21) Din ve Seçilmişlik İnancı Üzerine

Âdem’den başlayarak insanoğlunun, bu dünyada gözünü açtığından beridir aradığı bir şey vardır: Hayır, bir eş değil; eve dönüş yolu. Ev neresidir; hakikat yurdu, kimi inançlarda Garden of Eden (Eden-Aden bahçesi) kimilerinde Tanrı’nın bahçesi kimilerinde cennet diye adlandırılan yer. Dikkatinizi çektiyse genelde bahçe olarak tarif edilmiştir. Çayır değil, çimenlik değil, neden bahçe? Çünkü bahçede çayır çimenden farklı olarak alanı çitle çevirip dış tehditlerden koruyan bir sahibi vardır. Bahçe sahiplidir, korunaklıdır, güvenlidir, yalnızca kelimenin kendisi bile bu nedenlerden huzuru çağrıştırır. Tanrı’nın bahçesi; evet, Tanrı diye isimlendireceksek bahçenin sahibi O’dur. İnsanlar ise bahçedeki çiçekler. Renkleri, kokuları, şekilleri farklı; fakat hepsi bir çiçek. Hepsi ayrı ayrı, hepsi güzel; ne de olsa eken-diken O, sulayan O, büyütüp-yetiştiren O. Farklılıklar O’nun yaratımının alametifarikasıdır.

Araya girip bir noktaya değinmek isterim: Bir bahçıvan kendisinin yetiştirdiği bitkileri sevmez olur mu? Veya birbirlerinden farklı çiçekleri, o farklılıklara sahip olacaklarını bilerek, hatta farklı farklı olsunlar da farklı farklı özelliklerini sergilesinler diye ekmesine rağmen, farklılıkları yüzünden suçlar mı? Kendi ektiği bir grup çiçeği seçip diğerlerini susuzluktan ölmeye terk eder mi? Böyle bir şey mümkün değildir, doğru mu? Tamam, bunu aklınızda tutun, yazının ilerleyen kısımlarında yardımcı olacak.

İşte bu bahçeye, yani eve dönüş yolunu bulan bazı seçkin ruhlar, diğerlerine de bu yolu gösterebilmek, artık kutsallaşan kendileri aracılığıyla yeryüzünde debelenen kardeşlerini de bedensel yaşantıdan kurtarıp oraya götürebilmek adına ruh âlemi yaşantısına uygun bazı yaşayış kuralları getirdiler. Bu kurallar oranın ve kâinatın işleyişini anlatıyordu aslında fakat madde dünya seviyesinde kalan insanlar bunları o kurallardan ayırdılar, fazla ruhani geldi, çünkü bilincini yükseltemeyen insan, giriş seviyesinde bilinç sahibi olduğundan ‘görebildiklerine’ tapınır. Dolayısıyla çoğunluğu oluşturan bu insan tipi de ne yaptı; görünmeyen yolları kendileri için ‘görünebilir’ kılmaya çalıştı. Kuralları amacına uygun kullanmak yerine donuklaştırıp putlaştırdılar, kendilerini değiştirmeye, dönüştürmeye, yükseltmeye çalışmak yerine gökteki bir Tanrı’yı baz alıp O’nu kızdırmak-memnun etmek ekseninde yaşayış oluşturdular. Dikkat edin, bu açıdan dindar-putperest diye ayrım yapmıyorum; çünkü putperestlerin tanrılarını memnun etmek için binalar ve nesneler inşa etmesiyle, dindarların bulduğu her yere ibadethane dikmesi, birbirine yakın bir bilinç seviyesinde bulunduklarının açık kanıtıdır.

Putperest bilinç üzerine zaten çokça konuştuk; fakat putperestliğin aslını hiç konuşmadık. Bir insan neden kalkıp da kendi oyduğu nesnelerden medet umar? Gerçi bunların bir kısmının arkasında gerçeklik payı var, dünyada transa geçmek ve farklı boyutlardan varlıklarla iletişime geçmek üzere pek çok yöntem uygulanır, bunların bir kısmında oyulmuş nesneler kullanılır, yani bir kısmının ruhani âlemde karşılığı, bildiğim kadarıyla hepsi kötü olarak, gerçekten bulunur. Modern insan madde dünyaya bağlı, rastgele, savruk, ruhanî âlemden uzak yaşantıyı seçtiğinden bu nesnelerin neden kullanıldığını anlaması mümkün değildir. Eğer olsaydı, biraz olsun peygamberlerin ve ışığa ulaşmış insanların, geri kalan âdemoğullarının selameti adına ne büyük işler yaptıklarını –veya yapmaya çalıştıklarını anlar, onlara biraz olsun minnet duyarlardı. Ancak biz bu türden nesnelerin bu tür kullanım amaçlarını göz ardı edeceğiz.

Putperest bilinç dediğimiz insanlığa giriş düzeyi bilinçte, insan korkularla doludur. Kendini yalnızca bu beden olarak algılayan insan, devasa dünya ve bin bir türlü derdi karşısında zayıflığına bakarak dehşete kapılır. Bu dehşet duygusu onu ister istemez kendinden güçlü ne bulduysa ondan medet ummaya iter, bulamadığı yani gözünün görmediği, bedensel aklın sınırlarının üstüne taşan varlıklar daha sıkı şekilde kendine çeker üstelik. Lafı uzatmaya hiç gerek yok, putperest bilincin güdücü duygusu korku ve isteklerdir, dışarıda duran putlar ve tapınıp durdukları tanrılar ise onun içsel korkularının ve doğayı açıklamaya çalışma çabalarının dışarı yansıyan suretleri.

Putperestliğin, açıkça mantık dışı olmasına rağmen, yüzlerce yıl hatta daha fazla sürmesinin sebebi başta korku, en başta da ölüm, yok oluş korkusu, madde hayata dair istekler ve ihtiraslardır. Eğer o insanlar putlara karşı saygısızlık edince başlarına bela geleceğine inanmasalar taşlara tapmanın ne derece mantıksız olduğunu kolaylıkla görürlerdi, en azından bir ikisi öne çıkar da ‘kral çıplak’ derdi. Gelgelelim korku öyle bir şeydir ki insanı en mantıksız işleri yapmaya ikna eder, aklın üstüne atılan kara bir örtüdür korku. Putperest bilinç daima korku içindedir, korku eşliğinde, korku ile tapınır. Bu nedenle sorgulayamaz. Hani Peygamber Cebrail’e “Sana vahyedeni gördün mü?” diye sorunca Cebrail der ki: “Ben o perde arkasına adım atamam, yanarım.” İşte putperest bilinçteki akıl da aynı korkuyu yaşamaktadır. İnandıklarından dışarı bir adım atsa yanacağına inanır.

Anlayacağınız putperestler esasında taştan nesnelere tapınmakta değildir, putperestler putların arkasında yatanlara tapınır. Dolayısıyla dışarıdaki nesneleri kırmakla putperestlik bilinci yok olmaz, putperest bilinci ancak bilinç düzeyinde yükselme ile aşılabilir. Bu nedenle buldukları her noktaya ibadethaneler dikip de putperestlerle alay eden tek tanrılı dinlerin dindarlarının abartılı sözleri gerçeği yansıtmaz. İhtiyaç olmayan yüzlerce noktaya şatafatlı ibadethaneler dikmek tam da putperest bilincin yansımasıdır. Hatta işin doğrusu çoğunlukla şatafatın kendisi putperest bilincin aşılamamış olduğunu açığa çıkarmaya yeter zaten.  

 “Ben dediğini tam anlamadım ya. Putperestlik yok edilemez, mi diyorsun sen yani? Peygamber neye kırdı ya onca putu?”

Putperestlik yok edilemez, demedim; putperest bilinci, bilinç düzeyi yükselmeden ortadan kaldırılamaz, dedim. Dışarıdaki putları kırarsın, yok edersin de; insanı içinde onlarca put sapasağlam durduktan sonra gider onu tek tanrıda yine birleştirir. Çok tanrılı dinlerin putlarını, tanrılarını, tanrıçalarını incele; dört tane ortak nokta bulacağını garanti ediyorum: Birincisi bereket, üreme ile ilgili olacak, ikincisi korumayla ilgili olacak, üçüncüsü gazapla, yıkımla ilgili olacak, dördüncüsü zevklerle ilişkili olacak. Putperest de birtakım ritüeller yoluyla ve bunlara kurbanlar sunarak razı etmeye ya da öfkesini dindirmeye çalışacak ve hayatının geri kalanına nasıl biliyorsa öyle devam edecek. Tanıdık geldi mi? Gelmesi gerek.  

Daha derin anlamları da var elbette, ancak kitlelerin sahip olduğu bilinç düzeyinde putperestlik egosal menfaatçiliğin vücut bulmuş hâlinden başkası değildir. İnsanlar o taş parçalarına çıkarları, arzuları gerçekleşsin diye ve birtakım zararlardan korunmak için saygı gösteriyordu. Putların yağmur yağdırmayacağını bilseler neden boş taş parçalarına eğilsinler, selam bile vermezler. İşte bugün aynı muamele tek tanrılı dinlerin inanırları tarafından Tek Yaratıcı’ya uygun görülüyor, niyet ve amaç aynı: İstekleri gerçekleşsin ve birtakım zararlardan korunsunlar diye. İlah değişti de putperestlik bilinci ve menfaati aynı kalmış gibi sanki, ne dersiniz? Öyleyse putperestliği öldürmek için önce içteki istekleri öldürmek lazım. İçteki putları kırmadan Tanrı’yı birlemek pek mümkün olmuyor anlaşılabileceği üzere.

Putperest bilincini insan ilişkilerinde de fark edebilirsiniz; oyulmuş taşa, tahtaya gerek yok. Zenginlere yaltaklanan adam, paraya düşkünlüğünden o şekilde davranır; para veya güç düşkünlüğü, birilerine kulluğu da beraberinde getirir. Kişi güven eksikliği çekiyorsa, güven arayışına düşer ve bir örgütlenmeye katılan insan da çoğu kere inançtan çok büyük bir şeyi parçası olmak ister, bir topluluğa ait olmanın sağladığı güvenlik hissini elde edebilmek için bu yolu tutar.

Bu da gösterir ki insan eksikliğini hissettiği şeyin peşine düşer, onunla dolmak ister. Kişi bu durumda başkalarına hizmet ediyor görünse de aslında kendi içinde eksik olan yanı gidermeye çalışıyordur; yani kendine kulluk etmededir. Anlayacağınız putperest bilinci aşamamış kimi ele alırsak alalım inceleyince netice itibarıyla göreceğiz ki her birisi daima kendine kulluk etmektedir.   

İnsanlar kulluk etmek deyince bir seccade serip eğilip kalkmayı anlıyorlar fakat kulluk demek kölelik demektir, sahibin her arzusunu emir telakki edip yerine getirmektir. Kulluk gönüllü veya gönülsüz yapılabilir, fark etmez, bir varlığın, bir duygunun veya isteklerinin her arzusunu yerine getiren onun kuludur ve arzularını yerine getirdiği şey de kişinin sahibidir.  

“Gönüllü kulluk gönülsüz kulluk nasıl oluyor yahu?”

Yaradan işini İsa Mesih’i de Hitler’i de kullanarak görebilir. İsa O’nun gönüllü kuludur, Hitler ise kendi egosunun-nefsinin-benliğinin kulu; ancak yine de O’nun arzusunun yerine gelmesinde O’na araçlık eder, yani bilinçsiz, gönülsüz şekilde O’nun kulluğunu yapmaktadır.

Yalnızca Hitler değil, çoğunluk benliğinin kuludur. İnsanlar ‘sahip’ veya ‘efendi’ deyince bunun Tanrı için söylendiğini algılıyor olsa da gerçek şu ki insanın sahibi veya efendisi insandan insana değişir; her insanın ayrı sahibi veya efendisi vardır. Sayılı insanın sahibi veya efendisi Tanrı’dır.  

“Peki insan nasıl kendi benliğine kul olur?”

Şöyle düşünmeli: Örneğin mutlu olmak için belli şartlara, belli ihtiyaçlara gereksinim duyuyorsa, işte bedeni o insanın hükümdarıdır, o da bedensel arzularının esiri, yani kuludur. Çünkü ruh mutluluk, huzur, neşe üzeredir, onu karanlığa çeken ego-nefs-benliktir. Bu demek değil ki hiç kimse hiçbir şey istememeli, hayır, çayırlarda koşturması gereken ceylanı alıp da daracık bir alanda hapis ederseniz elbette mutsuz olacaktır; çünkü bulunduğu yer yaradılışına terstir. Ceylanın çayırı özlemesinden, istemesinden, dönebilmek için dua etmesinden daha doğal bir şey yoktur. Fakat mutlu olmak için sürekli yeni gereksinimler öne süren bir insanın bedenine ve/veya zihnine hizmetçi olduğu da ortadadır. 

Bizim nihai amacımız neydi: Eve veya yuvaya dönüş. Kurtuluş. Cennete giriş. Her nasıl adlandırırsanız. Seçkin ruhların o kuralları eve dönüş amaçlı getirdiğini zaten biliyoruz. Öyleyse eve dönelim diye uyduğumuz yollar, uyguladığımız yöntemler bizi benliğimize hizmetten uzak tutmak, içimizdeki putları kırmamıza yardım etmek zorunda ki amaca hizmet etsin. Bu da demektir ki benliğe hizmetten uzak olmak ve içteki putları kırmak bir manada dinin aslıdır, kuralları da bu amaca hizmet etmek zorundadır. Gerçek dinin kuralları da işte insan için bu iki amacı hedef edinen dinamik kurallar olmalıdır; eğer bu iki amacı hedef edinmiyorsa o kurallar donuktur, indiği döneme aittir. İslam’da bir erkeğin kimi alanlarda iki kadına denk tutulması örneğinde olduğu gibi. Oysa dine uymamızın amacı eve dönüş olduğundan, bizlere bunu sağlayacak kurallar gerekir ki eve dönüş yolu ortaya çıkana, o yol görünene kadar belli yöntemlerle çalışmalar yapalım, ilerleyelim, yükselelim.  

“Bizim bildiğimiz din böyle değil; üç dinin üçünün de birbirinden farklılıkları var, tamam ama, üçü de içteki putları kırmak gibilerden bir şeyden bahsetmiyor.”

Öncelikle şunu belirtmek gerekir, üç dinin üçü de birbirinden farklılıklar içerir çünkü indiği peygamberin dünyayı algılayışına ve anlayışına göredir. Üstelik bir de indiği günün ve coğrafyanın şartlarına göre şekil alır; doğal olarak, indiği günden yüz yıl sonrasının şeklini almış hâlde inecek değil ya, ilk duyanlar ne yapacak o zaman? Bu yüzden Kutsal Yasa’daki ana kurallar hariç İsa’da ayrı, Musa’da ayrı, Muhammed’de ayrı bir din karşımıza çıkar. Fakat bunun da üstüne, ‘âlim’ diye çağrılan, çok az bir kısmı samimi, çoğu dünya düşkünü, güç tapınıcısı, iktidar yancısı, saray beslemesi adamlar kendi görüşleriyle ‘asıl’ olan dini günlerine göre uyarlamış, kendilerinin ve/veya sahiplerinin menfaatlerine uydurmaya çalışmıştır. Bunların bile üstüne, halkın anlayışına göre yüzyıllar içinde gelenek-görenekler işin içine karışmış, değişerek kalıplaşmış, bambaşka bir şey hâlini almıştır. Yani bize bugün dinimiz diye öğretilen aslında tavşanın suyunun, suyunun, suyunun, suyudur; gerçekten nasipliysek içine bozucu maddeler katılmamış şekilde buluruz onu da.

İşte bu yüzden ana hatlar bellidir ancak onların ne için kullanıldığını insanlar bilmez, kuralları dinin kendisi zanneder bu yüzden. Fakat biz şunu biliyoruz ki her peygamber kendi ümmetinin öğretmenidir, bu nedenle her gören İsa’ya ‘Rabbi’ yani öğretmen diye sesleniyordu. Dolayısıyla bu öğretmenler çevrelerindeki takipçilerini başlarında bulunarak huylarına, karakter yapılarına, anlayışlarına ve kapasitelerine göre kişisel olarak eğitiyorlardı. Yani ‘dinde içteki putları kırmak yok’ gibisinden bir düşünce doğru değil, bu rehberler takipçilerinin içlerindeki putları kırmalarıyla özel olarak ilgileniyordu zaten; özel ders gibi düşünün bunu. İşte tam da bu yüzden, örneğin Muhammed Peygamber’i ele alalım, bırakın yüzlerce yıl sonra gelenlerin yanlış bilmesini daha vefat ettiği günde ortaya ayrılıklar çıkıverdi. Muhammed’den sonra insanlara içlerindeki putları kırmak için yardım etme görevini ‘vekilleri’ üstlendi; fakat bu vekiller genelde iddia edildiği üzere din âlimleri değildir. Din âlimlerinin çoğu ruh hakkında bir şey bilmez, kendi içlerinde hangi putların sapasağlam durduğu hakkında bir fikre bile sahip değildir. Bu vekiller o putları görecek göze sahip olan yetki almış velilerdir.

“Âlimler yüzlerce yıl önce yazılmış onca kitapları okuyor, biliyorlar. Nasıl ‘vekil’ değiller acaba?”

Alınmayın lütfen, ben sadece hakikati dile getirdim. Yüzyıllar önce yazılmış kitapların bizi bir yere ulaştırdığı var mı? Tanıdığımız dindar çok ama aralarında nefsini bilip Rabbini bilmiş, yani Allah’ı bulmuş olanı yok gibi benim tanıdıklarım arasında, sizin var mıdır bir tane bildiğiniz? Gerçi bunu ayırt etmek öyle kolay da değil, nasıl bileceksin, belki de gizliyor kendini? Fakat şunu iyi biliyoruz ki Allah’ın Evi dedikleri Kâbe’ye giden çok, O’nu orada gören yok; evi gerçekten orası ise her nedense pek evde oturmayı tercih etmiyor gibi, niye dersiniz? Gerçi sabah akşam o kadar misafir çeken, gürültüsü patırtısı eksik olmayan bir evim olsa ben de evde kalmam, hatta evde yakalansam kimseye fark ettirmeden arkadan kaçıveririm. Ya da genel kabul görmüş iddialar aksine evi orası değildir, maddeden nesneleri ev tutmuyordur. Eh, şu kutsi hadisi hatırlamanın da hatırlatmanın da tam yeri gibi: “Yer gök beni almadı da mümin kulumun gönlüne sığdım.” ‘Yer gök beni almadı’ diyor, Kâbe de Mekke de bildiğiniz üzere yeryüzünde.

“Peki, diyelim ki senin dediğin doğru. Din adamlarının gösterdiği yolun bir yere çıkmaması bizi mantıkla bulmaya mı iter? Mantıkla mı bulunuyor yani Allah?”

Bu soruya cevap verebilmek için en başta mantık dediğimizin ne olduğunu sorgulamak gerek. Mantık, kişinin hayatı algılamada, yorumlamada, belli sonuçlara ulaşmada tuttuğu yol, yöntemdir, doğru mu? Sahip olunan bilgi ve akıl gücüyle, olguları damıtmak, bunlardan çeşitli sonuçlar elde etmektir. Ve buradan bakınca bile doğrusu çokça öznel olduğu açığa çıkıyor. Üstelik mantık yolu dış etkenlere fazlasıyla açık olmak gibi bir sorun taşıyor. Her şeyden önce önyargılar var, önceden öğrenilmiş bilgiler var; bunlar algılayışın yolunu sıkça keserler. Ve kalp de var elbette; duygular mantığın yolunu sürekli saptırır.

Örneği babası inançla alakasız bir çocuk ele alalım. Annesi ve kendisi sürekli babasının eziyetine maruz kalıyor olsun. Bu çocuğun gelecekte dindar biri olması sürpriz olmayacaktır; çünkü yaşadıklarının suçunu doğal olarak babasının inançsızlığına ve muhtemelen de ibadet eksikliğine bağlayacaktır. Fakat bu adam babasının yeteri kadar ibadet etmediği için zalim biri olduğu düşüncesiyle dindar olursa onun mantığında inandığı tanrının ibadete büyük önem atfediyor olması gerekmez mi? Biz bu adamın önüne bir dolu kural bulunan değişmez bir dinsel kaynak koyarız ama onun algısı hemen ibadeti aradan çekip çıkarır, bu maddeye diğerlerinden fazla önem atfeder. Hatta inancının temelini muhtemelen de bunun üzerine kuracaktır. Tanrısı, ne söylüyor olursa olsun o adam kendi algılayışıyla ilgili olan ne varsa onu alır ve mantığı da tanrısını bu yönde anlamaya ve tarif etmeye iter; çünkü sırf bu nedenle dindarlığa geçiş yapmıştır zaten.

Babası koyu inançlı, ibadetinde; ama yukarıdakiyle aynı şekilde karısına ve çocuğuna çokça eziyet eden birini ele alalım bu sefer de. Bu babanın çocuğu vaktiyle ibadetin yararını görmediği için, eğer tam zıt tarafa yani inançsızlığa savrulmazsa onun inandığı tanrı ona göre ibadete hiç de önem vermez, daha çok davranışlara önem atfeder, ibadeti en aşağılara koymazsa bile en az ikinci plana atar. Onun da önüne yine değişmez bir kitaptan kurallarla dolu bir sayfa koyalım. Davranışlarla ilgili olan ne varsa onu seçer, ibadet taraflarını es geçer. Çünkü çocukluğunda edilen ibadetin bir yarar sağladığını görmemiş, aksine zararını çekmiştir. Hâliyle kimsenin tanrısı kalkıp da yararsız bir şeyi emretmeyeceğine göre ona göre tanrısı da ibadetle ilgilenmiyor olacaktır.

Demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Kişi mantığına başvurduğunda yine kendinden, bilinçaltından, vicdanından başkasına ulaşamaz. Algıladığı yine kendidir anlayacağınız. Öyleyse her kişinin taptığı tanrısı yine kendi inançlarından oluşmuştur ve kendisi gibidir. İnsan, kendisi nasılsa tanrısını da öyle algılar. Eğer hayvanları seviyorsa Tanrı o hayvanları insanlara hediye olarak vermiştir, diye inanır; eğer sevmiyorsa Tanrı o hayvanları insanlara hizmet etsinler ve ihtiyaçlarını karşılasınlar diye yaratmıştır, diye inanır. Tanrı aynı, söyledikleri aynı; fakat iki farklı kişilik yapısı ile iki farklı tanrı figürü çıktı ortaya. Doğru olan hangisi?

Dikkat edelim, çok önemli bir noktaya değinmiş bulunuyoruz. Biz az önce öğrendiğimizden nereye varırız biliyor musunuz: Demek ki Allah diye çağırdığımız Yaradan kişilerin, toplumların inançlarından farklı bir varlıktır. Çünkü O’nu bilmeyen insanlar ancak O’nun hakkında zanlara sahip olabilir; fakat biz yukarıda gördük ki zan O’nu kavramakta yetersiz kalır, o zanlar O’nu değil, kişilerin ve toplumların kendilerini yansıtır. Bu da ne yazık ki inançların O’nu bize tarif etmede yetersiz kalacağını bildirir.  

İşte bu yüzden kimi inançlar O’nu tamamen pasif, sakin tarif ederken kimileri de acayip bir öfkeyi O’na layık görür. Oysa kurdun tanrısı da O, kuzunun tanrısı da. Kan dökenin de tanrısı O kanı dökülenin de. Her şey O kaynaklı ise, her iki huy türü de O kaynaklı olmak zorundadır; bu da demek ki her iki nitelik de O’nda bulunmaktadır. Anlayacağınız inançlar O’nu ancak, hani Mesnevi’de bir öyküde geçer ya, karanlıkta her biri filin ayrı parçasını tutup fili tarif etmeye çalışan adamlar gibi her biri Allah’ı farklı yönden, farklı özellikleri ile algılayarak, fark ederek, haber alarak onu ulaştırmıştır.

Belki de böyle olması gerekir. Bu sayede her insan, kendi tanıyışına ulaşma imkânı bulur. Üstelik şöyle de bir durum var: O, öğrendiğim kadarıyla her kişiye inandığı şekilde muamele edecek kadar alçak gönüllüdür, “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah da köre öyle bakarmış.” derler. Zaten bu minvalde “Ben kulumun algıladığı gibiyim.” şeklinde bir kutsi hadis de mevcut. Yani inançların hepsi aynı anda doğru olabilir. Bu, Mesnevi’deki vezirin ona inanan Hristiyanlara verdiği tabletler gibi taban tabana da zıt olsa böyle olabilir. Hani o hikâyede kimi güvenme yolunu tutar kimi çalışma, kimi dua yolunu tutar kimi susma, kimi acizlik yolunu tutar kimi sorumluluğu üstüne alma; hepsi de doğru yoldur ya. İnanç özelinde de durum böyle olabilir.  

“Her inanç O’nu anladığı kadarıyla tarif etti, öyle mi? Öyle şey olur mu ya; bizim tanrımız doğru olan, ondan başka tanrı anlayışı olamaz.”

Sevgili dindar arkadaşım, işte onu diyorum ya, ‘bizim tanrımız’ dediğin önce takip ettiğin kimselerin, sonra senin tanrı algındır; HU diye zikredilen ezeli, ebedi, sonsuz varlığın zatı hakkında elbette bir kısım doğru bilgiler verebilir ancak tamamen O’nun ne olduğunu bildiremez. “Allah’ı idrak, O’nu idrak edemeyeceğini idrak etmektir.” demiş Ebubekir bile, peygamberin yakın çevresinden olduğu hâlde.

Bir de gözünü seveyim şu ‘benim tanrım’, ‘bizim tanrımız’ algısını bırak yahu. ‘Senin tanrın’, ‘bizim tanrımız’ yok, herkesin tek bir Yaratıcısı var, O herkesin tanrısı. Bir tanrı varsa bu herkesin ve her şeyin tanrısı, yaratıcısı olarak her yerde, herkesi ve her şeyi kapsıyor demektir. Üstelik yarattığı düzene bakıp söyleyebiliriz ki düzeni sağlamak için mutlak ve değişmez yapıca olmalı, çünkü her varlık anca kendisinde olanı verir, dolayısıyla bu varlığın kendisinde düzen olmalı başta, değişip duruyor olsa düzeni nasıl sağlasın. Her şeyi kapsayıcı ve düzen sahibi bir varlık yarattıklarına bir noktada farklı başka noktada farklı davranmaz, davranmaması gerekir, yani yarattıklarının bir kısmını dibe batırıp aşağılarken diğer kısmını kayırmaz, kayırmamalı. Yoksa bu iş her ırkın ayrı yaratıcısının bulunduğuna, yani birden fazla tanrının bulunduğuna dair bir işaret olurdu. Bu tanrılardan biri kendi yarattıklarını kayırırdı, diğeri kendi yarattıklarını.

Yani eğer iddia ettiğin üzere ‘senin tanrın’, ‘sizin tanrınız’ var olsaydı, buna mukabil ‘onun tanrısı’, ‘onların tanrısı’ olması da gerekirdi, o zaman da düzen falan olmazdı yeryüzünde. Ortalık Orta Dünya’ya dönerdi, siyasi parti liderlerimiz her seçim makam nazgulleriyle belde belde geziyor olurdu. Her işe hükmeden tek Yaratıcı güzel, gerçeği de güzel kendisi de. Üstelik ak sakallı cemiyeti için de iyi, şimdilerde millete yardım etmek için rüyalarda geziniyorlar en fazla, diğer türlü at üstünde oradan oraya koşturmak zorunda kalacaklardı. Gel sen her şeyi yöneten ve yönetimi altında tutan tek Yaratıcı olduğu gerçeğine güven, yeni yeni Gandalflar, Sarumanlar çıkartma başımıza.

Oysa bak bu varlığın tek başına her şeyin yaratıcısı olduğunu yine sen kabul ediyorsun. İnsan kendi vücudunda kalpten daha az kompleks veya daha az önemli bir görevi var diye ayak parmağını aşağılar mı ya da apandisitini? Yapmaz, çünkü hepsinin bedenin çalışmasına hizmet ettiğini bilir, onlardan bazısı olmasa beden varlığını sürdürebilecekse bile eksik kalır. Yani eğer Yaradan kendi yarattıklarından bir kesimi, yine kendisinin belirlediği koşullardan dolayı dışlıyor ise bu onun fazlalık yarattığına, her şeyi kararında yapamadığına işaret olurdu. Dolayısıyla bu mutlak varlığın kendisinde adaletsizlik, çifte standart olmamalı, bir yarattığına farklı ötekine farklı davranmamalı. Bu öncelikle kendi yaratımının mükemmelliğinden, kusursuzluğundan ötürü.

Şöyle düşünün: Birini övmek için kullanırken diğerini aşağılamak için kullanırsa, kendi yarattıklarına haksızlık etmiş olmaz mı? Karıncasından aslanına, domuzundan eşeğine hepsine karşı davranışı adaletle olmalı. Birini yüceltirken diğerinden tiksinemez, hepsini yaratan, var eden, özelliklerini belirleyen kendisi zaten. Bu yüzden O’nun adına karınca aslandan daha aşağı olmamalı, aslan da karıncadan yüksek. Biyolojik açıdan aslanın karıncadan çok daha kompleks bir canlı olduğu elbette doğru fakat “OL” deyince dilediğini olduran bir varlık adına ‘kompleks’ kelimesinin bir anlam ifade etmemesi gerekir. Her varlığın kendi görevi ve ona uygun bir biçimi var, dünyaya ona uygun hizmetlerde bulunuyorlar. Ondandır ki Bhagavat Gita’da şöyle denir: “Ben ne yarattıklarımdan bazısını tiksinç ne de bazısını sevimli bulurum. Hepsi gözümde birdir.” Orada konuşan kim, düşünün bakalım.

Zaten Yaradan ayrılık, ayrımcılık yaparsa domuzun şunu sorma hakkı doğmaz mı: “Beni yaratan sen değil misin? Benim böyle olmamı dileyen sen değil misin? Yoksa ben kendi kendime mi böyle oldum, ben mi kendimi var ettim? Şimdi nasıl oluyor da beni küçük görüyorsun? Benim suçum ne?”

Kıyaslamalar ancak ego-nefs-benliğin öğrenme yoludur. İnsan kıyaslama yoluyla görüp öğrendiği için aslana birtakım sıfatlar yapıştırmış, eşeğe birtakım sıfatlar yapıştırmış, onu ondan, onu ondan ayırmış, birini yüksek diğerini aşağı görmüş ve hata etmiştir. Buradan ortaya çıkar ki insan tabiatında yer alan yükseklik-alçaklık, büyüklük-küçüklük algılayışı ancak doğaya tâbi olan ego-nefs-benliğe ait eksik görüşün sonucudur.  

Buradan çok kolaylıkla şu sonuca varabiliriz ki Tanrı sırf biri bir coğrafyada doğdu da bir inanca inandı, diğeri başka coğrafyada inandı diye onlara farklı farklı davranmaz, davranmaması gerekir.

Ha, olur da günü geldiğinde beni karşısına çıkarır, “Sen yaratımımın eksiksiz, kusursuz, mükemmel olduğu iddiasıyla var ettiğim her topluluğa eşit davranacağımı iddia etmişsin. Ben şimdi burada Rastafaryanları âlemlerin üstüne koyuyorum, Bob Marley’i de peygamber ilan ediyorum. Ne yapacaksın?” derse, nice âlemleri, makrokozmoz ve mikrokozmoz düzeyinde ince işçilikle var eden bu sonsuz kudret sahibi karşısında “Arkadaşlar yanlış anlamış sevgili Rabbimiz.” diye kıvırır ve suçu buraları okuyanlara yıkarım, haberiniz olsun. Çünkü O’na duyduğumuz sevgi ve güvenle bu incelemeleri mantık üzerinden götürüyoruz ancak mantık O’nu kavrayamaz ve O dilediğini yapar; sınır çekilemez O’na.

“Kardeşim boşa dil döküyorsun ya. Bizim dinimiz, bizim inancımız bize Allah hakkında tüm gerçeği sağlar. Yoksa neden bizim peygamberimizi ve takipçilerini cennete girmesi için seçsin?”

Evet sevgili Musa, İsa ve Muhammed takipçileri; üçünüzde de acayip bir seçilmişlik, kurtulmuşluk inancı var, biliyorum. Yahudi üstün ırk olduğuna inanıyor, Hristiyan kendini onun günahları için feda eden İsa sayesinde kurtulduğuna, Müslüman ise cennete yalnızca kendinin gireceğine. Gerçi her dinin dindarında vardır muhtemelen bu yanlış algı, yoksa çoğu insan dinlerine sıkı sıkı sarılacak motivasyonu nereden bulacaklar?

Fakat hepinizi biraz üzeceğim, ‘seçilmiş’ inancını çok yanlış anladınız. Ta uzak geçmişteki bir insandan türediniz veya ona tâbisiniz diye ‘seçilmiş’ olmazsınız; hatta geçmiş çağlarda yaşayıp peygamberleri görmekle, çevrelerinde bulunmakla bile ‘seçilmiş’ olamazsınız. Ancak ve ancak yukarı tarafından seçilirseniz ‘seçilmiş’ olursunuz. ‘The Chosen’ yani Seçilmiş diye çağırdıkları İsa Mesih örneğindeki üzere. ‘Mustafa’ yani Seçilmiş Muhammed’de olduğu üzere, evet isim sandığınız mustafa kelimesinin anlamı seçilmiş demektir.  

Kişisel temelde durum böyleyken hele bir de ‘seçilmiş halk’ inancı var ki o çok daha garip yahu. İnsan evine meyve-sebze alırken iyisini-çürüğünü ayırt edip sokuyor da temizliğe herkesten çok önem veren Yaradan bir halkı iyisiyle-kötüsüyle, çürüğüyle-çarığıyla toptan evine, bahçesine alacak öyle mi? Bunların aralarında en kötüler bile bulunacak, öyle ki bazıları artık şeytan kılığına bürünmüşler. Ama Yaradan yine de sadece bir soya tâbiler diye bunları seçip göğe alacak? Kulağa adil veya mantıklı geliyor mu, elinizi vicdanınıza koyun.

Bu arada son örneği verirken İsrail’de yaşamadığıma dua ediyorum; Siyonist yobazların hedef tahtası olurdum gibime geliyor. Neden; çünkü zaten ‘seçilmiş’ olduklarına inandıklarından, her tür kötü işi yapabilirler. Neden yapmayacaklar ki, nasıl olsa ‘seçilmiş’, yani diğerlerinden ‘üstün’ olduklarına, ne yaparlarsa yapsınlar yine ‘üstün’ olarak kalacaklarına inanıyorlar; yani ödeyecekleri bedel yok inançlarınca. Neden kötülükler yapmasınlar o zaman, onları engelleyek olan ne?

Görüyorsunuz değil mi; işte şeytanın tuzaklarından biri de bu, insana ait olduğu inancı hakikate giden tek yol gibi göstermek. Bu yolla içe ‘seçilmişlik’, ve dolayısıyla ‘kurtulmuşluk’ inancını yerleştiriverir, bununla birlikte büyüyen bir gurur çıkar ortaya, o gurur da insanı hakikatten perdeler.

Allah neden belli bir grup insanı seçsin ki? İnsanların %99’u doğduğu çevrenin ahlak kodlarıyla büyür, yetişir, tam anlamıyla programlanır. Yani dinsel inanış %99 ihtimalle seçim değil, ırkla aynı şekilde bir mirastır; anadan-babadan, atadan-dededen geçer, sülalede din değiştiren ilk ataya kadar uzanır. Muhtemelen onun da din değiştirmesi gönüllülükten değildir, ya boy, aşiret beyi daha iyi olacağına karar verip topluca hepsinin dinini değiştirmiştir ya daha az vergi ödemek amaçlıdır ya da savaştan, kıyımdan kurtulmak içindir. Bilerek, isteyerek, gönlünden gelerek, aradığı Tanrı uğruna din değiştiren örnek en fazla %1’dir, belki o kadar da yoktur. Çünkü zaten ancak o kadar insan arar Tanrı’yı. Tarihte de böyle oldu, bugün de aynıdır, hiç değişmedi. Peygamber de bunu şöyle dile getirir: “Yüz insandan ancak biri üstüne binilebilen develer gibidir.” Hakikate açık insan oranı galiba aşağı yukarı hep aynıdır.

Eh, şu küçük akıllı kulunun bile gördüğünü elbet Yaradan da görüyordur, biliyordur, değil mi? Öyleyse Yaradan bir dini seçip diğerlerini boşlayarak, o dinin yayıldığı alan –ki bu da yine yukarıda saydığım sebepler yoluyla yayılır genelde- dışında yaşayan insanların %99’u boşlamış, boş vermiş olur ki bu da ihtimal dâhilinde değildir. Kendi yarattığı bir kısım insana, yine kendi gönderdiği coğrafya yüzünden, yani kendi var ettiği ve içine attığı koşullar sebebiyle sırt dönerken, yarattığı başka bir kısım insana yine kendi gönderdiği coğrafya, var edip içine attığı koşullar için kıyak geçmek, geçtim O’nun kusursuz, noksansız adaletine, biz kusurlu insanların dahi adalet anlayışına sığacak, içlere sinecek iş değildir herhalde?

Adalet Üzerine bölümünde konuştuk bu konuyu. Neydi adalet: Her insanı bulunduğu şartlar içinde –ki tekrar edeyim, o şartları yaratan da yine O-, kendi seçimleri ve davranışları üzerinden değerlendirmek. Yani balık ile kuş aynı şartlarda mı yaşamaktadır ki aynı teste tabi tutulsunlar, tutulmazlar elbette. Kuş havadaki durumuna göre, balık sudaki durumuna göre değerlendirilir.

Gelgelelim ‘seçilmiş din’ anlayışı bize aşağı yukarı şöyle bir şey söylüyor: ‘Allah balığın tarafını tutup onu seçilmiş ilan ederek kuşu suyun altında dolanmadığı için yargılıyor veya tam tersi, kuşun tarafını tutup onu seçilmiş ilan ederek balığı gökte uçmadığı için yargılıyor.’ Bu örnek biraz uç, uzak kaldı ise başka bir örnekle anlatayım meramımı: Diyelim biri neredeyse tamamını makine mühendislerinin oluşturduğu bir köyde doğdu, büyüdü; şimdi kalkıp bu insana, neden edebiyatçı olmadın, diye sormak, onu edebiyat sınavına tabi tutmaya kalkışmak net şekilde ona yapılan bir adaletsizlik olmaz mı?

“Allah insana akıl vermiş, doğru yolu bulma gücü vermiş. Akıl ile araştıracak, dinimizin doğru yol olduğunu bulacaklar. Onlar sınavı da bu.”

Oradaki –miz iyelik ekine dikkat çekerim, bu savı süren arkadaşın dini doğru sayma sebebi bile daha baştan ‘bizim’ algısından, yani ona çocukluktan belletilmiş olmasından kaynaklı. Hadi bugün TV var, internet var. Ortaçağ’da iki üç köy öteden bile düzgün bütün haberin, bilginin ulaşmadığı adamdan akıl yoluyla senin dinini bulmasını bekliyorsun öyle mi? Adam akıl yoluyla başka bir peygamberin getirdiği dine yakın bir yol bulabilecek kapasitede olsa zaten vahiy alıp peygamber olmaz mı tıpkı İbrahim Peygamber gibi? O da yolunu akılla bulmuştu, doğru, yapılabilir yani; ama yeryüzünde kaç kişi yapabilir bunu? İnsanlık tarihinde kaç tane İbrahim çıktı ki sen bunu başka coğrafyalarda doğanlardan bekliyorsun? Öyleyse önden sen bir başla, ateşe girdiğinde seni yakmayacak mertebeye gel, ötekiler de seni takip etsinler.

Hayır, böyle savlarda bulunanlarda öyle bir özgüven oluyor ki sanırsın adam ruh âleminde başöğretmen, sınavları her kula kendi atamış da oradan biliyor. Bakıyorsun, kendisi nasıl seçmiş dinini, daha doğrusu akılla, araştırarak seçmiş mi yoksa sadece içine doğduğu dinin borazanını mı öttürüyor, %99 ikincisi. Peki, ya senin gittiğin yol doğru değilse veya bir zamanlar doğru iken sonraları çarpılıp bozulmuşsa ve senin sınavın akılla bunu sorgulayıp sana bebeklikten beri belletilenler yerine hakikate giden yolu bulmaksa? O zaman ne olacak? Kendi savının tuzağına düştün mü şimdi?

“Düşmem. Benim dinim en üstün, benim yolum en doğru. Benim de benim, benim de benim…”

Hey yavrum, kibre gel! İşte ‘seçilmişlik’ veya bu durumda ‘kendi yolunun katıksız doğru, geri kalanın komple yanlış’ inancının verdiği böyle acayip bir kibir var. Oysa o kadar tuhaf, o kadar tuhaf inanışlara sahipler ki biraz akılla irdeleseler ‘Bir durun ya, ne biçim şeylere inanıyoruz biz?’ derler.

Örneğin çok yaygın olan bir inancı, Hristiyanların İsa Mesih’in onların günahları için öldüğü inancını ele alalım. Hristiyanlıkta İsa Mesih’in tüm dünyanın günahları için kendini feda ettiği, böylece Hristiyanların da günahlarının affedildiği inanışı yalnızca hakikate aykırı değildir, akla-mantığa bile tamamen ters düşer. Şimdi tahayyül edelim, mahşerdeyiz, ortalık toz duman, milyarlarca günahkâr, hep birlikte bekleşiyoruz. İsa Mesih tepede, söylediği üzere ‘o yüce kudretin sağında’, sizce şu türden sözler sarf eder mi: “Cezalandırma onları Baba, onlar yerine beni cezalandır. Ne var Amsterdamlı Mark istediği kadar kokain çekip hayat kadınlarıyla yatmışsa? Ne var Katolik Kilisesi’ne mensup Thomas halkı istediği gibi kandırıp sömürmüş, din sayesinde gününü gün etmişse? Ne var New Yorklu John Irak’ta istediği gibi çocuk öldürmüşse?”

Zerrece ihtimal veriyor musunuz İsa Mesih’in bu türden bir işe girişebileceğine? İsa’ya dair en ufak bir fikriniz varsa bunun ne büyük saçmalık olduğunu görebilirsiniz çünkü bu tür işler tam da “Baba” diye çağırdığı Tanrı’nın ve dolayısıyla onun takipçilerinden istediklerinin tam tersidir. Nerede İsa’nın istediği sevgi, nerede komşunu kendinden öne alma, nerede malı mülkü dağıtıp onu takip etme? İşte bu yanlış, seçilmişlik inancı İsa’nın vaaz ettiklerinin ve istediklerinin hepsini bir kenara atmaya sebep oluyor. Oysa İsa kendisi diyor, “O gün bana Rabbi, Rabbi diyen herkes Göklerin Krallığı’na giremeyecek. Yalnız Baba’mın isteklerini yerine getirenler girebilecek.” diye.

Bu anlayışın Hristiyanlığa Kilise’nin muhtemelen ilk kurucuları tarafından, kendi ellerini güçlü kılmak için sokulduğunu anlamak için Einstein olmaya gerek yok. Düşünün bakalım: Kilise kendini İsa Mesih’in temsilcisi ilan eder, sonra böyle bir inancı yayar, İsa’nın kurtarışı elbette temsilcilerinin kurtarışı anlamına geleceğinden sonsuz kurtuluş için Kilise’ye muhtaç kalınır. Hristiyanlıkta Kilise’nin aforoz etme yetkisi ve papazların günah affetme hakkı göz önüne alındığında bu dile getirdiğim ihtimal hiç de yabana atılamaz. 

Oysa Kilise’nin üstüne kurulduğu temel yalnızca İsa’nın İncil’de geçen “Yalnızca Baba’mın isteklerini yerine getirenler girebilecek.” sözleriyle bile çürütülüp çökertilebilir, görüyorsunuz ki. Üstelik İsa’nın bu sözleri inananların omuzlarına insan olma sorumluluğunu yüklüyor; Kilise’nin yaydığı, genel kabul görmüş seçilmişlik inancı insanların omuzlarından her türlü sorumluluğu kaldırırken. Kilise inanırları kendisine muhtaç kılarken İsa inanırları kaliteli insan olmaya yönlendiriyor. Kilise’nin yaydığı inançla İsa’nın gösterdiği yol artı kutupla eksi kutup kadar birbirine ters!

Kilise İsa’nın fedakârlığını şöyle açıklasa hem hakikate hem akla mantığa uygun gelirdi: ‘İsa Mesih, Baba’nın ve dolayısıyla onun isteklerini yerine getirenlerin günahlarını affettirme yetkisi için canını feda etti.’ Bu açıklayış şu anlama gelir: ‘Öyle sırf İsa’nın dininden olduğunu söyledi diye herkes tertemiz, kutsal yer olan Göklerin Krallığı’na elini kolunu sallayarak giremez, ancak kendini düzeltenler İsa Mesih aracılığıyla affedilip girebilir.’ Küçücük bir ifade farklılığının bir inancı nasıl değiştirdiğine bakın!

Fakat Kilise elbette bu yolu tutmadı, bu yolda onlar için kâr yok, bunun yerine tıpkı bir önceki akranları olan Yahudi din adamlarının Musa Peygamber ile yaptığıyla aynı şekilde, İsa Mesih’i öne sürerken kendilerini yüceltmeye, yükseltmeye, yüce-yüksek göstermeye çalıştılar aslında. Konuşurken hep ‘Jesus Christ’ diyorlardı, vaazları hep İsa Mesih üzerineydi ama öne koydukları kendileri yani Kilise idi. İsa Mesih kullanıldı. Gerçi İsa Mesih değil yalnızca, Ortadoğu menşeili, tek tanrılı üç dinin peygamberi de sürekli menfaat için kullanıldı.

Zaten tek tanrılı dinlerin üçünün mahvedicisi de din adamları olmuş, tezgâhlarını hiç bilmedikleri, ama hep parasını yedikleri Tanrı üstüne kurmuşlar. Bu yüzden İsa Mesih tapınak alanına girdiğinde ticaret yapanların tezgâhlarını yıkmıştır; kelimenin ilk anlamıyla, mecazi değil, tezgâhları yerlere savurmuş. En büyük Zen Budisti üstatları kadar sakin sessiz adamcağız tapınakta gördüğü manzara karşısında çıldırmış, adeta Yılmaz Vural’a dönüşmüş, milletin yakasına yapışmış. Betimleme absürt mü kaçtı bilmiyorum ama bunlar gerçek; İncil’de yazılı neler yaptığı: Para bozanların tezgâhlarını dağıtmış, hayvan satanların hayvanlarını serbest bırakmış. Sözde dindarların dünya düşkünlüğü gül gibi adamı şirazeden çıkarmış.

Peki, sonra ne olmuş? İşin tuhaf tarafı, İsa Mesih’i takip ettiği iddiasındaki din adamı takımı dünyaya hahamlardan bile beter düşkünlük göstermiş. Altınları kiliselere yığmışlar –ki Vikinglerin baskınlarda ilk olarak ibadethaneleri hedef seçmelerinin temel sebebidir, büyük topraklar edinmişler, insanları kendi yararlarına köle gibi kullanmışlar. Hepsinin tüm dünya varlığı bir çift çarık, bir entari ve bir asa olan bir insanı takip ettikleri iddiasıyla gerçekleştirmişler.

Ciddi söylüyorum, dünya tarihini okuyunca insan aptallığı ve ikiyüzlülüğüne dair muazzam bir bilgi yığını edinmiş oluyorsunuz. Ve şu sonuca ulaşıyorsunuz: Aslında tek tanrılı dinler pek bir şey değiştirebilmiş değil. İnsanlar hâlâ en büyük puta, kendi bedenlerine ve ondan kaynaklanan arzulara tapıyor. Geçmişte çok tanrıya tapınmalarının sebebi bunun aleni yapılabilmesiydi. Peygamberlerin gelişinden sonra üstünü örtmek zorunda kaldılar, son birkaç bin yıldır her yer kutsal kitaplardan ve birbirlerinden aparma taklit ahlak vaazlarıyla dolu, fakat çoğunluk putperestlerle benzer şekilde inanmayı ve yaşamayı sürdürüyor.

“Diyelim ki biz yanılıyoruz, sırf içine doğduk diye inancımıza sarılıyoruz. Peki inancımızı değiştirsek doğru işi yapmış olacağımızı nereden bileceğiz? Mantıkla yolumuzu bulamayız, sonucuna varmıştık ya?”

Kabaca şu örneği vereyim: Türkiye’nin ahlak çöküntüsünü hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu ülkenin daha önce güvenilen kurumları bile bir bir en rezil işlerden çıktılar. Afet zamanı Kızılay’ın fahiş kârlarla yardım çadırı sattığı çıktı ortaya. Bu notu yeni ekliyorum, olmaz dediğimiz oldu, bebeklerin birkaç bin lira için hastanelerde öldürüldüğü bir dönem görüyoruz; putperestler bu kadar rezilliğe imza atmazdı yahu. Birçokları suçu İslam’da buldu, haklı olarak, çünkü tüm bu olaylar muhafazakârlığın yükselişiyle gerçekleşti. Şimdi varsayalım ki artık gördüğümüz bunca rezillikten sonra hepimiz din değiştirdik, eski çağlarda bir boy beyi din değiştirince nasıl hemen tüm boy otomatik olarak yeni dine geçmiş oluyorsa öyle, yani bir devlet başkanı başa geçti ve dedi ki; “Bundan sonra hepimiz Hristiyan’ız. Böylece daha az vergi ödeyeceğiz, daha zengin olacağız.” Herkes de kabul etti, yine eski çağlardaki gibi. İşler düzelir miydi acaba?

Hiç umuda kapılmayın, bugün Muhammed adına yapılan hangi kötü iş varsa o gün İsa adına yapılacak, ülkenin burnu zerre boktan çıkmayacaktı. Din değiştirdik diye Avrupa Birliği ülkelerine döneriz sanan yeniden düşünsün; tipik bir Balkan ülkesi olmaktan zerrece kurtulamayacaktık. Nasıl ki bugün para Muhammed adıyla insanlardan alınıyorsa o gün de İsa adıyla alınacaktı. Alanlar imamlar, tarikat şeyhleri değil de papazlar, kilise önderleri olacaktı. Müteahhitler yine deniz kumundan binalar yapacak, malzemeden çalacak, gözü dönmüşçesine dünya malı peşinde koşan insanlar yine lüks binalar dikecek, rezidanslarında oturmayan bizlere tepeden bakacaklardı. Çürük binalarda ölenler yine ‘şehit’ sayılacak, iktidar beslemesi aşağılık tabiatlı herifler TV’lerde İsa Mesih’in onları kurtarıp Göklerin Krallığına aldığından bahsedip suçluları aklayacak, sabretme erdeminin yüceliğinden dem vurarak halkı susturmaya çalışacaklar, suçlular ve sorumlular ellerini kollarını sallayarak gezecekti. Yine eşitlik olmayacak, adalet olmayacak, hak hukuk arayan bozguncu ilan edilecekti. İnsanlar korkularını Arapça dualarla değil de Latince dualarla örteceklerdi. Fırıncı yine gramajdan çalacak, taksici yine dolaştıracak, minibüsçü yine trafiğin akışını istediği gibi bozacak, esnaf yine yalan dolanla mal satmaya devam edecek; kısacası düzen değişmeyecek, her şey aynı kalacaktı. Değişen bir tek halkın ve yapıların dış görüntüsü olurdu. Evlerimize Kâbe veya On İki İmam resmini asmayacak da İsa Mesih ve Meryem Ana resmi asacak, arabalarımıza Arapça hatlar çizili resimler koymak yerine haç kolyeler takacaktık. Haksızlık, ahlaksızlık yine birebir aynı duracaktı; değişen yalnız görüntü olacaktı.

“Peki, tek tanrılı dinleri bıraksak, komple ateizme geçsek? Bugün ateizm pek revaçta, ateist ülkeler de hep sakin ve refah içinde.”

Evet, kimileri İskandinav ülkelerine bakarak böyle hayaller kuruyorlar fakat maalesef, eldeki malzeme belli, sonsuz ateşe, cehenneme inanıp –veya inandığını iddia edip de her tür kötülüğe girmekten sakınmayan bir halka ‘Tanrı yok’ dersen, o ülkenin bir sonraki sistemi faşizm olmak zorunda kalır, düzeni başka türlü ayakta tutamazsın. Bak, dünya insanlarına ‘Allah yok’ de ve hepsini buna ikna et, sonra milleti ormanlardan toplamak zorunda kalırız. Gerçi muhtemelen biz kalmayız, elenir gideriz o kargaşa içinde. Bu yüzden Voltaire “Tanrı var olmasaydı bile onu icat etmek gerekirdi.” demiş. Allah’tan var da, icat etme kaygısı yok üstümüzde. Yoksa bu insanoğlunun tanrısı da kendi gibi müthiş zalim bir varlık olurdu. 

Bakın, şunu iddia ediyorum: Dinler halkların yaşamını değiştirir, ama o kadar da değiştirmez. Halklar bir dine inandı diye kendi dünyevi isteklerine uymaktan vazgeçmez. Dolayısıyla gerçekten bir şeyler değiştirmek isteyen önce kendini değiştirecek, öyle etrafına ilham olacak. Bundan sonra halk belki yavaş yavaş, iyi yola gelirler. Yoksa bir şeyleri düzeltmenin başka yolu yoktur. Beslediğim bir muhabbet kuşu yavrulayınca tuttuk da yumurta-havuç-irmik-bebek bisküvisi karışımı yapıp yemliğine koyduk. Hayvan gitti kokladı, geri yuvaya girdi. Birkaç saat geçti, aralıksız çığırmaya başladı. Yanına gittim, gözüme bakıyor, yem istiyor. Yemliği gösterdim, anlamadı, aldım burnuna uzattım, içeri kaçtı. Sonra çıkınca bir daha çığırmaya başladı. Bu işlemi böyle böyle birkaç defa tekrarladık, fayda vermedi. Kızdım, gözüne baka baka yemlikten alıp ağzıma attım. Önce bir sustu, gözüme baktı, sonra baktım gitmiş yiyor. Şu küçücük olaydan büyük bir ders öğrendim. Bir işin yapılmasını istiyorsan susacak ve onun nasıl yapıldığını göstereceksin, sözler bu konuda etki sahibi değildir.  

Gerçek şu ki biz gerçekten son birkaç yüzyıldır şirazesi bozuk bir topluluğuz; yaklaşık 1600’lerden beridir böyle bu durum. Atatürk sağ iken kısa bir süre işler epey iyiye gitti, o da ülkenin batısı adına, vefatıyla birlikte yokuş aşağı düzen geri döndü, çünkü onu takip edenler Atatürk’ün sahip olduğu kaliteye sahip değildi, dünyaya fazlasıyla meylettiler ve Arap olmayı din sanan, ruhtan habersiz kara cehalet yine baskın geldi. Bu ülkede 80’lerde, 90’larda da çok aşağılık işlere imza atıldı, gerçi bu kadar alenen değildi, en azından askerde ve sınavlarda eşittik, bu dönemde rezillik çıtası gerçekten arşa çıktı, burası bir gerçek; fakat yine o zaman da rezalet bir ahlak anlayışı hüküm sürüyordu. Dileyen yakın siyasî tarihten Maraş. Çorum, Sivas katliamlarını, sağcılarla solcuların birbirlerini nasıl sokaklarda katlettiğini okusun, sonra genç nesle ahlak dersi vermeye kalkışan o yaşlı tayfanın eline de o kitapları tutuştursun, millete akıl vermeye kalkmasınlar. Gerçi okumazlar, epey cahildirler, o kadar da saygı duyulması gereken tipler değildir yaşlı güruhu. Saygı duyulacak güruh karanlığına baskın gelmiş, içini pozitif duygularla doldurmuş insan güruhudur. Sayıgıyı yapıp ettiklerinle hak edersin, yoksa dünyada bin yıl yürüsen nafile.

Fakat biz de böylelikle esas sorunun ne olduğunu anlarız en azından: Sorun kendini cin, âlemi enayi sanıp birbirlerini çarpmaya kalkan ve sonunda hepsinin çarpıldığı bir düzenin oluşmasına sebep olan halktır sevgili kardeşim. Sorun biziz, halkı oluşturan bizler. Yoksa, İslam’ı takip edip Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre, İbn-i Arabi, Mansur, Nesimi olmak da mümkün, IŞİD militanı olmak da mümkün; bunların hepsine de kendi İslamları ‘gerçek’. 

“Tamam, belli coğrafyanın insanı, belli inancın takipçileri seçilmiş olmasın. Ehl-i Beyt var yahu! Koca bir soy seçilmiş işte. Senin dediklerin buna ters düşüyor hep.”

Haklısınız, vardığımız sonuçlar ‘seçilmiş soy’, yani ‘babası üstün diye oğlu da üstündür’ inancına ters düşüyor. Hiç savunmayacağım; çünkü söylediğim bu zaten. Örneğin Ehl-i Beyt diye isimlendirilen ve övülen grup yanlış şekilde inanıldığı üzere yalnızca Peygamber’in soyundan gelenlere verilen ad olsaydı bu haksızlık olurdu. Allah adaletsizlik yapar mı? Kurtuluş için en önemli şart belli bir insandan hayata gelmek olabilir mi yahu, daha önemli kıstaslar olmalı değil mi sizce de? Mesela Yaradan’a gerçekten inanmak, öyle inanmak ve güvenmek ki O’nun uğruna sahip olduklarından vermek ve nihayet O’na ulaşmak? Şimdi böyle yapan, hayatını, elindeki avcundaki her şeyi feda eden bir adam çıktı diyelim, sırf peygamber olmayan, sıradan bir âdemoğlunun testislerinden kopup geldi diye Yaradan tarafından önemsenmeyecek mi? Gerçekten bu kadar mı güvensizsiniz Allah’ın adalet niteliğine? Oysa biz daha henüz mutlak varlığın her türden adaletsizlikten uzak olacağı sonucuna varmamış mıydık?

Hakikatten haber geliyor sevgili canlar: Müslüman dünyadaki genel kanı aksine Ehl-i Beyt, Ev Halkı, Peygamber’in soyu değildir, Yaradan’ın kendine seçtikleri, ev halkından kıldıklarıdır. Bu kişiler Peygamber’in soyundan olabilir veya olmayabilir, işin o kısmı önem arz etmez. Anadolu’nun ruhani mimarı, binlerce eren ve pirin başı koskoca Hacı Bektaş Veli Ehl-i Beyt değil mi yani, ey Alevi kardeşler? Gerçi onun soyunu da yine Peygamber’e bağlarlar. Soruyu tekrar sorayım: Koskoca Mevlana sizce Ehl-i Beyt değil midir ey insanlar? Akıl alıyor mu, vicdanın kabul ediyor mu? Hacı Bektaş Veli de Mevlana da başka ismini bildiğiniz veya bilmediğiniz veliler ve pirler de hepsi birden paşalar gibi Ehl-i Beyt’tir, yani Ev Halkı’dır. Üstelik, güzel haber, gerçekten çalışıp çabalayan ve fedakârlıklarda bulunan her kişi, tabii daha önemlisi, Yaradan kulunu layık görür, bunu nasip eder ve işlerini de kabul ederse, bu çağda da Ehl-i Beyt olabilir. Evet, belli bir çağdan olmaya da gerek yoktur, belli bir soydan olmak şart olmadığı gibi.

Önemli olan kendini dönüştürmek, her gün daha insan olmak, en azından insan olmaya çabalamaktır. Önemli olan fedakârlıklarda bulunmak, daha yaşamındayken geri dönüşte kulluğun kanıtı olarak sunulacak iş, eylem ve sunacak kanıtlar ortaya çıkarmaktır. Seçilmişliğe giden yolu bunlar oluşturur. Seçilmişliğe giden yolu insanın kendisi oluşturur.

“Arkadaşım biz kusurlu, günah işleyen, sıradan insanlarız. Nasıl yapacağız bu dediklerini Allah aşkına, hiç aklın alıyor mu?”

Seçilmiş olanlar hiç mi hata yapmadı, hiç mi kusur işlemediler? Mükemmelik Arayışı Üzerine bölümü bununla alakalıydı ya, her insanın hata yapacağını, hata yapmasının normal olduğunu, insanların hatalar yaparak doğruyu bulduğunu ve büyüdüğünü konuştuk orada. Seçilmişliğe giden yol hatasızlıktan geçer, diye kim söyledi bilmem ama ben tersini iddia ediyorum: Yaradan’a giden yol hatalar yapıp bunlardan doğru dersleri çıkarmaktan ve bir daha tekrar etmemekten geçer. 

Madem sınanıyoruz, hata yapmamız doğaldır. Hata yapmadan doğruyu nasıl öğrenebiliriz? Bir hata yapmıyorsanız hiçbir şey öğrenmiyorsunuzdur veya daha beteri hiçbir şey yapmıyorsunuz demektir. Bu yüzden bu dinin pratiklerinde toplumdan kaçıp uzak köşelere, sürekli inzivaya çekilmek yoktur. Sınanma olmazsa elbette hata olmaz, hata yapılmazsa da insan bir şeyler öğrenip kendini geliştiremez. İnsan hatayı, yanlışı öğrenmeden nasıl olgunlaşabilir? Zaten olgunlaşmak denilen şey budur, yeterince hata yapar, yanlışı öğrenir, bedelini öder, acısını çeker, bir daha elinden geldiğince yapmazsın.

Kızgın Tanrı imajıyla korkuttular insanları, sakındırdılar. Bu sayede insanların yanlış işlere daha az meyledeceklerini umuyorlardı. Ama öyle olmadı. İnsanlar korkuyla ilkelleşti. Veya zaten ilkellerdi de korku bunu ortaya sermelerine çanak tuttu. Gizliden yapar, açıktan linç eder oldular. İnançlar da korkuyla yozlaştı dinler de. ‘Korkakların dini’ diye tanımlamıştı bunu Ali. Benim düşüncem Ali’den biraz farklı; bence korkağın dini olmaz, korkusuna din adı verir, sonra tapınarak korkuyu giderme gayretine girer. Tıpkı zor zamanlar gelip çattığında putlara kurbanlar sunarak kurtulma gayretine giren eski çağ insanının ilkelliği ve menfaatçiliğinde. ‘Putperest bilinç’ diye tanımladık ya bu bilinci işte. 

Eksik yanlarımız bulunabilir; aslında öğrenme sürecinin işlemesi adına bulunması da şarttır. Eksiği, kusuru olmayan mükemmel arkadaşlar, öyle bir şey oluyorsa, gitsin Allahlık diploması alsın, kâinatı çekip çevirsin, yazıktır onca potansiyelle harcanmasınlar şu toprak dünyada. Mükemmel, eksiksiz, kusursuz olan yalnızca O çünkü.

Fakat elbette bu demek değil ki hatalarımız bulunabilir diye maymunlar gibi dışkı avuçlayıp birbirimize fırlatacağız veya haykıra haykıra, küfürler savura savura yolda yürüyeceğiz; evet, bu ikisi aşağı yukarı aynı işler. Hata yapabilir olmamız sınırlarımızın bulunmayacağı, yanlışlarımızı düzeltmeye, eksiklerimizi gidermeye çalışmayacağımız anlamına gelmiyor. Sınanmanın, sınavın anlamı da önemi de buradadır: Doğruyu öğrenmek ve uygulamakta. Cimriyse parasını, malını güzelce vermesi için fırsatlar çıkar insanın önüne, teptikçe yine ve yine. Korkuyla doluysa bir şekilde üstüne gelirler, içindeki cesareti ortaya çıkarsın diye. Zayıf yanı şehvetse cinsel organından tutar çeker, bu hayvanî duygudan kurtarmak için zorlarlar. Acıdan kaçıyorsa hayatında bir noktada acı çekmek zorunda kalacak demektir. Tabii bunlar ancak derse layıksa gerçekleşir.

Yine hatırlatacağım: İstisnalar her zaman olur bu arada, neticede Yaradan’ın dilediği olur. Belki bu işler iyi sebepler veya kötü sebepler yüzünden hiç gerçekleşmeyebilir de; insanı ve hayatını tüm yönleriyle incelemek gerekir her zaman ve incelendiğinde bile sebep gözlere gizli kalabilir. Demek ki bu kadar detaya girmeye gerek yok hayatta, önüne geleni yaşayıp geçeceksin. 

İyi sebep-kötü sebep demişken… Bazen bakıyorum, olayları iyi-kötü ekseninde değerlendirmek bana çok basit geliyor, o zaman şunu fark ediyorum: Belki de dünyayı iyi-kötü şeklinde değil bir öğrenme süreci olarak görmek daha doğru olabilir. Başa gelen en ağır, en acı olaylar bile belli sebeplerden başa geliyorsa, belki de bunlarla baş ederek gerekli dersleri öğrenmemiz gerektiğindendir. Hepimiz bu dünyaya ne zengin-ne fakir, ortalama bir maddi durumda bulunsak, hiç acı çekmesek, turistik gezi gibi dünyayı şöyle bir elli-altmış sene gezip fotoğraflarını çekerek geldiğimiz yere dönsek ne öğrenebilirdik? İnsan yaşadığı her tür duruma karşı bir davranış kalıbı geliştiriyor, bunların toplamı onda kişilik dediğimiz yapıyı oluşturuyor; kişilik dediğimiz ise o kişiyi tanımlıyor. Yani hepimiz, yapıp ettiklerimiziz, bizim hakkımızda başka her şey etiketten ibaret. 

“E, iyiymiş, madem hata yapmak doğal, hatta ruhen büyümeye, gelişmeye yardımcı oluyor, gideyim de şuradan iki araba teybi yürüteyim!”

Araba teybi mi kaldı Allah aşkına, doksanlarda komaya girip yeni mi çıktınız? Tamam, en ufak hata işlemeyen mükemmel insan hikâyeleriyle uyuşturdular bizi, hata yapmak doğal, yapabiliriz ve yapacağız da; ancak iş bu kadar basit değil. Yaptığımız her hatanın bedelini de ödeyeceğiz, çünkü sistem bu şekilde kurulmuş, hatanın karşılığı olan ceza da doğal yani. O bedelini çektiğimiz cezalar da ruhen büyümeye, gelişmeye yardım edecek. Peygamber “Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah işleyin.” derken işte bu gerçekten bahsediyordu, öte dünyaya ötelediler. Hele kimileri ‘Ben ancak Allah’a hesap veririm.’ ayağıyla işlediklerinin bedelini ödemekten kaçarız diye düşündü. Bilmediler ki işlediklerinin bedelini dünyadayken ödemezsen ötesi çok daha zordur. İman eksikliği kaynaklıydı belli ki sözleri; yargı gününün geleceğine o kadar da güvenmiyorlardı demek ki. 

Bakın, burası çok önemli, “Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah işleyin.” hadisinin üstünde durmak gerekir. Dindarlar dini yanlış anladıklarından yargılamayı, cezayı, ödülü yalnızca öldükten sonra gerçekleşen bir şey olarak algılar, bu yüzden de “Yaşlanınca tövbe eder, kurtulurum.”, “Nasıl olsa Allah affeder.” gibilerinden veya bilinçaltında yatan buna benzer inanışlarla kendi yuvarlanışlarını kendileri başlatırlar. Dindar olmayanlar ise bu gerçeği sallamaz, “Öte dünya mı varmış?” der, yaptıklarının bedellerini asla ödemeyeceklerini düşünür. Hesaplarımızın tutulduğu defterimiz var, daha önceki bir konuda lafı geçti zaten, demek ki ölünce de yargılama var, bedeli ödetilmeyecek hesap tutulmaz çünkü. Tamam, ölüm sonrasına eyvallah, fakat insanın yaptıklarının karşılığını bu dünyadayken alması durumu var bir de, hem de açık seçik şekilde, görmemek için gözü kapatmak gerekiyor. Günahların bedeli olan ateş bu dünyada insanın içinde yanar, onun huzurunu, mutluluğunu tüketir, yok eder. Cehennem ateşinin İncil’de ‘tüketen ateş’ diye geçmesi boşuna değildir anlayacağınız; çünkü Kuran deyimiyle “odunu insanlar ve cinler olan ateş” ruhları tüketmektedir.

Dikkat etmişsinizdir, birtakım dindar insanların yüzü aydınlıktır, adeta parlar, buna karşılık ‘dinci’ diye nitelendirdiğimiz köktenci kesimden insanların bir kısmının yüzünde zerre nur bulunmaz. Elbette bunu yalnızca dindarlar adına ele almamak gerek, din üzerinden konuştuğumuz için bu gerçeği hatırlattım, yoksa her görüşten, inançlı veya inançsız insanlar adına bu gerçek geçerlidir. Üstelik bunun bedensel çirkinlikle alakalı olmadığını bilirsiniz. Birtakım insanlar içe sinen görünüşlere sahip olmasalar bile onlarda diğerlerini çeken bir enerji olur; neşelidir, pozitiftir, hayat doludur. Buna karşın simetrik çehrelere sahip, yakışıklı veya güzel diye tabir edilecek birtakım insanlardaysa farklı türden bir enerji hissedebiliriz, asık suratları ile insanları iterler. ‘Yüzünde nur yok’ deyimi onları yansıtır işte.    

Neden biliyor musunuz: Çünkü içte hani her dinsel öğretide sakınmamız yönünde uyarıldığımız nefret, sinsilik, merhametsizlik, yalancılık, vicdansızlık gibi negatif yönlü duygulardan biri veya birkaçı varsa, içten dışarı yansır, kişinin sıfatını çarpıtır. Hatta keder, endişe, gerginlik gibi durumlar için de bu böyledir. Bunun nedeni birtakım insanların gerçek anlamda, ruhtan Yaradan’a bağlı iken diğer birtakım insanın her şeyi ego-nefs-benlik yapısına menfaat sağlamak üzere kullanmasıdır. Ego-nefs-benlik karanlıktan bir parçadır; bu nedenle de karanlık getirir, en güzel şeyleri bile çarpıtır, bozar.

İşte ötelere ötelenen yargılama aslında her işlenen günahla yapılmaktadır ve her seferinde sonuç alınır, karşılık görülür. Bu nedenle insan kendi adına iyi bir eylemde bulundukça ve başka canlılara iyilikler yaptıkça huzur, mutluluk ve rahatlama gibi ruha ait pozitif duygulardan nasiplenir, orada yaptığının karşılığını peşin elden almaktadır. Ego-nefs-benlik açısından da durum aynı, kötü eylem, duygu ve düşünceleri artırdıkça, yasaklanmış işleri işledikçe, karanlığa yaklaştıkça gönül git gide kararır. Bu türden işler yapanlar da yaptıklarının karşılığını peşin elden almaktadır. Böyle böyle gönülde biriken iyi veya kötü ne varsa dışarıya sızar, dış kalıba ait olduğu türden duyguya göre müdahele eder, değiştirir.

Bakın, tavsiye etmem ama bu deneyi kendiniz evde de yapabilirsiniz: Neye veya kime olduğunun hiçbir önemi yok, bir şeyden yeterince uzun süre nefret edin, şöyle yıllarınızı alsın. Yapabiliyorsanız birkaç yıl sonra o korkunç duygudan kurtulun ve aynada kendinize bakın. Dış görüntünüzü ne derece çarpıttığına kendinizin bile şaşaıracağına garanti veririm. Fable diye bir RPG oyunu vardı zamanında, bu dönüşüm epey abartılarak da olsa onda güzel yansıtılmıştı. Saçma sapan deneylere girişmek yerine onu oynamak da mümkün tabii.

Gönül testimizi günbegün, şu veya bu sebepten, ışıkla veya karanlıkla doldururuz. Gerçi bu değişimi kendimiz bile kolay kolay anlayamayız, çünkü yavaş yavaş ilerleyen bir iştir, oyundaki gibi bir anda yüz hatları bir anda güzelleşmez veya çarpılmaz çünkü. Fakat yüz hatlarının korunduğu sürede bile dışarıya açık insanlar bizim içimizde süregiden değişimi hisseder, yaklaşmaya veya kaçınmaya başlar. Ruhen daha hassas olanlar ilk gelenler veya ilk gidenlerdir. Bir süre sonra kişi kendi gibilerle insanlarla baş başa kalır. İyi veya kötü, bu onun kendi tercihidir.

 Eğer insan testisini karanlıkla doldurursa, bir zaman sonra düşüyor olduğunu fark edemez, çünkü bir noktadan sonra işin normali buymuş, hep böyleymiş gibi gelmeye başlar ona. İşte bu, baş aşağı yuvarlanmadır. Her yeni dip noktası daha da alçalış, battıkça batıştır, aynı bataklık gibi. Bir yerden sonra geri dönüş çok zorlaşır. Zaten artık insanlar o noktada kişiden ‘at hırsızı’ falan gibi aşağılayıcı betimlemelerle bahsediyor olurlar.

Hani insanların baskın kısmı çocukluk zamanlarının güzelliklerinden dem vurur, içinde bulundukları günün bozukluğundan yakınır. Çok az insan hariç herkes yapar bunu; Sümer tabletleri bulundu, onda bile adam geçmişten şikâyet ediyordu, düşünün. Fakat bu insanların temelde anlamadıkları şu: Eskiden dünya çok güzeldi çünkü insan çocukken masumdur. Masumiyeti, saflığı, temizliği yitirdikçe huzur, mutluluk da beraberinde yiter, dünyanın tadı acılaşır, kötüleşir. Dünya aynı dünya ama meleğin bu dünyayı algılayışı ile şeytanın bu dünyayı algılayışı taban tabana zıttır. Dolayısıyla dünyamız tek bir mekân olduğu hâlde ne kadar kişi varsa aslında o kadar dünya algısı, yani o kadar çeşitli dünyalar vardır.

Tam şunları yazarken bir çıkarıma vardım, yeni paragraf açma ihtiyacı hissettim: Aslında her insan “dünyanın tadı” derken kendi ruhunun tadından haber veriyor olabilir, yani herkes bu hayatta kendi ruhunun tadını tadıyor olabilir. Vay anasını, insana dair bir gerçek yazarken insana dair bir gerçek öğrenmiş olabilirim.

“Kardeşim insanları dışlarına göre yargılamıyorsun da içlerine göre yargılayıp ayrımcılık yapıyorsun!”

Haşa insanları ayırmış değiliz bu gerçekleri söylemekle. 'Yüzünde nur yok' deyimi ayrımcılık içermez. İnsanların içteki hastalıklarından dolayı kullanıldığı doğrudur ancak burada bir ayrımcılık varsa da yapan ben değilim; çünkü o his insana o kişilerden uzak durulması gerektiğine dair ruhsal yönden sinyaldir. Evet, içi karanlık kimselerden uzak durmak yerinde olacaktır, bu da aşağılama değil, nasıl ki artı ile eksi kutup yan yana geldiklerinde birbirlerini çeker, karşıdakini bir miktar kendine benzetir, konu ruh ve ego olduğunda da aynı durum geçerlidir. Ego-nefs-benliği baskın bir insan, etrafına karanlık yayacağından ruhta güzel insana da o karanlıktan bulaştıracak, kendine benzetmeye başlayacaktır. Ha, belki kendi de ruhu güzel olanın ışığından biraz etkilenip daha doğru davranışlar sergilemeye başlayabilir elbette. Bu, çift yönlü bir alışveriştir.

Peki Yaradan bu insanlara vicdan mı vermemiş, neden böyleler? İşte bu da konumuzla yakından alakalı bir durum. Çünkü dindar olsun veya olmasın, inandığı yolun fanatiği kesilmiş, başka görüş işitmeye kapalı, cehaletin kalesi durumundaki her insanda var olan kendini beğenmişlik, üstten bakma, gurur hâli kalplerini katılaştırır, vicdanlarının üstünü örter. Böylece içlerinde günahlarının karşılığı olarak ateş baş gösterir, sevgilerini, merhametlerini, huzurlarını, mutluluklarını yok eder. Her türden fanatikte durum aynıdır, iş futbol gibi aslında eğlence sektörüne dâhil basit bir hobiye gelse bile. Çünkü fanatik olmak için yaptığının, inandığının veya taraftarı olduğunun mutlak doğru, geriye kalanların mutlak yanlış olduğuna dair kesin bir inanç ve bu inancı korumak için katışıksız bir öfke gereklidir.

Üzerine konuştuğumuz ‘seçilmişlik’ inancı da aynı şekilde işler. Seçilmişlik inancına sahip olanların bilinçaltında “Bizim yolumuz doğru yol, nasıl olsa din için çalışıyorum, istediğimi yaparım, Tanrı affeder.” diye bir inanış yatar. Ne var ki böyle kimseler daha başta o Tanrı’nın ne olduğunu bilmemektedir, üstelik uğruna çalıştığı şeyin Tanrı değil kendi benliği olduğunun da farkında değildirler. Onları bu inanca yönelten inançları değildir, benliklerindeki gurur-kibirdir.

Peki gurur, kibir kimin alametifarikasıdır: Her ikisi de İblis diye tanınan Azazil, Lucifer Sabahyıldızı diye tanınan düşmüş melekte cisimleşmiştir. Dolayısıyla aslında yeryüzünde neredeyse her dinsel, ideolojik topluluğun sahip olduğu ‘seçilmişlik’, yani ‘biz tamamen doğruyuz ötekiler tamamen yanlış’ inancı temelini gökten, Tanrı tarafından almaz; yer altından, İblis’ten alır.

İşte biz şeytanın kitleleleri böyle Allah, Tanrı inancı ile aldatmasına ‘şeytanın sağdan yaklaşması’ deriz. Nasıl oluyor peki bu sağdan yaklaşma; şeytan bir insana yaptırmak istediği kötü, evrensel yasalara aykırı iş için onu kutsal bir iş yapacağına, buna ikna edemezse o işin dinde yeri olduğuna, bunda da dikiş tutturamazsa o işi yapsa bile Allah’ın onu affedeceğine iknaya çabalayarak kötülük yaptırıyor. Yani şeytan insanı dindarlığa itiyor, ama tamamen kötücül sebeplerle ve/veya kötücül sebepler için. Buna ‘şeytanın sağdan yaklaşması’ diyoruz.  

“Hadi oradan, şeytan dindarlık vaaz eder mi hiç?”

İnsanı Yaradan’dan uzak koyacaksa, insanlar arasına öfke, garez, nefret, kin, kavga, kargaşa, fitne, fesat tohumları ekecekse neden etmesin ki? Onun işi de bu: İnsanı kendine ve insanları birbirlerine düşman etmek. Ve üstelik şeytan insanı bilgi edinmekten, bilgi sahibi olmaktan, bilginlikten değil, bilgelikten uzak tutmayı amaçlar; bilgi onun yoluna taş değildir, bilgelik onun yoluna taştır. Anlayacağınız şeytan bile onu ilgilendiren sebepler dolayısıyla şekille alakadar olmaz, o bile özle ilgilenmek zorundadır. Çünkü amacı belli; insanı pozitif yönlü diye tarif edebileceğimiz sevgi, merhamet, neşe, mutluluk, cömertlik gibi duygulardan uzaklaştırarak negatif yönlü öfke, nefret, cimrilik, haset, kin, ne varsa onu doldurmak, Yaratıcı’nın güzel özelliklerini insandan silmek ve insanı Yaratıcı’sından olabildiğine uzak koymaktır şeytanın amacı. İşte bu yüzden Mesnevi’de “Nefsin bir elinde tespih, diğer elinde Kuran vardır. İnsanı havuzun başına getirir, sonra arkadan iter.” denir. İnsanı oyalayıp Yaratıcı’sından ayrı tutan ego-nefs-benlik yeri geldiğinde çok güzel dindarlık vaaz eder anlayacağınız.

Biz lisedeyken okul etrafında dolaşan ipsiz sapsız birisi vardı, bizden en fazla beş-altı yaş büyüktür. Biraz tekinsiz bir çocuktu, lisedeki çocuklardan birkaçını korkutarak ara ara para çarpıyordu. Bir kere benle bir arkadaşım dolanırken bize de denk gelmişti, adını sorduk, “Şeytan.” dediydi. Birgün zannederim birkaç kişiyiz, bu çocuk geldi, “Para verin.” dedi. Bizi gasp ediyor gibiydi, üstünde ne olduğunu bilmediğimizden ses etmedik. Bir arkadaşım dedi ki, “Valla şu işimiz var, paramız yok.” Çocuk da o dönem için uygun bir miktar söyledi, 20 tl diyelim, “O da mı yok?” diye sordu. Arkadaş da dedi ki, “O var da yarısına ihtiyacım var şimdi.” Gaspçı arkadaş cebinden 10 tl çıkardı, “Tamam ver.” dedi, arkadaşımdan 20 tl alıp 10 tl’yi verdi; böylece bizi 10 tl gasp etmiş oldu. Sonradan birini yaralayıp hapse girdiğini duymuştuk. İşte üzerine düşündüğümüzde bu olay şeytanın sağdan yaklaşmasına örnek olamaz, ama şeytanın kibarca yaklaşmasına belki örnek sayılabilir. Şeytanın bile kibarlık peşinde koştuğu bir dünyada lütfen bizler de odun olmayalım, insan olalım azıcık.  

“Kardeşim ne anlatıyorsun sen bize ya? Konumuz din nedir, daha ortada tatmin edici bir cevap yok! Boş muhabbeti bırak da konuya geç.”

Doğru diyorsunuz, kaç sayfa oldu, daha özetleyemedik. Sonuca gelelim artık. Dinin aslı nedir, dedik: Eve dönüş. Dolayısıyla bunu sağlayacak olan ne varsa onu da dine ait sayabiliriz, doğru mu?

Bir çocuğu izleyin. Sevdiği biri karşısına çıkınca onu mutlu etmek için nasıl da çabalar, güzel güzel işler yapar. Çiçek toplar, hediye vermek ister, bir şeyler tutar getirir. Karşılıksız, sadece sevdiğini mutlu etmek için. İnsanın içinde var bu, öyle var edilmiş, özellikle bebeklikte ayna nöronlar müthiş işlev görür; karşıdaki gülerse bebek de güler, mutluluğu ona da yansır. Bence bunun sebebi bebeklerin ruh âleminden tam anlamıyla kopmuş olmadıklarından ötürüdür, ayna nöronlarsa bu dünyadaki sebep perdesi. Ta ki benliğin baskın hâle geleceği ergenliğe girene dek sürer bu. Ergenlikte insanın ayna nöronları mı komple yok mu olur yoksa insan üreme içgüdüsüyle birlikte yükselen benliğin karanlığı ile mi tanışır, orasını bilemem. Belki de tensel zevklere düşkünlük ayna nöronların yavaş yavaş yok oluşuna yol açıyordur, onu da bilemem.

Ben şunu merak ediyorum: Neden dinsel anlayış hep durağan kurallar, çeşitli ritüeller ve görüntü olarak algılanır da çocuğun yaşamı algıladığı gibi algılanmaz. Dinsel anlayış neden kendisine karşı sorumlu olduğumuz Yaradan’ı memnun ve mutlu etmek üstüne kurulu olarak düşünülmez? Kulluğu da konuştuk, oradan şu gerçeğe varmak zor olmamalı: Kul olan nasıl olur da iyi bir iş yapmak için bin söze ve vaade ihtiyaç duyar, kul sözsüz ve vaatsiz harekete geçendir. Çocuk gibi. Çocuk orada kuldur işte, sevginin ve neşenin kulu. Belki de İsa Mesih bu sebeple “Size doğrusunu söyleyeyim, küçük çocuklar gibi olmadıkça Göklerin Krallığı’na giremezsiniz.” diye öğüt vermişti havarilerine.

Nereye vardık: Mademki insan çocuklar gibi olunca eve dönüyor, öyleyse dinin aslı çocuk gibi olmak, çocukluktaki gibi olmakmış meğerse. Yani insanın fabrika ayarlarına geri dönmesiymiş.

Demek din dediğin mutluluktur, sevgidir, güvendir; geri kalanı bunları elde etmek için çabalamadır. Sevelim, sevilelim, selam olsun sana Yunus Emre, benliğin karanlığını pozitif duygularla dolarak aşalım, bizi eve döndürecek olan bunlar çünkü.  

Yorumlar