istediğini alamayacağına yorar.
Oysa İsa Mesih takipçilerine der
ki: “Dua ederken zaten kabul edilmiş gibi edin, verilecektir.” İşte buradaki
davranış, Allah’a ve cömertliğine duyulan güvendir ve imanın kendisidir. Hem
‘her yerde hazır ve nazır’ diyeceksin, gece karıncanın yuvasına giderken
çıkardığı ayak sesini duyduğunu söyleyeceksin hem de sesini çığırarak
ulaştırmaya çalışacaksın! Bu işteki oksimoron açık değil midir?
Gerçi İsa iman konusunda çok
daha büyük bir söylemde de bulunur, der ki: “Eğer hardal tanesi kadar imanınız
olsaydı şu dağa git deseniz giderdi.” Bu sözü aynı zamanda şu anlama
gelir: Bir dağa ‘git’ deyince o dağ af edersin tavşan küsmüş de haberi olmamış
misali olduğu yerde takılıyorsa, demektir ki onu diyen kişi iman sahibi
değildir. Fakat burada imanı sürekli bir iş olarak ele almış, hazineye
ulaşacak kadar güvenip çalışmak ve neticede hakikat âleminde padişah olmak şeklinde
-ki bunu yapabilecek kimse sayısı çok az olduğundan ben bu şekilde ele alamam;
yoksa insanlardan kapasitesinin ve potansiyelinin çok üzerinde bir iş beklemiş
ve böylece onlara haksızlık yapmış oluruz, geride imanlı insan kalmaz. Bu
yüzden bizler imanı kendi çapımızda almaya devam edeceğiz.
Şu söyleyeceğimi suçlama olarak algılamayın, bir yaratıcının varlığına inanan ancak ona güvenmeyen dindarın bilinç düzeyi, putperestin bilinç düzeyiyle aynıdır, onu aşamamıştır. Hâlâ çoktanrılı dinlerin bulunduğu bir adada inançlarına dair belgesel çekmişlerdi, orada şöyle bir cümle geçtiğini hatırlıyorum: “Biz tanrılarımıza adak sunacağız ki, memnun olsunlar, kuraklık olmasın.” İşte güvenmeyen dindarın inanış motivasyonu aslında kuraklıktan, yani açlıktan korktuğu için tanrısına bir şeyler sunan putperestin motivasyonuyla aynıdır. Aslında onun derdi korkudur; yoksulluktan, soyunu devam ettirememekten, ölümden duyduğu korku; yani ‘yok olmaya’ karşı duyduğu korku. Bu yüzden sığınacak bir liman, ikna ederek kendini kurtaracak aşkın bir güce ihtiyaç duyar. ‘Allah’ inancı onda bu ihtiyacı karşılamaktadır. Ancak bu ‘Allah’, ne kadar ‘Her Şeyi Var Eden Varlık’tır, ne kadar kendi zannıdır, orasını Allah bilir. Konumuzla alakalı kısmı ise şudur ki böylesi inanış iman içermez. İnanç vardır fakat iman yoktur bu kişide.
Tam da yukarıdaki sebepten ötürü bir insan iman sahibi yani ‘mümin’ olmak istiyorsa öncelikli olarak korkuyu yenmek, yenmiş olmak zorunda. İman kenti ancak korku dağının ardındadır. Hayata, çevreye, kendine karşı hissettiğin nice çeşitli korkuları silemediysen şurası açık ki Allah'a yeterince güvenmiş değilsindir. Çünkü Allah'a güvenmek demek O'nun her yerde, her şeyden haberdar ve her şeyi gerçekleştirebilecek kadar kudretli olduğuna da güvenmek demektir. Yoksa kuru kuru ‘Allah'a inandım’ demek, göklerden bizi izleyen, çok kudretli ancak hiçbir şeye karışmayan bir Tanrı'nın varlığını kabul ettim demekle eş anlama gelir. Gökten bizi izleyen tanrı anlayışını insanlar geçmişte kaldı zannediyor; hayır, tek tanrılı tüm dinlerde dindarların baskın kısmının bilinç düzeyi hâlâ aynı noktadadır. Yalnızca Tanrı yerine Allah diyorlar; fark o.
Bir kere
daha İsa Mesih’i örnek olarak göstereceğim; o tam bu bölümün kahramanı. Sövdüler,
dövdüler, eziyetler, işkenceler ettiler, bir kere kendini bozmadı. Çarmıhta son
ses bağırıp çağırmak, lanetler okumaktan öte, “Baba”ya güvenip başına geleni
sessizce kabullenmek bile şöyle dursun, işkencecilerine dua etti yahu. Çünkü
gayba duyduğu öylesine kesin bir güven vardı, yani öyle bir iman sahibiydi ki
asla kaybettiği bir şeyin olmadığını biliyordu. O beden elbisesini atacak ve çok
daha güzel, yeni bir hayata geçecekti. Bunu kesinkes biliyordu.
Bunun aksine İsa’yı dinsel
sebeplerle çarmıha gerdirten Yahudi din adamları ferisiler bu gerçeğe güvenmiyorlardı. Evet, öleceklerini
söylüyorlardı ama bu gerçeği aslında hiçbir zaman bilinçlerinde
sindirememişlerdi. Söylüyorlardı ama dilleriyle, kalpleriyle değil. Bu yüzden
ölümden korkuyorlardı. Bu yüzden insanları ölümle korkutmaya çalışıyorlardı. Bu
yüzden ölümün ceza olduğunu sanıyorlardı. Oysa ki bu bedenin sınırlı süre için
giydiğimiz bir kıyafetten başka bir şey olmadığını bilen kimse için ölüm asla
korku verici olamaz.
“Bir şey soracağım, Passion of
Christ filmini izledim de, oradaki Yahudiler neden o kadar öfkeli ya?”
Yalnızca İsa’yı çarmıha geren
Yahudiler mi öfkeli? Din ayırt etmeksizin dindarlardan bir kesim her zaman
öfkeyle, nefretle dolu değil mi? Kolay kolay bir konuda birleşmeyen Yahudi,
Hristiyan, Müslüman topluluk konu diğerine öfke hissetmek olduğunda ortak değil
mi? Bu da neden; iman eksikliğinden işte.
Örneği Müslümanlardan alalım bu
defa. Hani Batı’da olsun, Ortadoğu’da, Doğu’da olsun şeriat isteğiyle veya Batı
kültürüne karşı yürüyüş yapan, topluluklardakilerin öfkeli resimleri internette
sık sık meme’lere konu olur, bu öfkeli Müslüman profili ile epey alay edilir,
bilirsiniz. Peki hiç bu adamlardaki kızgınlığın ve kızgınlığın getirdiği azgınlığın
gerçek sebebinin ne olabileceği üzerine hiç düşündünüz mü? Neden bu adamlar o derece
kızgınlar, öfke içindeler? Neye karşı öfkeleri?
Yanlış anlamayın, “Öfkeli
çocuklardır yea, yapmışlar bir iki hata, ne olacak?!” türünden bir konuşmayla
IŞİD aklamaya çalışan Ahmet Davutoğlu değilim ben, kimseyi aklamaya
çalışmayacağım. Sorduğum başka bir şey. Fakat isterseniz düşünmeyin, çünkü
bulmanız zor, neye kızgın olduklarını ben önde söyleyeyim: Kendileri bilmese de
son kertede Allah’a bu kızgınlıkları.
Tuhaf, değil mi? Sözlerimin pek çok
kulağa saçma geleceğine de eminim. Fakat düşünün biraz; bu insanlardaki öfke neye
yönelik: Batı’ya. Neden: Şeriat ehlinin istediği ve yaymayı umduğu yaşam tarzı yerine kendi istedikleri türden,
onların ahlak anlayışlarına uymayan bir yaşam tarzını benimsedikleri için. Bu
konuda herkesle anlaşırız sanırım. Fakat Batı’nın yaşam tarzı neden bu insanları bu
kadar kızdırmakta, madem kendi yolları hak da? Hani Pir Sultan Abdal bir
deyişinde der, “Bende küfür sende imana n’eyler.” diye. Aynı deyişte yine buna
değinir: “Mescid hak, meyhane haram mı dersin? / Hak olan mescide meyhane
n’eyler?” Yolunun hak olduğunu bilen elbette cennete ulaşacağından da emin
olur, olmaz mı? Diğerlerinin de yolu hak değil madem, öyleyse uçurum kenarından
patır patır cehenneme dökülmezler mi? Kazançlı çıkacak olan her şekilde şeriat
isteyen tayfa. O zaman neye bu kızgınlık?
Yalnız onlarla bırakmayalım yahu.
Genele yayarak sorayım: Her dinin dindarları madem yollarının hak olduğuna
inanıyordu da neden tarih boyunca diğer dinlerin, inançların inanırlarına bu
kadar öfke duydular?
Çünkü sevgili kardeşim, insanların
gerçekten büyük kısmı ruh olduklarına da öte âleme de iman etmez. Bakmayın kimsenin
dindar görüntüsüne, bakmayın ağzını her açtığında dinsel konulardan
bahsetmelerine. İsa’yı çarmıha gerenler de aynısını yapıyordu, ferisiler bir
din adamı topluluğu, senden benden fazla ibadetleri. Hatta bizi geçelim
ibadetlere İsa’dan da düşkünler, bizzat kendisi söylüyor İncil’de, ferisilerin
dindeki detaylara ne kadar takık, buna karşılık sevgi, merhamet, adalet gibi
esas kavramlara ne kadar uzak olduklarını. Yine aynısı Ali adına da geçerliydi,
düşmanı olan haricilerin ondan kat kat fazla ibadet ettikleri bilinir; ancak
yine aynı İsa ile ferisiler arasındaki durumla aynı şekilde hariciler Ali’deki
erdemlerin belki bir tanesine bile sahip değillerdi.
İşin aslı şudur ki bu insanların Batı’dakilere
yaşam tarzlarından dolayı duydukları derin öfke, Allah’a duydukları
güvensizliğin dışa vurumudur. Ölünce kazanacaklarına o kadar da inanmıyorlar,
dolayısıyla Batılının dünyanın zevklerini çıkarması zorlarına gidiyor. Hani
Batılılar da onlar gibi olsa, göz görmeyince gönül katlanır misali dünya denen
tabaktan en canının çektiklerini alamamak o kadar zorlarına gitmeyecek; ancak
Batılılar da inat yapar gibi hayatlarını en güzel şekilde yaşıyor.
Anlayacağınız, o insanlar imanlı olduklarını göstermek için yürüyorlar; ancak
aslında yaptıkları iş üstünü örtmeye çalıştıklarını açığa vurmak. Bunun
farkında bile değiller.
Yalnızca onları anlamayın bu
dediğimden. Kimseyi hedef almıyorum, kendimi onlardan daha iyi, daha büyük veya
üstün görüyor değilim. Örnek olarak ele aldım ben o insanları. Hepimiz
kendimize bakalım; eğer isteklerimize ulaşamadığımızda içimizde öfke
beliriyorsa bunun nedeni iman eksikliğidir. Gerçek dindarı öyle kolay kolay
öfkelendiremezsin; çünkü Allah’a güveni tamdır. Bir isteğe kapıldığında
hakkında iyiyse mutlaka olacağını bilir. Olmaması gerekiyorsa da öfke
hissetmez, insan zarardan kurtulduğu için neden öfke duysun? Anlayacağınız
hayata karşı duyulan öfkenin özdeki sebebi iman eksikliğidir.
“Peki, kardeşim dinde insanların
görüntülerine, sözlerine bakmayacağız da neye bakacağız? Küpte ne varsa dışına
o sızarmış. İnsan içinde hissettiğini dışarı yansıtmaz mı? Dolayısıyla görüntü
de konuştuğu konular da inancın kanıtı değilse nedir inancın, imanın kanıtı?”
Kardeşim, açıkça yanlış bir çıkarım
bu. Dilsiz insanlardan kurulu bir ülke olsa, biz de bu ülkenin başına geçip tek
tip giyinme zorunluluğunu getirsek ortada inançlı, imanlı insan kalmayacak bu
mantığa göre.
İmanın, inancın yalnızca tek bir
esası, tek bir göstergesi bulunur: Eylem. Yani vermek, yapmak, etmek. Bu kadar
basit. Yalnız dinde değil, günlük hayatta da durum böyledir. Kim olursa olsun
ne dediğine değil nasıl davrandığına bakarsak o kişinin gerçek karakteri
hakkında bilgi sahibi olabiliriz.
İman da inanç da kanıt ister.
Çoktur, “Cimrilik kötü huydur, verene Allah verir.” minvalinde konuşan birine
denk geldiniz diyelim. Bir süre çaktırmadan onun ne aldığını ne verdiğini
inceleyin. Eğer eli cebine zorla gidiyorsa, verdiği aldığına oranla devede
kulak ise öylesini dinlemek boştur, zaman kaybıdır. Çünkü onun kendi iddiasına
imanı yoktur ki ona inanacaksın. Allah’ın verene vereceğine falan inanıyor
olabilir ancak iman etmiş değildir. Sözleri dilinden geliyordur, gönlünden
değil.
Sadi Şirazi’ye özendim, konuya
örnek olacak bir öykü uydurdum, dandik oldu, idare edin: Adamın biri bir
kuyunun başında durmuş bağırıyordu: “Gelin. Bu kuyuya ne atarsanız on katını
çekeceksiniz. Bir gümüş atın, on gümüş çekin. Bir altın atın, on gümüş çekin.”
Onu gören biri “Ey ikiyüzlü adam.” dedi, “Madem dediğin gerçektir, sen neden
para atıp çekmiyor, burada bağırarak vakit yitiriyorsun?”
Eğer birileri size dinde olduğu
üzere birtakım işlerin büyük kârlar getireceğini söylüyor da kendi buna
yanaşmıyorsa ya yalan söylüyordur ya kendi söylediğine kendisi inanmıyordur ya
da söylediklerine inanıyorsa bile öyle olacağına güvenmiyordur, başka işte, sözleri ne olursa olsun. Ne verirseniz
onu, ne kadar verirseniz o kadarını sonsuz hayatta onu bulacağınızı bu ülkede
her gün her Müslüman söyler size. Gel gör ki kolay kolay birinin hayır için
elini cebine attığını görmezsiniz; sayılı gerçek inanç sahibi kimseler hariç.
Ekonomistler ve din adamları bu konuda başı çeker; çoğu dindar görünümlü de
öyledir; dindarlık sadece görüntüdedir.
Bu sözümün doğruluğunu hepimiz biliyoruz, çoğu kimse dile getirmeye çekinse de. İnsanlar öte dünya olduğunu söyler fakat çoğunluk buna gerçekten güvenmez, yani iman etmemiştir, dolayısıyla ona göre hareket etmez, öte dünyaya inanır ancak yatırım yapmaz. Oysa ki geçici bir dünyada en mantıklı seçenek nedir; sonraki durak olan sonsuz âleme yatırım yapmak değil mi? Fakat kendileri yapmaz çünkü bize bunları anlatanların çoğu gerçekten iman etmemiştir, aslında bir kısmının bunları anlatma sebebi başta kendini ikna etmeye çalışmasıdır. Dolayısıyla dindarlık pek çok kişi açısından güvenceci bir davranış biçimidir. Nedir az önce icat ettiğim güvenceci kelimesi? İşte efendim, “Ben bana söylenenleri tekrar edeyim, ama vardır, yoktur, elimizdekinden de olmayalım.” inancı. Biraz deistler gibi. “Var mı yok mu bilmiyoruz. Varsa, beni ateşe atmazsa iyi olur. Yoksa, koy… şu fiskiyi de içek!”
Gerçi bu türden deizm, Zen Budizmi
gibi an’ı yaşamak üstüne kurulursa gayet de kendi içinde tutarlı bir mantık
içerir. “Var mı yok mu bilmiyoruz. Varsa benim ibadetime falan muhtaç değil ya.
Ben en iyisi elimdekini değerlendireyim, an’ı yaşayayım, an’da kalayım.” Bak bu
çok mantıklıdır. Fakat bizim konumuz iman ve imanın da esas olanı şekilden,
kılıktan, davranış biçimlerinden bağımsız olarak inanmak ve güvenmektir. Çünkü
ruha sözle yatırım yapamazsın, davranışla yatırım yaparım. Aslında sözle
yatırım yapılan hiçbir şey yoktur, insan ne elde etmek isterse harekete geçmek,
bir çaba sarf etmek, bedel ödemek zorundadır.
“İyi de sen kendi mesajını
verebilmek için kendi öykünü uydurmuşsun, nasıl olacak?”
Gönlünüze sinmediyse dinden örnekle
gelelim, ona da laf edilmez inşallah: Habil ile Kabil Yaradan’a sunu
sunduklarında çoban olan Habil en besili hayvanlarını, çiftçi olan Kabil ise en
işe yaramaz ekinlerini getirdi, diye anlatılır. Sonucunda elbette Habil’inki
kabul edilir, Kabil’in sunusu ise geri çevrilir. İnsanlar kıssalara,
hikâyelere, olaylara, kişilere takıldıklarından bunu geçmişte yaşanmış ve
bitmiş olarak görüyorlar. Aslında Habil ve Kabil insanın ruhen ve ruhta
durumunun, gündelik ve hayatlık olarak, yansımasıdır. Habil daha iyi hediye
verdiğinden kabul edildi diye inanılır ama asıl nokta gözden kaçar: Habil
kendisinin en çok işine yarayacak olanları vermişti. En besili hayvan, en çok
sütü verecek, en çok yünü verecek, daha çok yavruyu verip sürüyü genişletecek
hayvandır. Geçmiş dönemlerde insanın sağ kalmak için o sürülere muhtaç olduğunu
ve hele de Habil ile Kabil dönemindeki insan nüfusunun el parmaklarıyla
sayılabildiğini göz önüne aldığımızda anlarız ki Habil elindeki en iyiyi
sunarak büyük bir özveride bulunmuş, Tanrı varlığını kendi benliğinin önüne koymuş.
Yaradan’ı memnun etmek adına kendi menfaatinden geçmiş, dünya kazancındansa
Yaradan hoşnutluğuna yönelmiş, egonun-nefsin-benliğin sürekli dikte ettiği
aşağı âlem yerine ruhu tercih ettiğini böylece göstermişti. O besili hayvan tüm
bunlara kanıttı işte.
Kabil’in eksiği sunusunun zayıflığı
değildi, inancına dair kanıtının zayıflığıydı. Dikkat edilmesi gereken nokta
şudur: Eğer bahçesi ekinle dolu olsa aralarından güzel olan birkaçını yolar
getirirdi elbette, ne kaybederdi? Fakat belli ki ürünü azdı. Geleceğe, daha
doğrusu Yaradan’ın ona gerekli besini sağlayacağına güvenmemişti, muhtemelen
gelecekte içine düşeceğine inandığı açlığın kaygısı içinde en az fayda
sağlayabileceği ekinleri toplayıp getirmişti. Yoksa Kabil’in geri çevrilme
sebebi sunduklarının zayıflığı olamaz; eğer o hafta tek yiyeceği o zayıf
sunular olsa da Kabil sunu olarak yine onları getirse geri çevrilme ihtimali
yoktu. Üstelik Habil’inkinden kat kat fazla değer görürdü o zayıf ürünler.
Çünkü o zaman fedakârlıkta bulunmuş olurdu.
“Anca hikâyelerle gel. Bunlar doğru
olsa bile geçmişte kalmış olaylar. Bugün bizi ilgilendiren ne?”
İşte güzel tarafı da burası,
kutsal-dinsel metinlerden bize ulaşanlar geçmişte kalan olaylar değildir, her
insanın içinde mevcut ve süregitmektedir. Ruhsal yolculukta denk gelmek
mümkündür. Elbet Habil ve Kabil de geçmişte kalmış bir hikâye değildir; inancın,
Yaratıcı’ya güvenin ve güvensizliğin simgesi olarak insanın içinde
oturmaktadır. Habil ruhun ve ruha yönelen insanın temsilidir. Kabil ise
benliğin ve maddeye takılıp kalan insanın temsilidir. İnsan yaşamının her
anında yaptığı seçimlerle ruhen bu iki biçimden birine meyleder. Yavaş yavaş
meylettiği biçime bürünür elbette, sonunda ya Habil ya Kabil olur. Bazen de
arada kalır, bir doğruya bir yanlışa meyleder, ömrü ortada geçer, yüzünün
yarısı Habil’in yarısı Kabil’in şeklini alır.
Mesele yanlış anlaşılıyor. Mesele
kötü, cılız şeyler vermemek, güzel, pahalı, seçkin şeyler vermek değildir.
Diyelim elinizde yırtık, sökük bir palto var ve sizden çok ihtiyacı olan birini
gördünüz, sırf Yaradan’ı hoşnut etmek maksadıyla kimseye gösteriş yapmaksızın
kalkıp verdiniz, o paltonun yırtıklığına, söküklüğüne bakılmaz, kabul edilir,
göklere taşır o palto insanı. Fakat elinizde dünyanın en güzel paltolarından on tanesi olsa da siz
bir tanesini hayır için verseniz, elbette kıymetlidir ancak elinde tek
bulunanın sunusunun kıymeti yanında pek sönük kalır, çünkü elinizde hâlâ dokuz
tane palto bulunmaktadır. Yani bu durumda malvarlığının küçücük bir kısmı feda
edilmiştir, % 10’u ve elbette değer görse de büyük bir fedakârlık sayılmaz.
Yine de vermek hiç vermemekten çok daha iyidir, yalnızca matematiksel açıdan
düşünülse bile, bu böyledir.
Asıl olanı anladınız mı: Vermenin
aslı kendinden vermektir. Gerekirse malından vereceksin, gerekirse kanından
vereceksin, gerekirse canından vereceksin. Fakat verdiğin kendinden bir parça
koparacak, götürecek. Eğer böyle olması gerekmeseydi Allah kendi elçilerine
kıymazdı, dünya üzerinde el bebek gül bebek yaşatırdı onları. En yüksek
makam-mevkilerdekiler en büyük acıları çektiler. Aslında size doğrusunu
söyleyeyim, o acıları çekmeleri onları oraya getirdi.
İnançlı bir kişinin feda
edebileceği şeylerin en güzeli arzuları, istekleridir. Eğer bunlar bu yolda
feda edilmezse söyledikleri boştur. Boş söz şu etten mideyi bile doyurmaz ki
kutsal tapınağa sunu olsun. Kutsal tapınak, evet, hakikatte de mevcuttur,
geçmiş çağlarda kalmış bir şey değil. Kanıtsız boş söz işte bu tapınağın
sunağına havayı elle yakalayıp yatırmak gibidir.
İbadet, tespih, kutsal sözlerin
tekrarı falan hak getire. Yaradan’a imanın tek bir göstergesi vardır: Kanıt
sunmak. Kanıtta önemli olan maddesel değeri değildir, fedakârlığın boyutunu kendinden
vermek belirler. Bu iş anlaşıldığında her kişi Yaradan’a sunması gereken esas
sununun ne olduğunu çözer: En sevdiği, en çok istediği, elinde en az bulunan.
Bunlar arasında seçim yapmak gerekir. Dünyada en çok aradığı şey para mı?
Dağıtacak. Kadınları mı seviyor? Feragat edecek. Makam-mevki arzusu mu var?
Düşük profilli bir işte çalışacak. İşte sununun hası budur. Ve mademki O her
yerdedir, tutup da Yaradan’a sunu sunmak için bir tapınağa veya etrafı çevrili
kutsal bir alana gitmeye gerek yoktur. Bunun yapılacağı yer hayatımızdır işte.
Tapınak içtedir, sunulacak sunu ise kişinin kendi elinde.
Size açık konuşayım, Allah için
verirken öyle kırk deve varsa bir deve falan gibi küçük matematiksel hesaplar
içine düşen kim varsa nazarımca onun da nimetleri verenin, bölüştürenin Allah
olduğuna dair inancı, imanı varla yok arasıdır. Çünkü bu türden davranış şu
garanticiliği içinde taşır: Var ise beni cezalandırmasın, ama yok ise param
boşa gitmesin! İman var dense çok az, yoka yakın; iman yok dense, garanticiliği
elden bırakmayacak kadar var! Yani deist gibi, ne tam inanıyor ne tam
inanmıyor! İşte nüfusun geneli böyle.
Dindarların zekât vermekte kullandığı kırkta bir ölçüsü, mallarının temizlenmesi için gerekli miktardır, sadaka veya cömertlik falan değildir. Hani Kuran’da geçer: “Mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı.” (Zariyat / 19). İşte o iki buçuk yoksulların hakkıdır, hakkı. Yani onu vermek sizin için çalışan birine gündelik ücretini vermekle aynıdır. Verirsen bu cömertlik veya sadaka olmaz, tam aksine vermezsen bu hırsızlık olur, karşıdakinin hakkından çalıyor olursun. Cömertlik, sadaka bunun üstüne başlar.
Bakın, ben bu bilgiyi hakikatte
aldım. Anlamanız gerek, bu dinsel bir bilgi veya bir dine ait uygulama değil,
hakikat gerçeği. Yani dinli veya dinsiz her insan bu kurala tâbi, bunu ister
bilin ister bilmeyin. Ben burada satırlara döküyorum ki gittiğinizde aldığınızı – verdiğinizi tek tek hesaplayacaklar, önden bilin,
çaresine bakın, sonra sizi sıkıştırdıklarında pişman olmayın. Çünkü ne
yapılacaksa burada yapılacak, orada değiştirebileceğiniz hiçbir şey yok. Üstüne
basa basa yeniden tekrar ediyorum, siz bunlara ister inanın ister inanmayın;
gerçek böyle. Bu haberler kaynağından geliyor, oradan buradan çarpma çırpma
değil.
“Öyleyse imanı cömertlik ile
bağdaştırmamız gerekiyor?”
İmanı güvenmek ile bağdaştırmamız gerekiyor. Eylemler kendi başlarına anlam ifade etmez. Bir insan başkasına göstermek üzere de pek çok iş yapabilir. Fakat bunlar da Yaratıcı’ya veya ölümden sonrasına duyulan bir iman değil, aksine bu dünyada menfaat sağlamak için yapıldığından, imansızlığın ta kendisidir. Ödülü bu dünyada alma isteği iman eksikliğinin açık göstergesidir. Kendisine çalıştığınız patron bir gün sizi çağırsa ve dese ki “Yaptığın iş çok hoşuma gitti. Ona karşılık ya şimdi bin lira vereyim ya da bir ay sonra gel, yüz bin lira vereyim. Hangisini seçersen, ikisi de sana helal olsun.” Eğer biri kalkar da ilk seçeneği tercih ederse o kişi ya matematikten anlamıyordur ya da patronun o parayı ona vereceğine güvenememiştir. Bu kapitalist düzende sanmam ki matematikten o derece anlamayan biri bulunsun, o nedenle ilk ihtimali görmezden gelelim, yani bu işçinin patronuna güvenmediğini kesin saymak yerinde olur.
Bir padişah var. Evinde yiyecek
ekmeği zor bulan yaşlı bir kadına iyiliği dokunuyor ve kadın bunu unutmuyor, az
gören gözü, titreyen elleriyle sabah akşam uğraşarak bir hırka örüyor, hiçbir
beklenti veya kâr amacı olmaksızın, teşekkür hediyesi olarak kalkıp getiriyor.
Bir de tüccar var şehirde, bir sandık altın ve nice nice değerli taşlar getirip
sunuyor, ama kendisinde bunun daha on katı var ve ticaret anlaşması yapmak
istiyor. Bunlardan hangisi daha değerlidir?
Dünya padişahları olaya maddesel
gözle bakacaklarından tüccarın sunduklarından mest olur, kadının hediyesini ise
görmezden gelir. Sonra da aynı tüccar günü gelip ona daha çok kazandırabilecek
bir şehzade ortaya çıktığında darbe yapmasına da destek verir, bu padişahı
devirir. Çünkü açıktır ki tüccar erdemli biri olduğundan değil maddî sebepleri
düşünerek cömertlik göstermiştir, yani padişahı değil kendi menfaatlerini
önemsemektedir. Oysa yaşlı kadın vefa sahibidir, çıkar, menfaat gözetmeksizin padişaha
vefasını göstermek istemiştir.
Allah’ın ne türden bir padişah
olduğunu tahmin edersiniz. O’nun kimsenin hazinelerine ihtiyacı yoktur,
hazineleri dağıtan zaten O. Gönülden geçenleri bilen, tüccarın hediye adı
altında getirdiğinin rüşvet olduğunu bilmeyecek mi? Fakat yüze vurup geri de
çevirmez; götürülen hiçbir şey geri çevrilmez, benim bildiğim bu. Ancak yaşlı
kadının hediyesi daha büyük anlam taşır; çünkü o hırka şeklinde biçimlenmiş
vefadır.
Yine de iman ile cömertlik arasında
çok yakın bir ilişki bulunduğu da muhakkak. Çünkü ancak yarına güvenmeyen insan
eli sıkı, cimri olur. Ömür boyu harcayabileceğinden bile çok fazlasını
biriktirenler Allah’a inanıyor olabilir fakat kesinlikle güveniyor değillerdir,
yani bunlar arasından kolay kolay iman sahibi çıkmaz. Bu yüzden İsa zenginler
hakkında “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği'ne
girmesinden daha kolaydır.” der. Fakat bunu demesi bir insanın zenginliğinin
imanına engel olmasından değil, zenginin zaten Tanrı’ya güvenmeyip yani imansız
olup onca birikimi yapmasından dolayıdır, aradaki farkı iyi anlamak gerek.
Bu arada İsa Mesih’te nasıl büyük bir
iman mevcutsa resmen koca bölümü bir tek onun üzerinden, ona ait örneklerle geçiriyoruz.
İmanla ilgili her duruma örnek verilebilir bir sözü, eylemi mevcut, başka
örneğe gerek kalmıyor sayesinde. Sağ olsun, var olsun.
Bakın, aklıma geldi. İsa’nın havari
grubu içinde onun imanına en yakın imana sahip olan bir kişi daha mevcut
olabilir. Ama sorsam imkânı yok tahmin edemezsiniz, hiç uğraştırmadan ben
söyleyeyim: Judas Iscariot, yani Yahuda İşkariyot, bildiğimiz Yahuda işte.
“Yoh artık!!!”
Ama dedim size. Durun önce hikâyeyi
anlatayım, nedenini açıklayayım: İsa Getsemani bahçelerine gittiğinde bildiğimiz
üzere Yahuda Sanhedrin kuvvetleriyle gelir ve İsa’yı ele verir. Karşılığında da
otuz gümüş alır. Buraya kadar doğru mu? Fakat ne zaman ki İsa’ya eziyet
ettiklerini görür, tekrar anlaştığı adamlara gider, masum bir adama ihanet
etmiş olduğunu, onu salmaları gerektiğini söyler, reddedilince de o parayı
fırlatarak gidip kendini asar.
Fakat madem Yahuda haindir, neden o
kadar az para almıştır ve aldıktan sonra o parayı bir yerlerde kullanmamıştır?
Gerçi Luka İncili’nde o parayla gidip kendine tarla aldığı söylenmiş ancak
muhtemelen doğru olan Matta İncili, çünkü Luka’da anlatılan olay bir acayip,
yani Matta İncili’ni baz alacağız.
Bunun nedeni muhtemelen şu: Yahuda belli ki İsa’nın bir iki mucizesine tanıklık ediyor, üstelik yine böyle etrafının
sarıldığı zamanlarda kolaylıkla yakayı kurtardığını biliyor. Yani Yahuda İsa’ya
öylesine inanıyor, öyle bir iman sahibi ki onu tutabilecekleri, hele de ona
eziyet edecekleri hiç aklına gelmiyor. Büyük olasılıkla, tek amacı Yahudi din
adamlarının parasını yemek, bu nedenle para üstüne pazarlık bile etmiyor, “Ne
verirsiniz?” diye soruyor. Fakat ne zaman ki onu yakaladılar, eziyet ettiler, o
zaman yaptığı iş hainliğe evrilmiş oluyor. Oysa İsa öncekilerde
olduğu üzere kurtulsa bu iş bir hainlik olmayacak; çünkü İsa bir yerde
gizlenmiyor ki, ortalıkta geziniyor. Yahuda olmasa da İsa’yı akşam yakalamasalar,
sabah yakalarlar zaten.
Buradan çıkacak sonuç şu ki
Hristiyan dünyanın lanet edip durduğu Yahuda, aslında en imanlı havarisi
olabilir bile. Ancak ben buna dair kesin bir bilgiye yahut kanıta sahip
değilim, yalnızca üzerine düşündüğüm bir teoriyi sizle paylaşmak istedim.
Teorimi anladınız sanırım: Yahuda’nın hainliği imanının büyüklüğüne kanıt
olabilir. Bu teoriyi başka bir yerde görmüş, işitmiş de değilim; ola ki sağa
sola yayılır, bilin ki kaynak burası.
“Yahu İsa Peygamber iyi hoş, sen de
çok övüyorsun ama takipçileri hiç de aynı değil. Dünyayı yağmaladılar. Nasıl
imanları var onların öyle? Hepsi zengin zenginler. Cennete mi girmek
istemiyorlar?”
Yalnız İsa’nın takipçileri mi? Şu dünyada
herkes Allah’ı, Tanrı’yı peygamberini inanılmaz seviyor, sözde uğruna her şeyi
feda ediyorlar. “I would die for Jesus Christ (Ölürüm, ölürüm, İsa Mesih için
ölürüm).” denildiği kadar “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah.”, “Gurban
olduğum Ali.” sözleri de havada uçuşuyor. Ama hepsi sözde kalıyor tabii. “Öyle
can vermelere gerek yok, şu söylediğin aşkına elini bir defalık cebine at.”
diyorsun, tıs çıkmıyor. Sözde uçup kaçanlar iş eyleme geçmeye geldiğinde ya
ortada yoklar ya da işlerinde yayan gidiyor, hatta sümüklüböcek hızında
ilerliyor. Bunun için diyoruz ya: Kişinin imanına esas kanıt fedakârlıktır,
sözleri değil.
İsa’nın takipçileri kapitalist,
yığmacı hep, ona eyvallah. Peki size sorarım, Peygamber’in sünneti diye için
sarık-cübbe-sakal kombinasyonuyla gezenlerden kaçının onun gibi öksüz-yetim
yavrucaklara kol kanat gerdiğini gördünüz? Muhammed çok zengin bir kadın olan
eşi Hatice’nin servetini dullara, öksüz ve yetimlere seferber ederek eritmişti,
bunu konuştuk. Fakat her nedense sakallı-cübbeli-sarıklı tayfa yetime, öksüze,
dula, fakire yardımı sünnet olarak algılamıyor. Neden; bu işler kıyafetler
kadar dikkat çekmediğinden olabilir mi?
“Sevgili kardeşim, Peygamberimiz
kendi malını dağıtmamış, eşinin malını dağıtmış. Rabbim bize de zengin eş nasip
etseydi biz de dağıtırdık!”
Buna verilebilecek tek cevap var:
Hadi oradan! Zengin değilsen de illa bir yerlerde bir miktar paran yok mu? Bilirim
sizi kirli çıkılar, yemeyin bizi! Zengin değilsen yüz ihtiyaç sahibine yardım
etmezsin de bir ihtiyaç sahibine yardım edersin; o kadar da mı gelirin yok? Bir
Muhammed olamazsın, yüzde bir Muhammed olursun, o da yeter; yetmez mi? Kafanı
kaldır, güneşe bak. O koca güneşin yüzde biri büyüklüğünde bir güneş olsan yine
de güneş olmuş olmaz mısın? Ama hayır, sen arabayı yenileyim, üçüncü evi alayım
derdiyle şimdi dağıtmıyorsan zengin olduğunda da dağıtmayacaksın demektir.
Çünkü şimdiki araban Polo, ona göre gidiyor paran, o zaman BMW X5 olacak, paran
ona göre gidecek, yine daha fazla para ihtiyacı duyuyor olacaksın. Şurası
kesin, şimdi elinde az varken vermiyorsan çokken hiç vermeyeceksin.
Durun yahu, hep dindarlara
yüklenmeyelim. Sorarım size, Atatürk için rakı masalarında ölenlerden kaçının
onun gibi olmaya çalıştığını görürsünüz? Hiç görmezsiniz, değil mi? Keyifleri
gıcırdır, günlerini gün ederler. Ama bir fedakârlık eyleminde asla bulunmazlar.
Atatürk sevgisi değil bu, keyfetme sevgisi!
“Bizden vatan kurtarmamızı, yeni
devlet kurmamızı mı bekliyorsun?”
Kardeşim size yeni devlet kur diyen
yok; kendinden biraz bir şeyler feda et de en azından ülkedeki birkaç kişi için
iyi bir şeyler yap, diyoruz. Atatürk’ün manevi evlatları vardır hani; duydun mu
bilmiyorum. Bir kere sevdiğini söylediğin insan gibi davranıp da bir evlatlık
alsan birine büyük faydan dokunmuş olur. Ya da diyelim alamıyorsun, o kadarına gücün yetmiyor, birilerine uzaktan destek ol? Ama olmaz, değil mi? Halkı için benliğini yok saymış Atatürk’ün aksine tanımadığın bir kişiye bile
iyiliğin dokunmaz; anca rakı masalarında atar tutarsın.
İçeriye yeterince sayıp döktük,
sınırlar dışına da azar kayalım, belki bir okuyan çıkar: Sevgili Hristiyan,
tamam, İsa Mesih kadar diğerkâm, İsa Mesih kadar sevgi dolu, İsa Mesih kadar
affedici olma, zaten kimse olamaz ya, ama en azından biraz ona benzemeyi dene,
elini bir muhtaca uzat. Dünya malı içinde yüzüyorsun. Tek yaptığın bir çarmıh
önüne eğilip tüm işleri göğe havale etmek. Oysa İsa kendisini takip etmek
isteyen gence, “Neyin varsa sat, parasını yoksullara dağıt. Böylece göklerde
hazinen olur. Sonra gel, beni takip et.” demişti, o da biliyordu dua etmeyi ama
etmemişti işte. Ama yok. Sen dünya malı için ülkeler yağmalar, kölelerin, çocuk
işçilerin emekleri üstüne kurarsın refahını, vermek şöyle dursun.
Güya yüce insanları sevdiğini
söyleyenleri, atıp tutanları iş biraz zahmet çekmeye, kendinden vermeye
geldiğinde asla ortada görmezsin. İşte bu sebeple sevginin esas belirtisi
fedakârlıktır. Çünkü insan sevmediği kimseye benzemeye çalışmaz veya sevmediği
bir kimse için zahmet çekmeye kolay kolay yanaşmaz. İnsanın özünü sözler değil
eylemler gösterir; içinde gerçekten ne hissettiğini eylemleri, fiilleri yoluyla
dışarı vurur her insan. Bu yüzden söz değil, davranışlarıdır kişinin aynası.
Boşuna “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” diye dememiş Ziya Paşa. Gerçekten
öyle. Yine aynı sebeple Mesnevi’de, Musa ile Çoban öyküsünde Allah’ın “Gönül cevherdir, söz ise
araz. Maksat cevherdir, araz eğreti kalır.” dediğinden bahsedilir.
Dolayısıyla bize de şunu anlamak
kalır: Aslında insanların baskın çoğunluğunu kendilerinden, daha doğrusu
kendileri zannıyla bedenlerinden başkasını sevmemekte, dolayısıyla başkası
adına hizmet etmemekte, fedakârlıkta bulunmamaktadır. Boş sözleri herkes
söyler. Söze gelince herkes cömertlikte İbrahim kesilir ama fiiliyata bakınca
görürsün ki o sözlerin sahipleri hep Karun gibidir. Ateşe girmek şöyle dursun,
herkesten zaten bu beklenmez ya, hazinelerinden bir altıncığı gönlünden gelerek
feda edemez. O zaman boş sözler neye yarar?
“Yargılamadığın bir kişi kaldı mı
senin ya?”
Alıngan kardeşim, doğruları
söylediğimi sen de biliyorsun. Sert konuşuyorum çünkü ne yapacaksak burada
yapacağız, buradan sonra hiçbir şey yapmanın imkânı yok. Ama insanlar bizim
mezara yaklaştığımız hızda geliyor olan sorgu, sual safhasına ‘inandık’
diyorlarsa bile iman etmiyorlar. Ruhtan haber olmadıkları için nelerle
karşılaşacaklarına dair en ufak fikirleri yok. Bu nedenle bazı konularda
fazlasıyla üsteliyorum.
Ama mademki birilerini kırdım, bunu
hakikatten haber vererek telafi edeceğim: Hakikatte yargılama kulun kendisine
kalmıştır. Neye inanıyor iseniz, ne söylüyor iseniz ve nasıl davranıyor iseniz
o şekilde sorumlu tutulur, öyle yargılanırsınız. Hakikatte bizi biz ile
yargılarlar. Yani savaş şiirleri yazıp savaşı dibine kadar övüyor iseniz
sorumluluğunuz buna katılmak olur, yok Yunus Emre gibi barış şiirleri yazıyor
da savaştan uzak bir profil çiziyor iseniz bundan sorumlu tutulmazsınız. İsa
Mesih “Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız. Nasıl yargılarsanız
öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız.”
(Matta / 7) derken bundan bahsediyordu. Bizi, gönlümüzle, dilimizle yine biz
yargılamış olacağız.
Hakikat âleminde elbette bir
mahkeme var bu arada, o işle de bununla vazifeli kullar ilgileniyor; ancak
onların yargılamaları aslında yine bizim kendimizi hayatta yaptıklarımız ile
yargılamamız şeklinde olacak. Yani önemli olan hayatta inandıklarımıza uygun
davrandık mı davranmadık mı; bu. Demek ki bizden esas istenen tek yüzlü
olmamız. Mevlana bunu ünlü ‘Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün.’
sözüyle tarif etmişti.
Anlayacağınız, inanılanın aksine bizi
karşısına çıkarıp yargılayacak, suçlayıp aşağılayacak bir Allah profili mevcut
değil. Allah’ın düzeninde bazı kurallar haricinde esneklik payı epey yüksektir,
bizim değişmez kural zannediyor olabileceğimiz bir çok şey doğrudan kulun
kendisine bırakılmıştır. Bu nedenle başkalarını kurallara, kalıplara sokmaktan
uzun uzadıya kaçınmak, yargılamaktan sakınmak gerekir. Birisini yargılamak
ancak kendi sözleriyle olduğunda hak olur, kendi sözlerine, inançlarına, dikte
ettiklerine ters yönde davranıyorsa o zaman gayet de hak olur.
Bu hakikatin ne kadar önemli
olduğunu kavrayabildiniz, değil mi? Hayatını bu gerçeğe göre düzenleyen ve
yaşayan Hakksal alanda büyük avantaj elde eder. Bu nedenle ne savunduğuna, ne söylediğine
çok dikkat etmek gerekir. İnsanın tutup kendi karşısına şahitler dikmesine ne
gerek var? Herhalde hepimiz isteriz ki dünya denilen şu çarktan kurtulalım,
çıkalım. Bu nedenle her zaman ılımlı biri olmakta fayda var. Ya da her
söylediğini yapmak gerek. Hangisini seçerseniz.
“Konudan saptık biraz sanki?
Konumuz imandı? Onu okumaya geldim ben!”
Tamam meymenetsiz kardeşim, döneyim
hemen. Malumunuz, Türkiye’de bu dönemde dinsel atıflarda bulunma oranı epey
arttı. Her kötülüğe karşı savunu Allah üzerinden yapılmaya başlandı neredeyse.
Favorim de “Bizi ancak Allah yargılayabilir.” Bu sözün ne yönden yanlış
olduğunu bir üst paragrafta öğrendiniz. Ancak bir yönden de doğrudur; onu es
geçmeyelim, yargılama yetkisi bu görevle görevlendirilmiş olanlar dışındakilere
verilmemiştir. Bu nedenle Peygamber der ki “Gıybet zinadan daha şiddetlidir.”
ve “Kul kınadığını yaşamadan ölmez.” Buna benzer birkaç hadis daha vardır.
Dolayısıyla başka insanlarla ve yaşamlarıyla uğraşmamak gerek.
Ne var ki benim bu konuda dikkat
çekmem gereken bir nokta var: Bu türden söylemlerde bulunanlar bunun içlerindeki
imanın varlığına işaret ettiğini düşünürler genelde. Oysa esas sebep genelde tam
tersi olur, imanın tam anlamıyla yerleşmiş olmaması. Ne demek istediğimi şöyle anlatayım:
Diyelim ki düşündükleri üzere bizi yargılamak üzere yüce ve aşkın bir varlık bekliyor
yukarıda. Bu varlık öyle ki her kulunun her anını biliyor, değil en ufak hata
en ufak niyet sapmasını bile hemen önümüze serebilir, çünkü hangi lafı neden,
ne amaçla, ne niyetle söylediğimizi, onu söylemeden önce hangi hormonun
salgılandığını ve bizi o lafı söylemeye ittiğini, bu lafı bizim içten mi
söylediğimizi yoksa öylesine mi söylediğimizi yoksa bir hormonun etkiyle mi söylediğimizi,
kimin yüzde kaç haklı, yüzde kaç kusurlu olduğunu… Her türlü değişkenin hepsinin
farkında. İşte bizi böyle bir varlık yargılayacak. Cezası da dünyadaki gibi
değil, sonsuz, yani bir kere kusurlu çıkıp cezaya çarptırılınca artık o kalıcı.
Şuna emin olun, insanlar böyle bir
varlığın yargılayacağına gerçekten inansalardı, haklı olduğuna % 100 emin
olmadığı müddetçe başkalarıyla yaşadığı çatışmaları bu varlığa havale etmemek
için ellerinden geleni ardına koymazlardı. Çünkü bir insan ne kadar haklı ne
kadar haksız olduğunu hiçbir zaman bilemez ve bir kere hatalı çıktığında geri
dönüşü olmayacak bir kumar oynamak da istemez herhalde? Yani “Bizi ancak Allah
yargılar” kafasındakiler, gerçekten kusursuz bir adalet sahibine inanıyor
olsalardı, işi ona bırakmamak için dünyada önden bir miktar cezaya bile razı
gelebilirlerdi.
Anlayacağınız bu anlayış haklı bir
söz içeriyor ancak doğru sebeplerle değil. Evet, kimsenin kimseyi yargılama
hakkı yok; üzgünüm sevgili ahlak bekçileri, Allah öyle bir düzen kurmamış.
Allah nasıl bir düzen kurmuş peki: Başkalarını eleştirip yargılayanları
yukarıda o sözleriyle, o sözlerini esas alarak yargılarlar. O yüzden yargılamak
başa beladır. Ancak insanların genelde bu tür söylemlerde bulunmalarının sebebi
de geleceğine çok da güvenmedikleri bir geleceğe işleri ötelemek amacıyla
oluyor genelde; ne yazık ki.
“Öyle bir korkutuyorsun ki insanı,
sanki hiç konuşmasak daha iyi?”
Kardeşim, size doğrusunu
söyleyeyim. İman sessizlikte gösterir kendini. Ego-nefs-benliğin işleri ise
kendilerini sesle belli eder. Onca savaş videosu dolanıyor internette, mutlaka birini
izlemişsinizdir. İşte orada, “Allahuakbar” diye son nefesle avaz avaz bağırmaları
imanlarının yüksekliğine delalet değildir, aksine korku kaynaklı bir
haykırıştır o. Çünkü o esnada yüreğini öyle bir ölüm korkusu bastırmıştır ki o
da çıkarabileceği en yüksek sesi çıkararak hem çevresindekileri korkutmaya hem
de yüreğinden o korkuyu atmaya çabalamaktadır. Aynı şekilde sefere katılan
Hristiyan şövalyelerin zırhlarının her yanını haçla süslemeleri de iman
yüksekliğine delalet değildir, korku kaynaklıdır. Yukarıya mesaj veriyor,
korunma talep ediyor o simgelere bürünerek. Yani ima ettiklerinin tam tersini
gösteriyor bu gibi durumlar. Ölüm korkusunun sebebi de imanın zayıflığındandır.
Elbette ben savaş örnekleri seçtim ama tüm ölüm korkularının temelinde genelde
ölümden sonrasına duyulan güvenin eksikliği yatar. Yani bu durum hepimiz adına
geçerlidir.
Elbette evde oturup savaş
meydanları eleştirmek kolay, 'onların yerinde ben olsam var ya elime taramalı
Battlefield'daki gibi taraya taraya ortalığı dağıtırdım' gibilerinden bir
iddiam da yok. İnsanız elbette korkabiliriz, hepimiz adına geçerli bu. Ancak
bizim yanlış yapmamız doğrunun ne olduğunu değiştirmez. Doğru şudur ki: Korku
kişinin kendisine veya aşkın bir güce imanının yani güven eksikliğinin göstergesidir.
Net bir gerçek bu.
Buna karşılık Peygamber’in amcası
Hamza’nın gençken savaş meydanın zırhla çıktığı, yaşlandığında ise zırhsız
çıktığı anlatılır. Kendisine sebebi sorulduğunda gençken ölümden korktuğunu,
yaşamının o diliminde ise artık ölümü aradığını söylemiştir. İşte onun sözleri,
ölünce daha güzel bir yere gideceğine dair imanını açık şekilde göstermektedir.
Söyleyin bana, her şeyin Allah’tan
geldiğine ve/veya takip ettiği peygamberin yarın onu çok güzel bir yere sonsuza
dek yollayacağına imanı bulunan biri neden birtakım cümleleri veya sembolleri kendine
kalkan edinmeye çalışarak varlığını korumaya alma amacı gütsün? Böylesi ölümden
kaçmaz, üstelik ölmesi gerektiği anda da huzurla ölür. Bunu büyük bir mesele
hâline getirmez; çünkü büyük bir mesele değildir.
“Ne demek büyük mesele değil? Ne
demek ölmek gerekiyorsa sessizce öleceksin? Bunlar nasıl sözler yav? Nerede bu
devlet, nerede millet, yetişin ölüm övüyorlar!”
Sevgili Reha Muhtar, yayının bir
ucundan yazımıza katıldığın için teşekkür ederim. Elbette bir kısım bu
sözlerimi anlamlandıramayacak; çünkü bu sözler hikmetten, hakikatten, bu
dünyanın aklına aykırı düşüyor. Gel gör ki konumuz iman ve bizim de burada
gerçek bir imanın insana neler yaptırdığı, neler yaptırabileceği, neler
yaptırması gerektiği üzerine konuşmamız gerekli; o nedenle en azından anlamaya
çalışın. Şöyle düşünün: İnsan boğaz kenarında konumlanmış lüks bir yalıya
taşınacak olsa, kot birde yer alan ve karşı binanın üç metre ötedeki duvarına
bakan küçük evini terk etmeyi mesele hâline getirir mi? Getirmez değil mi?
Getiriyor ise, yalıya gittiğine o kadar da inanmıyordur. İşte bu da tam olarak
iman meselesiyle ilişkili, bu konuya ait.
Yoksa benim kimseyi kalkıp da
kamyon altına itmeye, atmaya çalıştığım yok. Yaşayın, güzel yaşayın, çok güzel
yaşayın hem de. Öyle yaşayın ki dünyaya ait bir şey kalmasın içinizde, ölüme
giderken de korkmayın, inanıyorsanız teşekkür edin Yaradan’a öyle güzel bir
yaşam fırsatı sunduğu için. Öyle güzel yaşayın.
Tekrar ediyorum, savaş övücülüğü
yaptığım yok. Ancak şurası da kesin: İnancına, yoluna imanı olan insan korku
nedir bilmez, ölüme kendi ayağıyla gider; İsa’nın çarmıha gittiği, İbrahim’in
ateşe girdiği gibi. Haykırarak etrafındakileri korkutma amacı güden savaşçılar
aksine İsa’nın ölüme sessiz sedasız gidişi, tüm o acılara sessizce katlanışı
imanının en açık kanıtlarıdır. Öyle görünmez belki ancak İsa bu dünyadaki cesur
adamların en başta gelenidir. Emin olun, “Baba”ya bir kere dua etmesi yeterdi,
değil bir dağı, yeryüzünü komple oynatması için; ama dilini oynatmadı. Çünkü
gideceği yerin kaldığı yerden çok daha güzel olduğunu biliyordu.
Tabii şimdi bu dediğim de mutlaka
inançsız kesime garip gelmiştir ancak İsa dediğim üzere yalnızca bir duayla
değiştirebilirdi başına gelenleri, şüpheniz olmasın. Dünya dediğimiz sahneye
öyle bel bağlamayın; her şey bir anda değişebilir burada. Onca olay yaşandı,
pandemi nesliyiz yahu, hiç mi dünyaya olan güveniniz sarsılmadı? Bu dünyaya
nasıl bir ‘iman’ duyuyorsunuz, hayret?!
“Madem İsa dilediğinin
gerçekleşeceğini biliyor, o zaman dua etmez ki, istekte bulunur?”
Güzel bir yakalayış. Bu
söylediğiniz ayrım duanın özüyle ilintili. Hangi duayı kast ediyorsunuz, kulun
kendi ana dilinde yaptığı istekler mi, bizde yaygın olduğu üzere yabancı dilde
yapılan tekrarlar mı? Birincisi ise onlar zaten istek. Ondaki gerçekleşme oranı
kulun Allah’a duyduğu güvene bağlıdır. İkincisi, yani kendine bile ait olmayan,
bilmediğin bir dilde onlarca cümle sıralayarak Yaradan’ı harekete geçirmeye
çalışmaksa… Bunun iman göstergesi olduğunu sanmıyorum.
Mevlana Mesnevi’de velilerin iki
kısım olduğundan söz eder: Birinci kesim sürekli dualar eder, ikinci kesimin
ağzı duaya kapalıdır. İşte birinci kesimin sürekli dua etme sebebi bir şeyin
gerçekleşme arzusu değildir, onlar yalnızca Yaradan ile konuşmayı, sohbet
etmeyi sevmektedir. İkinci kesimin dua etmemesi de bir şeylerin değişmeyeceğine
inanmaması değildir, onlar her gelende razıdır. Dolayısıyla bu iki davranış
biçimi de içte yer edinmiş imanın varlığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Oysa dindarların bir kısmı adına iş
böyle değildir. Onlar için dua Arapça birtakım cümleleri art arda dizmekten
ibarettir; peygamberlerin sessizce gördüğü işlere ve eylemlere karşılık bu
insanlar kutsal saydığı bir dile tutunmaya kalkar ki bunun Allah’tan başkasına
kutsallık atfetmek olduğunu görmezler bile. İçlerindeki iman eksikliğinin
üstünü kullandıkları Arapça kelimeleri arttırarak örtme çabasına girerler. Ne
var ki işe yarayacak bir şey değildir bu. Kim ne kadar karşı çıkarsa çıksın; şurası
üzücü bir gerçek ki içimizde gizli saklı tuttuğumuz her şeyin surete bürünerek
karşımıza geleceği o âlemde kandıracak kimse yokken çokları ‘d’ tandanslı süslü
püslü cümlelerle kandırdıklarının yalnız kendileri olduğunu görecekler.
Şeriat ehli kadı, söylediği
‘kâfirce’ sözler yüzünden Nesimi’nin derisinin yüzülmesine hükmeder. Ona göre
Nesimi öyle kâfirdir ki kanı birinin bir yerine sıçrasa, orayı da kesmek
gerekir. Ceza günü gelir, Nesimi’yi diri diri yüzerlerken kadı bir nedenden
yanlarına yaklaşır. Bu esnada bir damla kan parmağına gelir. Son yaptığı yorumu
bilen halk ne yapacağını meraklı gözlerle bekler. Kadı gider, elini bir tas
suya sokar, “İşte abdest aldım, temizlendi.” diyerek R yapar. Bunu izleyen
Nesimi kan revan içinde güler, “Nesimi Hakk için derisini verdi de kadı bir
parmağını veremedi.” diye yorum yapar.
İşte kadı isterse yüz bin Arapça
kitap ezberlesin, yüz bin Arapça dua söylesin, peygamberlere dair yazılı olan
ne varsa saniyesinde aklından döküversin; hiç fark etmez. Arapça bilmeyen ve
deyişlerinde bunu dile getiren Nesimi hakikatte kadıdan katbekat üstündür. Bu
gerçek zaten deyişlerinden açığa çıkmaktadır; fakat öyle olmasaydı bile bu son
hareketiyle yine Nesimi kadıdan katbekat üste çıkardı. Çünkü Nesimi ne büyük bir
imana sahip olduğunu kendi derisiyle kanıtlamıştır, kadının ise bizim
bildiğimiz bir kanıtı yoktur, elinde bulunan tek şey dünyevî makamıdır ki o da
hakikatte anlam ifade etmez.
Buradan anlayacağımız şudur ki kendisine güzel gelen şeyleri feda etmekten kaçınan kişi açık ve seçik şekilde iman sahibi değildir.
“İmanı kanıtlamak için deri
yüzdürmek şart mı yahu? Başka yolu yok mu bu işin? Günlük ibadetimi etsem
yetmiyor mu?”
Halk istiyor ki maddî refahı
yüksek, iyi bir hayatım, çoluğum çocuğum olsun, dert-zahmet çekmeyim, şöyle
belirli bir düzende biraz ibadet biraz dua biraz da az bir para vermekle
kendimi kurtarayım, böylece göçüp gideyim dünyadan. Bir milyonum olsun, fakir
fukaraya bin lira vereyim, hem kendimi cömert hissederim hem de cennete giderim!
Üstelik vicdanım biraz rahatlar, böylece vicdanın rahatsızlık verici sesi
olmadan dünyaya daha sıkı bağlanırım, zevk-ü sefaya daha çok düşerim!
Elbette derinizi yüzdürmeyin, ancak
Allah aşkına siz söyleyin, böyle olur mu? Yani olsaydı bile olur muydu, tercih
eder miydiniz, size yeter miydi? Bizi ve bildiğimiz her şeyi var eden varlık
için bir şeylerden vaz geçmekten bu kadar korkulur mu? Adil olur mu sizce?
Vicdanî olur mu? İnsanî olur mu? Yakışır mı ruhta insan olana yahut ruhta insan
olmayı hedefleyene?
Bir insanın sahip olduğu paranın
binde birini vererek yaptığı binde bir insanlık, cebindeki son parayı ihtiyacı
daha fazla olan birine verip eve yürüyenin verdiğinden daha az kıymet taşır;
isterse birincinin verdiği on bin lira, ikincinin verdiği yirmi lira olsun. Yalnızca
işin oransal yönünden bahsediyorum zannedilmesin, o son parasını veren kişi
yaptığı iyilik için bir de zahmete katlanmayı göze almıştır. Bunu kimseye
söylemez, egosunu şişirmezse, o iş daha da değerlenir üstelik. Kendiliksiz
yapılan tek bir eylem, kendi menfaatini işin içine katarak yapılan bin eylemden
daha fazla kıymete sahiptir.
Aslında Tanrı için kendini adamak
demek olması gereken dindarlık, artık geldiği hâliyle fedakârlıkta bulunmak
istemeyenlerin sığınağı, konforlu yaşam arayışında olanların çözümü durumunda.
Oysa dindarlığın aslı imandır, güvendir; imanın, güvenin kanıtı da fedada
bulunmak, güzel, değerli şeylerden vaz geçebilmektir. Allah için vermenin aslı
etrafa birkaç kırıntı dağıtmak değil kendinden vermektir.
Kimse bedel ödemek istemiyor. Oysa
öğrenmenin de tek yoludur bedel ödemek. Zahmet, mihnet, dert, acı çekmeden
öğrenemezsin, yoksa öğrendiğin kuru bilgidir, papağan gibi kuru kuruya
tekrarlamaktır. Bin kere “Rızkı veren Allah’tır.” desen de bir kere elini cebine
atıp ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılamamış, dönüşünü O’ndan beklememişsen
söylediğin boş laftır, ezberdir. Bin kere “Allah’a imanım var.” desen de, güvenerek
hareket etmiyorsan o yalandır.
Mesnevi’de imanı sağlam bir dervişe
ait bir öykü bulunur: Dervişin teki bir gün orman içinden geçerken iki arka
ayağı olmayan bir kurda rast gelir. Bu kurdun nasıl olup da hayatta kaldığına
hayret eder, oturup kurdu gözlemlemeye başlar. Biraz sonra bir aslan yakaladığı
avıyla o civara gelir, yiyeceği yer, gerisini bırakır. Kurtcağız da sürüne
sürüne gider, arta kalanlarla karnını doyurur. Bizim derviş bu hâle çok şaşar.
“Bak şu işe! Allah bir kurdun bile karnını doyuruyor.” diye düşünür, “Ben niye
onca emek sarf edip çalışıyorum ki! Benim de karnımı doyurur.” Kurda özenmiştir
ama belli ki mayasında daha çok çakallık vardır. Oturur, beklemeye başlar. Bir
gün geçer, beş gün geçer, on gün geçer, bir ay geçer… Hâlâ gelen giden yoktur.
Birkaç gün sonra, artık derviş açlıktan ölecek kıvama gelmişken, perdesi
açılır, çatık kaşlı bir adam görünür ona. Fakat beklediği aksine şöyle söyler, azarlar
onu: “Sen iki ayağı kesik kurt musun ki seni besleyeceğiz? Madem Allah seni
aslan gibi iki eli iki ayağı sağlam kılmıştır, kalk çalış da arta kalanlardan
da garipler nasiplensin!”
Bakın bu hikâyede derviş azarlanmış
ama özünde on numara adam aslında. Vardığı sonuç her ne kadar yanlış olsa da
baskın çoğunluğun aksine inandığını takip edecek cesareti göstermiş. Hem de
öyle az buz değil, bir ay aç kalmış, inancı uğruna büyük zahmete katlanmış,
fedakârlıkta bulunmuş. Belli ki büyük bir güveni var Allah’a karşı, yani imanı
sağlam. Belki de ondan azarla bile olsa kendisine doğru yol gösterilmiş. Gördüğüm
her hikâye yorumunda bu derviş küçük görülüyor, alayla karışık anlatılıyor, ben
de çok yaptım bunu. Gelgelelim ben bu bölümde örnek olarak onu verip hakkını
teslim ediyor ve böylelikle hatamı telafi ediyorum. Kusura bakma derviş kardeş,
vaktiyle iyi güldük sana.
Allah’ın bizlere gökten bir şey
atacağı yok, boşa beklenmesin. Öyle işlemiyor sistem. Üstelik hakikat âleminde
geçer akçe kanıtlardır; boş ezberler, sözler değil. Kanıtlayamadığın yok
hükmündedir. Orada imanın ve amellerin nispetinde zengin olabilirsin, gerisi
gelmemiş sözlerin dönüşü yoktur, karşılıksız çek gibi. Her şeyin görüntüye
büründüğü bir âlemde kimseyi kandırmak mümkün de değil, kişi yalnızca
biriktirdikleriyle baş başa kalır. Yılanlarla, akreplerle, sokucu, zarar verici
canlılarla veya altınla, gümüşle, hazinelerle. Kişi kendisi seçer bunu; bu
yaşamda yaptıkları ettikleriyle.
Gerçekten inanan, sözde değil, çabalayacak,
kendini, ruh olan aslını arındıracak, dünyanın gam, keder, kibir, endişe,
korku, zevk düşkünlüğü gibi karalıklarından arındıracak, onu bu türden batağa
çeken duygu ve işlerden uzak duracak; başka yolu yok. Çünkü vakit bittiğinde
kendine ne yapmışsa artık zamansız âlemde, yani sonsuza dek onunla kalacak. Bu
ruh temizleme işini elbise yıkamak gibi düşünmek yerinde olur. Makinenin
olmadığı dönemler veya askerliğini makinesi olmayan bir bölükte yapmış olanlar
için örnek veriyorum; leğene su doldurursunuz, içine elbiseyi atasınız, elinize
sabunu, deterjanı alır köpürtürsünüz, elbiseyi çitileyerek kirlerini
arındırırsınız, sonra bir arkadaşınızı çağırır, iki yandan iyice sıkarsınız.
Bizim bölükte makine falan yoktu, ondan böyle örnek verdim. Belki birileri size
bakar, sizin yaptığınızı taklit etmeye çalışır, elbiseyi boş suya atar,
çıkarır, deterjanı sonra koyar, tam da yapamaz, elbiseyi temizleyemez. Çünkü taklidin
böyle bir sorunu vardır; amacını bilmeden yapılan her iş birtakım sorunlara yol
açar. Maalesef ölümden sonra bir daha elbise yıkama olanağı olmadığından, oraya
elbisesi kirli giden hep koka koka, üzerinde hoşlanmadığı haşeratlarla dolanmak
zorunda kalır. Şeytanların korku filmlerinde falan haşeratla ilişkilendirilmesi
bilinçli midir yoksa bilinçsizce midir bilmem ama yoktan yere değildir. Bilinçsizce
derken, her insan ruh olarak bu gerçeği bilir de açıktan bilmez; neticede
oradan geliyoruz, döneceğimiz yer, ruhta elbet bilgisi bulunacak. Ve o andan
sonra da insana ne ırkı ne dini ne de siyasi kavgaları yardım sağlayacak.
İnsanın bu dünyadaki asli görevi,
buraya gelirken ona verilen tertemiz emaneti, ruh dediğimiz kendini, kaynağına
geri temiz götürmektir. Bu dünya ile ruhsal âlemin kuralları ters olduğundan
insanın bu dünyada sevdiğini sandıkları, yani bedenin sevdikleri, aslında ruhun
düşmanıdır ve bedensel hazlar ruhun etrafına tozun, toprağın, çamurun yapıştığı
gibi yapışır, sıvanır. Maalesef ruh beden aksine su ile de temizlenmez, ateş
ile temizlenir. Vaftizci Yahya İsa’nın gelişini bildirirken bu yüzden “Ben su
ile vaftiz ediyorum ama ateşle vaftiz eden yakında gelecektir. Ben onun yolunu
açıyorum.” gibi sözler sarf ediyordu. Bunu diyerek hem İsa’nın yetki sahibi
olduğunu hem de ruhu nasıl kurtaracağını bildiriyordu. Yukarıda kararı verilen
işler bu dünyada insanın karşısına surete bürünüp çıkar. Dolayısıyla ruhun
ateşle temizlenmesi demek, başa bela, dert, hastalık gelmesi demektir. Veya
vicdan azabı çeken bilir o ateşi, o yakışı; ama vaftiz oluyordur işte. Kişi bu
ateşi hissediyorsa affedilmiş demektir, çünkü affedilmemiş ruha ateş sunulmaz,
o da asla pişmanlık duyamaz yaptığı işlerden –ve suçunu artırdıkça artırır.
Anlayacağınız af ile ceza aynı
şeydir hakikat açısından. Eğer bir insana hep lütfediliyorsa aslında bu pek de
iyi bir şey değildir, çünkü ruh temizleneceği ateşten uzak kalıyor demektir.
Eğer ruh ateşle beslenmezse suça, günaha bulaştıkça kararır, karardıkça
karanlığa batar, battıkça daha çok kararır. Yani ‘kötü’ insanların başına bir
şey gelmemesi düşünüldüğünün esasında onlar açısından kötüdür, hem de çok
kötüdür. Ateşle karşılaşacaklar yine, ondan kaçış yok; ancak o güne dek
ateşleri körüklendikçe körükleniyor demektir.
Elbette kimsenin moralini bozmaya
da gerek yok yahu, insan başına bela da dilememeli. Hayatla uyum içinde akıp
gitmeli işte, Allah ne vereceğini ne vermeyeceğini elbette bilir. Bu uyum ve
akış konusuna girince Taoizm’den, Zen Budizmi’nden bahsetmemek olmaz aslında,
anca onları da koysam konu çok uzayacak. Ama özü söylemek yeterli: Sana ne
sunulmuşsa onu al, ne sunulmamışsa onu isteme. Sade şekilde, güzelce yaşa.
“Yani Batı’daki Carpe Diem
felsefesi gibi, an’ı yaşamaktan bahsediyorsun?”
Evet, an’ı yaşamaktan bahsediyorum
da o da çok yanlış anlaşılan bir felsefe yahu. Askerde bizim bir devrenin
kolunda Carpe Diem dövmesi vardı, komutan sordu ne demek diye, “An’ı yaşa.”
diye açıkladı çocuk. Komutan ya bunu iş yaptırdıktan sonra sormuştu içtimada,
sonra da alaylı biçimde “An’ı yaşadın mı?” diye bir daha sordu ya da bu sözü
duyunca çocuğa iş kitleyip “An’ı yaşa” diye alaylı söylemişti, tam
hatırlamıyorum orasını. Ama sonra çocuğun bize gelip “Ben üniversitede an’ı
yeterince yaşadım, hem de ne kızlarla yaşadım.” diye söylendiğini, benim de
an’ı yaşamanın vur patlasın çal oynasın demek olmadığını anlatmaya çalıştığımı
ve çocuğun zerrece umursamadığını hatırlıyorum.
Ona anlatamadım, size anlatayım,
çünkü bu konu imanla ilişkili: An’ı yaşa demek, an’da ne yapıyorsan bilinçsel
anlamda tam olarak orada bulun, kedi gibi yalnızca yaptığın işle ilgilen
anlamına gelir. Hazzın dibine bat, zevk içinde yaşa anlamına gelmez. İmanla
ilişkisi de şurada: Eğer her işinizi göreceğine dair kendisinden emin olduğunuz
yüce bir kudret varsa şimdi ile ilgilenmekten başka yapacak yoktur, böylece
kaygıya, endişeye, korkuya, gerginliğe, yer kalmaz. İşte o eminlik imandır.
Gerçi Zen Budistleri o yüce kudreti Tanrı olarak değil yine ‘sen’ olarak
açıklar; ancak bu başlıkta o detayları incelemek anlamsız. Neticede Tanrı’ya
güvenen için de aynı durum aynı şekliyle mevcut ve yaşanırdır.
“İman bizim inancımızda yalnızca
Tanrı’nın varlığına değil ahirete, öte dünyaya duyulan güvendir aynı zamanda?
İmanımızdan dolayı ibadet ederiz biz. Budistlerin ibadet ettiği de yok ki, anca
oturup duruyorlar. Nasıl oldu da bunları birbirine bağladın?”
Öncelikle ibadetin de o oturma
dediğiniz meditasyonun da amacının aynı olduğunu anlamanız lazım: Durulmak, dış
dünyadan içe geçmeye çalışmak. Yoksa tek sözüyle âlemler yaratıp yok eden bir
yaratıcının elbet yeryüzünde öylece dolanan bir kulun eğilip kalkmasıyla veya
avuç açmasıyla elde edeceği bir şey yoktur. Bir şey elde edecek olan kim; kul. Eğer
ibadet insanı durultmuyorsa, amaçsızca eğilip kalkma hâline gelir ve meditasyon
da aynı durumda boş boş oturma hâline gelir. Peygamber de “Nice oruç tutanlar
var ki aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar
var ki yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.” demişti, ta
ilk zaman.
Konumuza dair bir düğüm burada
çözülüyor; dindar olmak, bir dinin pratiklerini yerine getirmek demek inanç, iman
sahibi olmak demek değildir. Zahiri görüntüleri bir yana koyun, hangi inanıştan
olursa olsun halkların çoğunluğunu hep inanç ve iman yönünden eksikliği bulunan
kişiler oluşturur; yapılan propagandalara kanmayın, peygamberlerin dönemlerinde
bile aynıydı durum. Peygamberlerin yakın çevresi her seferinde sınırlı sayıda
kişiyle kısıtlı kalmıştır. Son peygamberin veda hutbesinin yüz bin kişi
tarafından dinlendiği söylenir, oysa toprağa defni sırasında on yedi-on sekiz
kişi hazır bulunmuştur; üstelik naaşı da üç gün beklemiştir. Bunlar tarih veya
din kültürü derslerinde öğretilmez elbette.
Kişinin inancı belli kurallara
bağlılığında, onları ne sıklıkta, ne uzunlukta tatbik ettiğinde değil yaşam
içinde, davranışlarında kendini ortaya çıkarır. Yoksa halkın takdirini
kazanmak, saygınlık görmek ve elde etmek için yapılan işler, girilen kişilik
kalıpları tarihin başından veri vardı. Her toplumda dinsel törenleri
yönetenlere, pratiklerini uygulayanlara saygı gösterildi. En ilkel kabile de
böyleydi, Müslümanların sayıp dökmeyi âdet edindiği Cahiliye Devri’nde de. Oysa
yine tarih veya din kültürü derslerinde söylemezler ki Cahiliye devri
ateistlerin değil dindarların devridir, hem de koyu, tutucu dindarların.
Peygamber’in düşmanı üçlü çete gayet de ‘Allah’ın evi’ Kâbe’ye saygı
gösterirdi, gelen hacılara su dağıtma görevi bile onlardaydı. Gerçi tutucuların
ele geçirdiği, taşa tapınmanın yayıldığı her dönem Cahiliye Devri sayılır
zaten. İş ne zaman dünya malı, makam-mevki, para-pul, şan-şöhret hırsından
geçmeye gelir, o zaman kalabalıklardan geriye tek tük kişi kalır. Esas iman
sahibi, inançlı olanlar da bunlardır işte. Hani bir gram altın için bir ton
toprak elemek gerekir ya bazen, dünya da işte aynı görevi görür. Gerçek iman
sahibi insanlar o topraklar elendikten sonra üstte kalan altın parçalarıdır.
“Ne yaptın, geriye insan koymadın
yahu? Abartıyor olabilir misin biraz acaba?”
Bir felaket yaşamış ve malını mülkünü
yitirmiş olan kardeşlerimizi bir odada toplasak, sonra zamanı bir şekilde geri
sarsak ve her birini o olayı yaşamadan bir yıl öncesine döndürsek, yaşadıklarını
unuttursak ancak yaşayacaklarını içeren bir video çekimini onlara bıraksak,
tarih vermeden desek ki: “Kardeşim işte başınıza gelecek bu. Artık paranızla,
malınızla dilediğinizi yapın sınırlı bir vakit boyunca.” Sizce kaçı bu uyarıyı
ciddiye alır da malından parasından ihtiyaç sahiplerini yararlandırır, vaktini
sevdikleriyle geçirir, yani yatırımı sevgiye, mutluluğa, ölümden sonrasına
yapar; kaçı bize inanmaz, aynı hayata devam eder? Mantıken yapmaları gereken
birinci seçenek değil mi; oysa insanları tanıyan hepimiz biliyoruz ki tek tük
istisnalar haricinde her kişi uyarıyı kulak ardı edecek, aynı yaşantısını
sürdürecektir. Ne zaman hepsi yeniden ellerinden alınırsa, o zaman uyarımız
akıllarına gelecek, başlarını vurmaya yer arayacaklar ancak bu bir şeyi
değiştirmeyecek.
“Bence abartıyorsun. Videoyu
gördükten sonra mutlaka çoğu iyi işler yaparlardı.”
Öyle mi? Öyleyse videoya, felaket
görmeye gerek yok, işte ölüm her an yanı başımızda, her birimiz için bekliyor. Bir
dakika sonraya sağ çıkacağımızın garantisi yok, var mı? İyi, güzel işler yapın,
elinizdekilerden başka insanları da yararlandırın, sevdiklerinizle geçirin
vaktinizi. Ama ne hikmetse öyle olmuyor, insanlarda bin yıl sonra da burada
olacakmışız gibi bir çalışma ve biriktirme derdi hâkim. Kim öleceğine gerçekten
inanıyor?
İşte hayat böyle akıp gidiyor çoğu
insan adına. Her nedense insanoğlu bu dünyanın geçiciliğine, önünde sonunda
başına bir yıkım geleceğine bir türlü inanmıyor, bu dünyayı sürekli kalınacak
bir yer olarak görüyor. Oysa nüfusun baskın kısmı dindardır veya dindar
sayılır, her ölüm haberi işittiklerinde “Gideceğimiz yer orası.” diyorlar
ezberden. Fakat nihayet gidecekleri yere önden bir şeyler yollamak söz konusu
olunca, elleri ceplerine zor giriyor, yatırımı hep bu dünyaya yapıyorlar.
Bu yazdıklarım öte dünyayı imar
etmek için bir manastıra çekilip sabah akşam ibadetle, tespihle uğraşmak veya
ele geçenlerin hepsini hep halka sarf etmek gerektiği anlamına gelmiyor
elbette. Kötü haber, zaten manastırlar da Orta Çağ tarihinde büyük toprakları
ellerinde bulunduruyordu; yani güya dünyadan uzaklaşmak için insanlardan
ayrılan kesim dünya malı yığıyordu. "Ey inananlar, hahamlardan ve rahiplerden
birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler.
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara
acı bir azabı müjdele!" (Tevbe / 34)
Bizde bugünkü tarikatlar, cemaatler
de aynıdır. İsa Mesih gibi bir entari, bir asa, bir çift çarık dışında hiçbir
şey edinmeden köy köy gezmeyelim elbette, zaten o iş her babayiğidin harcı da
değil; İsa Mesih o yüzden tarihte istisnai bir şahsiyetti. Fakat hırsla,
açgözlülükle sürekli biriktirmekten, dünyayı mahvetmekten de uzak olmamız şart.
Zaten insan biriktirilen her şeyin sonunda toprağa karışacağını, verilen her
şeyin ise sonunda var olup kendi karşısına çıkacağını gerçekten biliyor ve
inanıyorsa hangi yolu tercih eder? Akılsız değilse var etmeyi tercih etmez mi?
Hangi ahmak güneş altında buz, yağmur altında sabun stoku yapar? Eriyip gidecek
işte, açık. Hangi ahmak deniz kıyısına kumdan kaleler diker de bunu gayrimenkul
yatırımı sayar? Yıkılıp gidecek işte.
Bir kimse bunları bilmeyecek kadar
ahmak değilse, fakat yine de bu yönde davranmaya devam ediyor ise bu da
demektir ki aslında bir öte dünyanın varlığına gerçekten inanmıyor demektir,
kendisi inandığını sanıyor olsa bile böyledir bu. O inanışı bu yalnızca
nefsinin-egosunun-benliğinin oyunundan ibarettir. Çünkü nefs bu dünyaya
programlıdır, ona tâbi olan insanın bilinçaltında bu dünyada sonsuza dek
kalacağı inancı yerleşiktir; dili ile ne söylerse söylesin.
Netice olarak iman ‘güvenmek’
demektir ve kanıtı yalnız ve yalnız ‘güvenerek’ davranmakta, güzel işler
yapmakta, var olacağını bilerek vermektedir. Tüm bölümün özeti budur; insan
yalnızca şu tek cümleyi bilinçsel anlamda idrak edebilse ve ruha
yerleştirebilse bu ona yeter.
Konuyu bitirmeden bir not düşeyim: Onca yazdığım bölüm içinde, takdir edersiniz ki beni en çok etkileyecek konu bu. Uzun uzun yıllar notlar tuttum, gördüklerimi biriktirdim, artık son noktaya gelip olgunlaştığını hissedince bunca şeyi açığa çıkarmaya karar verdim. Fakat buraları okuyanlar beni tanımıyor, bunları yazmakla ne murat ettiğimi bilmiyorlar. "Bu bilgiyi hakikatten aldım." dediğimde de çoğu ne söylediğime dair bir fikre sahip olmayacak. Beden ve gerçeklik dışına adım atmayanlar için bunlar hep yeni bilgiler. Belki de sallıyorum, nereden bilecekler?
Dolayısıyla yazdıklarımı okumaya zaman ayıran kimselerin üç seçeneği var: Ya bu bilgileri kabul etmeyecek, reddedecek, belki alay edecek ya burada yazılanlara inanacak ancak bu bilgileri hayatına tatbik etmeyecek ya da inanacak ve hayatını burada verdiğim birtakım tavsiyelere göre düzenlemeye çalışacak. Birincisini geçelim, bildiğin putperest bilinç, ikinci davranış biçimi inanç, üçüncü davranış biçimi ise imandır.
Zannediyorum konu şu son örnekle tümüyle anlaşılmış olsa gerek. Yazdıklarıma güvenen kardeşlerime selam olsun, ruh için çabalara girdiklerinde Yaradan görür, elbet güzel karşılıklar verir. Açılan eli boş bırakmaz O. Yaradan'a güvenen her zaman kârlı çıkar.
Yorumlar
Yorum Gönder