21) Din ve Seçilmişlik İnancı Üzerine
Âdem’den başlayarak insanoğlunun,
bu dünyada gözünü açtığından beridir aradığı bir şey vardır: Hayır, bir eş
değil; eve dönüş yolu. Ev neresidir; hakikat yurdu, kimi inançlarda Garden of
Eden (Eden-Aden bahçesi) kimilerinde Tanrı’nın bahçesi kimilerinde cennet diye
adlandırılan yer. Dikkatinizi çektiyse genelde bahçe olarak tarif edilmiştir.
Çayır değil, çimenlik değil, neden bahçe? Çünkü bahçede çayır çimenden farklı
olarak alanı çitle çevirip dış tehditlerden koruyan bir sahibi vardır. Bahçe
sahiplidir, korunaklıdır, güvenlidir, yalnızca kelimenin kendisi bile bu
nedenlerden huzuru çağrıştırır. Tanrı’nın bahçesi; evet, Tanrı diye
isimlendireceksek bahçenin sahibi O’dur. İnsanlar ise bahçedeki çiçekler.
Renkleri, kokuları, şekilleri farklı; fakat hepsi bir çiçek. Hepsi ayrı ayrı,
hepsi güzel; ne de olsa eken-diken O, sulayan O, büyütüp-yetiştiren O.
Farklılıklar O’nun yaratımının alametifarikasıdır.
Araya girip bir noktaya değinmek
isterim: Bir bahçıvan kendisinin yetiştirdiği bitkileri sevmez olur mu? Veya
birbirlerinden farklı çiçekleri, o farklılıklara sahip olacaklarını bilerek,
hatta farklı farklı olsunlar da farklı farklı özelliklerini sergilesinler diye
ekmesine rağmen, farklılıkları yüzünden suçlar mı? Kendi ektiği bir grup çiçeği
seçip diğerlerini susuzluktan ölmeye terk eder mi? Böyle bir şey mümkün
değildir, doğru mu? Tamam, bunu aklınızda tutun, yazının ilerleyen kısımlarında
yardımcı olacak.
İşte bu bahçeye, yani eve dönüş
yolunu bulan bazı seçkin ruhlar, diğerlerine de bu yolu gösterebilmek, artık
kutsallaşan kendileri aracılığıyla yeryüzünde debelenen kardeşlerini de bedensel
yaşantıdan kurtarıp oraya götürebilmek adına ruh âlemi yaşantısına uygun bazı
yaşayış kuralları getirdiler. Bu kurallar oranın ve kâinatın işleyişini
anlatıyordu aslında fakat madde dünya seviyesinde kalan insanlar bunları o
kurallardan ayırdılar, fazla ruhani geldi, çünkü bilincini yükseltemeyen insan,
giriş seviyesinde bilinç sahibi olduğundan ‘görebildiklerine’ tapınır.
Dolayısıyla çoğunluğu oluşturan bu insan tipi de ne yaptı; görünmeyen yolları
kendileri için ‘görünebilir’ kılmaya çalıştı. Kuralları amacına uygun kullanmak
yerine donuklaştırıp putlaştırdılar, kendilerini değiştirmeye, dönüştürmeye,
yükseltmeye çalışmak yerine gökteki bir Tanrı’yı baz alıp O’nu kızdırmak-memnun
etmek ekseninde yaşayış oluşturdular. Dikkat edin, bu açıdan dindar-putperest
diye ayrım yapmıyorum; çünkü putperestlerin tanrılarını memnun etmek için
binalar ve nesneler inşa etmesiyle, dindarların bulduğu her yere ibadethane
dikmesi, birbirine yakın bir bilinç seviyesinde bulunduklarının açık kanıtıdır.
Putperest bilinç üzerine zaten
çokça konuştuk; fakat putperestliğin aslını hiç konuşmadık. Bir insan neden
kalkıp da kendi oyduğu nesnelerden medet umar? Gerçi bunların bir kısmının
arkasında gerçeklik payı var, dünyada transa geçmek ve farklı boyutlardan
varlıklarla iletişime geçmek üzere pek çok yöntem uygulanır, bunların bir
kısmında oyulmuş nesneler kullanılır, yani bir kısmının ruhani âlemde
karşılığı, bildiğim kadarıyla hepsi kötü olarak, gerçekten bulunur. Modern
insan madde dünyaya bağlı, rastgele, savruk, ruhanî âlemden uzak yaşantıyı
seçtiğinden bu nesnelerin neden kullanıldığını anlaması mümkün değildir. Eğer
olsaydı, biraz olsun peygamberlerin ve ışığa ulaşmış insanların, geri kalan
âdemoğullarının selameti adına ne büyük işler yaptıklarını –veya yapmaya
çalıştıklarını anlar, onlara biraz olsun minnet duyarlardı. Ancak biz bu türden
nesnelerin bu tür kullanım amaçlarını göz ardı edeceğiz.
Putperest bilinç dediğimiz
insanlığa giriş düzeyi bilinçte, insan korkularla doludur. Kendini yalnızca bu
beden olarak algılayan insan, devasa dünya ve bin bir türlü derdi karşısında zayıflığına
bakarak dehşete kapılır. Bu dehşet duygusu onu ister istemez kendinden güçlü ne
bulduysa ondan medet ummaya iter, bulamadığı yani gözünün görmediği, bedensel
aklın sınırlarının üstüne taşan varlıklar daha sıkı şekilde kendine çeker
üstelik. Lafı uzatmaya hiç gerek yok, putperest bilincin güdücü duygusu korku
ve isteklerdir, dışarıda duran putlar ve tapınıp durdukları tanrılar ise onun
içsel korkularının ve doğayı açıklamaya çalışma çabalarının dışarı yansıyan
suretleri.
Putperestliğin, açıkça mantık dışı
olmasına rağmen, yüzlerce yıl hatta daha fazla sürmesinin sebebi başta korku,
en başta da ölüm, yok oluş korkusu, madde hayata dair istekler ve ihtiraslardır.
Eğer o insanlar putlara karşı saygısızlık edince başlarına bela geleceğine
inanmasalar taşlara tapmanın ne derece mantıksız olduğunu kolaylıkla görürlerdi,
en azından bir ikisi öne çıkar da ‘kral çıplak’ derdi. Gelgelelim korku öyle
bir şeydir ki insanı en mantıksız işleri yapmaya ikna eder, aklın üstüne atılan
kara bir örtüdür korku. Putperest bilinç daima korku içindedir, korku eşliğinde,
korku ile tapınır. Bu nedenle sorgulayamaz. Hani Peygamber Cebrail’e “Sana
vahyedeni gördün mü?” diye sorunca Cebrail der ki: “Ben o perde arkasına adım
atamam, yanarım.” İşte putperest bilinçteki akıl da aynı korkuyu yaşamaktadır.
İnandıklarından dışarı bir adım atsa yanacağına inanır.
Anlayacağınız putperestler esasında
taştan nesnelere tapınmakta değildir, putperestler putların arkasında yatanlara
tapınır. Dolayısıyla dışarıdaki nesneleri kırmakla putperestlik bilinci yok
olmaz, putperest bilinci ancak bilinç düzeyinde yükselme ile aşılabilir. Bu
nedenle buldukları her noktaya ibadethaneler dikip de putperestlerle alay eden
tek tanrılı dinlerin dindarlarının abartılı sözleri gerçeği yansıtmaz. İhtiyaç
olmayan yüzlerce noktaya şatafatlı ibadethaneler dikmek tam da putperest
bilincin yansımasıdır. Hatta işin doğrusu çoğunlukla şatafatın kendisi
putperest bilincin aşılamamış olduğunu açığa çıkarmaya yeter zaten.
“Ben dediğini tam anlamadım ya. Putperestlik
yok edilemez, mi diyorsun sen yani? Peygamber neye kırdı ya onca putu?”
Putperestlik yok edilemez, demedim;
putperest bilinci, bilinç düzeyi yükselmeden ortadan kaldırılamaz, dedim. Dışarıdaki
putları kırarsın, yok edersin de; insanı içinde onlarca put sapasağlam
durduktan sonra gider onu tek tanrıda yine birleştirir. Çok tanrılı dinlerin
putlarını, tanrılarını, tanrıçalarını incele; dört tane ortak nokta bulacağını
garanti ediyorum: Birincisi bereket, üreme ile ilgili olacak, ikincisi
korumayla ilgili olacak, üçüncüsü gazapla, yıkımla ilgili olacak, dördüncüsü
zevklerle ilişkili olacak. Putperest de birtakım ritüeller yoluyla ve bunlara
kurbanlar sunarak razı etmeye ya da öfkesini dindirmeye çalışacak ve hayatının
geri kalanına nasıl biliyorsa öyle devam edecek. Tanıdık geldi mi? Gelmesi
gerek.
Daha derin anlamları da var
elbette, ancak kitlelerin sahip olduğu bilinç düzeyinde putperestlik egosal
menfaatçiliğin vücut bulmuş hâlinden başkası değildir. İnsanlar o taş parçalarına
çıkarları, arzuları gerçekleşsin diye ve birtakım zararlardan korunmak için saygı
gösteriyordu. Putların yağmur yağdırmayacağını bilseler neden boş taş
parçalarına eğilsinler, selam bile vermezler. İşte bugün aynı muamele tek
tanrılı dinlerin inanırları tarafından Tek Yaratıcı’ya uygun görülüyor, niyet
ve amaç aynı: İstekleri gerçekleşsin ve birtakım zararlardan korunsunlar diye. İlah
değişti de putperestlik bilinci ve menfaati aynı kalmış gibi sanki, ne
dersiniz? Öyleyse putperestliği öldürmek için önce içteki istekleri öldürmek lazım.
İçteki putları kırmadan Tanrı’yı birlemek pek mümkün olmuyor anlaşılabileceği
üzere.
Putperest bilincini insan
ilişkilerinde de fark edebilirsiniz; oyulmuş taşa, tahtaya gerek yok. Zenginlere
yaltaklanan adam, paraya düşkünlüğünden o şekilde davranır; para veya güç
düşkünlüğü, birilerine kulluğu da beraberinde getirir. Kişi güven eksikliği
çekiyorsa, güven arayışına düşer ve bir örgütlenmeye katılan insan da çoğu kere
inançtan çok büyük bir şeyi parçası olmak ister, bir topluluğa ait olmanın
sağladığı güvenlik hissini elde edebilmek için bu yolu tutar.
Bu da gösterir ki insan eksikliğini
hissettiği şeyin peşine düşer, onunla dolmak ister. Kişi bu durumda başkalarına
hizmet ediyor görünse de aslında kendi içinde eksik olan yanı gidermeye
çalışıyordur; yani kendine kulluk etmededir. Anlayacağınız putperest bilinci
aşamamış kimi ele alırsak alalım inceleyince netice itibarıyla göreceğiz ki her
birisi daima kendine kulluk etmektedir.
İnsanlar kulluk etmek deyince bir
seccade serip eğilip kalkmayı anlıyorlar fakat kulluk demek kölelik demektir,
sahibin her arzusunu emir telakki edip yerine getirmektir. Kulluk gönüllü veya
gönülsüz yapılabilir, fark etmez, bir varlığın, bir duygunun veya isteklerinin
her arzusunu yerine getiren onun kuludur ve arzularını yerine getirdiği şey de
kişinin sahibidir.
“Gönüllü kulluk gönülsüz kulluk
nasıl oluyor yahu?”
Yaradan işini İsa Mesih’i de Hitler’i
de kullanarak görebilir. İsa O’nun gönüllü kuludur, Hitler ise kendi
egosunun-nefsinin-benliğinin kulu; ancak yine de O’nun arzusunun yerine
gelmesinde O’na araçlık eder, yani bilinçsiz, gönülsüz şekilde O’nun kulluğunu
yapmaktadır.
Yalnızca Hitler değil, çoğunluk
benliğinin kuludur. İnsanlar ‘sahip’ veya ‘efendi’ deyince bunun Tanrı için
söylendiğini algılıyor olsa da gerçek şu ki insanın sahibi veya efendisi
insandan insana değişir; her insanın ayrı sahibi veya efendisi vardır. Sayılı
insanın sahibi veya efendisi Tanrı’dır.
“Peki insan nasıl kendi benliğine
kul olur?”
Şöyle düşünmeli: Örneğin mutlu
olmak için belli şartlara, belli ihtiyaçlara gereksinim duyuyorsa, işte bedeni
o insanın hükümdarıdır, o da bedensel arzularının esiri, yani kuludur. Çünkü
ruh mutluluk, huzur, neşe üzeredir, onu karanlığa çeken ego-nefs-benliktir. Bu
demek değil ki hiç kimse hiçbir şey istememeli, hayır, çayırlarda koşturması
gereken ceylanı alıp da daracık bir alanda hapis ederseniz elbette mutsuz
olacaktır; çünkü bulunduğu yer yaradılışına terstir. Ceylanın çayırı özlemesinden,
istemesinden, dönebilmek için dua etmesinden daha doğal bir şey yoktur. Fakat
mutlu olmak için sürekli yeni gereksinimler öne süren bir insanın bedenine
ve/veya zihnine hizmetçi olduğu da ortadadır.
Bizim nihai amacımız neydi: Eve
veya yuvaya dönüş. Kurtuluş. Cennete giriş. Her nasıl adlandırırsanız. Seçkin
ruhların o kuralları eve dönüş amaçlı getirdiğini zaten biliyoruz. Öyleyse eve dönelim
diye uyduğumuz yollar, uyguladığımız yöntemler bizi benliğimize hizmetten uzak
tutmak, içimizdeki putları kırmamıza yardım etmek zorunda ki amaca hizmet etsin.
Bu da demektir ki benliğe hizmetten uzak olmak ve içteki putları kırmak bir
manada dinin aslıdır, kuralları da bu amaca hizmet etmek zorundadır. Gerçek
dinin kuralları da işte insan için bu iki amacı hedef edinen dinamik kurallar
olmalıdır; eğer bu iki amacı hedef edinmiyorsa o kurallar donuktur, indiği döneme
aittir. İslam’da bir erkeğin kimi alanlarda iki kadına denk tutulması örneğinde
olduğu gibi. Oysa dine uymamızın amacı eve dönüş olduğundan, bizlere bunu
sağlayacak kurallar gerekir ki eve dönüş yolu ortaya çıkana, o yol görünene
kadar belli yöntemlerle çalışmalar yapalım, ilerleyelim, yükselelim.
“Bizim bildiğimiz din böyle değil;
üç dinin üçünün de birbirinden farklılıkları var, tamam ama, üçü de içteki putları
kırmak gibilerden bir şeyden bahsetmiyor.”
Öncelikle şunu belirtmek gerekir, üç
dinin üçü de birbirinden farklılıklar içerir çünkü indiği peygamberin dünyayı
algılayışına ve anlayışına göredir. Üstelik bir de indiği günün ve coğrafyanın
şartlarına göre şekil alır; doğal olarak, indiği günden yüz yıl sonrasının
şeklini almış hâlde inecek değil ya, ilk duyanlar ne yapacak o zaman? Bu yüzden
Kutsal Yasa’daki ana kurallar hariç İsa’da ayrı, Musa’da ayrı, Muhammed’de ayrı
bir din karşımıza çıkar. Fakat bunun da üstüne, ‘âlim’ diye çağrılan, çok az
bir kısmı samimi, çoğu dünya düşkünü, güç tapınıcısı, iktidar yancısı, saray
beslemesi adamlar kendi görüşleriyle ‘asıl’ olan dini günlerine göre uyarlamış,
kendilerinin ve/veya sahiplerinin menfaatlerine uydurmaya çalışmıştır. Bunların
bile üstüne, halkın anlayışına göre yüzyıllar içinde gelenek-görenekler işin
içine karışmış, değişerek kalıplaşmış, bambaşka bir şey hâlini almıştır. Yani
bize bugün dinimiz diye öğretilen aslında tavşanın suyunun, suyunun, suyunun,
suyudur; gerçekten nasipliysek içine bozucu maddeler katılmamış şekilde buluruz
onu da.
İşte bu yüzden ana hatlar bellidir
ancak onların ne için kullanıldığını insanlar bilmez, kuralları dinin kendisi
zanneder bu yüzden. Fakat biz şunu biliyoruz ki her peygamber kendi ümmetinin
öğretmenidir, bu nedenle her gören İsa’ya ‘Rabbi’ yani öğretmen diye
sesleniyordu. Dolayısıyla bu öğretmenler çevrelerindeki takipçilerini
başlarında bulunarak huylarına, karakter yapılarına, anlayışlarına ve
kapasitelerine göre kişisel olarak eğitiyorlardı. Yani ‘dinde içteki putları
kırmak yok’ gibisinden bir düşünce doğru değil, bu rehberler takipçilerinin
içlerindeki putları kırmalarıyla özel olarak ilgileniyordu zaten; özel ders
gibi düşünün bunu. İşte tam da bu yüzden, örneğin Muhammed Peygamber’i ele
alalım, bırakın yüzlerce yıl sonra gelenlerin yanlış bilmesini daha vefat
ettiği günde ortaya ayrılıklar çıkıverdi. Muhammed’den sonra insanlara
içlerindeki putları kırmak için yardım etme görevini ‘vekilleri’ üstlendi;
fakat bu vekiller genelde iddia edildiği üzere din âlimleri değildir. Din
âlimlerinin çoğu ruh hakkında bir şey bilmez, kendi içlerinde hangi putların
sapasağlam durduğu hakkında bir fikre bile sahip değildir. Bu vekiller o
putları görecek göze sahip olan yetki almış velilerdir.
“Âlimler yüzlerce yıl önce yazılmış
onca kitapları okuyor, biliyorlar. Nasıl ‘vekil’ değiller acaba?”
Alınmayın lütfen, ben sadece
hakikati dile getirdim. Yüzyıllar önce yazılmış kitapların bizi bir yere
ulaştırdığı var mı? Tanıdığımız dindar çok ama aralarında nefsini bilip Rabbini
bilmiş, yani Allah’ı bulmuş olanı yok gibi benim tanıdıklarım arasında, sizin
var mıdır bir tane bildiğiniz? Gerçi bunu ayırt etmek öyle kolay da değil,
nasıl bileceksin, belki de gizliyor kendini? Fakat şunu iyi biliyoruz ki Allah’ın
Evi dedikleri Kâbe’ye giden çok, O’nu orada gören yok; evi gerçekten orası ise
her nedense pek evde oturmayı tercih etmiyor gibi, niye dersiniz? Gerçi sabah
akşam o kadar misafir çeken, gürültüsü patırtısı eksik olmayan bir evim olsa ben
de evde kalmam, hatta evde yakalansam kimseye fark ettirmeden arkadan
kaçıveririm. Ya da genel kabul görmüş iddialar aksine evi orası değildir,
maddeden nesneleri ev tutmuyordur. Eh, şu kutsi hadisi hatırlamanın da
hatırlatmanın da tam yeri gibi: “Yer gök beni almadı da mümin kulumun gönlüne
sığdım.” ‘Yer gök beni almadı’ diyor, Kâbe de Mekke de bildiğiniz üzere
yeryüzünde.
“Peki, diyelim ki senin dediğin
doğru. Din adamlarının gösterdiği yolun bir yere çıkmaması bizi mantıkla
bulmaya mı iter? Mantıkla mı bulunuyor yani Allah?”
Bu soruya cevap verebilmek için en
başta mantık dediğimizin ne olduğunu sorgulamak gerek. Mantık, kişinin hayatı
algılamada, yorumlamada, belli sonuçlara ulaşmada tuttuğu yol, yöntemdir, doğru
mu? Sahip olunan bilgi ve akıl gücüyle, olguları damıtmak, bunlardan çeşitli
sonuçlar elde etmektir. Ve buradan bakınca bile doğrusu çokça öznel olduğu
açığa çıkıyor. Üstelik mantık yolu dış etkenlere fazlasıyla açık olmak gibi bir
sorun taşıyor. Her şeyden önce önyargılar var, önceden öğrenilmiş bilgiler var;
bunlar algılayışın yolunu sıkça keserler. Ve kalp de var elbette; duygular mantığın
yolunu sürekli saptırır.
Örneği babası inançla alakasız bir
çocuk ele alalım. Annesi ve kendisi sürekli babasının eziyetine maruz kalıyor
olsun. Bu çocuğun gelecekte dindar biri olması sürpriz olmayacaktır; çünkü
yaşadıklarının suçunu doğal olarak babasının inançsızlığına ve muhtemelen de
ibadet eksikliğine bağlayacaktır. Fakat bu adam babasının yeteri kadar ibadet
etmediği için zalim biri olduğu düşüncesiyle dindar olursa onun mantığında
inandığı tanrının ibadete büyük önem atfediyor olması gerekmez mi? Biz bu
adamın önüne bir dolu kural bulunan değişmez bir dinsel kaynak koyarız ama onun
algısı hemen ibadeti aradan çekip çıkarır, bu maddeye diğerlerinden fazla önem
atfeder. Hatta inancının temelini muhtemelen de bunun üzerine kuracaktır.
Tanrısı, ne söylüyor olursa olsun o adam kendi algılayışıyla ilgili olan ne
varsa onu alır ve mantığı da tanrısını bu yönde anlamaya ve tarif etmeye iter;
çünkü sırf bu nedenle dindarlığa geçiş yapmıştır zaten.
Babası koyu inançlı, ibadetinde;
ama yukarıdakiyle aynı şekilde karısına ve çocuğuna çokça eziyet eden birini
ele alalım bu sefer de. Bu babanın çocuğu vaktiyle ibadetin yararını görmediği
için, eğer tam zıt tarafa yani inançsızlığa savrulmazsa onun inandığı tanrı ona
göre ibadete hiç de önem vermez, daha çok davranışlara önem atfeder, ibadeti en
aşağılara koymazsa bile en az ikinci plana atar. Onun da önüne yine değişmez bir
kitaptan kurallarla dolu bir sayfa koyalım. Davranışlarla ilgili olan ne varsa
onu seçer, ibadet taraflarını es geçer. Çünkü çocukluğunda edilen ibadetin bir
yarar sağladığını görmemiş, aksine zararını çekmiştir. Hâliyle kimsenin tanrısı
kalkıp da yararsız bir şeyi emretmeyeceğine göre ona göre tanrısı da ibadetle
ilgilenmiyor olacaktır.
Demek istediğimi anlıyorsunuz değil
mi? Kişi mantığına başvurduğunda yine kendinden, bilinçaltından, vicdanından
başkasına ulaşamaz. Algıladığı yine kendidir anlayacağınız. Öyleyse her kişinin
taptığı tanrısı yine kendi inançlarından oluşmuştur ve kendisi gibidir. İnsan,
kendisi nasılsa tanrısını da öyle algılar. Eğer hayvanları seviyorsa Tanrı o
hayvanları insanlara hediye olarak vermiştir, diye inanır; eğer sevmiyorsa
Tanrı o hayvanları insanlara hizmet etsinler ve ihtiyaçlarını karşılasınlar
diye yaratmıştır, diye inanır. Tanrı aynı, söyledikleri aynı; fakat iki farklı
kişilik yapısı ile iki farklı tanrı figürü çıktı ortaya. Doğru olan hangisi?
Dikkat edelim, çok önemli bir
noktaya değinmiş bulunuyoruz. Biz az önce öğrendiğimizden nereye varırız
biliyor musunuz: Demek ki Allah diye çağırdığımız Yaradan kişilerin,
toplumların inançlarından farklı bir varlıktır. Çünkü O’nu bilmeyen insanlar
ancak O’nun hakkında zanlara sahip olabilir; fakat biz yukarıda gördük ki zan
O’nu kavramakta yetersiz kalır, o zanlar O’nu değil, kişilerin ve toplumların
kendilerini yansıtır. Bu da ne yazık ki inançların O’nu bize tarif etmede
yetersiz kalacağını bildirir.
İşte bu yüzden kimi inançlar O’nu
tamamen pasif, sakin tarif ederken kimileri de acayip bir öfkeyi O’na layık
görür. Oysa kurdun tanrısı da O, kuzunun tanrısı da. Kan dökenin de tanrısı O
kanı dökülenin de. Her şey O kaynaklı ise, her iki huy türü de O kaynaklı olmak
zorundadır; bu da demek ki her iki nitelik de O’nda bulunmaktadır.
Anlayacağınız inançlar O’nu ancak, hani Mesnevi’de bir öyküde geçer ya,
karanlıkta her biri filin ayrı parçasını tutup fili tarif etmeye çalışan adamlar
gibi her biri Allah’ı farklı yönden, farklı özellikleri ile algılayarak, fark
ederek, haber alarak onu ulaştırmıştır.
Belki de böyle olması gerekir. Bu
sayede her insan, kendi tanıyışına ulaşma imkânı bulur. Üstelik şöyle de bir
durum var: O, öğrendiğim kadarıyla her kişiye inandığı şekilde muamele edecek kadar
alçak gönüllüdür, “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah da köre öyle bakarmış.”
derler. Zaten bu minvalde “Ben kulumun algıladığı gibiyim.” şeklinde bir kutsi
hadis de mevcut. Yani inançların hepsi aynı anda doğru olabilir. Bu,
Mesnevi’deki vezirin ona inanan Hristiyanlara verdiği tabletler gibi taban
tabana da zıt olsa böyle olabilir. Hani o hikâyede kimi güvenme yolunu tutar
kimi çalışma, kimi dua yolunu tutar kimi susma, kimi acizlik yolunu tutar kimi
sorumluluğu üstüne alma; hepsi de doğru yoldur ya. İnanç özelinde de durum
böyle olabilir.
“Her inanç O’nu anladığı kadarıyla
tarif etti, öyle mi? Öyle şey olur mu ya; bizim tanrımız doğru olan, ondan
başka tanrı anlayışı olamaz.”
Sevgili dindar arkadaşım, işte onu
diyorum ya, ‘bizim tanrımız’ dediğin önce takip ettiğin kimselerin, sonra senin
tanrı algındır; HU diye zikredilen ezeli, ebedi, sonsuz varlığın zatı hakkında elbette
bir kısım doğru bilgiler verebilir ancak tamamen O’nun ne olduğunu bildiremez.
“Allah’ı idrak, O’nu idrak edemeyeceğini idrak etmektir.” demiş Ebubekir bile,
peygamberin yakın çevresinden olduğu hâlde.
Bir de gözünü seveyim şu ‘benim
tanrım’, ‘bizim tanrımız’ algısını bırak yahu. ‘Senin tanrın’, ‘bizim tanrımız’
yok, herkesin tek bir Yaratıcısı var, O herkesin tanrısı. Bir tanrı varsa bu
herkesin ve her şeyin tanrısı, yaratıcısı olarak her yerde, herkesi ve her şeyi
kapsıyor demektir. Üstelik yarattığı düzene bakıp söyleyebiliriz ki düzeni
sağlamak için mutlak ve değişmez yapıca olmalı, çünkü her varlık anca
kendisinde olanı verir, dolayısıyla bu varlığın kendisinde düzen olmalı başta,
değişip duruyor olsa düzeni nasıl sağlasın. Her şeyi kapsayıcı ve düzen sahibi
bir varlık yarattıklarına bir noktada farklı başka noktada farklı davranmaz,
davranmaması gerekir, yani yarattıklarının bir kısmını dibe batırıp aşağılarken
diğer kısmını kayırmaz, kayırmamalı. Yoksa bu iş her ırkın ayrı yaratıcısının
bulunduğuna, yani birden fazla tanrının bulunduğuna dair bir işaret olurdu. Bu
tanrılardan biri kendi yarattıklarını kayırırdı, diğeri kendi yarattıklarını.
Yani eğer iddia ettiğin üzere
‘senin tanrın’, ‘sizin tanrınız’ var olsaydı, buna mukabil ‘onun tanrısı’,
‘onların tanrısı’ olması da gerekirdi, o zaman da düzen falan olmazdı
yeryüzünde. Ortalık Orta Dünya’ya dönerdi, siyasi parti liderlerimiz her seçim
makam nazgulleriyle belde belde geziyor olurdu. Her işe hükmeden tek Yaratıcı
güzel, gerçeği de güzel kendisi de. Üstelik ak sakallı cemiyeti için de iyi,
şimdilerde millete yardım etmek için rüyalarda geziniyorlar en fazla, diğer
türlü at üstünde oradan oraya koşturmak zorunda kalacaklardı. Gel sen her şeyi
yöneten ve yönetimi altında tutan tek Yaratıcı olduğu gerçeğine güven, yeni
yeni Gandalflar, Sarumanlar çıkartma başımıza.
Oysa bak bu varlığın tek başına her
şeyin yaratıcısı olduğunu yine sen kabul ediyorsun. İnsan kendi vücudunda kalpten
daha az kompleks veya daha az önemli bir görevi var diye ayak parmağını
aşağılar mı ya da apandisitini? Yapmaz, çünkü hepsinin bedenin çalışmasına
hizmet ettiğini bilir, onlardan bazısı olmasa beden varlığını sürdürebilecekse
bile eksik kalır. Yani eğer Yaradan kendi yarattıklarından bir kesimi, yine
kendisinin belirlediği koşullardan dolayı dışlıyor ise bu onun fazlalık
yarattığına, her şeyi kararında yapamadığına işaret olurdu. Dolayısıyla bu mutlak
varlığın kendisinde adaletsizlik, çifte standart olmamalı, bir yarattığına
farklı ötekine farklı davranmamalı. Bu öncelikle kendi yaratımının
mükemmelliğinden, kusursuzluğundan ötürü.
Şöyle düşünün: Birini övmek için
kullanırken diğerini aşağılamak için kullanırsa, kendi yarattıklarına haksızlık
etmiş olmaz mı? Karıncasından aslanına, domuzundan eşeğine hepsine karşı
davranışı adaletle olmalı. Birini yüceltirken diğerinden tiksinemez, hepsini
yaratan, var eden, özelliklerini belirleyen kendisi zaten. Bu yüzden O’nun
adına karınca aslandan daha aşağı olmamalı, aslan da karıncadan yüksek.
Biyolojik açıdan aslanın karıncadan çok daha kompleks bir canlı olduğu elbette
doğru fakat “OL” deyince dilediğini olduran bir varlık adına ‘kompleks’
kelimesinin bir anlam ifade etmemesi gerekir. Her varlığın kendi görevi ve ona
uygun bir biçimi var, dünyaya ona uygun hizmetlerde bulunuyorlar. Ondandır ki
Bhagavat Gita’da şöyle denir: “Ben ne yarattıklarımdan bazısını tiksinç ne de
bazısını sevimli bulurum. Hepsi gözümde birdir.” Orada konuşan kim, düşünün
bakalım.
Zaten Yaradan ayrılık, ayrımcılık
yaparsa domuzun şunu sorma hakkı doğmaz mı: “Beni yaratan sen değil misin?
Benim böyle olmamı dileyen sen değil misin? Yoksa ben kendi kendime mi böyle
oldum, ben mi kendimi var ettim? Şimdi nasıl oluyor da beni küçük görüyorsun?
Benim suçum ne?”
Kıyaslamalar ancak ego-nefs-benliğin
öğrenme yoludur. İnsan kıyaslama yoluyla görüp öğrendiği için aslana birtakım
sıfatlar yapıştırmış, eşeğe birtakım sıfatlar yapıştırmış, onu ondan, onu ondan
ayırmış, birini yüksek diğerini aşağı görmüş ve hata etmiştir. Buradan ortaya
çıkar ki insan tabiatında yer alan yükseklik-alçaklık, büyüklük-küçüklük
algılayışı ancak doğaya tâbi olan ego-nefs-benliğe ait eksik görüşün
sonucudur.
Buradan çok kolaylıkla şu sonuca
varabiliriz ki Tanrı sırf biri bir coğrafyada doğdu da bir inanca inandı,
diğeri başka coğrafyada inandı diye onlara farklı farklı davranmaz, davranmaması
gerekir.
Ha, olur da günü geldiğinde beni
karşısına çıkarır, “Sen yaratımımın eksiksiz, kusursuz, mükemmel olduğu iddiasıyla
var ettiğim her topluluğa eşit davranacağımı iddia etmişsin. Ben şimdi burada
Rastafaryanları âlemlerin üstüne koyuyorum, Bob Marley’i de peygamber ilan
ediyorum. Ne yapacaksın?” derse, nice âlemleri, makrokozmoz ve mikrokozmoz
düzeyinde ince işçilikle var eden bu sonsuz kudret sahibi karşısında
“Arkadaşlar yanlış anlamış sevgili Rabbimiz.” diye kıvırır ve suçu buraları
okuyanlara yıkarım, haberiniz olsun. Çünkü O’na duyduğumuz sevgi ve güvenle bu
incelemeleri mantık üzerinden götürüyoruz ancak mantık O’nu kavrayamaz ve O
dilediğini yapar; sınır çekilemez O’na.
“Kardeşim boşa dil döküyorsun ya. Bizim
dinimiz, bizim inancımız bize Allah hakkında tüm gerçeği sağlar. Yoksa neden
bizim peygamberimizi ve takipçilerini cennete girmesi için seçsin?”
Evet sevgili Musa, İsa ve Muhammed
takipçileri; üçünüzde de acayip bir seçilmişlik, kurtulmuşluk inancı var,
biliyorum. Yahudi üstün ırk olduğuna inanıyor, Hristiyan kendini onun günahları
için feda eden İsa sayesinde kurtulduğuna, Müslüman ise cennete yalnızca
kendinin gireceğine. Gerçi her dinin dindarında vardır muhtemelen bu yanlış
algı, yoksa çoğu insan dinlerine sıkı sıkı sarılacak motivasyonu nereden
bulacaklar?
Fakat hepinizi biraz üzeceğim, ‘seçilmiş’
inancını çok yanlış anladınız. Ta uzak geçmişteki bir insandan türediniz veya
ona tâbisiniz diye ‘seçilmiş’ olmazsınız; hatta geçmiş çağlarda yaşayıp
peygamberleri görmekle, çevrelerinde bulunmakla bile ‘seçilmiş’ olamazsınız.
Ancak ve ancak yukarı tarafından seçilirseniz ‘seçilmiş’ olursunuz. ‘The
Chosen’ yani Seçilmiş diye çağırdıkları İsa Mesih örneğindeki üzere. ‘Mustafa’
yani Seçilmiş Muhammed’de olduğu üzere, evet isim sandığınız mustafa
kelimesinin anlamı seçilmiş demektir.
Kişisel temelde durum böyleyken
hele bir de ‘seçilmiş halk’ inancı var ki o çok daha garip yahu. İnsan evine
meyve-sebze alırken iyisini-çürüğünü ayırt edip sokuyor da temizliğe herkesten
çok önem veren Yaradan bir halkı iyisiyle-kötüsüyle, çürüğüyle-çarığıyla toptan
evine, bahçesine alacak öyle mi? Bunların aralarında en kötüler bile bulunacak,
öyle ki bazıları artık şeytan kılığına bürünmüşler. Ama Yaradan yine de sadece
bir soya tâbiler diye bunları seçip göğe alacak? Kulağa adil veya mantıklı
geliyor mu, elinizi vicdanınıza koyun.
Bu arada son örneği verirken
İsrail’de yaşamadığıma dua ediyorum; Siyonist yobazların hedef tahtası olurdum
gibime geliyor. Neden; çünkü zaten ‘seçilmiş’ olduklarına inandıklarından, her
tür kötü işi yapabilirler. Neden yapmayacaklar ki, nasıl olsa ‘seçilmiş’, yani
diğerlerinden ‘üstün’ olduklarına, ne yaparlarsa yapsınlar yine ‘üstün’ olarak
kalacaklarına inanıyorlar; yani ödeyecekleri bedel yok inançlarınca. Neden
kötülükler yapmasınlar o zaman, onları engelleyek olan ne?
Görüyorsunuz değil mi; işte şeytanın
tuzaklarından biri de bu, insana ait olduğu inancı hakikate giden tek yol gibi
göstermek. Bu yolla içe ‘seçilmişlik’, ve dolayısıyla ‘kurtulmuşluk’ inancını
yerleştiriverir, bununla birlikte büyüyen bir gurur çıkar ortaya, o gurur da
insanı hakikatten perdeler.
Allah neden belli bir grup insanı
seçsin ki? İnsanların %99’u doğduğu çevrenin ahlak kodlarıyla büyür, yetişir,
tam anlamıyla programlanır. Yani dinsel inanış %99 ihtimalle seçim değil, ırkla
aynı şekilde bir mirastır; anadan-babadan, atadan-dededen geçer, sülalede din
değiştiren ilk ataya kadar uzanır. Muhtemelen onun da din değiştirmesi
gönüllülükten değildir, ya boy, aşiret beyi daha iyi olacağına karar verip
topluca hepsinin dinini değiştirmiştir ya daha az vergi ödemek amaçlıdır ya da
savaştan, kıyımdan kurtulmak içindir. Bilerek, isteyerek, gönlünden gelerek,
aradığı Tanrı uğruna din değiştiren örnek en fazla %1’dir, belki o kadar da
yoktur. Çünkü zaten ancak o kadar insan arar Tanrı’yı. Tarihte de böyle oldu,
bugün de aynıdır, hiç değişmedi. Peygamber de bunu şöyle dile getirir: “Yüz
insandan ancak biri üstüne binilebilen develer gibidir.” Hakikate açık insan
oranı galiba aşağı yukarı hep aynıdır.
Eh, şu küçük akıllı kulunun bile
gördüğünü elbet Yaradan da görüyordur, biliyordur, değil mi? Öyleyse Yaradan
bir dini seçip diğerlerini boşlayarak, o dinin yayıldığı alan –ki bu da yine
yukarıda saydığım sebepler yoluyla yayılır genelde- dışında yaşayan insanların %99’u
boşlamış, boş vermiş olur ki bu da ihtimal dâhilinde değildir. Kendi yarattığı
bir kısım insana, yine kendi gönderdiği coğrafya yüzünden, yani kendi var
ettiği ve içine attığı koşullar sebebiyle sırt dönerken, yarattığı başka bir
kısım insana yine kendi gönderdiği coğrafya, var edip içine attığı koşullar için
kıyak geçmek, geçtim O’nun kusursuz, noksansız adaletine, biz kusurlu insanların
dahi adalet anlayışına sığacak, içlere sinecek iş değildir herhalde?
Adalet Üzerine bölümünde konuştuk
bu konuyu. Neydi adalet: Her insanı bulunduğu şartlar içinde –ki tekrar edeyim,
o şartları yaratan da yine O-, kendi seçimleri ve davranışları üzerinden
değerlendirmek. Yani balık ile kuş aynı şartlarda mı yaşamaktadır ki aynı teste
tabi tutulsunlar, tutulmazlar elbette. Kuş havadaki durumuna göre, balık sudaki
durumuna göre değerlendirilir.
Gelgelelim ‘seçilmiş din’ anlayışı
bize aşağı yukarı şöyle bir şey söylüyor: ‘Allah balığın tarafını tutup onu seçilmiş
ilan ederek kuşu suyun altında dolanmadığı için yargılıyor veya tam tersi, kuşun
tarafını tutup onu seçilmiş ilan ederek balığı gökte uçmadığı için yargılıyor.’
Bu örnek biraz uç, uzak kaldı ise başka bir örnekle anlatayım meramımı: Diyelim
biri neredeyse tamamını makine mühendislerinin oluşturduğu bir köyde doğdu,
büyüdü; şimdi kalkıp bu insana, neden edebiyatçı olmadın, diye sormak, onu edebiyat
sınavına tabi tutmaya kalkışmak net şekilde ona yapılan bir adaletsizlik olmaz
mı?
“Allah insana akıl vermiş, doğru
yolu bulma gücü vermiş. Akıl ile araştıracak, dinimizin doğru yol olduğunu
bulacaklar. Onlar sınavı da bu.”
Oradaki –miz iyelik ekine dikkat
çekerim, bu savı süren arkadaşın dini doğru sayma sebebi bile daha baştan
‘bizim’ algısından, yani ona çocukluktan belletilmiş olmasından kaynaklı. Hadi
bugün TV var, internet var. Ortaçağ’da iki üç köy öteden bile düzgün bütün haberin,
bilginin ulaşmadığı adamdan akıl yoluyla senin dinini bulmasını bekliyorsun
öyle mi? Adam akıl yoluyla başka bir peygamberin getirdiği dine yakın bir yol
bulabilecek kapasitede olsa zaten vahiy alıp peygamber olmaz mı tıpkı İbrahim
Peygamber gibi? O da yolunu akılla bulmuştu, doğru, yapılabilir yani; ama
yeryüzünde kaç kişi yapabilir bunu? İnsanlık tarihinde kaç tane İbrahim çıktı
ki sen bunu başka coğrafyalarda doğanlardan bekliyorsun? Öyleyse önden sen bir
başla, ateşe girdiğinde seni yakmayacak mertebeye gel, ötekiler de seni takip
etsinler.
Hayır, böyle savlarda bulunanlarda
öyle bir özgüven oluyor ki sanırsın adam ruh âleminde başöğretmen, sınavları
her kula kendi atamış da oradan biliyor. Bakıyorsun, kendisi nasıl seçmiş
dinini, daha doğrusu akılla, araştırarak seçmiş mi yoksa sadece içine doğduğu
dinin borazanını mı öttürüyor, %99 ikincisi. Peki, ya senin gittiğin yol doğru
değilse veya bir zamanlar doğru iken sonraları çarpılıp bozulmuşsa ve senin
sınavın akılla bunu sorgulayıp sana bebeklikten beri belletilenler yerine
hakikate giden yolu bulmaksa? O zaman ne olacak? Kendi savının tuzağına düştün
mü şimdi?
“Düşmem. Benim dinim en üstün,
benim yolum en doğru. Benim de benim, benim de benim…”
Hey yavrum, kibre gel! İşte ‘seçilmişlik’
veya bu durumda ‘kendi yolunun katıksız doğru, geri kalanın komple yanlış’
inancının verdiği böyle acayip bir kibir var. Oysa o kadar tuhaf, o kadar tuhaf
inanışlara sahipler ki biraz akılla irdeleseler ‘Bir durun ya, ne biçim şeylere
inanıyoruz biz?’ derler.
Örneğin çok yaygın olan bir inancı,
Hristiyanların İsa Mesih’in onların günahları için öldüğü inancını ele alalım.
Hristiyanlıkta İsa Mesih’in tüm dünyanın günahları için kendini feda ettiği,
böylece Hristiyanların da günahlarının affedildiği inanışı yalnızca hakikate aykırı
değildir, akla-mantığa bile tamamen ters düşer. Şimdi tahayyül edelim,
mahşerdeyiz, ortalık toz duman, milyarlarca günahkâr, hep birlikte bekleşiyoruz.
İsa Mesih tepede, söylediği üzere ‘o yüce kudretin sağında’, sizce şu türden
sözler sarf eder mi: “Cezalandırma onları Baba, onlar yerine beni cezalandır.
Ne var Amsterdamlı Mark istediği kadar kokain çekip hayat kadınlarıyla
yatmışsa? Ne var Katolik Kilisesi’ne mensup Thomas halkı istediği gibi kandırıp
sömürmüş, din sayesinde gününü gün etmişse? Ne var New Yorklu John Irak’ta
istediği gibi çocuk öldürmüşse?”
Zerrece ihtimal veriyor musunuz İsa
Mesih’in bu türden bir işe girişebileceğine? İsa’ya dair en ufak bir fikriniz
varsa bunun ne büyük saçmalık olduğunu görebilirsiniz çünkü bu tür işler tam da
“Baba” diye çağırdığı Tanrı’nın ve dolayısıyla onun takipçilerinden istediklerinin
tam tersidir. Nerede İsa’nın istediği sevgi, nerede komşunu kendinden öne alma,
nerede malı mülkü dağıtıp onu takip etme? İşte bu yanlış, seçilmişlik inancı
İsa’nın vaaz ettiklerinin ve istediklerinin hepsini bir kenara atmaya sebep
oluyor. Oysa İsa kendisi diyor, “O gün bana Rabbi, Rabbi diyen herkes Göklerin
Krallığı’na giremeyecek. Yalnız Baba’mın isteklerini yerine getirenler
girebilecek.” diye.
Bu anlayışın Hristiyanlığa
Kilise’nin muhtemelen ilk kurucuları tarafından, kendi ellerini güçlü kılmak
için sokulduğunu anlamak için Einstein olmaya gerek yok. Düşünün bakalım:
Kilise kendini İsa Mesih’in temsilcisi ilan eder, sonra böyle bir inancı yayar,
İsa’nın kurtarışı elbette temsilcilerinin kurtarışı anlamına geleceğinden
sonsuz kurtuluş için Kilise’ye muhtaç kalınır. Hristiyanlıkta Kilise’nin aforoz
etme yetkisi ve papazların günah affetme hakkı göz önüne alındığında bu dile
getirdiğim ihtimal hiç de yabana atılamaz.
Oysa Kilise’nin üstüne kurulduğu
temel yalnızca İsa’nın İncil’de geçen “Yalnızca Baba’mın isteklerini yerine
getirenler girebilecek.” sözleriyle bile çürütülüp çökertilebilir, görüyorsunuz
ki. Üstelik İsa’nın bu sözleri inananların omuzlarına insan olma sorumluluğunu
yüklüyor; Kilise’nin yaydığı, genel kabul görmüş seçilmişlik inancı insanların
omuzlarından her türlü sorumluluğu kaldırırken. Kilise inanırları kendisine
muhtaç kılarken İsa inanırları kaliteli insan olmaya yönlendiriyor. Kilise’nin
yaydığı inançla İsa’nın gösterdiği yol artı kutupla eksi kutup kadar birbirine
ters!
Kilise İsa’nın fedakârlığını şöyle
açıklasa hem hakikate hem akla mantığa uygun gelirdi: ‘İsa Mesih, Baba’nın ve
dolayısıyla onun isteklerini yerine getirenlerin günahlarını affettirme yetkisi
için canını feda etti.’ Bu açıklayış şu anlama gelir: ‘Öyle sırf İsa’nın
dininden olduğunu söyledi diye herkes tertemiz, kutsal yer olan Göklerin
Krallığı’na elini kolunu sallayarak giremez, ancak kendini düzeltenler İsa
Mesih aracılığıyla affedilip girebilir.’ Küçücük bir ifade farklılığının bir
inancı nasıl değiştirdiğine bakın!
Fakat Kilise elbette bu yolu
tutmadı, bu yolda onlar için kâr yok, bunun yerine tıpkı bir önceki akranları
olan Yahudi din adamlarının Musa Peygamber ile yaptığıyla aynı şekilde, İsa
Mesih’i öne sürerken kendilerini yüceltmeye, yükseltmeye, yüce-yüksek
göstermeye çalıştılar aslında. Konuşurken hep ‘Jesus Christ’ diyorlardı,
vaazları hep İsa Mesih üzerineydi ama öne koydukları kendileri yani Kilise idi.
İsa Mesih kullanıldı. Gerçi İsa Mesih değil yalnızca, Ortadoğu menşeili, tek
tanrılı üç dinin peygamberi de sürekli menfaat için kullanıldı.
Zaten tek tanrılı dinlerin üçünün
mahvedicisi de din adamları olmuş, tezgâhlarını hiç bilmedikleri, ama hep
parasını yedikleri Tanrı üstüne kurmuşlar. Bu yüzden İsa Mesih tapınak alanına
girdiğinde ticaret yapanların tezgâhlarını yıkmıştır; kelimenin ilk anlamıyla,
mecazi değil, tezgâhları yerlere savurmuş. En büyük Zen Budisti üstatları kadar
sakin sessiz adamcağız tapınakta gördüğü manzara karşısında çıldırmış, adeta
Yılmaz Vural’a dönüşmüş, milletin yakasına yapışmış. Betimleme absürt mü kaçtı
bilmiyorum ama bunlar gerçek; İncil’de yazılı neler yaptığı: Para bozanların
tezgâhlarını dağıtmış, hayvan satanların hayvanlarını serbest bırakmış. Sözde
dindarların dünya düşkünlüğü gül gibi adamı şirazeden çıkarmış.
Peki, sonra ne olmuş? İşin tuhaf
tarafı, İsa Mesih’i takip ettiği iddiasındaki din adamı takımı dünyaya
hahamlardan bile beter düşkünlük göstermiş. Altınları kiliselere yığmışlar –ki
Vikinglerin baskınlarda ilk olarak ibadethaneleri hedef seçmelerinin temel
sebebidir, büyük topraklar edinmişler, insanları kendi yararlarına köle gibi
kullanmışlar. Hepsinin tüm dünya varlığı bir çift çarık, bir entari ve bir asa
olan bir insanı takip ettikleri iddiasıyla gerçekleştirmişler.
Ciddi söylüyorum, dünya tarihini
okuyunca insan aptallığı ve ikiyüzlülüğüne dair muazzam bir bilgi yığını
edinmiş oluyorsunuz. Ve şu sonuca ulaşıyorsunuz: Aslında tek tanrılı dinler pek
bir şey değiştirebilmiş değil. İnsanlar hâlâ en büyük puta, kendi bedenlerine
ve ondan kaynaklanan arzulara tapıyor. Geçmişte çok tanrıya tapınmalarının
sebebi bunun aleni yapılabilmesiydi. Peygamberlerin gelişinden sonra üstünü
örtmek zorunda kaldılar, son birkaç bin yıldır her yer kutsal kitaplardan ve
birbirlerinden aparma taklit ahlak vaazlarıyla dolu, fakat çoğunluk
putperestlerle benzer şekilde inanmayı ve yaşamayı sürdürüyor.
“Diyelim ki biz yanılıyoruz, sırf
içine doğduk diye inancımıza sarılıyoruz. Peki inancımızı değiştirsek doğru işi
yapmış olacağımızı nereden bileceğiz? Mantıkla yolumuzu bulamayız, sonucuna
varmıştık ya?”
Kabaca şu örneği vereyim:
Türkiye’nin ahlak çöküntüsünü hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu ülkenin daha önce
güvenilen kurumları bile bir bir en rezil işlerden çıktılar. Afet zamanı
Kızılay’ın fahiş kârlarla yardım çadırı sattığı çıktı ortaya. Bu notu yeni
ekliyorum, olmaz dediğimiz oldu, bebeklerin birkaç bin lira için hastanelerde
öldürüldüğü bir dönem görüyoruz; putperestler bu kadar rezilliğe imza atmazdı yahu.
Birçokları suçu İslam’da buldu, haklı olarak, çünkü tüm bu olaylar muhafazakârlığın
yükselişiyle gerçekleşti. Şimdi varsayalım ki artık gördüğümüz bunca
rezillikten sonra hepimiz din değiştirdik, eski çağlarda bir boy beyi din
değiştirince nasıl hemen tüm boy otomatik olarak yeni dine geçmiş oluyorsa
öyle, yani bir devlet başkanı başa geçti ve dedi ki; “Bundan sonra hepimiz
Hristiyan’ız. Böylece daha az vergi ödeyeceğiz, daha zengin olacağız.” Herkes
de kabul etti, yine eski çağlardaki gibi. İşler düzelir miydi acaba?
Hiç umuda kapılmayın, bugün
Muhammed adına yapılan hangi kötü iş varsa o gün İsa adına yapılacak, ülkenin
burnu zerre boktan çıkmayacaktı. Din değiştirdik diye Avrupa Birliği ülkelerine
döneriz sanan yeniden düşünsün; tipik bir Balkan ülkesi olmaktan zerrece
kurtulamayacaktık. Nasıl ki bugün para Muhammed adıyla insanlardan alınıyorsa o
gün de İsa adıyla alınacaktı. Alanlar imamlar, tarikat şeyhleri değil de
papazlar, kilise önderleri olacaktı. Müteahhitler yine deniz kumundan binalar
yapacak, malzemeden çalacak, gözü dönmüşçesine dünya malı peşinde koşan insanlar
yine lüks binalar dikecek, rezidanslarında oturmayan bizlere tepeden
bakacaklardı. Çürük binalarda ölenler yine ‘şehit’ sayılacak, iktidar beslemesi
aşağılık tabiatlı herifler TV’lerde İsa Mesih’in onları kurtarıp Göklerin
Krallığına aldığından bahsedip suçluları aklayacak, sabretme erdeminin
yüceliğinden dem vurarak halkı susturmaya çalışacaklar, suçlular ve sorumlular
ellerini kollarını sallayarak gezecekti. Yine eşitlik olmayacak, adalet
olmayacak, hak hukuk arayan bozguncu ilan edilecekti. İnsanlar korkularını Arapça
dualarla değil de Latince dualarla örteceklerdi. Fırıncı yine gramajdan
çalacak, taksici yine dolaştıracak, minibüsçü yine trafiğin akışını istediği
gibi bozacak, esnaf yine yalan dolanla mal satmaya devam edecek; kısacası düzen
değişmeyecek, her şey aynı kalacaktı. Değişen bir tek halkın ve yapıların dış
görüntüsü olurdu. Evlerimize Kâbe veya On İki İmam resmini asmayacak da İsa
Mesih ve Meryem Ana resmi asacak, arabalarımıza Arapça hatlar çizili resimler
koymak yerine haç kolyeler takacaktık. Haksızlık, ahlaksızlık yine birebir aynı
duracaktı; değişen yalnız görüntü olacaktı.
“Peki, tek tanrılı dinleri
bıraksak, komple ateizme geçsek? Bugün ateizm pek revaçta, ateist ülkeler de
hep sakin ve refah içinde.”
Evet, kimileri İskandinav ülkelerine
bakarak böyle hayaller kuruyorlar fakat maalesef, eldeki malzeme belli, sonsuz
ateşe, cehenneme inanıp –veya inandığını iddia edip de her tür kötülüğe
girmekten sakınmayan bir halka ‘Tanrı yok’ dersen, o ülkenin bir sonraki
sistemi faşizm olmak zorunda kalır, düzeni başka türlü ayakta tutamazsın. Bak,
dünya insanlarına ‘Allah yok’ de ve hepsini buna ikna et, sonra milleti
ormanlardan toplamak zorunda kalırız. Gerçi muhtemelen biz kalmayız, elenir
gideriz o kargaşa içinde. Bu yüzden Voltaire “Tanrı var olmasaydı bile onu icat
etmek gerekirdi.” demiş. Allah’tan var da, icat etme kaygısı yok üstümüzde. Yoksa
bu insanoğlunun tanrısı da kendi gibi müthiş zalim bir varlık olurdu.
Bakın, şunu iddia ediyorum: Dinler
halkların yaşamını değiştirir, ama o kadar da değiştirmez. Halklar bir dine
inandı diye kendi dünyevi isteklerine uymaktan vazgeçmez. Dolayısıyla gerçekten
bir şeyler değiştirmek isteyen önce kendini değiştirecek, öyle etrafına ilham
olacak. Bundan sonra halk belki yavaş yavaş, iyi yola gelirler. Yoksa bir
şeyleri düzeltmenin başka yolu yoktur. Beslediğim bir muhabbet kuşu
yavrulayınca tuttuk da yumurta-havuç-irmik-bebek bisküvisi karışımı yapıp yemliğine
koyduk. Hayvan gitti kokladı, geri yuvaya girdi. Birkaç saat geçti, aralıksız
çığırmaya başladı. Yanına gittim, gözüme bakıyor, yem istiyor. Yemliği
gösterdim, anlamadı, aldım burnuna uzattım, içeri kaçtı. Sonra çıkınca bir daha
çığırmaya başladı. Bu işlemi böyle böyle birkaç defa tekrarladık, fayda
vermedi. Kızdım, gözüne baka baka yemlikten alıp ağzıma attım. Önce bir sustu,
gözüme baktı, sonra baktım gitmiş yiyor. Şu küçücük olaydan büyük bir ders
öğrendim. Bir işin yapılmasını istiyorsan susacak ve onun nasıl yapıldığını
göstereceksin, sözler bu konuda etki sahibi değildir.
Gerçek şu ki biz gerçekten son
birkaç yüzyıldır şirazesi bozuk bir topluluğuz; yaklaşık 1600’lerden beridir
böyle bu durum. Atatürk sağ iken kısa bir süre işler epey iyiye gitti, o da
ülkenin batısı adına, vefatıyla birlikte yokuş aşağı düzen geri döndü, çünkü
onu takip edenler Atatürk’ün sahip olduğu kaliteye sahip değildi, dünyaya
fazlasıyla meylettiler ve Arap olmayı din sanan, ruhtan habersiz kara cehalet yine
baskın geldi. Bu ülkede 80’lerde, 90’larda da çok aşağılık işlere imza atıldı,
gerçi bu kadar alenen değildi, en azından askerde ve sınavlarda eşittik, bu
dönemde rezillik çıtası gerçekten arşa çıktı, burası bir gerçek; fakat yine o
zaman da rezalet bir ahlak anlayışı hüküm sürüyordu. Dileyen yakın siyasî
tarihten Maraş. Çorum, Sivas katliamlarını, sağcılarla solcuların birbirlerini
nasıl sokaklarda katlettiğini okusun, sonra genç nesle ahlak dersi vermeye
kalkışan o yaşlı tayfanın eline de o kitapları tutuştursun, millete akıl
vermeye kalkmasınlar. Gerçi okumazlar, epey cahildirler, o kadar da saygı duyulması
gereken tipler değildir yaşlı güruhu. Saygı duyulacak güruh karanlığına baskın
gelmiş, içini pozitif duygularla doldurmuş insan güruhudur. Sayıgıyı yapıp
ettiklerinle hak edersin, yoksa dünyada bin yıl yürüsen nafile.
Fakat biz de böylelikle esas
sorunun ne olduğunu anlarız en azından: Sorun kendini cin, âlemi enayi sanıp
birbirlerini çarpmaya kalkan ve sonunda hepsinin çarpıldığı bir düzenin
oluşmasına sebep olan halktır sevgili kardeşim. Sorun biziz, halkı oluşturan
bizler. Yoksa, İslam’ı takip edip Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre, İbn-i
Arabi, Mansur, Nesimi olmak da mümkün, IŞİD militanı olmak da mümkün; bunların
hepsine de kendi İslamları ‘gerçek’.
“Tamam, belli coğrafyanın insanı,
belli inancın takipçileri seçilmiş olmasın. Ehl-i Beyt var yahu! Koca bir soy
seçilmiş işte. Senin dediklerin buna ters düşüyor hep.”
Haklısınız, vardığımız sonuçlar
‘seçilmiş soy’, yani ‘babası üstün diye oğlu da üstündür’ inancına ters düşüyor.
Hiç savunmayacağım; çünkü söylediğim bu zaten. Örneğin Ehl-i Beyt diye isimlendirilen
ve övülen grup yanlış şekilde inanıldığı üzere yalnızca Peygamber’in soyundan
gelenlere verilen ad olsaydı bu haksızlık olurdu. Allah adaletsizlik yapar mı? Kurtuluş
için en önemli şart belli bir insandan hayata gelmek olabilir mi yahu, daha önemli
kıstaslar olmalı değil mi sizce de? Mesela Yaradan’a gerçekten inanmak, öyle
inanmak ve güvenmek ki O’nun uğruna sahip olduklarından vermek ve nihayet O’na
ulaşmak? Şimdi böyle yapan, hayatını, elindeki avcundaki her şeyi feda eden bir
adam çıktı diyelim, sırf peygamber olmayan, sıradan bir âdemoğlunun
testislerinden kopup geldi diye Yaradan tarafından önemsenmeyecek mi? Gerçekten
bu kadar mı güvensizsiniz Allah’ın adalet niteliğine? Oysa biz daha henüz
mutlak varlığın her türden adaletsizlikten uzak olacağı sonucuna varmamış
mıydık?
Hakikatten haber geliyor sevgili
canlar: Müslüman dünyadaki genel kanı aksine Ehl-i Beyt, Ev Halkı, Peygamber’in
soyu değildir, Yaradan’ın kendine seçtikleri, ev halkından kıldıklarıdır. Bu
kişiler Peygamber’in soyundan olabilir veya olmayabilir, işin o kısmı önem arz
etmez. Anadolu’nun ruhani mimarı, binlerce eren ve pirin başı koskoca Hacı
Bektaş Veli Ehl-i Beyt değil mi yani, ey Alevi kardeşler? Gerçi onun soyunu da
yine Peygamber’e bağlarlar. Soruyu tekrar sorayım: Koskoca Mevlana sizce Ehl-i
Beyt değil midir ey insanlar? Akıl alıyor mu, vicdanın kabul ediyor mu? Hacı
Bektaş Veli de Mevlana da başka ismini bildiğiniz veya bilmediğiniz veliler ve
pirler de hepsi birden paşalar gibi Ehl-i Beyt’tir, yani Ev Halkı’dır. Üstelik,
güzel haber, gerçekten çalışıp çabalayan ve fedakârlıklarda bulunan her kişi, tabii
daha önemlisi, Yaradan kulunu layık görür, bunu nasip eder ve işlerini de kabul
ederse, bu çağda da Ehl-i Beyt olabilir. Evet, belli bir çağdan olmaya da gerek
yoktur, belli bir soydan olmak şart olmadığı gibi.
Önemli olan kendini dönüştürmek,
her gün daha insan olmak, en azından insan olmaya çabalamaktır. Önemli olan
fedakârlıklarda bulunmak, daha yaşamındayken geri dönüşte kulluğun kanıtı
olarak sunulacak iş, eylem ve sunacak kanıtlar ortaya çıkarmaktır. Seçilmişliğe
giden yolu bunlar oluşturur. Seçilmişliğe giden yolu insanın kendisi oluşturur.
“Arkadaşım biz kusurlu, günah
işleyen, sıradan insanlarız. Nasıl yapacağız bu dediklerini Allah aşkına, hiç
aklın alıyor mu?”
Seçilmiş olanlar hiç mi hata
yapmadı, hiç mi kusur işlemediler? Mükemmelik Arayışı Üzerine bölümü bununla
alakalıydı ya, her insanın hata yapacağını, hata yapmasının normal olduğunu,
insanların hatalar yaparak doğruyu bulduğunu ve büyüdüğünü konuştuk orada.
Seçilmişliğe giden yol hatasızlıktan geçer, diye kim söyledi bilmem ama ben
tersini iddia ediyorum: Yaradan’a giden yol hatalar yapıp bunlardan doğru
dersleri çıkarmaktan ve bir daha tekrar etmemekten geçer.
Madem sınanıyoruz, hata yapmamız
doğaldır. Hata yapmadan doğruyu nasıl öğrenebiliriz? Bir hata yapmıyorsanız
hiçbir şey öğrenmiyorsunuzdur veya daha beteri hiçbir şey yapmıyorsunuz
demektir. Bu yüzden bu dinin pratiklerinde toplumdan kaçıp uzak köşelere,
sürekli inzivaya çekilmek yoktur. Sınanma olmazsa elbette hata olmaz, hata
yapılmazsa da insan bir şeyler öğrenip kendini geliştiremez. İnsan hatayı,
yanlışı öğrenmeden nasıl olgunlaşabilir? Zaten olgunlaşmak denilen şey budur,
yeterince hata yapar, yanlışı öğrenir, bedelini öder, acısını çeker, bir daha
elinden geldiğince yapmazsın.
Kızgın Tanrı imajıyla korkuttular
insanları, sakındırdılar. Bu sayede insanların yanlış işlere daha az
meyledeceklerini umuyorlardı. Ama öyle olmadı. İnsanlar korkuyla ilkelleşti.
Veya zaten ilkellerdi de korku bunu ortaya sermelerine çanak tuttu. Gizliden
yapar, açıktan linç eder oldular. İnançlar da korkuyla yozlaştı dinler de. ‘Korkakların
dini’ diye tanımlamıştı bunu Ali. Benim düşüncem Ali’den biraz farklı; bence
korkağın dini olmaz, korkusuna din adı verir, sonra tapınarak korkuyu giderme
gayretine girer. Tıpkı zor zamanlar gelip çattığında putlara kurbanlar sunarak
kurtulma gayretine giren eski çağ insanının ilkelliği ve menfaatçiliğinde.
‘Putperest bilinç’ diye tanımladık ya bu bilinci işte.
Eksik yanlarımız bulunabilir;
aslında öğrenme sürecinin işlemesi adına bulunması da şarttır. Eksiği, kusuru
olmayan mükemmel arkadaşlar, öyle bir şey oluyorsa, gitsin Allahlık diploması
alsın, kâinatı çekip çevirsin, yazıktır onca potansiyelle harcanmasınlar şu
toprak dünyada. Mükemmel, eksiksiz, kusursuz olan yalnızca O çünkü.
Fakat elbette bu demek değil ki
hatalarımız bulunabilir diye maymunlar gibi dışkı avuçlayıp birbirimize fırlatacağız
veya haykıra haykıra, küfürler savura savura yolda yürüyeceğiz; evet, bu ikisi
aşağı yukarı aynı işler. Hata yapabilir olmamız sınırlarımızın bulunmayacağı,
yanlışlarımızı düzeltmeye, eksiklerimizi gidermeye çalışmayacağımız anlamına
gelmiyor. Sınanmanın, sınavın anlamı da önemi de buradadır: Doğruyu öğrenmek ve
uygulamakta. Cimriyse parasını, malını güzelce vermesi için fırsatlar çıkar
insanın önüne, teptikçe yine ve yine. Korkuyla doluysa bir şekilde üstüne
gelirler, içindeki cesareti ortaya çıkarsın diye. Zayıf yanı şehvetse cinsel
organından tutar çeker, bu hayvanî duygudan kurtarmak için zorlarlar. Acıdan
kaçıyorsa hayatında bir noktada acı çekmek zorunda kalacak demektir. Tabii
bunlar ancak derse layıksa gerçekleşir.
Yine hatırlatacağım: İstisnalar her
zaman olur bu arada, neticede Yaradan’ın dilediği olur. Belki bu işler iyi
sebepler veya kötü sebepler yüzünden hiç gerçekleşmeyebilir de; insanı ve
hayatını tüm yönleriyle incelemek gerekir her zaman ve incelendiğinde bile
sebep gözlere gizli kalabilir. Demek ki bu kadar detaya girmeye gerek yok
hayatta, önüne geleni yaşayıp geçeceksin.
İyi sebep-kötü sebep demişken…
Bazen bakıyorum, olayları iyi-kötü ekseninde değerlendirmek bana çok basit
geliyor, o zaman şunu fark ediyorum: Belki de dünyayı iyi-kötü şeklinde değil
bir öğrenme süreci olarak görmek daha doğru olabilir. Başa gelen en ağır, en
acı olaylar bile belli sebeplerden başa geliyorsa, belki de bunlarla baş ederek
gerekli dersleri öğrenmemiz gerektiğindendir. Hepimiz bu dünyaya ne zengin-ne
fakir, ortalama bir maddi durumda bulunsak, hiç acı çekmesek, turistik gezi
gibi dünyayı şöyle bir elli-altmış sene gezip fotoğraflarını çekerek geldiğimiz
yere dönsek ne öğrenebilirdik? İnsan yaşadığı her tür duruma karşı bir davranış
kalıbı geliştiriyor, bunların toplamı onda kişilik dediğimiz yapıyı
oluşturuyor; kişilik dediğimiz ise o kişiyi tanımlıyor. Yani hepimiz, yapıp
ettiklerimiziz, bizim hakkımızda başka her şey etiketten ibaret.
“E, iyiymiş, madem hata yapmak
doğal, hatta ruhen büyümeye, gelişmeye yardımcı oluyor, gideyim de şuradan iki
araba teybi yürüteyim!”
Araba teybi mi kaldı Allah aşkına,
doksanlarda komaya girip yeni mi çıktınız? Tamam, en ufak hata işlemeyen mükemmel
insan hikâyeleriyle uyuşturdular bizi, hata yapmak doğal, yapabiliriz ve
yapacağız da; ancak iş bu kadar basit değil. Yaptığımız her hatanın bedelini de
ödeyeceğiz, çünkü sistem bu şekilde kurulmuş, hatanın karşılığı olan ceza da
doğal yani. O bedelini çektiğimiz cezalar da ruhen büyümeye, gelişmeye yardım
edecek. Peygamber “Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah işleyin.” derken işte bu
gerçekten bahsediyordu, öte dünyaya ötelediler. Hele kimileri ‘Ben ancak
Allah’a hesap veririm.’ ayağıyla işlediklerinin bedelini ödemekten kaçarız diye
düşündü. Bilmediler ki işlediklerinin bedelini dünyadayken ödemezsen ötesi çok
daha zordur. İman eksikliği kaynaklıydı belli ki sözleri; yargı gününün
geleceğine o kadar da güvenmiyorlardı demek ki.
Bakın, burası çok önemli, “Ateşe
dayanabileceğiniz kadar günah işleyin.” hadisinin üstünde durmak gerekir. Dindarlar
dini yanlış anladıklarından yargılamayı, cezayı, ödülü yalnızca öldükten sonra
gerçekleşen bir şey olarak algılar, bu yüzden de “Yaşlanınca tövbe eder,
kurtulurum.”, “Nasıl olsa Allah affeder.” gibilerinden veya bilinçaltında yatan
buna benzer inanışlarla kendi yuvarlanışlarını kendileri başlatırlar. Dindar
olmayanlar ise bu gerçeği sallamaz, “Öte dünya mı varmış?” der, yaptıklarının
bedellerini asla ödemeyeceklerini düşünür. Hesaplarımızın tutulduğu defterimiz
var, daha önceki bir konuda lafı geçti zaten, demek ki ölünce de yargılama var,
bedeli ödetilmeyecek hesap tutulmaz çünkü. Tamam, ölüm sonrasına eyvallah,
fakat insanın yaptıklarının karşılığını bu dünyadayken alması durumu var bir de,
hem de açık seçik şekilde, görmemek için gözü kapatmak gerekiyor. Günahların
bedeli olan ateş bu dünyada insanın içinde yanar, onun huzurunu, mutluluğunu
tüketir, yok eder. Cehennem ateşinin İncil’de ‘tüketen ateş’ diye geçmesi
boşuna değildir anlayacağınız; çünkü Kuran deyimiyle “odunu insanlar ve cinler
olan ateş” ruhları tüketmektedir.
Dikkat etmişsinizdir, birtakım
dindar insanların yüzü aydınlıktır, adeta parlar, buna karşılık ‘dinci’ diye
nitelendirdiğimiz köktenci kesimden insanların bir kısmının yüzünde zerre nur bulunmaz.
Elbette bunu yalnızca dindarlar adına ele almamak gerek, din üzerinden
konuştuğumuz için bu gerçeği hatırlattım, yoksa her görüşten, inançlı veya
inançsız insanlar adına bu gerçek geçerlidir. Üstelik bunun bedensel
çirkinlikle alakalı olmadığını bilirsiniz. Birtakım insanlar içe sinen
görünüşlere sahip olmasalar bile onlarda diğerlerini çeken bir enerji olur;
neşelidir, pozitiftir, hayat doludur. Buna karşın simetrik çehrelere sahip,
yakışıklı veya güzel diye tabir edilecek birtakım insanlardaysa farklı türden
bir enerji hissedebiliriz, asık suratları ile insanları iterler. ‘Yüzünde nur
yok’ deyimi onları yansıtır işte.
Neden biliyor musunuz: Çünkü içte
hani her
dinsel öğretide sakınmamız yönünde uyarıldığımız nefret, sinsilik,
merhametsizlik, yalancılık, vicdansızlık gibi negatif yönlü duygulardan biri
veya birkaçı varsa, içten dışarı yansır, kişinin sıfatını çarpıtır. Hatta
keder, endişe, gerginlik gibi durumlar için de bu böyledir. Bunun nedeni birtakım
insanların gerçek anlamda, ruhtan Yaradan’a bağlı iken diğer birtakım insanın
her şeyi ego-nefs-benlik yapısına menfaat sağlamak üzere kullanmasıdır.
Ego-nefs-benlik karanlıktan bir parçadır; bu nedenle de karanlık getirir, en
güzel şeyleri bile çarpıtır, bozar.
İşte ötelere ötelenen yargılama aslında
her işlenen günahla yapılmaktadır ve her seferinde sonuç alınır, karşılık
görülür. Bu nedenle insan kendi adına iyi bir eylemde bulundukça ve başka
canlılara iyilikler yaptıkça huzur, mutluluk ve rahatlama gibi ruha ait pozitif
duygulardan nasiplenir, orada yaptığının karşılığını peşin elden almaktadır.
Ego-nefs-benlik açısından da durum aynı, kötü eylem, duygu ve düşünceleri
artırdıkça, yasaklanmış işleri işledikçe, karanlığa yaklaştıkça gönül git gide
kararır. Bu türden işler yapanlar da yaptıklarının karşılığını peşin elden
almaktadır. Böyle böyle gönülde biriken iyi veya kötü ne varsa dışarıya sızar,
dış kalıba ait olduğu türden duyguya göre müdahele eder, değiştirir.
Bakın, tavsiye etmem ama bu deneyi
kendiniz evde de yapabilirsiniz: Neye veya kime olduğunun hiçbir önemi yok, bir
şeyden yeterince uzun süre nefret edin, şöyle yıllarınızı alsın.
Yapabiliyorsanız birkaç yıl sonra o korkunç duygudan kurtulun ve aynada
kendinize bakın. Dış görüntünüzü ne derece çarpıttığına kendinizin bile şaşaıracağına
garanti veririm. Fable diye bir RPG oyunu vardı zamanında, bu dönüşüm epey
abartılarak da olsa onda güzel yansıtılmıştı. Saçma sapan deneylere girişmek
yerine onu oynamak da mümkün tabii.
Gönül testimizi günbegün, şu veya
bu sebepten, ışıkla veya karanlıkla doldururuz. Gerçi bu değişimi kendimiz bile
kolay kolay anlayamayız, çünkü yavaş yavaş ilerleyen bir iştir, oyundaki gibi
bir anda yüz hatları bir anda güzelleşmez veya çarpılmaz çünkü. Fakat yüz
hatlarının korunduğu sürede bile dışarıya açık insanlar bizim içimizde süregiden
değişimi hisseder, yaklaşmaya veya kaçınmaya başlar. Ruhen daha hassas olanlar
ilk gelenler veya ilk gidenlerdir. Bir süre sonra kişi kendi gibilerle insanlarla
baş başa kalır. İyi veya kötü, bu onun kendi tercihidir.
Eğer insan testisini karanlıkla doldurursa,
bir zaman sonra düşüyor olduğunu fark edemez, çünkü bir noktadan sonra işin
normali buymuş, hep böyleymiş gibi gelmeye başlar ona. İşte bu, baş aşağı
yuvarlanmadır. Her yeni dip noktası daha da alçalış, battıkça batıştır, aynı
bataklık gibi. Bir yerden sonra geri dönüş çok zorlaşır. Zaten artık insanlar o
noktada kişiden ‘at hırsızı’ falan gibi aşağılayıcı betimlemelerle bahsediyor
olurlar.
Hani insanların baskın kısmı
çocukluk zamanlarının güzelliklerinden dem vurur, içinde bulundukları günün
bozukluğundan yakınır. Çok az insan hariç herkes yapar bunu; Sümer tabletleri
bulundu, onda bile adam geçmişten şikâyet ediyordu, düşünün. Fakat bu
insanların temelde anlamadıkları şu: Eskiden dünya çok güzeldi çünkü insan
çocukken masumdur. Masumiyeti, saflığı, temizliği yitirdikçe huzur, mutluluk da
beraberinde yiter, dünyanın tadı acılaşır, kötüleşir. Dünya aynı dünya ama meleğin
bu dünyayı algılayışı ile şeytanın bu dünyayı algılayışı taban tabana zıttır.
Dolayısıyla dünyamız tek bir mekân olduğu hâlde ne kadar kişi varsa aslında o
kadar dünya algısı, yani o kadar çeşitli dünyalar vardır.
Tam şunları yazarken bir çıkarıma
vardım, yeni paragraf açma ihtiyacı hissettim: Aslında her insan “dünyanın
tadı” derken kendi ruhunun tadından haber veriyor olabilir, yani herkes bu
hayatta kendi ruhunun tadını tadıyor olabilir. Vay anasını, insana dair bir
gerçek yazarken insana dair bir gerçek öğrenmiş olabilirim.
“Kardeşim insanları dışlarına göre
yargılamıyorsun da içlerine göre yargılayıp ayrımcılık yapıyorsun!”
Haşa insanları ayırmış değiliz bu
gerçekleri söylemekle. 'Yüzünde nur yok' deyimi ayrımcılık içermez. İnsanların
içteki hastalıklarından dolayı kullanıldığı doğrudur ancak burada bir ayrımcılık
varsa da yapan ben değilim; çünkü o his insana o kişilerden uzak durulması
gerektiğine dair ruhsal yönden sinyaldir. Evet, içi karanlık kimselerden uzak
durmak yerinde olacaktır, bu da aşağılama değil, nasıl ki artı ile eksi kutup
yan yana geldiklerinde birbirlerini çeker, karşıdakini bir miktar kendine
benzetir, konu ruh ve ego olduğunda da aynı durum geçerlidir. Ego-nefs-benliği
baskın bir insan, etrafına karanlık yayacağından ruhta güzel insana da o
karanlıktan bulaştıracak, kendine benzetmeye başlayacaktır. Ha, belki kendi de
ruhu güzel olanın ışığından biraz etkilenip daha doğru davranışlar sergilemeye
başlayabilir elbette. Bu, çift yönlü bir alışveriştir.
Peki Yaradan bu insanlara vicdan mı
vermemiş, neden böyleler? İşte bu da konumuzla yakından alakalı bir durum. Çünkü
dindar olsun veya olmasın, inandığı yolun fanatiği kesilmiş, başka görüş
işitmeye kapalı, cehaletin kalesi durumundaki her insanda var olan kendini
beğenmişlik, üstten bakma, gurur hâli kalplerini katılaştırır, vicdanlarının
üstünü örter. Böylece içlerinde günahlarının karşılığı olarak ateş baş
gösterir, sevgilerini, merhametlerini, huzurlarını, mutluluklarını yok eder. Her
türden fanatikte durum aynıdır, iş futbol gibi aslında eğlence sektörüne dâhil
basit bir hobiye gelse bile. Çünkü fanatik olmak için yaptığının, inandığının
veya taraftarı olduğunun mutlak doğru, geriye kalanların mutlak yanlış olduğuna
dair kesin bir inanç ve bu inancı korumak için katışıksız bir öfke gereklidir.
Üzerine konuştuğumuz ‘seçilmişlik’
inancı da aynı şekilde işler. Seçilmişlik inancına sahip olanların bilinçaltında
“Bizim yolumuz doğru yol, nasıl olsa din için çalışıyorum, istediğimi yaparım, Tanrı
affeder.” diye bir inanış yatar. Ne var ki böyle kimseler daha başta o Tanrı’nın
ne olduğunu bilmemektedir, üstelik uğruna çalıştığı şeyin Tanrı değil kendi
benliği olduğunun da farkında değildirler. Onları bu inanca yönelten inançları
değildir, benliklerindeki gurur-kibirdir.
Peki gurur, kibir kimin
alametifarikasıdır: Her ikisi de İblis diye tanınan Azazil, Lucifer
Sabahyıldızı diye tanınan düşmüş melekte cisimleşmiştir. Dolayısıyla aslında
yeryüzünde neredeyse her dinsel, ideolojik topluluğun sahip olduğu ‘seçilmişlik’,
yani ‘biz tamamen doğruyuz ötekiler tamamen yanlış’ inancı temelini gökten,
Tanrı tarafından almaz; yer altından, İblis’ten alır.
İşte biz şeytanın kitleleleri böyle
Allah, Tanrı inancı ile aldatmasına ‘şeytanın sağdan yaklaşması’ deriz. Nasıl
oluyor peki bu sağdan yaklaşma; şeytan bir insana yaptırmak istediği kötü,
evrensel yasalara aykırı iş için onu kutsal bir iş yapacağına, buna ikna
edemezse o işin dinde yeri olduğuna, bunda da dikiş tutturamazsa o işi yapsa
bile Allah’ın onu affedeceğine iknaya çabalayarak kötülük yaptırıyor. Yani
şeytan insanı dindarlığa itiyor, ama tamamen kötücül sebeplerle ve/veya kötücül
sebepler için. Buna ‘şeytanın sağdan yaklaşması’ diyoruz.
“Hadi oradan, şeytan dindarlık vaaz
eder mi hiç?”
İnsanı Yaradan’dan uzak koyacaksa,
insanlar arasına öfke, garez, nefret, kin, kavga, kargaşa, fitne, fesat
tohumları ekecekse neden etmesin ki? Onun işi de bu: İnsanı kendine ve
insanları birbirlerine düşman etmek. Ve üstelik şeytan insanı bilgi edinmekten,
bilgi sahibi olmaktan, bilginlikten değil, bilgelikten uzak tutmayı amaçlar;
bilgi onun yoluna taş değildir, bilgelik onun yoluna taştır. Anlayacağınız
şeytan bile onu ilgilendiren sebepler dolayısıyla şekille alakadar olmaz, o
bile özle ilgilenmek zorundadır. Çünkü amacı belli; insanı pozitif yönlü diye
tarif edebileceğimiz sevgi, merhamet, neşe, mutluluk, cömertlik gibi
duygulardan uzaklaştırarak negatif yönlü öfke, nefret, cimrilik, haset, kin, ne
varsa onu doldurmak, Yaratıcı’nın güzel özelliklerini insandan silmek ve insanı
Yaratıcı’sından olabildiğine uzak koymaktır şeytanın amacı. İşte bu yüzden
Mesnevi’de “Nefsin bir elinde tespih, diğer elinde Kuran vardır. İnsanı havuzun
başına getirir, sonra arkadan iter.” denir. İnsanı oyalayıp Yaratıcı’sından
ayrı tutan ego-nefs-benlik yeri geldiğinde çok güzel dindarlık vaaz eder
anlayacağınız.
Biz lisedeyken okul etrafında
dolaşan ipsiz sapsız birisi vardı, bizden en fazla beş-altı yaş büyüktür. Biraz
tekinsiz bir çocuktu, lisedeki çocuklardan birkaçını korkutarak ara ara para
çarpıyordu. Bir kere benle bir arkadaşım dolanırken bize de denk gelmişti,
adını sorduk, “Şeytan.” dediydi. Birgün zannederim birkaç kişiyiz, bu çocuk
geldi, “Para verin.” dedi. Bizi gasp ediyor gibiydi, üstünde ne olduğunu
bilmediğimizden ses etmedik. Bir arkadaşım dedi ki, “Valla şu işimiz var,
paramız yok.” Çocuk da o dönem için uygun bir miktar söyledi, 20 tl diyelim, “O
da mı yok?” diye sordu. Arkadaş da dedi ki, “O var da yarısına ihtiyacım var
şimdi.” Gaspçı arkadaş cebinden 10 tl çıkardı, “Tamam ver.” dedi, arkadaşımdan
20 tl alıp 10 tl’yi verdi; böylece bizi 10 tl gasp etmiş oldu. Sonradan birini
yaralayıp hapse girdiğini duymuştuk. İşte üzerine düşündüğümüzde bu olay
şeytanın sağdan yaklaşmasına örnek olamaz, ama şeytanın kibarca yaklaşmasına
belki örnek sayılabilir. Şeytanın bile kibarlık peşinde koştuğu bir dünyada
lütfen bizler de odun olmayalım, insan olalım azıcık.
“Kardeşim ne anlatıyorsun sen bize
ya? Konumuz din nedir, daha ortada tatmin edici bir cevap yok! Boş muhabbeti
bırak da konuya geç.”
Doğru diyorsunuz, kaç sayfa oldu,
daha özetleyemedik. Sonuca gelelim artık. Dinin aslı nedir, dedik: Eve dönüş.
Dolayısıyla bunu sağlayacak olan ne varsa onu da dine ait sayabiliriz, doğru
mu?
Bir çocuğu izleyin. Sevdiği biri
karşısına çıkınca onu mutlu etmek için nasıl da çabalar, güzel güzel işler
yapar. Çiçek toplar, hediye vermek ister, bir şeyler tutar getirir.
Karşılıksız, sadece sevdiğini mutlu etmek için. İnsanın içinde var bu, öyle var
edilmiş, özellikle bebeklikte ayna nöronlar müthiş işlev görür; karşıdaki
gülerse bebek de güler, mutluluğu ona da yansır. Bence bunun sebebi bebeklerin
ruh âleminden tam anlamıyla kopmuş olmadıklarından ötürüdür, ayna nöronlarsa bu
dünyadaki sebep perdesi. Ta ki benliğin baskın hâle geleceği ergenliğe girene
dek sürer bu. Ergenlikte insanın ayna nöronları mı komple yok mu olur yoksa
insan üreme içgüdüsüyle birlikte yükselen benliğin karanlığı ile mi tanışır,
orasını bilemem. Belki de tensel zevklere düşkünlük ayna nöronların yavaş yavaş
yok oluşuna yol açıyordur, onu da bilemem.
Ben şunu merak ediyorum: Neden dinsel
anlayış hep durağan kurallar, çeşitli ritüeller ve görüntü olarak algılanır da çocuğun
yaşamı algıladığı gibi algılanmaz. Dinsel anlayış neden kendisine karşı sorumlu
olduğumuz Yaradan’ı memnun ve mutlu etmek üstüne kurulu olarak düşünülmez? Kulluğu
da konuştuk, oradan şu gerçeğe varmak zor olmamalı: Kul olan nasıl olur da iyi
bir iş yapmak için bin söze ve vaade ihtiyaç duyar, kul sözsüz ve vaatsiz
harekete geçendir. Çocuk gibi. Çocuk orada kuldur işte, sevginin ve neşenin
kulu. Belki de İsa Mesih bu sebeple “Size doğrusunu söyleyeyim, küçük çocuklar
gibi olmadıkça Göklerin Krallığı’na giremezsiniz.” diye öğüt vermişti
havarilerine.
Nereye vardık: Mademki insan
çocuklar gibi olunca eve dönüyor, öyleyse dinin aslı çocuk gibi olmak,
çocukluktaki gibi olmakmış meğerse. Yani insanın fabrika ayarlarına geri dönmesiymiş.
Demek din dediğin mutluluktur,
sevgidir, güvendir; geri kalanı bunları elde etmek için çabalamadır. Sevelim,
sevilelim, selam olsun sana Yunus Emre, benliğin karanlığını pozitif duygularla
dolarak aşalım, bizi eve döndürecek olan bunlar çünkü.
Yorumlar
Yorum Gönder