20) Yanlış Anlaşılan İslam Üzerine

Öyle bir bölüm açıyorum ki üzerine bir kitap çıkarılabilir ve çıkarılması da gerekir aslında; ancak ben temel birkaç sorundan bahsederek özet geçeceğim. Ancak göreceğiz ki bu birkaç temel sorun bile koca dinin tümden yanlış anlaşılmasına sebebiyet veriyor, böyle olunca ortaya hakikatle alakası bulunmayan türden bir dinsel anlayış çıkıyor. Müslümanların İslam’ı anlayamaması ve hakikat dinini Arap’ın geleneksel yaşantısıyla karıştırması hepsinin benzer zihinlere sahip olmasına, tekdüzeleşmesine ve hakikatten uzaklaşmasına yol açıyor. Eh, o zaman da ruhtan da hayattan da kopuluyor, hikâyelerle örülü din anlayışı kimsenin bilincini yükseltmiyor, bilinç yükselmeyince ruhlar yukarı yükselmiyor, arzda debelenip duruyorlar.  

İslam içinde iki tane din var; biri farklı söylüyor, öteki farklı. Bunlardan birisi Muhammed’in getirdiği, Kuran’da söylediği üzere tüm zamanlara hitap eden, ruhu esas alan din. Diğeri ise geçmişe takılmış, hikâyeler üzerinden ilerleyen, hakikatten de günümüzden de bizden de kopuk bir din. Birinci anlayış anlayabileceğiniz üzere hakikatin dini, ikinci anlayış ise Arap kültürü emperyalizminin ideolojisi.

Müslüman dünyanın yanlış anladıklarının en başında İslam’ı geçmişte yaşanmış ve bitmiş, yani geçmişe ait bir din olarak görmek geliyor. Doğru duydunuz, İslam’ın geçmişte kaldığına Müslüman olmayanlardan önce Müslümanların kendisi inanıyor; hem de bunu dinin kendisi zannederek. 1400 yıl öncede donmuş kalmış gibiler, hakikat güneşine yaklaşmayınca da çözülmiyorlar.

Şunu düşünün önce: Dindarlık neden hâlâ putperestlikle kavga hâlinde? Putperestlik varsa birkaç ülkede var artık, Hindistan gibi, başka yerde de kalmadı. İslam’ı etkilemekten çok uzak, ancak Müslüman geçmişin taş oyup tapınanıyla kavga hâlinde hâlâ. Hutbeler bunlar üstüne, din dersleri bunlar üstüne… Putperestliğin dinsel alanda tehlikesi biteli bin yıldan fazla olmuş; fakat dertleri hâlâ çoğunlukla bunlarla ilişkili.

Örneğin o dönemin elebaşlarından, üçlü çeteden Ebu Leheb bunlardan en ünlüsü, bir Müslüman isterse sabah akşam geçmişte yaşamış, ölüp gitmiş bir adama her namazında beddua edebilir. Neden; çünkü hakkında sure var, daha doğrusu olduğu inancı var. Tebbet Suresi’ni inceleyelim, görelim:

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun, kurudu da. Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı. O, alevli bir ateşe girecek. Karısı da; odun taşıyarak. Boynunda bükülmüş bir ip olduğu hâlde.”

Bize bu konu hakkında anlatılanlar şöyle: O dönem Ebu Leheb, yani ‘Ateşin Babası’ ismini taktıkları bir adam var. Bu adamın lakabını alma sebebini kızınca yanaklarının kızarmasına bağlıyorlar. İşbu ayetler de yine söylendiğine göre bu adam o dönemde Muhammed’in peygamberliğine ısrarla karşı geldiğinden iniyor. Koca Allah’ın kendi kuluyla, üstelik ona lakabıyla hitap ederek polemiğe girdiğine inanılıyor.

Dahası işin içine karısı da katılmış; çünkü diken toplayıp Peygamber’in geçtiği yola seriyormuş. Fakat bu pek mantıklı bir gerekçe değil, çünkü Peygamber’in ayağında sandalet var, basar geçer. Öyle olmasa, gerçekten sağını solunu yırtacak türden dikenli çalılıklar toplasa, yerlere serse bile ki nasıl yapacak onu, ama yapsa bile Peygamber’e en büyük nefreti besleyen, acımasızca amcasını öldürtüp ciğerini söktüren ve dişleyen Hind’e nazaran yaptığı yine de ufak bir kötülük kalır. Oysa Hind’e 'Hind'in dişleri dökülsün.' diye ayet inmemiş, değil mi; neden inmemiş sizce? Anlayacağınız bu kadına atfedilenin ayet için gerçek neden olamayacağını başka insanlar da sezmiş ki zihinlerinin arka planında bu kadın hakkında ayet inmesi için daha başka, daha derin bir sebebin olması gerektiği düşüncesiyle onun fitne, fesat taşıyan bir kadın olduğu notunu iliştirmişler.

Şimdi araya bir gireceğim, lütfen burayı okuyan hanım kardeşler alınmasın ama benim şu kısa hayatım boyunca gördüğüm kadarıyla kadınlar arasında dedikodu yapmayanı, fitne fesat taşımayanı pek yok gibi sanki, ya da bana denk gelmemiştir, bilmiyorum. Belki de Afrika ve Amazon’un balta girmemiş ormanları dedikodu yapmayan kadın doludur, onu da bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki bize söylenene göre ayete muhatap olan bir tek Ebu Leheb’in kötülükte muhtemelen biraz standartın üstünde kalan karısı olmuş.

Klasik din öğretisinin bize anlattığı böyle. Peki, işin hakikati böyle mi gerçekten? Bu ayetler geçmişte kalmış kişileri ve olayları anlatmıyor da onun yerine hakikatten, günümüze ve bize uygun bir durumu anlatıyor, fakat ruhtan haberi olmayan, hakikatten uzak insanlar yanlış anlıyor olabilir mi?

Bakın sevgili arkadaşlarım, şeriat ehli tarafından Kuran'da anlaşılmamış, dolayısıyla yanlış aksettirilmiş çok şey vardır. İşte Ebu Leheb ayetleri de bunlardan biridir. Muhtemelen tarihte Ebu Leheb diye isim taktıkları biri yaşamıştır, ancak bu durum ayet inmeden önce değil de sonra olmuş olmalıdır. Yani önce Peygamber ruhta eğitimiyle ilgili olarak vahiy almış, bu ayetlerin inişinden sonra, kabiledeki azgın bir müşrike de çarpık işlerinin çokluğundan dolayı bu adı takmış olmalılar. Başka türlü olacağına pek ihtimal vermiyorum.

Nasıl bu kadar eminim? Çünkü durumun bize klasik dinsel öğretide empoze edildiği gibi olamayacağına dair kanıtlarım var: Birincisi Allah'ın konuşma tarzı kişiye hitapla değildir, kuluyla polemiğe girmeyi bırakalım ona doğrudan hitap etmez bile. Şöyle ki kendi peygamberini azarlarken “Kör geldi diye yüzünü dönderdi.” der örneğin, “Kör geldi diye yüzünü dönderdiN.” demez, yanlışı doğrudan yüze vurmaz. Bu O’na has usluptur. Allah, Peygamber'in öğretmeni olduğundan bunu Peygamber'de de görebilirsiniz örneğin. Peygamber birine kızdığında “Şu adam yanlış yapıyor.” diye hedef göstermez, “Bazı insanlar şu hatayı yapıyor.” der. Yani Ebu Leheb yaşayan bir adam olsa, ‘Ebu Leheb’in elleri kurusun’ yerine, ‘Şu davranışlarda bulunanların elleri kurusun’ der, bir kabile adamını hedef göstermez, incitmezdi. Ebu Leheb de bu sözü isterse üzerine alınır, kendini düzeltir, isterse alınmaz, helak olur giderdi.

Olacak değil ya, hadi varsayalım Ebu Leheb çok kızdırdı, hitap olarak lakap kullanmaz herhalde, bugün bile pek şık bir hareket gibi durmuyor. Hadi onu da oldu varsayalım, zerrece, bak zerrece diyorum, imkânı yok ama öyle öfkelendi ki tüm nezaket kurallarını hiçe sayıp kuluna saydırdı. İyi ama Allah bu, her sözü emir, “OL” demesiyle sonsuz kâinat yokluktan varlığa geldi. Ve her sözü emir olan Allah “Ebu Leheb'in elleri kurusun.” diye beddua etti öyle mi? “OL” dedi ama dediği anda olmadı yani? Çok ilginçsiniz gerçekten.

Sevgili kardeşlerim Allah beddua etmeye neden ihtiyaç duyacak ki; beddua dediğimiz ‘bu kişi şöyle şöyle kötülükler işledi, karşılığında bir ceza görsün.’ manasında yücelerde bulunan bir makama şikâyet değil midir? Her şeyi olduran makam Allah zaten, O’ndan daha yüce kim olacak da ona şikâyet edecek? Allah “OL” der ve olur. Bu kadar.

Yani her sözü anında yerine gelen Allah eğer gerçekten birine “Elleri kurusun.” hitabı yöneltmiş olsaydı o söz kime yönelmişse daha edildiği anda o kişinin ellerinin kuruması gerekirdi. Fakat yine bize anlatılanlara göre Ebu Leheb lakabını taktıkları adam yıllar boyu hiçbir sağlık sorunu yaşamıyor, sapasağlam ellerle hayatına devam ediyor, Peygamber’in karşısına çıkıp kılıç çekiyor hatta. Nasıl oluyor bu iş; varlık bir zamandan sonra Allah'ın sözüne itaati terk mi etmiş ki her sözü emir olanın buyurduğu anda bir iş oluvermemiş?

Burada araya giriyorum, bir ek not bırakacağım: Ben bu yazıyı yazdığımda Ebu Leheb'i Bedir kadrosunda var diye biliyordum ancak, Bedir Savaşı'nın olduğu gün Ebu Leheb'in hasta olduğunu söyleyerek savaşa gitmediğini bilmiyordum. Bunu sonradan öğrendim. Fakat Ebu Leheb'in hastalığı yine tahmin edebileceğiniz üzere elleriyle ilişkili değil. Gerçi hastalığının ne olduğunu bilmiyorum ancak tahminim cumhurbaşkanı olduğu vakitler Abdullah Gül'ü her milli bayram ve 10 kasımda hastaneye yatıran gizemli hastalıktan mustarip olabileceği yönünde. Çünkü bu hastalık ancak belirli gün ve haftalarda belirir, çok tehlikelidir ve hemen tedavi edilmesi gerekir, tedavisi de bir tam gün alır; ne eksik ne fazla. Öğrencilerde de sıklıkla sınav vakitlerinde ortaya çıktığı görülür. 

Din adamları anlamadıkları kelamlardan anlamlar çıkararak kendilerince inançlarını daha da yüceltmek amaçlı bu hikayeleri anlattılar ve anlatıyorlar fakat anlattıklarının nereye vardığını idrak edemiyorlar. Biz zahiri geçelim, kendi kuluyla kavga eden Tanrı figürünü bir köşeye koyalım, ‘Alevlerin babası’ kim olabilir, biraz tefekkür edelim.

Öncelikle Allah’ın bir öğretmen olduğunu, Muhammed’in hem elçisi hem öğrencisi olduğunu tekrar hatırlayalım. Üstelik Muhammed’in elçilik vazifesi gereği Allah herkese mesaj gönderiyorsa o hâlde yalnız Muhammed’de veya Muhammed’in döneminde değil her insanda ve her dönemde var olan bir fenotipten bahsediyor olsa gerek. Diğer türlüsünde Kuran sadece Muhammed’in kendi kitabı olurdu; üstelik Ebu Leheb ayetleri de Allah’ın bir şeyler öğretmek için değil, O’nu gıcık eden bir kabile adamına tepkisel davranışı olurdu. Fakat Allah neden tepkisel olacak? Tepkisel olan ego-nefs-benlik dediğimiz yapıdır. Şöyle benzeştireyim: Roma İmparatoru'nun yaptırdığı gibi denize saldırın bakalım deniz tepki gösteriyor mu, dalgalarla sizi yere sermeye çalışıyor mu? Deniz denizliğine devam eder, denize saldıran da aptallığını açığa vurmuş olarak kalır ancak. Ne demek istediğimi anladınız umarım.

Güzel kardeşlerim, hakikatten bahsedelim artık: Ebu Leheb yani ‘Alevlerin Babası’ ego-nefs-benlik dediğimiz yapıdır; çünkü bu yapı kazandıklarını ancak ateşe çevirir. Bu nedenle Kalender Şah Pirlere Niyaz Ederiz deyişinde “Dileyene muradın ver / Irak eyle narı bana.” der. Murat istek, nar ateş demektir. Yani Kalender Şah bu deyişte demektedir ki: ‘Kim ne istiyorsa ver ama beni istemenin ateşinden uzak tut.’   

Arzular, istekler, hevesler öyle görünmeseler bile ateştir, daha doğrusu ateşe çeken ellerdir. Şundan emin olun, her isteğiniz yerine gelse, her şeyiniz bol bol bulunsa, hiçbir eksiğiniz gediğiniz olmasa, bu sefer de örneğin markette pirzolayı yağlı tarafından seçip vermelerini kafaya takar, dert edinir ve yine kendinizi öfke, kaygı, mutsuzluk, huzursuzluk ateşlerine atardınız. Çünkü böyledir nefs; asla tatmin olucu değildir, öyle kodlanmamıştır.  

Ben küçükkken MTV’de bir program vardı, yanlış anımsamıyorsam adı My Sweet Sixteen falan olacak. On altı yaşına girecek zengin ergenlerin doğumgünü hazırlıklarını ve kutlamalarını gösteriyordu. Richie Rich diye çizgi film vardı hatırlarsınız, onun gibi klasik kapitalist özendirme tekniği işte; ama bu programda ortaya çıkan görüntüler öyle utanç vericiydi ki eğer içinizde biraz insanlık varsa kapitalizmden nefret etmenize yol açması gerekirdi. Denk geldiğim zamanlar, izleyecek başka bir şey de yoksa izliyordum, o zamanlar internet bugün gibi yaygın değildi. Bu programda bir tanesi hâlâ hatırımdadır, istediği spor arabadan değişik bir model geldi diye anahtarı fırlatmış, bağırıp çağırmış, ortalığı birbirine katmıştı. Araba yine çok lüks ve aşırı pahalıydı ama onun istediği model değildi işte.

“Ne dertler var yahu?! Keşke en büyük derdim o olsaydı!”

Ama yine bir derdiniz olurdu değil mi? Dertler, insanın ne kadar taktığına ve takmadığına bağlı olarak büyür veya küçülür. Emin olun o çocuk gerçekten acı çekiyordu, yalan değildi acısı. Çünkü ego böyledir işte, her istediğini verirsin, o ateşe çevirir, sen ona verdikçe o daha da büyür, daha da alevlenir, daha da kudurur. Bu yüzden ego-nefs-benlik alevin, ateşin babasıdır, ona verdikçe bunu kızgınlığa, nefrete, hasete, şehvete çevirmek için yakıt olarak kullanır. Karısının boynunda bir bağ, tutar tutar ateşe çeker.

Ebu Leheb’in karısı kim öyleyse, cehenneme ‘boynunda hurma dalından lifle’ girecek olan? Nefsini eğitmemiş, emri altına sokmamış, ham kişinin ta kendisi. Ebu Leheb yani azgın ego-nefs-benlik ne elde ederse etsin mutsuz olmaya ve ona uyan, onun eşi olan ruhu ateşe çekmeye programlıdır. Ona malı da kazandıkları da fayda vermez, dahası vermek bir yana ateşini daha beter körükler, yangına çevirir. 

Neden öyle der peki? “Allah sizi çiftler hâlinde yarattı.” (Nebe / 8) denildiğini hatırlayalım. İnsanlar bunu ‘Allah insanlığı kadın-erkek biçiminde yarattığını söylüyor’ şeklinde algılıyor. Oysa burada bahsedilen başka konu: Hakikatte her insan bir çifttir, erkek ve dişi olarak. Her erkeğin içinde bir kadın, her kadının içinde erkek görüntüsü gizlidir. Erkek ruh kısmını temsil eder, kadın dünya, nefs kısmını. Dolayısıyla nefs lanetlenecek bir yapı değildir, eğitilip itaat altına alınması gereken bir yapıdır. Bu nedenle peygamberler sık sık kadının itaat etmesi konusuna vurgu yapmışlardır. Bu iş ruhta, dünyada olduğundan çok daha önemlidir; çünkü insan ölünce ancak kendiyle, kendi 'eşiyle' baş başa kalacak.  

Şimdi anlıyorsunuz değil mi, aslında o ayetlerde ne söylendiğini? Özetle surede şu deniyor: Ego-nefs-benlik tarafından mağlup edilmiş ruh, eşi olan nefsiyle birlikte ateştedir. ‘Odun hamalı’ diye çevrilen kısım, kişinin kendi ateşine taşıdığı günahlardır, insan ne kadar günaha batarsa o kadar ayrı düşer Allah’tan, o kadar ateşi şiddetli olur. Uyuşturucu bağımlısının isteğine ulaşamadığında nasıl kıvrandığını düşünün; o anda ruhu ateşler içinde yanmaktadır. İşte fark edilsin edilmesin, her türden arzu ve bağımlılık insanda bu etkiyi yaratır; şiddeti ise ateşe ne kadar odun taşındığına göre değişir. 

Görüyorsunuz ki Tebbet Suresi aslında bize bizi anlatıyor. Geçmişte yaşanmış bir olayla değil herkesin bugünü ile alakalı, dün de öyleydi, yarın da öyle olacak.

“Bu tek olay neden bu kadar önemli? Tebbet Suresi veya Ebu Leheb yanlış anlaşılıyor olsun. Senin dediğin doğru olsa ne değişecek?”

İslam’ın sorunlarının temelinde yatan bir tanesine dikkat çekiyorum ben bunu açığa çıkarak. Hangi sorun; “OL” emriyle kâinatı hiçlikten var eden yüce kudretin küçücük kabile adamlarıyla tartışmaya gireceğine inanılması sorunu. Klasik dinsel algılayışta Kuran hiç de söylendiği üzere evrensel biçimde algılanmıyor, çok sınırlı bir zamana, bölgeye, kitleye ve hatta anlayışa hitap ettiği düşünülüyor. Ve bunu ortalama Müslüman da biliyor. Dile getirmiyor ama bilinçaltında farkında. Bu yüzden kıyafetini, dilini, yaşayışını o dönemin Araplarına benzetmeye çalışıyor ve bunun dindarlık olduğuna inanıyor. Kitabın tüm çağlara hitap eden ruhsal yönünden haber alamayınca İslam’ı yaşayabilmek için o çağa bürünmeye çalışıyor anlayacağınız; biraz da haklı olarak, çünkü başka çıkış yolu bulamıyor.

Esas meselenin ‘öz’ olduğu anlaşılmak zorunda. İşin özünü almanın esas olduğu anlaşıldığında bugünü bırakıp geçmişe takılı kalan, geçmişi yaşayan ve bugünü de geçmiş üzerinden algılayan ve değerlendiren anlayış değişmek zorunda kalacak. Böylece de İslam’ın temelindeki sorunlardan büyük bir tanesi de çözülmüş olacak; belki en önemlisi, belki de değil, orasını bilemem ancak kesinlikle önemli sorunların başında geliyor.

“İşin özü dediğin de nedir?”

Mesela din kültürü derslerindeki “İslam’ın şartı kaç? İslam’ın şartı beş.” gibi akla ziyan ezberlerden önce insanlığa yakın olmayı, yaklaşmayı öğrenmek. Bir bilinç kazanmak ve kazandırmak. Ruhtan haberdar olmak ve işlerini ruha uygun yapmak. Böylece de eve dönmek. Öz budur, kurallarsa kabuk.

Diyelim İslam’ın şartı bize ezberlettikleri üzere beş, öyleyse Cezayir’i eline geçirmek için Müslüman olduğunu yaydıran Napolyon da halk önünde dille kelime-i şehadet getirse, namaz kılsa, arada biraz açlık çekse, milletten toplayacağı paradan birazını zekât diye göstere göstere verse, hatta oralara kadar gitmişken bir de hacca uğrasa, Müslüman sayılır mıydı? Zor değil ki bunlar. Arabistanlı Lawrance yaptı işte. Madem beş şart Müslüman olmaya yetiyor, o zaman Arabistanlı Lawrance’ı Müslüman’ın hası saymak gerekmez mi?

Gerçi böyle deyince de sözlerim tekfirciliğe yorulur mu diye korktum. Uzun uzun sakallarıyla, canları istedikçe birbirlerini din-dışı ilan edip birbirlerinin kanlarını döküp kafa kesmekten zevk alan hoşgörü timsali İslamî gruplar geldi aklıma bir anlığına da… Hoşgörü içinde titredim. 

Soruda bırakmayayım, açıklayayım o yüzden. Göze görünen ama öze sirayet etmeyen, içi etkilemeyen, insanı geliştirmeyen davranışlar boştur, yararı yoktur. Özü esas alan insan hayata daha açık, çevredeki varlıklara daha duyarlı, pozitif duygularla dolu olur. Düşünün ki zengin eşinin mal varlığını onca dula, yetime, öksüze –dört yüz kadar olduğunu zaten yazmıştım- ve diğer yardıma muhtaçlara kullanıp kendisi daracık bir odada hayat süren Muhammed nerede, para ve altın görünce kurabiye canavarı gibi saldıran suret tapıcıları nerede. Bunlar taban tabana zıt profiller değil mi? O zaman kurallara riayet etmesi ona ne fayda sağlar? Eve dönüşe yardımcı olmuyorsa neden kendine yükler edinirsin ki?

Elbette herkesten koca bir peygamber gibi davranmasını beklemek yanlış olur, ama ‘Arapça bir cümle söyle, günde belli süreler eğil kalk, yılda bir gelirinden azıcık bir miktarı birilerine ver, arada biraz aç kal, bir de paran varsa Arabistan’daki bir yapıyı görmeye git, İslam bu işte’ şeklindeki anlayışın işe yarayacağına inanmak gerçekten akıl kârı iş değil.

“İyi de sen kendin söylemiştin bir bedevinin yanına geldiğinde Peygamber’in bu beş şartı saydığını? Şimdi de işe yaramayacağını söylüyorsun?”

Fakat ben Peygamber’in yanındakilere dönerek onlara daha çok çalışmaları gerektiğini söylediğini de ilave ettim hatırlarsanız. Gerçek şu ki bu satırları bedeviler veya denkleri okumayacak; bu devirde zaten taştan puta tanrı diye tapınan çöl bedevisinin bilinç düzeyinde fazla insan yoktur bu coğrafyada. Üstüne bu satırları okuyanlar bilinç düzeyleri daha da yüksek insanlar olacak., bilinç düzeyi düşük insan kültür-sanat-ilim arayışına düşmez. Dolayısıyla bu satırları okuyanlara bu türden bir teklif hiçbir işe yaramaz.

İnsanlar kurtuluşta ‘adalet’ kavramını hiç göz önüne almıyor, herkese tek çeşit teklif yapılır veya yapılması gerekir zannediliyor. Hayır, adalet varsa o bedeviye daha basit bir teklifle gidilmeli. Düşünün o bedevinin hayatını: Günde kaç saat çölde, ölüm tehlikesi altında bir gıdım süt, bir parça et için çalışıyor. Bu zorlu şartlar altında Tanrı kavramı üstüne düşünecek veya ayıracak çok bir vakti yok; birtakım taştan oyma putların tanrılar olduğu söylenmiş ona, o da onlara dua ediyor, kurban sunuyor. Bu adam dünya için yoğun şekilde çalışacak ve sonra toprağa girecek; kaderi böyle. Şimdi Türkiye’de rahat içinde yaşayan, daha geniş vakte sahip bir üniversite öğrencisiyle şartlar bir mi? Peki, neden ikisine aynı teklifle gidilsin? Bu durum o bedeviye haksızlık olmaz mı? O temel şartlara uyarsa kurtulur. Bu satırları okuyanlar içinse o durum zor.   

Şimdi Peygamber’in bedeviye söylediğiyle diğerlerine söylediğinin farklı oluşuna değindik ya, bu da bizi İslam’da başka şekilde yanlış anlaşılan büyük bir konuya götürür. Peygamber’in karşıdakine söylediğinin ne kadarı başkaları için geçerli olabilir? Birine söylenen hadis herkes için geçerli midir?

Bunu Muhammed Peygamber Üzerine bölümünde konuşmuştuk, doğruca oradan alayım:

‘Madem ki Muhammed karşısındakine göre, kapasitesince, meşrebince, kişiliğince, sınavlarınca muamele etmiştir, bu da demektir ki hadisleri baz alıp hayatını düzenlemek doğru bir iş değildir. Nedenini şöyle anlatayım, bir doktor hastasına, tahlillerine bakarak ilaç yazıyor ve hasta o reçeteyi alıyor, gördüğü tüm hastalara veriyor, hepsine aynı ilacı öneriyor. Bu iş iyilik getirmeyeceği gibi bilakis kötülük getirir, o yönde hastalığı olmayan birine hastalık bulaştırır.’

Anlayacağınız birisine söylenen söz öncelikle onu ilgilendirir, eğer ruhunda ona benzer hastalığı olan varsa ona da fayda sağlar. Fakat herkes için değildir. Zaten hadisleri okuyun, Peygamber birine farklı cevap vermiş, aynı soruyu soran başka birine farklı cevap vermiş. Bu ikisi çelişki gibi görünür, ancak değildir; çünkü bu iki kişinin ruhundaki hastalık, karanlık farklı farklıdır ve her ikisinin ilacı farklıdır. Bunu Muhammed bilir, insanın ruhunu, ruhtaki durumunu görecek göze sahip olan veliler bilir, ancak bu göze sahip olmayan cami hocası bilemez, insana doğru ilacı da yazamaz, doğru yönü de gösteremez. Yardım edeyim derken daha beter eder, ilk yardımı bilmeyen birinin yardım etmeye kalktığındaki gibi. Bu nedenledir ki klasik dinsel anlayış insanı iyileştirmekte, ruhta ayağa kaldırmakta yetersiz kalır, yazılı metinlere dayanarak insanlara yardım ettiğini sanan kişiler insanı ruhsal açıdan daha hasta edebilir.

Elbette bu sözlerim, din olarak sana çizilmiş sınırlara riayet etme, demek anlamına gelmez. Daha önce de söylediğim üzere, peygamberler yola işaretleri çizmişler, o işaretlerden dışarı çıkanın kaza yapma olasılığı yüksek. Dolayısıyla inanan ne yapacak, kendisi araştıracak ve çizilmiş sınırlar içinde yolunu belirleyecek. Ama kalkıp da klasik dinsel anlayışı takip edip gerisini sallama yolunu da seçmeyecek. Öyle yapan bedevi olmadığı müddetçe yazık eder şu güzelim ömrüne. 

“Öyleyse ‘iki ayrı din anlayışı var’ deyişin bundandı, doğru mu?”

Görüyorsunuz işte, bir sure, birkaç ayet değil; koca hadis külliyatı yanlış anlamaya ve anlaşılmaya pek müsait. Zaten bunlar art niyetliler tarafından koca dini hakikatten uzaklaştırıp ideolojiye çevirmekte kullanılıyor. Tekrar yazıyorum, iyice anlaşılsın, hakikat dini İslam Arap’ın kültür emperyalizmine dönüşmüş, daha doğrusu dönüştürülmüş durumda. Yazık ediliyor Muhammed’in dinine, hiçbir şeye değilse yaşamında verdiği onca emeğe, çabaya, hayatını yok sayarcasına gösterdiği fedakârlığa yazık. Herkesin içi acımıyor olabilir elbette; çünkü insanların çoğu ruha, hakikate değer vermez, konu din olduğunda bile ego-nefs-benlikleri gözüyle bakar, menfaatine kullanabilir mi kullanamaz mı onu hesap eder. Ama benim içim acıyor ve bunları düzeltmek üzere uğraşıyorum, anlayabileceğiniz üzere.

Sorun sadece kullanılıyor olması da değil. İslam’ın içindeki en büyük yanlışlardan bir diğeri de anlayış ve algılayış olarak ilkokul seviyesindeki insanlara hitap ettiğinin düşünülmesi; yukarıda ele aldığımız Tebbet Suresi’nde de gördük bunu. Yine yanlış anlama olmasın diye önden söylüyorum, bunu düşünenler ateistlerden önce İslam dünyasının kendisi. Ruhtan kopulmuş olduğundan İslam’ı yalnızca dünyaya bağlı bir algılayışla algılıyorlar ve bu yüzden ayetlere acayip manalar veriyorlar. Böyle yapmak zorunda kalıyorlar çünkü böyle yapmasalar hiçbir anlam çıkaramayacaklar ve reddetmek zorunda kalacaklar.

Dediğimi net anlatabilmek için Bakara 223’ü ele alalım örneğin: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Öz benlikleriniz için önceden bir şeyler gönderin. Allah'tan sakının ve bilin ki, O'na mutlaka ulaşacaksınız. İman sahiplerine müjde ver.” Genelde böyle çevriliyor, ben bilerek meali en modern isim olan Yaşar Nuri Öztürk’ten aldım ki bir karşı çıkış durumu yaşanmasın. Meal karşılaştıran sitelerden bakın, yalnızca iki çeviri “Toprağı dilediğiniz gibi işleyin.” ve “Ekininizi dilediğiniz gibi ekin.” diyerek hakikate biraz yanaşmayı başarmış. Fakat onların da anladıkları aynı diğerleriyle aynı: Cinsel ilişki! Orada geçen ‘toprağa veya tarlaya yanaşmak’ ifadesini cinsel ilişki olarak algılıyorlar.

İşte bahsettiğim bu. Normal çünkü ruhtan haberleri yok, bu yüzden de ‘kadınlar tarlanızdır’ denince doğal olarak evdeki karısının kast edildiğini zannediyor. Gelgelelim çeviri yapanlardan hiçbiri ayetin devamını göz önüne alarak anlamayı denemiyor nedense: “Öz benlikleriniz için önceden bir şeyler gönderin.” Şimdi bu cümlenin bir önceki cümleyle bu kadar alakasız kalması kafanızda bir ışık yakmalı. Bu insanların inanışına göre Allah bir cümlede bir dağdan konuşurken hemen ardından gelen cümlede başka bir dağdan konuşuyor. Arada ne alaka, ne bağlantı mevcut!

“O halde tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Öz benlikleriniz için önceden bir şeyler gönderin.” İşte ÖSYM testlerinde olduğu üzere “boşluğa gelmesi gereken cümle aşağıdakilerden hangisi olmalıdır” şeklinde düşünsek bile anlarız ki bu iki cümle birbiriyle mutlak surette alakalı olmak zorundadır.

Ne şans ki biz az önce Tebbet Suresi’ni inceledik ve insanların çiftler hâlinde yaratıldığını, her kadının içinde erkek, her erkeğin içinde bir kadın görüntüsü bulunduğunu konuştuk. Bu bilgi ışığında ayeti tekrar ele alırsak anlarız ki oradaki kadın aslında bedendir, tarla da ruhumuz, yani bize bahşedilen bedenle yaptığımız işlerle şekillendiriyoruz ruhu, söylenen o. Dileyen iyi işler yapar, gül eker; dileyen kötü işler yapar, devedikeni eker. Ne ekeceği, ne biçeceği kişinin kendisine bırakılmış. Kendi tercihi; ama sonra yiyeceği o olacak, ona göre.

Hakikat âleminde insan yalnızca insan değildir, ne yaptığına bağlı olarak aynı zamanda çiçektir, güzel huylarına bağlı olarak hayvanlardan biridir, örneğin kuştur; barışçılsa güvercindir, serçedir, dünyaya düşkünse kargadır, savaşçıysa kartaldır. Bu yüzden Nesimi şöyle der: “Ben gökte kartal olmadım kuşları avlayan / Ben Kaf Dağı’nın ankasıyım, kumrulara rehberim.” İşte burada yazarımız Anka olduğunu söyleyerek çok yüce bir ruh mertebesine eriştiğini anlayan kulaklara bildiriyor. Kumrulara, yani saf, temiz ruhlara rehberliği de pirliğinin hakikatini işaret ediyor. Zaten pir demek, ruhsal öğretmen, ruhsal rehber demektir, biliyorsunuz.

Yalnızca çiçek-hayvan olarak görünmez insanlar ruh âleminde, gerçekten gelişkin, yüksek ruhlar gök cisimleri olarak görünür; güneş, ay, yıldız olarak. “Ay Ali’dir, gün Muhammed” der Pir Sultan Abdal Tevhid eserinde. Kafasına göre demez elbette. Muhammed hakikat âleminde güneştir, hakikat âleminin güneşidir. Bu zaten birçok yerde geçti ama kendi döneminde bile pek de sır sayılmazdı, çünkü “Benim ashabım yıldızlardır, hangisine tutunursanız yolu gösterir.” demişti. Onu da yanlış anladılar. Ashap, sahabe deyince etrafını saran insan topluluğu zannettiler. Oysa Peygamber’in söylediği gayet açıktı: “Yıldız hâline gelmiş, insanlara hakikat âlemine giden yolu gösteren ruhlar benim yakın çevremdedir, dostlarımdır.”

Çok açık değil mi yahu! Aksini anlamak daha zor, ama insanlar ruhtan haberdar olmadığı için aksini anladılar. Zaten hakikat âlemi ile dünya bazı açılardan zıttır, kurallar ters şekilde işler, dolayısıyla ruhtan haberi olmayanların böyle sonuçlara varması ve ortaya bu şekilde tuhaf bilgiler atması normal. Ama işte bu bilgiler genel kabul gördüğünde işleri değiştiriyor, hakikatin üstünü örtüyor, kapatıyor.

Şunu anlayın, daha fazla uzatmayacağım: Ruhunuzu yeterince ak pak ederseniz, aydınlanır, aydınlatır, ışık saçarsanız, Peygamber’in dostlarından olursunuz. Peygamber’in dostu olmak için onunla aynı çağda yaşamış olmaya gerek yoktur; zaten aynı yıllarda yaşayanların pek çoğu da dostu olmak onuruna erişemedi, arkadaşları olarak kaldı. Peygamber bir sohbet esnasında “Ümmetimden gelecekte çıkacak kardeşlerime kavuşmayı çok arzu ediyorum.” diye içinden geçeni açığa çıkarınca çevresinden biri “Biz senin kardeşlerin değil miyiz Resulullah?” diye sorar. O ise “Siz benim kardeşlerim / dostlarım değil arkadaşlarımsınız.” der doğrudan.

Şimdi Bakara 223’teki gerçeği hakkıyla anladınız mı? O ayette diyor ki: ‘İyi davranışlarda bulunun, kendinizi ekin, çünkü biçeceğiniz kendinizsiniz. İster karga olun ister Anka, ister devedikeni olun ister gül, nergis. Hepsi size kalmış. Çünkü ruhâni âlemde dünyadayken oluşturduğunuz suretlere bürüneceksiniz. Bu yüzden önden bir şeyler hazırlayın da gönderin ki görünümünüz ona göre oluşsun, ona uygun biçimlensin.’

İkinci cümle ile üçüncü cümlenin ne kadar alakalı olduğu ortaya çıktı mı? Aslında bunu düşünmek için ruhtan haberdar olmaya bile gerek yok, akılla da cevaba biraz olsun yaklaşılabilirdi. Ne var ki eskiden beri bu ve buna benzer ayetleri çevirenlerin çoğunluğu ne yazık ki âdemoğlunun hayvanî his ve güdüleri üstünden baz alır; dahası bir çoğı bunların ötesinde bir şeyi aramaz, hatta bırakın aramayı önemsemeye bile gerek duymaz. Yazık yahu, insanın nasıl içi acımasın, gerçekten yararlı olan asıl mananın üstü örtülmüş, geriye utanç verici bir anlatı kalmış. Neymiş, “İstediğiniz pozisyonda ilişkiye girebilirsiniz.”(!). Yuh! Yani o türlü çevirenlere şunu sormak gerekli, gerçekten şöyle mi düşündüler acaba: Yani koca peygamber ile Allah kalktı da takipçilerinin kadınlarla hangi pozisyonlarda ilişkiye girebileceği üzerine mi sohbet etti? Ne kadar hastalıklı bir bakış açısı değil mi bu?

Ne kadar terbiyesizce gelmiyor mu kulağa? İşte Müslüman dünya yüzyıllardır buna inanıyor, Allah ile Peygamber’in baş başa verip cinsel pozisyonlar üstüne kritik yaptığına! Utanma, sıkılma desen yok. Gerçekten Müslümanların ortaya çıkardığı Muhammed profili Peygamber’in kendisine öyle bir ayıp ki başka kimse, hiçbir inançlı veya inançsız güruh bugüne kadar öyle büyük bir hakarette bulunmamıştır bugüne dek. Fakat hakikat ses verir her zaman, şeytan ne kadar hoşnut olmasa da bu durumdan. 

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin: Gerçi ben hakikatten haber veriyorum, ancak vermiyor olsaydım bile hangi çeviri vicdanınıza daha çok sinerdi? Kadınla istediğin türlü ilişkiye girmek mi kendini düzeltip ruhta latif şekillere bürünmek mi? Hangisi?

“Kardeşim cinsel ilişki de bu hayatın bir gerçeği. Elbette Peygamber ile Allah bunu görüşmüş olabilir, ne var bunda?”

Ah be kardeşim, haklısın da mesele o değil ki! Mesele hakikat, hakikat. Söylenen önemli bir bilgiyi eğip bükmek, söylenmemiş bir şey hâline getirmek, bir de olmayan şeye iman etmek ve iman edilmesini talep etmek. İslam dünyası saçma sapan bir anlayışla uçurum kenarına koşuyor, görmüyor musunuz bunu? Ben anlayışı bel düzeyinden yukarı çekmeye, insanî kaliteyi artırmaya, genel bilinci yükseltmeye çalışıyorum; ta yazdığım ilk yazıdan beri ana amacım bu. Hiç mi anlaşılmıyor?

Bir de Bakara 213’ten iki ayet öncekine bakalım, Bakara 211’e, görün anlattığımla ne kadar alakalı: “Sor İsrailoğulları'na, onlara nice açık ayet verdik. Kim Allah'ın nimetini, o kendisine geldikten sonra başka kılığa sokarsa kuşku duymasın ki, Allah'ın azabı pek zorludur.”

‘O kendisine geldikten sonra, Allah’ın nimetini başka kılığa sokmak’… Ne öğrenmiştik: Âdemoğlu ruhen başka canlıların suretine bürünebiliyor. Ama bu hep iyi anlamda olmak zorunda değil.

Az önce edindiğimiz bilgiden daha önemlisini paylaşayım sizle, hakikatten: Dünyada insan suretinde olmak kimseyi ruh âleminde insan yapmaz. İnsan yapıp ettikleriyle, hatta düşündükleriyle yavaş yavaş iyi veya kötü yönde değişir. Bu değişimde insanlığını elde tutamayanlar, hangi hayvanların huyunu taşımaktaysa ruh âleminde onların suretine yakınsar; belli bir huy onda ne kadar baskınsa o kadar o huyun sureti olan hayvanın görünümünü alır. İnsanlık hediye edilmiştir, ancak elde tutulması gerekir.  

Şöyle bir söz yer alıyordu Mesnevi’de de, ancak neresinde hatırlayamadım, kusura bakmayın: “Ruh sonunda huyuna uygun surete büründürülür.” Yani insanlığını kaybedip hangi türden, hangi canlının yapacağı işleri yapmışsan ona dönüşürsün. Öyle çok gizli bir bilgi değil bu anlayacağınız. Çok göz önünde fakat kimse umursamıyormuş gibi duruyor. Oysa bu sonsuz hayatı ilgilendiriyor, bundan kıymetli kaç bilgi var ki?

Bir köpeği gözünüz önüne getirin, özellikleri nelerdir: Kavgacıdır, bölgecidir, sürü canlısı olduğundan üreyebildiği kadar üreme içgüdüsüyle hareket eder, yani şehvet doludur. İşte bu huylara sahip olan insan, arınma yönünde bir uğraşısı veya meyli de yoksa günde güne ruhta insanlık vasfını kaybeder, köpekleşir. Kimilerini de hayvansal parçalarla tümleşik olabilir, hâlâ çoğunlukla insandır ancak eller yerine patiler vardır, bir kısmı insan bedenine aittir ama örneğin kulakları köpek kulağıdır. Çünkü

Sonuç olarak şuraya varıyoruz ki Bakara 211’de ‘Âdem görünümünde olan ruhu başka canlılara çevirmeyin. Kurt, köpek, kedi, böcek olmayın; size Âdem suretinde verildi, Âdem suretinde geri getirin.’ şeklinde uyarı mevcut. İki ayet sonra da yine aynı konunun devamı geliyor.

Umarım şimdi bazı meseleler en azından biraz daha açık hâle gelmiştir.

“Öyleyse şunu diyorsun ki İslam’ın en büyük problemi geçmişte kalmış bir öğretiymiş gibi algılanması? Bunun suçunu da klasik dinsel öğretide buluyorsun? Doğru mu bunlar?”

Birebir doğru. İslam Dünyası’nın geride kalmasına sebep olan en etkin faktörlerden biri geçmişteki olay ve kişilere takılı kalmış olmasıdır. Elbette insanları böyle düşünmeye iten de klasik dinsel öğreti. Mezheplerin kuruluşuna yol açan olayları hatırlayın, hilafet kavgalarını. Şundan 800-900 yıl önce de İslam toplumları aynı olaylarla uğraşıyordu; bugün İslam toplumları hâlâ aynı olaylarla dünyayı okuyor, hâlâ aynı sorunları yaşıyor. Şurası kesin, o günler geride kaldı ya, daha o olayların yaşandığı zaman diliminde bile farklı mezheptekilerin didişmeleri, kavgaları, birbirlerinin kanlarını dökmeleri o gün hilafete kimin geçmiş olduğunu, o gün kimlerle kimler arasında ne sorunlar bulunduğunu, kimlerin haklı kimlerin haksız olduğunu değiştirmemişti, bin üç yüz yıl sonra hiç değiştirmeyecek. O olayların geçtiği günden sonra bu neden üzerine edilen her kavga boşaydı. Ama dindarlar tam bin dört yüz yıldır aynı kavgaları etmekten sıkılmadı. Babadan oğula geçiyor kavga sebebi, miras kavgası gibi.

Bu da bizi İslam’ın diğer ana sorununa götürüyor. İslam’daki ana öğretiler maalesef an’da yaşamayı teşvik etmiyor, içinde bulunulan günle ilgilenmiyor. Biraz biraz tasavvufî öğretiler bundan kurtulmayı başardı “Sufi an’ın oğludur.” diyerek; ama bunlar asla İslam içerisinde etkin konuma gelemedi. Ne din adamlarının öğretileri geçmişle kavga etmeyi bıraktı ne de bunların takipçileri. Sünni tarafı Peygamber’in vefatından iki yüz yıl sonra toplanan hadisler üzerinden lidere koşulsuz biatı meşrulaştıracak bir öğreti olarak inşa edildi, işte bizim milletimizi de ele geçiren klasik dinsel anlayış bunun ürünüdür. Yani klasik dinsel anlayış İslam’ın saray elinde, propaganda için kullanılmış, bozulmuş hâlidir. 

Buna karşılık Şii tarafı da 680’de gerçekleşen Kerbela Katliamı’nı sürekli zihinlerde canlı tutmayı tercih etti. Bu yolla karşı tarafı sonsuz zulmet sahipleri olarak gösteriyor, kendilerini ise kurban olarak görüyorlardı ve bu da işleri epey kolaylaştırıyordu. Bir tane adamı, Yezid’i şeytan figürü ilan ettiler, onun üstünden kurban rolü yüklenerek kendilerini temize çektiler.

Arkadaşlar bin yılı aşkın süredir Ebu Cehil yok, Ebu Leheb yok, Yezid yok. Ama İslam’ın yayılı olduğu her yerin hâline bakın. Gerçekten bugünkü durumdan bu adamlar sorumlu olabilir mi?

50-60 yılı kapsayan olaylar serisi, bin yıldan fazla bir zamanı kontrol ediyor! Bunun ne kadar acayip olduğunu göremiyor musunuz?! Gerçi insanoğlu da aynı böyledir ya; gün içinde yaşadığı bir dakikalık nahoş olayı akşama kadar aklında tekrar tekrar oynatır durur da tüm günü, hatta takıntılıysa pek çok gününü kendine zehir eder. Ancak mantıklı olan iş bu değildir.

İşte bu nedenle klasik dinsel öğretilere yükleniyorum, bugüne dair güzel şeyler sunacağına geçmişe takılı kalmak, sürekli ve sürekli geçmişin savaşlarını tekrarlamak bu dinin yozlaşmasında epey etkili oldu. Osmanlı ve Safevi hükümdarlarının Anadolu’yu mahveden ve Anadolu’nun o günlerden beri hâlâ belini doğrultamadığı güç kavgasına bakıldığında geçmişe takılı kalmanın bu coğrafyaya ne derece zarar verdiği açıktır. Bu hanedanlar taraftarlarını işte bu 50-60 yılı kapsayan olaylara atıfta bulunarak motive ediyor ve katliamlarını meşrulaştırıyordu.

Bu geçmişe takılı kalmak konusunun örneği olarak Kerbela’yı ele alabiliriz ama o çok uzun bir konu olur, bunu ayrı bir başlıkta yaparız vakti gelirse. Yalnızca Kerbela değil, Müslümanların hararetle gündemde tuttuğu, geçmişte olup bitmiş her türden olayı masaya koyarak akılla analizine girişebiliriz. Örnek bulmada zorlanmayacağımıza emin olun, çünkü Müslüman geçmişi tekrar etmekten, bugüne geçmişin merceğiyle bakmaktan hiç vazgeçmedi. Fakat şunu size garanti ederim her defasında aynı sonuca ulaşacağız: “O gün gerçekleşmiş olay bir şekilde, bir nedenle, bir zamanda; ama önce ama sonra, gerçekleşmek zorundaydı. Onun olmamasının hiçbir yolu yoktu.”

Hakikat şudur ki hayatta hiçbir olay öylece, öylesine gerçekleşmez. Hele kadere inanıyorsanız, kaderi yazanın varlığına da inanmanız gerekir ki bir yandan O’nun bütün an’ları yazacak kadar bilge ve kudret sahibi olduğuna inanırken bir yandan da başa gelen bir an’ı umursamazca boşa yazmış olduğunu düşünmek ilginç bir çelişkidir. Oysa O’nun kaleminin nedensizce kımıldayacağına inanmak gerekmez mi?

Bunu anlamanın zor olduğunu biliyorum, gerçekten derin bir bakışa sahip olmak ve tam teslimiyet gerektiriyor. Hani Matrix’te Morpheus Neo’ya kâhinin yanından çıktıklarında der, “Böyle oldu çünkü başka şekilde olamazdı.” diye. Yazarı kimdi hatırlamıyorum, ama yoktan yere yazmamış o satırı, demek ki o da biliyormuş ki bir olay başka şekilde olması gerekseydi, o şekilde olurdu.

Gelgelelim olayları analiz için akıl yerine duyguları kullanmak yanılmayı da beraberinde getiriyor. Yani incelemede kullanılması gereken araç yanlış seçildiğinde yorum da hatalı yapılıyor yol da yanlış yere çıkıyor. İşte benim düzeltmeye çalıştığım da bu.    

“Düzeltmeye çalışıyorsun da çare yok ortada?”

Bu soruna çare açık: Bugünde yaşamak. Bugün derken mevcut takvimsel günden bahsetmiyorum; an’da yaşamak, an’ı kullanmak önemli olan. Yüzyıllardır yalnızca tekrar edilen ezber kalıpların ve dinsel davranışların çuvalladığı nokta tam da budur. Dini Arapça kelimelerin arkasına gizler ve bundan bir hayır bekler; hiç yaşamazlar. Örneğin herkesin sık sık tekrar ettiği “Elhamdüllillah.” veya “Şükür.” kelimeleri aksine gerçekten şükreden, Hakk’tan razı olan insan sayısı epey azdır. Dille “Allah’ın verdiğinden razıyım.” demek bir şeyi değiştirmez. Razılığın Türkçe karşılığı hoşnutluktur. Hoşnut olmak demek, elindekiyle mutlu olmak, demektir. Elindekiyle mutlu olmanın bir şey sahibi olmakla ilişkisi yoktur. An’ın hakkını vermek anlamına gelir. Örneğin bir köşeye çökmüş, mutluluk içinde bir çiçeği izliyorsan işte o an rıza yani hoşnutluk hâlindesindir. Pozitif enerji yayıyorsan razısındır, anlayacağınız; çünkü hoşnutluk bu demek, pozitif enerji yaymak. Elbette bu sahte bir neşe takınılması gerektiği anlamına da gelmez, yalnızca ve yalnızca mutlu, huzurlu olmak anlamına gelir.

Önemli not, hayır, şükür ve razılık birinin hakkı yenirken, yağma edilirken susacağı anlamına gelmez. O türden kullanım klasik dinsel öğretiye aittir işte, sürekli tekrar ettikleri sahte “razılık” ve “şükür” kavramı ile milleti kandırır, sömürürler; bu kavramlarla değil de bu kavramlara yüklediği sahte anlamlarla milleti sömürür, kendilerine menfaat sağlarlar. Çünkü neden yapmasınlar ki? Ortam müsait, yüzyıllardır işe yarıyor. Bir ideoloji ile milyonları kendine gönüllü köle kılabilecek olsan sen yapmaz mısın ey okuyucu? Umarım yapmazsın.

Anlamanız gerekeni anladınız mı? Akıl süzgeci önemlidir. Akla baş vurmayınca karşıdaki doğruları söylese bile onları menfaat elde etmek adına kullanabilir ki kullanıyorlar da. İnanca duygularıyla bağlı olanları mutlaka sömürürler. Zaten duygular değişken olduğundan doğru bir yol sunamazlar. Yalnızca doğru akıl insanı doğru yola götürür. Fakat söylediğim üzere ‘doğru akıl’ olmak zorunda; hiçbir şey bilmeden, bilgisizlik içinde kullanılan akıl insanı bambaşka yerlere savurur. O akıl içinde ruhsal çabalara girerek bu dünyanın sınırlarını bir şekilde aşmak, onlara şahit olmak gerek. İşte bu aklı elde edip öğretilenleri bununla değerlendirmeye, anlamaya çalışmadığınız sürece en doğru kavramları bile zihinsel put olarak kafanıza diker, o putlar yoluyla sizi kontrol ederler, ruhunuz duymaz.  

“Bu da ne demek? Duygulardan arınalım mı? Naziler gibi duygu kırıntısı taşımadan sadece akıl yoluyla mı yönümüzü bulalım?”  

Bu yanlış bir düşünce. Birincisi Naziler ve o türden insanların takip ettikleri akıl değildir, zekâdır; akılla zekânın farkını daha önceki bölümlerde konuştuk. Bu ikisinin ayrımını doğru yapmak gerekir. Fakat ben bundan bahsetmiyorum zaten, duyguların esiri olmamaktan söz ediyorum. Sevgi de bir duygudur. Birini sevmek güzel. Allah korusun, diyelim partnerini aldatırken yakaladın, duyguların kontrolü ele almasına izin verip kendini ateşe atma diyorum. İkisi arasındaki farkı kavramak gerekir. Duygular insanı yönetmemeli.

Peki, duygulara hâkim olmak, tahriklere kapılmamak için kontrol nasıl sağlanır: Bedeni terbiye ederek. Bunun başka çaresi, yolu yordamı yoktur. Muhtemelen bunun en iyi yolu da oruç ile sessizlik içinde bir yerde oturmak, daha doğrusu sessizliğe bürünmektir. Atını iyi terbiye etmeyen kendi kararı doğrultusunda değil, atın istekleri doğrultusunda ilerler. Ama sonu her zaman attan düşmek olur.

Buradan da klasik dinsel anlayışın daha büyük bir sıkıntısına çıkarır: Kendini kontrol eksikliği. Evet, klasik dinsel anlayış kendini kontrolü önemli bir iş olarak ele alamaz. Bu yüzden sık sık attan düşmeye yani günahlara girmeye sebep olur ve bu nedenle de takipçilerinin hep tepkisel davrandığını görmek mümkündür. Oysa din dediğin yolun kendisi insan olmak veya insan olmaya daha yaklaşmak için yürünür.          

Meallerde eklenen yorumları hiç eklemeden Muddesir Suresi’ndeki ayetleri öz şekilde buraya alalım: “Ey örtüye bürünen. Kalk ve uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni arındır.”

“Örtüye bürünen.” Birinci ayette geçen örtüyü, normal örtü olarak almışlar. Oysa örtü bedendir, beden. Bu hitaplar Muhammed kalıbına değil ruha geldiğinden ‘örtüye bürünen’ diyor. Çünkü bu dünyaya gelmek için elbiseler giyeriz, bu kalıplar bizim elbiselerimizdir; dördüncü ayette de elbise kelimesi geçtiğini görüyorsunuz zaten. Kalktı Havalandı deyişinde de benzer bir durum vardır örneğin, “Pirim al giyinmiş yakışır zata” sözünü insanlar Pir Sultan Abdal’ın o gün kırmızı renkli kıyafet giymiş pirine moda eleştirmeni gözüyle bakıp övgüde bulunması zanneder. Oysa tuhaf değil midir, koca koca irfan sahipleri kalksın da “Ooo pirim aldığını kırmızılar çekmişsin, üstüne de güneş gözlüğü yapmışsın.” türünden deyişler yazsınlar? Pirinin giyindiği al, ruh âleminde makamını bildirir. Orada giyilen elbiselerin renkleri kesinlikle anlamsız değildir, her renk kişinin makamına ve kişiliğe göredir. Klasik dinsel anlayışta dışı saran elbiseler önemliyken, özde önemli olan ruhu saranlardır.

“Kalk ve uyar.” Bu hitap dışa yönelik değildir, içe yöneliktir. Muhammed’in dışarıda ayağa kalkması bir şey değiştirmez, yok eve gelip hemen battaniyenin altına girmiş, o zaman hitap gelmiş, bunlar ruhtan haberi olmayanların uydurması. O battaniye dedikleri de ruhun üstünde duran kara battaniyedir; ruh ayağa dikilmeden önce o kara battaniyeyi üstünden atar. Peygamber’e söylenen asılda şudur yani: “İçteki ruh olarak bağlarından kurtul, üstünü örten kara battaniyeyi at, ayağa kalk.” Hitap dıştaki Muhammed’e değil içtekinedir. Yoksa Cebrail gelip de battaniyelerin altında gizlenen Peygamber’i ‘Hadi kalk artık.’ diye dürtmez anlattıkları üzere. Zaten bir insan gizlenecek olsa gidip de battaniyelerin altına mı girer Allah aşkına, biraz mantığınızı kullanın.

“Allah’ı yücelt.” Klasik anlayışta nasıl algılanır Allah’ı yüceltmek: Allahuekber diye bağırarak başka insanların kanlarını dökmek, onlara zorla din değiştirtmek, köle almak, topraklarını yağmalamak. Yani hep savaşla ilgili. Bu hitap kesinlikle algılandığı şekliyle değildir. çünkü aynı emre bundan önce de İsa’da rastlarız, İsa havarilerine, vereceği can ile Baba’yı yücelteceği vaktin geldiğini söyler. Nasıl oluyor da birinci durumda ‘yüceltmek’ hep başkalarından bir şey almakla olurken, İsa Peygamber’in durumunda ‘vermek’, hele de artık daha fazlasını veremeyeceğini, canı vermek oldu? Sizce İsa mı kendisine verilen emri yanlış anlamıştır yoksa klasik dinsel anlayıştakiler mi? 

“Elbiseni arındır.” Hatta beşinci ayet de şöyle: “Ve pislikten kaçın.” İyi ama Peygamber zaten zahirde temiz, titiz birisi, kir pas içinde yaşamıyor ki. Neden öyle sesleniyor Cebrail? Çünkü o hitapla içteki varlığını, dünyevi ve zihinsel çer-çöp içinde yüceltmeyi emrediyor. Ruha yönelik, kendini arındırmayı emreden bir hitap o. Dışını yıkamak da önemli, hele yazın sık duş alın lütfen; ama dışını yıkamaktan bahsetmiyor orada, bilin.

Elbise örneği şükür dışsal olarak ele alınmamış, birkaç çeviride ‘nefsini arındır’ diye çevrilmiş. Örneğin Osho da egonun elbise olduğunu söyler, dünyada yaşanan her gün her tür negatif yönlü duygu ve tanımlamanın kir ve toz olarak ruhun elbisesi olan egoya yapıştığını, bu nedenle onu meditasyonla, yaşam sevinciyle, coşkuyla, neşeyle temizlemek gerektiğini söyler. Beşinci ayetin ne manaya geldiğini de anladık buradan. Zaten Doğu, Batı, Ortadoğu bilgeliği fark etmeksiz elbise hep ya bedenin ya kişiliğin ya da ego-nefs-benliğin karşılığıdır ki beden sahibi olmak hepsinin kaynağıdır zaten.

Şöyle tarif edeyim, daha kolay anlaşılsın: Bir yolculuk için saraydan bize elbise verilip bataklık bir yöreye gönderiliyoruz; geri dönüşte elbise tekrar saraya teslim edilecek. Elbiseyi kraliyet elbisesi olarak ele aldığımızda temiz tutmanın ne derece önemli olduğunu anlarız çünkü bunu temiz tutmak bizzat krala, krallığa saygı, kirletmenin ise bizzat krala, krallığa saygısızlık olacağını gayet iyi anlarız. Üstelik bu yolculukta kral da bizden ayrı değilmiş, öyle diyor saray danışmanları.

Peki nasıl yapacağız bu işi, geri kalan iki ayet onu da söylüyor: “Verdiğini başa kakma. Sabret.”

İşin açığı ‘verdiğini başa kakmamak’ hakkında zahiri yönünden başka kesin bilgiye sahip değilim. Daha önceki ayetler kendini arıtmak üstüne olduğundan mutlaka altında yatan bir anlam vardır, ancak onu bilmediğimi itiraf etmem gerek.

Fakat sabretmek konusunun nasıl anlaşılması gerektiğini biliyorum: Klasik dinsel öğretide sabretmek, başa bir belanın gelmesi ve buna ses çıkarmamak olarak anlaşılır. Ona da eyvallah, ama sabrın esası o değildir. Dışarıdaki hayvanların da bir yerine bir şey olunca ses çıkarmadan devam ediyor hayata, çünkü başka çare yok. Oysa insanlık daha yücedir, hayvanlar gibi başına bir şey gelmesini beklemeden kendin ortaya çıkarman gerekir onu. Sabır dışarıdan gelene bağlı olarak ortaya çıkmak yerine içten yükselmelidir.

Aman yanlış anlaşılmasın, kendini jiletlemekten bahsetmiyorum. Ruhsal öğretilerin tümünün uyguladığı yöntemlerden bahsediyorum: Yemekten kaçınarak sabretme, içe çekilerek sabretme, susarak sabretme gibi.

Şu hâlde nasıl olur elbiseyi temizleyip Allah’ı yüceltmek: Riyazet, inziva, meditasyon, ibadet ve derin düşünme ile, hangi yolla varırsan artık, kendi içine dön, dünyevi bağları içten kopar, zihnin karanlığından sıyrıl, öylece ruhani varlığın yükselsin, ayağa kalksın, Allah’ın içteki varlığı yücelsin. Allah’ı yukarılardan bizi izleyip elindeki deftere notlar alan bir tanrı figürü olarak ele almamak gerek yoksa.  

Zaten insan kendi içinde bir şeye değer vermemişse dışından ona ne kadar değer verebilir ki; en fazla değer vermiş görünür. Dolayısıyla kendi içinde Allah’ı yüceltemeyenlerin dışta yüceltmesi söz konusu olamaz. Herhalde her düşünceni, duygunu bilen varlığı kandıramazsın, değil mi? Kendi içinde Allah’ı yüceltemeyecek kadar değer atfedememişken istediğin sistemi getir, ne kadar kural koyarsan koy, ne kadar baskı uygularsan uygula; hiçbiri işe yaramaz. İçte başaramadığını dışa yansıtamazsın. Herkes fark eder esas amacını, sözde üstüne kutsallık tanımadığın, baskıyla yerleştirmeye çalıştığın inancın saygıyı yitirir, alay konusu olur.

İşte son yirmi yılda Türkiye’de olan budur. Göreceksiniz ateist sayısı roket hızıyla artmaya devam edecek; çünkü kendin bir şeyi içten severek inanmıyorsan dışta da ona uyamazsın, kendin uymadığın bir inancı da başkasına inandırmanın mümkünatını bulamazsın. Üstüne üstlük bir de kendinin uymadığını başkasına kurallarla zorlarsan nefret çekersin. Bu her ideoloji ve tutum adına böyledir. Liberalizmin hâlâ tepede kalışının bir büyük sebebi de budur; ahlakî dayatmalara diğerleri gibi girmez.    

“İyi ama Allah Gaffur, Rahman ve Rahim değil mi; günahlarımızı affetmeyecek mi? Neden bu kadar uğraşalım ki?!”

Klasik dinsel anlayışın insanların başka şekilde yanıltması işte bu da. İnsanlara Allah’ın affediciliğini yanlış anlatıyor, günahlarının bedelini ödetmeyecek bir af anlayışı var, nereden edindilerse bu inancı. Evrensel kurallara ters hareket et, istediğin günahı işle, ceza üstüne ceza gelmesi gerekirken bir iki ibadetle yukarıdaki Allah’ı ikna et, pufff, hepsi yok olsun! Bunlara inananlara göre böyle, oysa düzen böyle değil.

Peygamber “Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah işleyin.” derken Allah’ın affediciliğini hatırlamamış mıydı ya da bize din satanlar kadar bilmiyor muydu kendi dinini? Aslında onun tam olarak işaret ettiği evrensel düzendi, yukarıdaki bir Allah’ın insanların günahlarını silgiyle sildiğini söylemiyordu. “Etmeyin, ettiğiniz kadar çekersiniz, veli de olsanız çekersiniz.” diyordu ama insanoğlu işte, her tür işi işlemek, bedelini ödemeden yakayı kurtarmak ister. İnsan ister de kâinattaki düzen Türkiye’deki gibi arkası sağlam veya zengin olan suçlunun elini kolunu sallayarak gezebildiği, güçsüz olanınsa suçsuz olsa bile cezalandırıldığı kokuşmuş bir düzen değildir. Bizim ülkemizde insanlar bu dönemde adalet nedir unuttu; fakat evrensel düzen her daim adalet üzere işler. Onun üzerine konuştuğumuz ayrı bir bölüm de var üstelik.

Hakikatte af nedir, açıklayalım. Hakikatte af, cezadır; affedilirsen cezasını hemen ödersin. Başına gelir, çekersin. Eğer ceza ödetmiyorlarsa bu affedilmemiş olmanın işaretidir. Onlar birikir birikir, insanı suyun dibine çeker, batırır. Hani hep öyle söylerler: “Nedense iyilerin başına çok şey geliyor da kötülerin başına gelmiyor.” İşte nedeni budur, iyiler yaptığı iyilikler sebebiyle affedilir, günahlarının bedelini burada öder. Kötülere bir şey olmaz kolay kolay, ne başlarına bir şey gelir ne üzülürler ne de vicdan azabı çekerler. Ödemedikleri hesaplarsa birikir de birikir. Gerçi ruhta gereğince yükselenler hâlâ hayattayken de işlerinin tutulduğu defteri eline alabilir, hatalarını, sevaplarını, iyilik yaptıklarını ve kendisinden şikâyette bulunanları okuyabilir. Hatta yolda süt verdiği bir kedinin kendisine teşekkür notunu bile bulabilir. Ölmeyi beklemeye gerek yok yani.

“Klasik dinsel anlayışın insanları bu dünyada kandırmakla kalmayıp bir de öte dünyalarını kötü yönde etkilediğini mi söylüyorsun ?”

Öyle söylüyorum. Bu konuyu ele almak için seçebileceğimiz en güzel mesele fakirlik meselesi olur, onun üzerinden ele alalım. Göreceksiniz ki bu konu hem demek istediğimi anlamanızda epey yardımcı olacak hem de insanlar klasik anlayışın nasıl insanların iki dünyasına birden zarar verdiğini görmüş olacak.

Peygamber’in iki hadisi vardır, bunları hutbelerde asla duymazsınız: “Fakirlik kâfirliğe yakındır.” ve “Fakirlik camdan girdiğinde iman kapıdan çıkar.” Ben onca yıl namaz kıldım, camiye gittim bir kere duymuşluğum yok. Eğer hutbede okuyan, vaazda söyleyen din adamı varsa, kendisine saygılarımı ve sevgilerimi iletirim, gerçekten değerli, kıymetli biridir. Geri kalanlarsa halkı uyutmak üzere para alan adamlardır, bu iki hadisin duyulması işlerine gelmez, çünkü o zaman halk Muaviye’nin sarayı önünde “Bu sarayı kendi paranla yaptırmışsan israftır (hâliyle israf da haramdır), halkın parasıyla yaptırmışsan haramdır (düpedüz hırsızlık malı diyor, o daha da haram).” diye bağıran, Peygamber’in yakın arkadaşlarından Ebu Zerr gibi sorgulamaya başlar. Din adamları da elbette her dönem zengin ve güçlü kesimin aklayıcıları, sırtlayıcıları ve destekleyicileri olduğundan bu sözler, işlerine gelmez, örterler.

Şimdi sorgulama yeteneği olan arkadaşlar Peygamber’in yaşam tarzını hatırlatacak, gayet sade ve sıradan, fakirliğe yakın bir hayat tarzı olduğunu söyleyecekler. Hatta sadece onun değil, peygamberlerin belki tamamına yakınının zenginlikten uzak bir hayat yaşadığını da ekleyecekler. Son derece haklı da olacaklar. Elbet bir kısım insanın imanını artırabilir maddesel zenginlik de, neden olmasın; her insanı yola çeken sebep farklı olabilir. Fakat ben Protestanlar gibi maddesel zenginliğin seçilmişlik olduğu iddiasında değilim, maddiyat artışının imana fayda sağladığını, en azından çoğunluk için, zannetmiyorum.

Peki nedir burada Peygamber’in bahsettiği o zaman? “Fakirlik kâfirliğe yakındır.” sözü ruhta yani içte fakirliğe işaret eder. İçte zengin mi olmak istiyorsunuz: Neşe, mutluluk, sabır, kanaat, cömertlik gibi cennet hasletlerine sahip olacaksınız. Hani derler “Cennetin kapısı sekizdir.” diye. Gerçi çok basit bir araştırmayla siz de bulabilirsiniz ancak ben sizin yerinize o işi de halledeyim: Salat Kapısı, Cihad Kapısı, Reyyan Kapısı, Sadaka Kapısı, Hac Kapısı, Af Kapısı, Eymen Kapısı ve Zikir-İlim Kapısı. Sadece kapıların isimlerine bakarak bile şunu çıkarabilirdiniz ki cennet kapısı diye isimlendirilenler kulun yaptığı güzel işlerdir.

İşte güzel huylardan, güzel işlerden en azından biri sizde baskın biçimde bulunmuyorsa maddede ne kadar malınız mülkünüz bulunursa bulunsun fakirsinizdir. Bu huylar ve işler sizde yoksa o boşluğu kâfirliğe yaraşan huylar dolduruyor demektir çünkü. İşte o yüzden “Fakirlik kâfirliğe yakındır.” Peygamberlerin ve velilerin içlerinde evsizleri de vardır, maddî yönden zengin olanları da; zengin olup zenginliğini ihtiyaç sahipleri yararına sarf ederek fakircesine yaşayanları da; ancak bu huylardan en az birine sahiptiler ya bu nedenle hepsi zengindir. Hatta şunu desek daha doğru, içte zenginlik veli olmanın ön koşuludur.

Şimdi anlamış olmalısınız klasik dinsel anlayış nasıl insanın iki dünyasına da zarar veriyor. Birincisi fakirliği apayrı ele alıyor, üstelik bunun da üstünü örtüyor ve sözde ‘rıza’ ve ‘şükür’ kavramlarıyla insanların dünya mallarını ellerinden alıyor. Üstelik ruhtan haberdan olmadığından işi doğru da anlamıyor ve insanlara gerçek fakirliğin ne olduğunu öğretmiyor. Cennet kapılarının isimlerini duyduktan sonra cennete girmek için yapılması gerekenleri anlamak çok kolaylaşmadı mı? Ama klasik dinsel anlayış yukarıda elinde not defteriyle bekleyen bir tanrı figürüne iterek bugün bunları elinizden kaçırmanıza sebep oluyor.

“Fakat benim itirazım var. Peygamber’in aynı zamanda ‘Fakirliğim benim övüncümdür.’ diye sözü de yok mu? Kendisiyle ters mi düşüyor bu durumda?”

Orada söz ettiği fakirlik her şeyin Allah’a ait oluşu, hiçbir şeye sahip olmayışı. Anlayacağınız üç türlü fakirlik var onun sözlerinde: Dışsal fakirlik, içsel fakirlik, her şeyin Allah’a ait olması sebebiyle kulun tamamen ona muhtaç olması yönündeki fakirliği… Peygamber’in övüncü üçüncü fakirlik üzerine, kendi benliğini silerek var olan her şeyin kime ait olduğunu görmesi yönünde. Eğer sen bile yoksan, yalnızca O varsa, bir şeylere nasıl sahip olabilirsin, kendi varlığının bile sahibi değilken?

Fakat işte bu sözü kullanarak insanları aldatmayı çok seviyorlar. Peygamber maddî anlamda fakir biri değildi, kendi kabilesi tarafından dışlandığı zaman dilimi dışında hiç de olmadı. Takdir edersiniz ki on taneden fazla eşe bakmak az para gerektirmez, üstelik daha cariyeler var. Dolayısıyla dünyasal anlamda sade yaşamayı seçmiş olsa da maddî anlamda kesinlikle fakir biri değil. Madem Peygamber’in övüncü maddî fakirlikti, neden kendisi uygulamadı? Veya madem uygulamıyordu neden öyle bir şey söylemiş olsun?

Şurasına emin olun, peygamberlik vazifesi söylediğini uygulamayan kimselere verilmez. Peygamberlik makamı dediğin üfürükçülüğe benzemez arkadaşım; sözlerle davranışların en ufak uyumsuzluğunda önce azar işitir, sonra cezaya tâbi olurlar. Başlarında denetmen olarak Allah var onların. Gerçi inanmayana ne desek boş.

“Öyleyse insanlar Peygamber’in sözlerini anlamadılar?”

Yalnızca sözlerini mi? Gelin klasik dinsel anlayıştaki sünnet algısını ele alalım. Biliyorsunuzdur, sünnet diye Peygamber’in yaşayış tarzına denir. Nasıl algılanır klasik dinsel algılayışta sünnet: Peygamber’in giyindiği şekilde giyinmek, dişini nasıl fırçaladıysa öyle fırçalamak, adımlarını onun attığı gibi atmak… Bunlarda ruhsal bir yan görebiliyor mısınız; hep şekle ve dışa ait kavranmış. Yüzyıllardır bu gelenekleri koruyan ‘âlimlere’ göre Peygamber’in yıllar boyu düzenli yaptığı üzere haftalarca inzivaya çekilip riyazet oruçları tutmak sünnet değil, hakikati en yakınlarıyla ters düşmek, evinden, yurdundan kovulmak pahasına söylemek sünnet değil, devlet kurduğu hâlde zenginliği gösterişe çevirmemek, mütevazı bir hayat sürmek, evlerin en basitinde yaşamak sünnet değil, yetim-öksüz çocuk evlat edinmek sünnet değil. Peki ne sünnet: Onun giyindiği gibi giyinmek sünnet, suyu oturarak içmek sünnet, tuvalete sol ayakla girmek. Hep dışla ilişkili bir sünnet anlayışı var.  

Bu algılayış sığ bir taklitçilikten fazlası değil. Kıyafetler üzerinden ele alalım, diyelim Peygamber Arap Yarımadası yerine Afrika’da ortaya çıksa, bu durumda sazdan yapma kısacık elbiseler mi sünnet olacaktı? Veya Eskimo olarak dünyaya gelseydi, Afrika’da altmış derece sıcağın altındaki adamlar sünnet diye o sıcakta kaban mı giyeceklerdi? Klasik dinsel anlayışa göre her ikisine de evet dememiz gerek! Fakat o zaman İslam dünyada pek yayılamazdı. Cübbe, sarık neyse de kaban ve sazdan elbise işi sıkıntılı.

Gerçi düşününce Peygamber Afrika’da zuhur etseydi daha iyi olabilirdi, o zaman asık suratlı, kasıntı, sırf ibadet ediyor diye Allah ona borçluymuş hissiyatı taşıyan dindarımsı fenotip yerine sokaklarda dans eden, mutlu kardeşlere sahip olabilirdik belki. Gerçi o zaman da muhtemelen birçoğu bu görevlerini asık suratlarla yerine getiriyor olurlar, dans etmek zorunda kaldıkları için sağa sola çatarlar, zorla başkalarını dans ettirmeye kalkarlardı; değişen pek bir şey olmazdı.

Bu kıyafet takıntısını yalnızca din alanında ele alamayız üstelik. Üniversite okuyanlarımız bilir, bir ara solcu arkadaşların yarısı yeşil parkayla geziyordu, sanki yeşil parka solcu olmanın ön şartıymış gibi veya Marx Das Kapital’de “Dünyanın bütün işçileri birleşin.” demek yerine “Dünyanın bütün solcu öğrencileri, yeşil parka giyin.” demiş gibi. 

Ha, bu arada kim nasıl rahat ediyorsa öyle giyinsin, hangi türden elbise içinde rahatsa onu giyinsin. Benim bunu eleştirdiğim yok, haddime de değil, lütfen yanlış anlaşılmasın. Konumuz İslam’ın nasıl yanlış algılandığı üzerine ve bu yanlış algılanıştaki esas etkenlerden biri de içten çok dışla ilgilenilmesi. Eleştirilerim tam olarak bu yönde, kimin nasıl giyinmesi gerektiği yönünde falan değil kesinlikle.

Bu nedenle de sünnet kabul edilme standartlarını kimlerin belirlediğine dair merakımı dile getirmekten kendimi alamıyorum. Çünkü kimler belirlediyse din dediğimizi epey yanlış yorumladıkları ortada. Gerçi ayrı bir başlık altında uzun uzun konuşacağız ama tek cümlede özetlemek gerekirse din ‘eve’ yani hakikat âlemine geri dönebilmek için ‘seçilmiş ruhlar’ tarafından yoldan çıkmamız için yola çizilmiş işaretlerdir. Peygamberler yol çizgilerini çizer, takipçileri de o çizgiler dışına çıkıp kaza yapmadan, o yoldan eve geri dönmeye uğraşır. Her peygamber kendi takipçilerinin dağılmadan, kaybolmadan eve dönebilmesini sağlamayı amaç edinmiştir, bu minvalde Hristiyan jargonunda geçtiği üzere hakikat âleminin çobanlarıdırlar.

Gelgelelim tuvalete sol ayakla girmekte ‘eve geri dönüş yolu’ veya ruhla alakalı bir şey yoktur. Ama ondan önce saydığımız, Peygamber’in hayatındaki işleri tamamen ruhla ilişkili, cennetin kapılarını açabilecek uygulamalardır. Peygamber bir şekilde giyinmek zorunda, kabilesindekiler nasıl giyiniyorsa aynı giyinmiş, bir farklılık getirmemiş; bir şekilde adım atacak, kendi yapısına uygun şekilde atmış; bunları kabiledeki herkes, dost veya düşman aynısını yapıyordu zaten. Peygamber’in sarığı ve cübbesiyle Ebu Cehil’in sarığı ve cübbesi farklı değildir, ikisi de birebir aynıdır. Peygamber de Ebu Cehil de Arapça konuşur, hatta Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in Arapça’yı daha zarif konuşuyor olmaları daha muhtemel; çünkü hem aileden zenginler hem de toplum içindeki mevkileri yüksek, ona uygun bir eğitim almışlardır muhakkak. Aslında Ebu Cehil’in önceki lakabı Ebu’l Hakem’di, bilgece sözlerinden dolayı öyle çağrılırdı, şu lakap bile savıma kanıt olmaya yeterli. Peygamber ise öksüz ve yetim olarak büyümüştü, ne eğitimi alacak? Dolayısıyla Ebu Cehil Peygamber’den bile iyi konuştuğuna göre, kutsallığı dilde gören sözde dindar özde Arap emperyalizmi kurbanı kesim Ebu Cehil’in dilini, tıpkı onun telaffuzuyla konuşuyor olmalı. Giyimleri de Ebu Cehil ile aynı. Gelgelelim Peygamber’in yaşantısıyla benzer bir yaşantıya sahip değiller. Herhalde o nedenle Peygamber’in tüm hayatı boyunca sürdürdüğü onca işi sünnetten sayılmıyor olsa gerek.  

Ebu Cehil diye lakabıyla bildiğimiz kişi ile Peygamber arasında görüntüsel olarak aman aman fark yoktur. Ancak görüntü aksine ruhta Muhammed ile Ebu Cehil arasında merhamet, güvenilirlik, cömertlik, çalışkanlık, ahlak ve etiğin her türü açısından devasa farklılıklar bulunuyordu. Daha Muhammed peygamberlik görevi almadan bile vardı bu fark, olmasa vazife ona verilmezdi zaten.

Muhammed yurdundan kovulmak pahasına hakkı söylemek, adaleti savunmak zorunda değildi, yine de yaptı. Hira Dağı’na inzivaya çekilmek, kırk gün açlık çekmek zorunda değildi, yine de yaptı. Kazandığında devleti çabuk büyümüştü, bir sarayda, bir köşkte, hadi en azından güzel bir evde yaşayabilirdi; ama o küçücük bir evde, birkaç parça eşyayla yaşamayı tercih etti. Nedense sünneti belirleyen din adamlarının gözüne giremedi bu yaptıkları. Döneminde dahi Peygamber’in tırnağını haftada bir nasıl kestiğini takip ettiler ve hâlâ da ederler; ancak onun her gün, her an nasıl yaşamayı tercih ettiğini görmezden geldiler ve hâlâ da gelirler.

İşte biz bu tip insanları ‘taklit ehli’ olarak çağırırız. İslam’ın yanlış anlaşılmasındaki en büyük pay da bu topluluklara aittir zaten. Peygamber’in kestiği tırnakları kapışır ama nasıl davrandığını göz ardı ederler. Baskın çoğunluğu oluşturan bu taklit ehlinin eline düştüğünde İslam klasik dinsel anlayışa dönüştü, davranış biçimi hâlini kaybetti, bir kurallar yığını olarak kaldı ve basiretsiz bir insan tipi üretti. Şekle takılıp kalan bu taklit ehli için ne vicdan ne merhamet ne adalet anlayışı önem arz eder. Onlar için önemli olan her zaman ve her zaman ‘dış’tır, ‘suret’tir, ‘nesne’dir. O gün Peygamber’in çevresiyle nasıl uyum içinde, mutluluk ve huzurla yaşadığına odaklanmak yerine bilinçlerinin düşüklüğünden dolayı dini katı kurallar olarak ele aldılar ve bugün de tıpatıp aynı şekilde ele alırlar. Üstelik üzerinden nesiller geçtikçe her gelen daha fazla, daha fazla kuralla doldurdu ve doldurmaya da devam etmekteler. Taklit ehlinin dışı Peygamber’i yansıtır, sadece Peygamber’i değil 7. asırda Arap topraklarında yaşamış her insanı yansıtır; içte ise ondan alabildiğine uzaktır.

Peygamber’i anlamayı sağlayacak olan tırnakları, saçı, sakalı değildir. Örneğin nedir; her yağmurda yaşam coşkusuyla doluşu, sarığını çıkarıp bunu iyice hissetmek için duruşudur. Aman, bunu da şekilsel olarak ele almayın sakın. Zor olan birtakım şekilsel kurallara uymak değildir, askerî bir sistem getirirsin, aynı işi her gün, herkes tekrar eder. Bırakın insanları yeryüzünde biraz akıl sahibi her canlı, belli kurallara uyarak hareket etmeye şartlandırılabilir. Ama sevmek zordur, vicdan taşımak zordur, adalet sahibi olmak zordur; bunu ancak insan başarabilir. İnsan dedim, beşer değil, dikkatinizi çekerim.

Sizce de Yaradan’ın arzusu kurallara harfi harfiyen uymaktan öte olmalı değil mi? Madem sadece adını tekrarlayacak bir varlık istiyordu, papağanları kullanabilirdi. Papağan türü tekrar işinde insandan muhtemelen daha iyidir, Allah da isminin tekrarlanmasından hoşlanıyorsa insanları bırakır, cennetin her yanını adını öğrettiği papağanlarla doldurabilirdi. Gerçi papağana da gerek yok, güzel sesli birine kendi adını söyletip onu bir teybe kaydetse sonsuzluk boyunca sabah akşam ismi tekrarlanır; fakat isminin tekrarlanması Allah’ın ne işine yarar? Biz cennetin papağanlar için değil insanlar için yaratıldığını bildiğimize göre böyle bir durum yok zaten. Şu hâlde esas amaç ancak ve ancak içsel yönde insan yetiştirmek olabilir. Çünkü insan kâinatın tohumudur.

Bizler için esas amaçsa çıktığımız yuvaya, yani ‘eve geri dönüş’ olabilir ancak. Nasıl sağlanır eve dönüş: Hayatta neşeli, mutlu, huzurlu, dingin; ruhta zarafet, letafet sahibi olunca sağlanabilir. Kendinle, insanlarla, hayatla uyum içinde olunca sağlanabilir. Dolayısıyla İslam da bu amaca nazarında algılanmalı, bu amaca göre uygulanmalıdır; bu dünyada kalacak olduktan sonra bir anlamı kalmaz. Yani İslam’ın ana amacı bize eve geri dönüş yolunu göstermesi olmak zorundadır.

Burada araya gireyim, bunun en kolay yolu da daha önce konuştuğumuz üzere Yunus’un dediği yoldan, gönül sahibi birinin gönlüne girmekle olur. Yani gönlünde âlemlere sığmayıp bir müminin gönlüne sığan ezeli, ebedi varlığı bulmuş olanın gönlüne girerek. İsa Mesih “Bana gelmeden kimse Baba’ya gidemez.” derken bu yoldan bahsediyordu işte.  Bu yol, Hakk’ın insanlara lütfudur. Fakat bu konu tasavvuf bölümüne ait.   

“Buradan çıkacak olan sonuç, İslam’ın artık özden, yani ruhtan kopuk bir öğreti olduğu mu?”

İslam değil, İslam’ın kendisi ruhun üstüne kuruludur, öyle gibi görünmese de. Fakat bu coğrafyada da uzun zamanlardır hüküm sürmekte olan dinsel algılayış, aşağı yukarı 1600’lerden beri süregiden işte, insanlara dikkatini dışarı odaklamayı öğreterek hakikatten uzaklaştırıyor. Her şeyi dışarıda arıyorlar bu inanış yüzünden. ‘Şeytan taşlamak’ diye bir âdet var, bunun için ta Mekke’ye yolculuk ediyorlar. Şeytan bir tek orada ise kötülük dünyaya bu kadar nasıl yayılmış durumda, diye sormuyor bir kişi bile. Gidiyor, taşını atıyor, geri dönüyor. Şeytana bir şey olduğu yok, o muhtemelen tüm bunlara bıyık altından gülüyor.

Size bir iyi, bir kötü haberim var. İkisi bir arada: Şeytan taşlamak için yüzlerce, binlerce kilometre yol tepmeye gerek yok, çünkü şeytan insanın olduğu yerde, içinde. İnsan yemeğini kıssa, riyazet orucu tutsa şeytanı zaten taşlamış olacak. Çünkü bu beden insanın bineği olduğu kadar aynı zamanda insanın şeytanıdır, bu sözüme kulak verin. Zaten daha önce İnsan Nedir bölümünde konuşmuş, zihnin şeytan olduğun sonucuna varmıştık. Şimdi de bunu diyorum, şeytan aynı zamanda bedendir, beden olmasa zihin olmazdı. Şeytan bedenin işlediği günahlardan beslenir, güç alır. Dolayısıyla bedene verilen her zevk de şeytana sunulan bir lokmadır, siz zevk batağına battığınız sürece isterseniz her gün bir dikite taş fırlatın, ona kötülük değil iyilik ediyor olacaksınız.  

Nedense bu dinde cennetin yolu da cehennemin yolu da hep Arap dilinden, Arap topraklarından ve geleneksel Arap yaşantısından geçiyor. Bu dine inananların ezici kısmı kendi dili yerine başka bir dilde dua ediyor ki kâinatı, bilumum mahlûkatı, tüm insanlığı yaratan yüce varlık onları anlasın, duasına icabet etsin! Bu geleneksel din anlayışına göre Tanrı sanki Sultanahmet’e gelmiş Arap turist!

Şöyle düşünün: Elini göğe açıyorsun, kendi dilinde –ki sana konuşma yetisini verip anadilini var eden de yine aynı Tanrı olması gerek, ancak klasik inanışa göre nedense kendi verdiğini anlamaktan aciz kalıyor- dua ederek bir şeyler istiyorsun, “Sesimi işit, bana yardım et.” diye yakarıyorsun. Gökyüzünde -veya artık neredeyse- elini iki yana açıyor “Sen ne dedi? Ben Türkje bilmiyor.” diyor, hiç anlamaya gayret bile etmiyor! Bari işaret dili anlasa en azından hareketle falan bir şeyler anlatırsın. Ama geleneksel inancın Tanrısı Arapça arıyor illa! O da sadece belli kalıplarla, belli şekillere göre olacak, yoksa o da makbul değil! 

Buna kim inanır! Doğru, milyonlarca inanır inanıyor, bunu din zannediyor. Muhammed’in yolunu açtığı hakikat ilminin yanından bile geçmeyen bu çocuksu anlayışı belli ki Emevi soyu halkı rahat rahat sömürsün diye uydurdular. Ama çocuk masallarına benzeyen bu inanışlara hâlâ inanan, üstelik bunu din zanneden milyonlarcası var! İslam’ın sosyo-kültürel açıdan çökmesinin başlıca sebebi de bu.

Ruhtan, hakikatten, hakikat âleminden haberi olmayanlar dini bir düşünce-davranış biçimi olarak anladı, kurallar bütünü olarak uygulanmasını sağlamaya çalıştı; tıpkı bir ideolojiymişçesine. Kendileri ruh hakkında bilgi sahibi olmadıklarından dini yalnızca madde dünyaya sığabilecek bir iş sanıyorlardı. Böylece klasik din anlayışı maddeye sıkışmış, maddeye sıkıştırılmış kısıtlı bir algılayış hâlini aldı. Söyleyin, bugünün İslam anlayışında ruhla ilişkili en ufak bir şey var mı?

“Yani diyorsun ki ruhsal anlam İslam’ın özüydü, ancak Müslümanlar özü kaybettiler, yalnızca geriye kalan kabukla uğraşıyorlar?”

Tam olarak bunu diyorum. Üstelik bugün temelinde değil, İslam’ın doğduğu ve yayıldığı yıllarda bile çoğunluk tam olarak algılamadı bunu. O günler muhteşemmiş gibi anlatanlara bakmayın, tarihte her şey açık seçik ortada. Kavgalar, taht çatışmaları, suikastlar, savaşlar… Peygamber’i o gün bile çoğunluk anlamış değildi.

Klasik dinsel anlayışa göre din ‘eve dönüş yolu’ değildir, alakası bile yoktur. Üzülerek söylüyorum bu anlayış nazarında din ticarettir. Paradır, oydur, seccadedir, tespihtir, altın yaldızlı Kuran baskısıdır. Bu çağdan önce de topraktı, ganimetti, esirdi, altındı. İşte bu nedenle klasik dinsel anlayışa ticaret dini desek yeridir.

Ticaret dini nedir: İstediğin şeye ulaşmak için Yaradan’ı aracı kılmaya kalkmaktır. Cennet, kadın, mal-mülk-makam-para ihtirası… Her şey olabilir. Bugün dua kitaplarında ve internette, sık sık görürsünüz: Şu duayı okursanız istediğiniz her şey olacak. Şu duayı okuyun cennet kesin. Şu duayı okuyun yüz şehit sevabı, ardından Hawai’de üç gün tatil. Bunu yazan adam, neden o duayı okuyup her istediğine sahip olmak yerine kitabını satarak para kazanmaya çalışır, sorusunu es geçelim, işte bu ticaret dininin en basit örneğidir.

“İyi de bunlar elbette alınacak. Namaz kılan seccadesiz nasıl kılacak? Tespih çeken tabii ki tespih alacak. Ne yapacaklar ya?”

Bu söylediklerimi nesnel olarak ele alırsanız yanılırsınız. Demek istediğim şu: Yaygın dindar anlayış bu nesneleri, yani maddesel algılayışı aşamamıştır, o noktada takılı kalmıştır. Basit dindar algılayışa göre esas amaç kılınan rekâtlar, hareketleri birebir tekrarlamak, zikirlerin sayısıdır; Allah’ın rengine boyanmak yani Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak yolunda kullanılması gereken araçlar olarak algılanmaz. Yani amaca götürmesi gereken araçlar tamamen amaç olarak algılanmakta. Bu anlayışa göre din, insanın daha ruhanî, daha latif, daha zarif hâle bürünmesi değildir; bildiğin taklittir ve sayılarla uğraşmaktır.

Bu anlayışı ibadetin kendisine tapınmak, diye tanımlasak yanlış olmaz. Bugün Müslüman dünyasal mülklerden ve hislerden uzaklaşmak için tutmuyor orucu, orucun kendisini kutsal olarak gördüğünden tutuyor. Amaç kalkmış, ortalıkta yok, aracın kendisi amaç sayıldığından fayda sağlamıyor. Aç kalıp dünyaya daha beter bağlanıyorlar. Müslüman namazı, dünyadan uzaklaşıp Allah’ın evi olan gönül kalesi içine çekilmek, çok yakın olan hesabını o gün içinde görmek için kılmıyor. Amaç bizzat namazın kendisi durumunda, hareketlerin tekrarını birebir taklit etmek, bundan zerre sapmamak, rekâtların sayısını kaçırmamak bu algılayışta muazzam önem ifade ediyor. Bu durumda kişinin kendisini düzeltmesi yolunda hiçbir fayda sağlamıyor.

Daha da tuhafıma gideni bunun garip karşılanmıyor oluşu. Çünkü bu iş, sınava hazırlanmak için test çözmek yerine test kitabını kutsal kabul ederek her gün üç kere öpüp başa koyduktan sonra rafa yerleştirmekten farksız. İşe yaramadığı ve yaramayacağı apaçık. Ama Peygamber’in takipçisi olan devasa topluluk öylesi bir uykuya dalmış ki bu türden cümleler dökmek tehlikeli; bu insanlar kaç yüzyıldır onları uyandırmaya çalışacak olanları linçe hazır bekliyorlar. Kendilerini uyandıracak olanlardan nefret ediyorlar.

Ruhanî âlemde işler farklıdır. Orada insanlar dünyada gizlediği yüzleri yerine gerçek yüzleriyle yer alır. Yaptıkları işler, fiiller hâllerine yansır. Dolayısıyla ne olduğunu gizleyemezsin. Bunu iyi anlamda da alabilirsiniz kötü anlamda da; size bağlı olarak. İçinizde iyiyseniz öyle belirirsiniz. Dünyada yakından tanıdığım, ibadetle veya Arapça tekrar edilen zikirlerle yakından uzaktan alakası bulunmayan bazı ruhlar, o âlemde ellerinde tespihle zikir yapar hâlde görünüyorlardı. İçinizde kötüyseniz; dünyadaki dış görüntü ve dışa yansıyan davranışlar nasıl olursa olsun fark etmez. Orada kimseyi kandıramazsınız.

“Nereden biliyorsun, belki de bu söylediğin kimseler geceleri gizliden tespih çekiyorlardır? Beraber yatmıyorsunuz ya?!”

Yakından tanıyorum diyorum, Fatiha bilmeyen, dua etmeyen insanlardan bahsediyorum; ateist olanı da var. İşin ilginçliğine bakın, ateisti ruh âleminde uyanık görüyorsun, o uzun sakallı dindar ise onca namazına, tespihine, duasına rağmen uyku hâlinde. Tabii hepsi değil, lütfen kalıp olarak ele almayın, yanılırsınız. Orada cübbe ve sarıkla gezen uyanık ‘gerici’ de gördüm, sohbet ettim. Türk de var Kürt de, Arap da var Amerikalı da, zengin de var fakir de. Aynı dönemde yaşadığımız ama yüz yüze gelmemizin imkânının olmadığı birçok ruhla görüştüm, tanıştım. En beklemediğin tipten kimseleri gayet ruhtan haberdar görmek mümkün. O zaman insanda kalıplara dair önyargılar yıkılıp gidiyor.

İşin özeti bu iş dine mezhebe, ırka milliyete, hatta iyiliğe kötülüğe değil, ruhta uyanıklığa bakıyor.    

Bu konu üstüne biraz tefekkür edince zikrin an’da kalmak ve/veya seni kısıtlayan kabuğu aşıp varlığını dışa açmak olduğunu anladım. Böylece şunu öğrendim: İnsanların yargılamalarından korkarak sahte bir kişilikle hayata tutunmaya çalışmak yerine kendin olup insanlarla birlikte, uyum içinde yaşamak ve bunun sonucu olarak insanları sevmek ve aralarını yapmak işte o zikir hâlini sağlıyor. Yani surette tespih taşımayanlar özde, ruhta tespih taşıyor olabilirler veya sabah akşam camide tespih çekenlerin ruhta zikirle ilişkisi bulunmuyor olabilir.

Mevlana “İnsanlar bilmese de üzüm taneleri gibi birbirlerine bağlıdır.” derken felsefe yapmıyordu; işte bu âlemden bahsediyordu. Peygamber daha derine inerek “Müminler bir binanın taşları gibidir.” derken yine bu âlemden bahsediyordu, fakat daha öte bir şuur düzeyinden. O, tüm âlemin dolayısıyla bütün insanlığın tek bir bina olduğunu söylemişti; anlamadılar, dünya üstündeki insanların durumu üzerinde yorum yapıyor sandılar. Nasıl ki bir taşta sıkıntı bulunursa bütün bina sıkıntıya girer, dolayısıyla insanlık âlemine dâhil birinin sıkıntısı bütün binanın sıkıntısıdır. Çünkü bilenler der ki, orada herkes bir kişidir. 

“Peki ama madem İslam öyle görünmese de ruh üstüne kuruludur, Müslümanlar dinsel kurallara uysa zaten ‘eve dönüş’ amacına uygun olarak hareket etmiş olmuyorlar mı?”

Maalesef; çünkü bu durum öyle ileri seviyelerde ki ‘eve dönüş’ amacı şöyle dursun, Müslümanlar özden öylesine uzaklaştı, öze öylesine yabancılaştı ki o kuralların belli amaçlar üzere geldiğini dahi unuttu, kuralların kendileri kutsal oldu onlar için. Müslümanlık uzun uzun zamanlardır kuralların kendilerine tapınıyor.

Örneğin kişisel yönde orucu ele alalım. Orucu yalnızca bir aya sıkıştırıp onu da akşama kadar aç kalmak zannedersen, kendini yüz kere de bin kere de aç bıraksan pek bir faydası dokunmayacak demektir. Oysa orucu kendini kontrol etmenin en etkili yöntemi olarak ele alırsan, akşama kadar aç kaldıktan sonra beş çeşit yemeğe gömülmezsin, bir veya iki çeşit yer, dilin lezzete, bedenin yiyeceğe duyduğu hırsı azaltırsın. Buna da bir süre devam edersen beden hafifler, ruh baskın gelmeye başlar. Arınırsın ve eve dönüşte yol kat edersin.

Toplumsal yönde de alkolü ele alalım. İslam’da alkol yasak ama ilginçtir zorbalık da yasak desek, Kuran’da öyle açık bir ifade yok. Bu yüzden İslam’ın egemen olduğu topraklar karısına-çocuğuna her dem zorbalık edenlerle dolu durumda. Peki alkolün yasak olmasının sebebi neydi? İnsanın içindeki pisliği açığa çıkarması. İnsana her tür kötülüğü işletebilecek olması. Müslüman adına ise bu böyle değil, alkolü ağzına sürmek yasak, alkolün yaptırdıklarını yapmak ise serbest. Fakat araçla uğraşır da amacı gözden kaçırırsan, yani alkolü yasak sayar da zorbalığı göz ardı edersen, o zaman araçla uğraşmanın manası ne ki? Alkolü yasaklamanın ne anlamı, önemi kalır, insanları alkolü işe karıştırmadan daha kötü ruhlar hâline döndürmeyi başarıyorsan?

Yanlış anlaşılmasın, alkolü savunuyor değilim ha. Alkolün girdiği yer yozlaşır, çirkinir, pisleşir. Bu açıdan birçok, bırakın birçoğu muhtemelen bütün din ve ideolojilerin getirdiği fanatiklikle ortak bir nokta taşır. Alkolün yayıldığı yerde huzur kalmıyor, tıpkı fanatikliğin yayıldığı yerlerde kalmadığı üzere.

Benim söylediğim şu: İslam’da alkol insanın içindeki pisliği açığa çıkarmayı engelleyen mekanizmayı yani aklı bloke ettiğinden haram, buraya kadar eyvallah, fakat mevki, makam hırsı, güç arzusu, para yığmak ve para yığanların halk içinde ayrıcalıklı pozisyon edinmeleri neden haram değil? Ayet de var üstelik, Tevbe 24’ü ele alalım örneğin: “Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu (din adamları işte, sanki imamlar odun kırarak mı para kazanıyor) insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar (malı haksızca yemek demişken sahte tarikat şeylerini eklemezsek eksik kalır) ve Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.” 

Al işte mis gibi haram. Mis gibi değil tabii, haram mis gibi olmaz; ancak dediğimi anladınız. Fakat gel gör ki Müslümanlar için değil, onlara göre alkol haram. Böyle bir din anlayışıyla nasıl olacak?

Bu arada bu ayetin çevirisinde Diyanet İşleri Meali’ni kullanarak edebi sanatlardan müthiş bir tariz örneği vermiş durumdayım. Diyanet İşleri temsilcilerinin elleri acaba bu ikinci cümleyi çevirirken titriyor mu, yoksa ‘biz de milletin parasını, malını yiyip biriktirip üstüne oturuyoruz ama bize demiyordur kesin’ diye mi düşünüyorlar, orasını ben bilmem. Ya da Diyanet yalnızca bu ayetin çevirisini ateist çevirmenlere yaptırıyor da olabilir. Başka türlü utanır çünkü insan, utanma özelliğini yitirmemişse.

Alkol iyi bir şey değil, orası kesin, ama çevir sokaktan ham bir kişiyi de ona yetki sun, yaptıkları için ceza görmeyeceğini bildiğini emin bir konuma koy, bak bakalım içindeki pisliğin fışkırması için alkole gerek kalıyor mu? İstediği kadar içmesin o vakitten sonra. Her tür kötülüğü, gerekirse din adına, gerekirse ırkı adına, gerekirse sevdiği lideri adına yapabilecek bir adam elde edeceksiniz. Aslında dünya hırsından, güç sevgisinden, elinde yetki tutmayı, milletin üstünde olup emretmeyi istediğinden yapıyor olacak yaptıklarını, o din-millet-lider sevgisi ise bahanesi olacak. Fakat bu iş haram olmayacak. Nasıl olacak?

Tekrar ediyorum, alkolün girdiği yeri yozlaştırdığı doğrudur, asla savunacak değilim, keşke kimse içki-sigara kullanmasa, uyuşturucunun yanında bile geçmese, tüm dünya teyzelerin parklarda haşince spor yaptığı koca bir belediye spor alanı olsa. Fakat olmuyor işte. Üstelik para hırsı, bunlar olmasa da dünyayı mahvetmeye yeter. Öyle olmasa Müslüman ülkeler alkolün adeta sular seller gibi aktığı Batı ülkelerinden çok daha emniyetli, huzurlu, adaletin tesis edildiği bölgeler olmaz mıydı? Zaten alkole bu kadar düşman, yanına bile yanaşmayan dünyada yalnızca bir siyasi anlayış mevcut, Siyasal İslam, onun da yayıldığı yerler de dünyanın her zaman en emniyetsiz, huzursuz, adaletsiz bölgeleri olmaya doğru kanatlanıp uçuyor adeta. Hadi petrol parası gibi devasa gelirler emniyetsizliği ve huzursuzluğu yok ediyor, gelgelelim adaletsizliğe hiç çare olmadığı gibi bu ülkeleri tercih edilebilir de kılmıyor. Zaten o yüzden çocuğunu dışarıda okutacak bütün İslamcılar Batı ülkelerini din kardeşleri Körfez ülkelerine tercih ediyor. Gerçi Körfez ülkeleri buna çok mu alınıyor, hayır, çünkü onlar da çocuklarını bilimin, refahın, barışın, adaletin ve nihai olarak huzurun beşiği Batı’da okutuyor, tüm o paralarıyla ülkelerini tercih edilir hâle getirmeye çalışmaktansa.

“Alkol tüm kötülüklerin anasıdır.” diyen Peygamberimiz kusura bakmasın, burada buruk bir karşı çıkış sergileyeceğim. Alkol tüm kötülüklerin işlenmesine yol açıyor olabilir; fakat tüm kötülükler, hatta daha fazlası alkol yokken de işleniyorsa esas mesele alkol veya alkol yasağı değildir. Şeytan olduktan sonra ha alkol içen şeytan olmuşsun alkol içmeyen; önemli olan şeytan olmamak. İşte alkol yasağı da inanırları kötülüğe sevk etmesin diye var; ancak inanırlar belli ki kötülüğe sevk olunmak için alkole muhtaç değiller.

Amaca ulaşmayı bir yana koyup kuralların kendisine tapınanları şöyle imgeleyelim: Bir otobüse bindik, Mekke’ye gideceğiz. Fakat molada yolcular otobüsten iniyor, onları götürenin otobüs olduğu mantığıyla otobüsü kutsal kabul edip etrafında tavafa başlıyorlar. Kendilerine etrafında döndüklerinin otobüsten öte önemli olanın gitmeleri gereken yer olduğunu biri çıkıp söylediklerinde ise kızıp köpürüyorlar.

İşte burada örnek olarak ele aldığımız Hac ibadeti bile ancak insanı temizleyecekse önem ifade eder, temizlemeyecekse onca yolu gitmenin ne gereği var? Önemli olan amaçtır, amaç. Bu anlaşılamıyor.   

Sözlerime kulak verin: Aslında inancına ve davranışlarına dair hiçbir şeyin değişmesine gerek yok güzel arkadaşım; yalnızca amaç ve araca dair anlayışını değiştir, yeter. Beş vakit namaz İslam’ın şartı diyorsan eğer, bunu yalnızca borç ödermişçesine zoraki eğilip kalkarak yapma. Bu ibadeti zihnini durultmak ve dinginliğe ulaşmak için kullan. Esas olanı amaç tut, aracı esas tutma, önemli olan bu.

Davranışlarında hiçbir şey değişmese bile ne kadar çok şeyin değiştiğini göreceksin. İçte değişecek önce, sonra dışa yansıyacak. İşte gerçek dindarlık bu noktada başlayacak.

İslam’ın geliş amacı da işte tam o zaman hâsıl olacak.    

Yorumlar