8) Ruh ve Soyut Değerler Üzerine
Bir şans çıksa da dünyadaki tüm acıları, keder verici olayları silmek mümkün olsa, hedonist bir yaşamda bütün insanlık sabahtan akşama eğlense, yese, içse, zevk peşinde ömür tüketse, buna insanlıktan önce ve insanlıktan çok şeytan sevinirdi. Çünkü hiçbir şeyin yanlış gitmediği bir dünyada insanın uyanma şansı yoktur, bu zindanın cennet olduğu hayaline sıkı sıkı sarılmaktan başka şey gelmez elden. Belki bir kişi çıkardı, aslında esas yanlışın öyle bir yaşam olduğunu anlayabilecek, belki çevresine de birkaç kişi toplardı. Buda gibi. Bilirsiniz, Buda bir prenstir ve babası döneminde paranın sunabileceği her şeyi sunmuştur ona, hatta ölümü bilmesini bile engellemiştir. Öyle ki acı, keder nedir bilmesin ister. Fakat kader gereği Buda bir gün ölüm gerçeğiyle yüz yüze gelir, bu yeni bilgi onu bambaşka bir insana çevirecek ilk adım olur. Çünkü bir sonraki dalgada elinden kayıp gidecekse neden plajdaki kumdan sarayına sıkı sıkı sarılasın? Bu yeni bilgi onda deprem etkisi yaratmış olmalıydı. Hani başından aşağı kaynar sular dökülmek diye bir deyim var ya, muhtemelen ölümü öğrendiği anda öyle bir his yaşamıştır. Aslında garip olan onun davranışı değil, garip olan, bugünkü insanın ölüm yokmuşçasına ağaca sarılan koala gibi dünyaya yapışmaya çalışması, asla ölümden söz etmemesi, bu esas önemli olan tek gerçeği ‘iç karartıcı haber’ konumuna yerleştirmesi.
Evet, tuttuğun futbol takımının kazandığı kupa değil gerçek olan, gerçek olan bir gün tanıdığın, bildiğin her şeyi bırakıp gideceğin, gitmek zorunda olduğun. Kafalara kazınması lazım bunun.
İnsan başka şehirde okul kazansa günlerce o şehri araştırır da ölümden sonra gideceği yeri nasıl merak etmez; ne acayip?! İşte gaflet dedikleri budur: Dünya düşkünlüğü. Öyle ibadetle falan da giderilmez kolay kolay. İbadet amaca yönelik yapılmıyor, değişime yol açmıyorsa, insan ibadet eden bir dünya düşkünü olur, çıkar, o kadar. En beter pintiler dindarlar arasından çıkar genelde, nedeni de budur. Yoksa dünya malını küçümseyen ve/veya eşitlik yanlısı sistemler Rusya’dan çok önce tek tanrılı dinlerin egemen olduğu çağlarda ve topraklarda yayılırdı. Öyle olmadı. Dindarlar ne Karmatilerin ne de “Güneş hepimizin güneşi. Su hepimizin suyu. Ekmek niye hepimizin ekmeği değil?” diyen Şeyh Bedrettin’in yanında yer aldı; bugün hala da almazlar. O dönemde Marks yoktu, din düşmanlığı da icat edilmemişti. Güzel olmaz mıydı; her şey eşit bölüşülür, gerektiği kadar çalışılır ve Tanrı’yı överek, Tanrı’ ya ibadet ederek yaşanırdı; tam peygamberlerin hayal ettiği türden bir yaşam. Sahiden pek güzel yaşanmaz mıydı ya? Dindarların, eğer gerçekten dindarlarsa, istemeleri gereken hayat tarzı böyle olmalı değil miydi? Oysa dindarlar saray sahiplerine kulluğu tercih etti çünkü onlar güçlü taraftı, askerleri çoktu ve elbette asla çalışmayı tercih etmemiş din adamı sınıfını iyi besliyorlar; böylece kılıç zoruyla sağladıkları meşruiyetlerinin vaazlarla garanti altına alınmasına emin oluyorlardı. Hayvan beden böyledir; hayatta kalmaya çalışmak, hazza ulaşmak ve acıdan kaçınmak üzere programlıdır. Diyelim ortada sonu ölüme varacak bir hak kavgası var ve sürüler, saflar oluşuyor, mantığa başvurarak güçlü tarafta yer almayı seçer –veya seçmese bile güçlü tarafın karşısında yer almaz. Çünkü ölümden korkmaktadır.
Doğru nedir? Tek doğru yoktur, derler, yanlış; tek doğru vardır, o da ruh. Eve dönecek olan ruhtur; sahte kimlikler, ezberlenmiş işler, davranış kalıpları, doğduğumuzdan beri başımızdan aşağı boca edilen, ezberletilen sözler değildir. Önemli olan tek dayanağımız ruhtur. Şu hâlde doğruyu doğrulama yolu ancak ruha, ruhtaki hâle, duruma bakarak olabilir. Doğru ancak ve ancak ruhu yattığı yerden doğrultmaktır. Ruh olarak doğrulmaktır doğru dediğimiz. Başka doğru yoktur, olmamalıdır, kabul edilmemelidir. Ve o da bir yaşam biçimini körü körüne takip ederek değil ruhta bilinçlenerek sağlanır. Ruhu yattığı yerden doğrultmuyorsa sabah akşam ibadet etmenin hiçbir faydası yoktur. Bu benim çıkarımım değil, Peygamber’in kendisi bunu dile getirmişti: “Bir dakikalık derin düşünme (tefekkür, contemplation) bin yıllık ibadetten üstündür.” Gel gör ki bu sözü din adamının öğrettiklerine aykırı düştüğünden parantezle şu kelimeyi ekleyerek çarpıttılar: “bin yıllık (nafile) ibadetten.” Sanki Peygamber nafile demeyi bilmiyordu; ama dememişti işte. Fakat oraya nafile gelmek zorundaydı, dahası ibadet her şeyden, doğrudan da kutsal ve üstün görülmek zorundadır, yoksa din adamı ne işe yarayacak? Kim hakikat ortaya çıksın diye ekmek teknesini batırır! Benim bildiğim buna aksi bir iki örnekten başkası yoktur, mesela biri Mevlana’nın talibi ve Mesnevisinin yazıcısı Selahaddin’dir, Mevlana’yı gördüğü gün onunla dergaha katılmaya giderken kuyumcu dükkanını yağmaya vererek yapmıştır bu işi. Halk yalnızca bir maden olan dünya altını için birbirini ezerken o ruhsal âlemde, daima onun kalacak altınları toplamaya gitmiştir. Evet, o âlemde de altın topladığınızı görebilirsiniz, fakat bunun için ciddi emekler sarf edilmesi gerekmektedir. Ne var ki bir kere elde eder ve o âleme göçünceye dek korumayı başarırsan sonsuza dek seninle kalır.
Eve geri dönmenin çeşit çeşit yolları görüldükten sonra tek doğru diye bir şey olmadığı anlaşılır. Tek doğru, eve, yuvaya geri dönüştür. Onu nasıl sağlayabileceksen yol da odur, doğru da odur; ister mini etek giyersin, ister çarşaf. Ruhu kalıp, kıyafet kurtarmaz; zaten bedenin kendisi ruhun elbisesidir. İnsana rahat, mutlu, tamamlanmış hissettiren yol, davranış tarzı ve iş neyse, ruhunu kurtaracak olan da odur. Şu hâlde nasıl tek doğru yol olabilir? Yol çoktur. “Varlığın nefesleri adedince yol vardır.” derler ama bence o sözün aslı “Varlığın nefsleri adedince yol vardır.” olmalı, muhtemelen dilden dile gezerken çarpıklığa uğradı. Çünkü her nefs yani benlik kendine özgüdür, dolayısıyla her gidiş yolu da o benliğe özgü olmalıdır. Olayın nefesle pek de alakası yok gibi.
Tüm yollar, tüm öğretiler öğretmeninin, rehberinin dünya görüşünü, okuyuşunu, dünyayı algılayışını yansıtır. Muhammed iyidir hoştur da Muhammed’in dünyayı okuyuşu Muhammed’e göredir. İsa Mesih’in dünyayı okuyuşu İsa Mesih’e göre. Gandi’nin dünyayı okuyuşu Gandi’ye göre. Epiktetos’un dünyayı okuyuşu Epiktetos’a göre. Atatürk’ün dünyayı okuyuşu Atatürk’e göre. Biri Buda’nın yolundan giderek kendini kurtarabilecekse ve yaratıcısına diğer öğretilerde yaklaşabileceğinden daha fazla yaklaşabilecekse sırf başka bir dinde doğdu diye o dini takip etmeye devam etmeli mi sizce? Esas mesele nedir; sonsuz âlemde kendimizi kurtarmak ve Yaradan’a yaklaşabildiğimiz kadar yaklaşmak mıdır yoksa atalarımızın dininin devamını sağlamak mıdır? Birinci seçim aklın ve kalbin yoludur, ikinci seçim ise klasik 'atalar dini' inanışı ile tapıcı yaklaşımı. Tapıcı bilinç akıl yönünden eksiktir, bu yüzden duygularıyla hareket eder, hayatı boyunca yalnızca kendisine miras olarak verilen öğretiyi koruma görevini üstlenir, sonra da hakikatten habersiz ölür gider. Azeri Türkçesine açın bakın, nedir 'tapmak' oysa ki: Tapmak, bulmak demektir.
Putperest bilinç zannedildiği aksine birden çok tanrıya tapan insanın bilinci değildir. Putperest bilinç dışarıda bir tanrı yaratan ve ona sarsılmaz bir imanla bağlanan ilkel bilinçtir. Yani zan bilincidir. Zan bilincinde o kadar sıkıntı yok, tabiidir ki her insan doğuştan basit bir bilinçle dünyaya başlar. Fakat putperest, inadında sabittir, sahte inancına bağlılığı mukayese kabul etmez; onu bir yere götürdüğünü görmediği hâlde o inanca gelecek en ufak eleştiri putperesti delirtmeye yeter. Çünkü kafasındaki inanç onun putudur. Hakikati arayanın ilkel bilinç olan putperest bilincinde takılı kalma hakkı yoktur.
Putperest bilince örnek olarak çok güzel bir örnek gösterebilirim: Hani Üçkâğıtçı filmindeki kız babası üfürükçüdür diye Rıfkı’ya laf eder ve iki dakika geçmeden ağzı yüzü yamulur gider; fakat o hâldeyken bile, felç yatağında tek kaşını oynatarak sırf üfürükçü diye Rıfkı’ya kızını vermeyi reddeder. İşte o kız babasının inatçılığı putperestliğin şartıdır. Yanlışını açık şekilde ortadadır, karşı çıkmanın imkânı yoktur, ancak adam bu apaçık kanıta rağmen Rıfkı’yı küçümsemeyi sürdürür çünkü kafasında kendi zannından yaptığı bir put vardır: Ona göre üfürükçülerin hepsi sahtekârdır, demek ki Rıfkı da öyle olmalıdır. Rıfkı İsa Mesih gibi gözleri önünde suyun üstünde yürüse bile bu adamı ikna etmesinin yolu yoktur, zira adamın kendi kafasındaki putuna öyle bir itimadı vardır ki ne kadar yanlış ve çarpık olursa olsun asla yıkamazsınız. İşte kendi kafasında put inşa etmiş, ona tapınıp duran insanların akılları da aynı bu şekilde işler ve muazzam inatçılıkları yüzünden bunları ikna etmesi dışarıda put inşa edip ona tapınan putperestten bile zor olabilir. Dışarıdaki putlara tapınanlar tanrılarının bir işe yaramadığını gördüklerinde vazgeçebilir fakat kafasında put inşa edip buna tapınanlar putlarının işe yaramadığını göremezler; çünkü o put dışarıda bir yerde değil bizzat kafasının içindedir. Dışarıdaki putu yıkarsın, devirirsin, İbrahim gibi boynuna da balta asar alay edersin ama kafası içindeki putu nasıl yıkacaksın, birinin kafası içine girmenin hiçbir yolu yoktur.
Bu türden insanlar putunu her inanç, ideoloji veya inanış üstüne inşa etmiş olabilir. Mezhebinin putudur, deviremezsin, babadan tâbi olduğu siyasal partinin putudur, deviremezsin, inançsızlığının putudur, deviremezsin. Dediğim gibi, karşısında suyun üstünde yürüsen yine de inanmaz; inanırsa kendi kafasındaki putuna karşı gelmiş olur, yapamaz. Ve putuna ne kadar iman duyuyorsa vazgeçmesi de o derecede zor hatta belki imkânsız olacaktır.
Bu arada Üçkağıtçı filmindeki Rıfkı’yı komedi unsuru olarak ermiş gibi gösterirler ama gerçekten de bir ermişin niteliklerini taşır. Her işi en ilginç, en inanılmadık yollar vasıtasıyla rayında gider, hep olması gereken yerde tam zamanında belirir, üstelik ona laf eden adam daha iki dakika geçmeden yamulur kalır. Ve o bunlardan hiçbiri için kendine pay biçmez. Aslında haberi yoktur; her işi onun yerine Allah görmektedir. Zaten mucizeleri yapan peygamberler, kerametleri yapan evliya değil de Allah ise haberinin olmayışı onun veli olduğuna ama kendinin ne olduğunu bilmediğine en önemli kanıttır. Yani Rıfkı’yı üfürükçü diye küçümsemeye kalkmayın, bir bedduasıyla göçüverirsiniz maazallah.
“Rıfkı’yı geçelim de senin hiç mi değişmeyecek kaidelerin yok yani?”
Hayır, benim değişmeyecek kaidelerim yok. Yeter ki doğru yola ilettiğine, ileteceğine, ruhta eskisinden fazla yükselteceğine, Yaradan'a daha yakın kılacağına ikna olayım, kolaylıkla eski inancımı terk eder yenisine geçerim. Bilsem, emin olsam ki Budist olunca Hakk'a daha yakın olacağım, bugün saçımı kazır, turuncu cübbeye bürünürüm. Gerçi turuncu cübbeyi nereden bulacağım meçhul; ancak siz ana fikri anladınız.
Benim nazarımda inançlar o kadar da önemli değil, kendimi bir şey olarak nitelendirmem gerekse ‘Yaradan için uğraşan birisi’ derim sadece. ‘Allahçı’ diye tanımlamaktan bile kaçındım dikkat ettiyseniz, çünkü ismi Allah olan veya Allah ismiyle bilip çağırdığımız yaratıcı varlık bugün hakikatin değil de belli bir dinin, hatta ideolojinin tanrısı gibi olmuştur; daha doğrusu buna dönüştürülmüştür. Oysa esas olan insanların inandığı ve bize birtakım öğretilerle sunulan bir tanrı figürü değildir. Esas olan Yaradan’ın bizzat kendisidir, O’nun hoşnutluğunu kazanmaktır. İnsanın sahip olması gereken yegâne gaye budur. Yaradan’ın hoşnutluğu Buda’nın yolundan giderek elde edilecekse Buda’yı takip etmek gerekir, Yahudi şeriatına uyarak elde edilecekse Yahudi şeriatına uymak gerekir, dinleri terk ederek elde edilecekse dinleri tamamen terk etmek gerekir. Öğretiler ancak Yaradan’a ulaştıracaksa önemlidir, yoksa önemli değildir. Dincilik yapmak hakikat yolunda gitmek demek değildir. Dinler yokken de hakikat vardı. Muhammed’in dini gelmeden önce din mi yoktu, tek Tanrı'ya tapınan mı yoktu? Musa’dan önce hakikat dillendirilmiyor muydu? Yanlış anlaşılmasın, bu yüce insanların çabalarını, fedakârlıklarını ve hakikate ulaşmada insanlığa yaşattıkları sıçramayı göz ardı ediyor değilim; hepsinin aziz ruhları şad olsun. Ben yalnızca esas önemli olan ortaya serilsin istiyorum.
Önemli olan bir tek şudur: Yaradan’ın kendisi. Dolayısıyla dünyada esas önemli olan da ona ulaştıracak yoldur. Yaradan’a ulaştırmayan inanç, önemli falan değildir. Sırf halk inanıyor diye öyle inancı takip eden kendine yazık eder.
Hatta ilk fikir değiştirme hatıram ilginç bir olayladır, onu da anlatayım. Daha ilkokul birdeyim ya da henüz başlamamışım. Bugün şehir içlerinde görmenin pek mümkün olmadığı yeşillik bir alanda mahallenin çocukları olarak toplanmışız. Bir kız vardı, sarışın, renkli gözlü, hem boyca benden biraz daha uzun hem de ence yaklaşık bir buçuk katım genişlikte. Bu kızın da bulunduğu bir zaman arkadaş grubu içinde, konu neydi hatırlamıyorum ama kızların birtakım şeyler yapamayacağını falan söylüyorum. Birisi de durduk yere bu kızın beni dövebileceği iddiasını ortaya atıyor, gaza geliyorum, “Ben öyle kalkıp da bir kızdan dayak yemem, isterse dünya şampiyonu olsun.” minvalinde konuşuyorum. Sonra çocukların yarım daire şeklinde toplaştıklarını ve bu kızın beni kolumdan tutup kendi etrafında döndürerek yere yapıştırdığını hatırlıyorum. Alay edilince bana çelme taktıklarını söyleyip mızmızlanmıştım, belki gerçekten de takmışlardı, tam hatırlamıyorum o kadarını ama gerçek şu ki her firavunun bir Musa’sı olduğu gibi her kendini bir halt sanan kibirlinin karşısına da onu sümük gibi yere yapıştıracak bir kız çıkmalı. Çünkü insan egosu acayip, şişince kendini böyle yüceden de yüce bir varlık addediyor, kusursuz, yanılmaz, dokunulmaz olarak algılıyor ve her türlü işte, bilgisi olsun olmasın, kendini hemen yargıç pozisyonunda konumlandırıyor. Oysa insan dediğinin tüm motor faaliyetlerinin durması beyne giden tek damarda, hatta beyindeki tek sinirde oluşabilecek hasara bağlı. Neyin tanrılık iddiası bu, gerekli tüm koşullar sağlanmazsa ağzını oynatamazsın.
İşin en tuhaf tarafı da şu: Diyelim muazzam işlerin, çok büyük başarıların mimarı oldun, dünyayı değiştirdin, öyle ki daha ötesi yok. Tarihin en başarılı insanısın, aferin sana. Eğer yeterince inançlı takipçilerin çıkarsa ve onların da şansları yaver giderse birkaç yüzyılda tüm başarıların yine de dünya denen boşluk tarafından yutulup yok edilir. Ve birkaç yüzyılı, dünyanın yaşıyla kıyaslarsan ne kadar önemsiz olduğunu görürsün. Hele bir de dünya denen noktacığı bilinen evrenin büyüklüğüyle kıyasladığında tüm dünyayı fethetmenin bile ne kadar küçük, önemsiz bir başarı olduğunu idrak edersin. Dünya avucunda olsa, sonsuza dek dursam da yönetsen ne olur? Toz zerreciği hükmünde. Ve aslında dünyayı fethetmeye çalışanların derdi de bu zerreciği elde etmekten çok kendini diğer kullar arasında yükseltip onlardan üstün olduğunu hissetmek ve göstermektir -ki tahmin edin insandan üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan kimdir: Ego. Her türlü hırs yalnızca egonun arayışı ve yönlendirmesi sonucu var olur. Gerçek insanın dünyayı ele geçirmekle, elde etmekle ilgili hiçbir hedefi ve kaygısı olamaz.
Dünyayı fethetmek de ne boş hayal yahu. Hani küçükken izlediğimiz bazı çizgi filmlerde eşeği koşturmak için sopanın ucuna havuç bağlayıp önüne sarkıtırlardı. Garibim onu elde etmek için ne kadar koşarsa koşsun havuç hep aynı uzaklıkta olur. İşte dünyaya boyun eğdiren fatihlerin, her yanı ele geçirip sömürmeye kalkan istilacıların hedefleri de aynı şekilde hep aynı uzaklıkta olmuştur. Dünyayı fethetme havucunun peşinde koşar koşarlar, ta ki ölüm uçurumuna yuvarlanıncaya dek. Ve ne kadar mesafe kat ederlerse etsinler havuç onlara hep aynı uzaklıktadır, hep de aynı uzaklıkta kalacaktır. Üstelik yalnızca yeterince yükselmeyi başarmış sayılı kişinin değil herhangi bir yolla ve herhangi bir yoldan dünyayı elde etmeye çalışanların hepsinin durumu aynıdır. Ne kadar koşarsan koş, o havuç hep aynı uzaklıkta olacak, arada yaklaşıyormuş gibi görünüyorsa bile o da sırtına binenin oyunu, kendi faydasını sağlamak için. Gerçi gerekirse bir tane verebilir de ve sonra sopanın ucuna bir başkasını bağlar. O yüzden dünya için kendini yırtmaya, satmaya, karakterini değiştirmeye hiç gerek yok. Mantıklı bir iş bile değil.
Hakikat âlemini bırakın dünyasal meselelerde bile öğretiden önce faydaya bakmak gerekir. Bize kutsal diye birtakım öğretiler empoze edip duruyorlar. Erdemli olan sistem dışarıda aç, soğukta insan bırakmaz, zayıf ailelerin suiistimale açık çocuklarını kötü niyetli, örümcek ruhlu aşağılıkların ellerine düşmekten korur, adalet sağlar. Sistem dünyadaki en doğru sistem olsa, faydası düşükse doğru sistem olamaz.
Esas sistem ruhların kurtarılmasını amaçlayan sistem olabilir, her ne kadar teokrasi yani dinsel yönetimler böyle bir iddiada bulunsa da din adamı kendisi yolu bilmez ki başkasını götürsün; yalnızca yüzyıllardır söylenegelen, kalıplaşmış ve çoğunlukla işe yararlığı kalmamış bilgi kalıplarını tekrar eder durur. Oysa bu kalıplar herkese aynı faydayı da sağlamaz. Muhammed bir işi birisine bir şey tavsiye etmiş olabilir, fakat aynı gün başka kişi aynı sebeple ona başvursa Muhammed bu sefer ona bir önceki söylediğinin tam zıddı bir yol tavsiye edebilir. Bunun nedeni iki kişinin başına ayrı sebeplerden aynı olayın gelmesi olabilir. Şöyle diyeyim, birinin kalp rahatsızlığı var, hekim bunu görüyor ve yağlı yememesini söylüyor, başka biri de geliyor ve onun da kalp rahatsızlığı var ama tamamen başka sebepten, damarları tıkalı değil, vücut proteine ihtiyaç duyuyor, ona da kırmızı et diyeti veriyor. Burada doktorun herhangi bir ikiyüzlülüğü veya çelişkisi yoktur, fakat uygulanması gereken tedaviler farklılık gösterdiğinden yerine göre tedaviyi uygulaması gerekmiştir. Eğer birinci adam bu tedaviyi kalıplaştırır her kalp hastasını, doktorumuz bir kere şöyle demişti, diye etten kesmeye kalkarsa ikinci gruptaki adamı öldürür. Ve ikinci gruptaki adam aynı şeyi yapmaya kalkarsa birinci gruptaki adamı öldürür. Burada anlaşılması gereken şudur: Bizi kalıplaşmış, standartlaşmış sözler kurtaramaz, bizi doktor kurtarabilir. Yani kutsal kitaplar, hadisler güzeldir, iyidir ama bir ölçüte kadar, o ölçütün ötesinde insana zarar verir. Orada gereken doktordur, yani ruhsal rehberdir. Bugün, kişiye ve zamana göre değişiklik gösterecek tedavi yönteminden önce bir Muhammed gereklidir.
Gelgelelim ne dünyasal ne dinsel sistemlere burada daha fazla girmeyeceğim. Zaten hakikatte mesele sistemlerden falan ötedir. Bu dünyanın sorunlarının düzelmesi elbette çok güzeldir fakat asıl amaç veya birincil mesele bu değildir, bu olamaz. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi dünyanın tüm eksikleri giderilse, hiçbir sorun kalmasa, isteyen istediği an her türlü zevke ulaşabilecek olsa daha mı iyi olurdu sanki? Aksine bin beter olurdu; çünkü öylesi düzen ruha ölüm demektir. Hayvan bedenin istekleri ruhla ters düşer, zevkle huzur bir değildir, aslında bunlar birbirinin zıddıdır ve en şiddetli zevkler ruhta en büyük zararlara yol açar.
En şiddetli zevk deyince… Yeri geldi, hakikatten bir bilgi iliştireyim buraya: Helal olsa bile her cinsel ilişki ruh adına küçük bir bıçak darbesi demektir. Yasak olanı siz hesap edin –ki bir bölümde anlattım da ne gördüğümü. Şehvet ruh adına çok tehlikelidir.
Şu noktayı tekrar tekrar vurgulamak lazım: Asıl olan ruhtur, asıl olan ruhtur, asıl olan ruhtur. Biraz akla sahip olan yaşamını bu gerçeğe göre düzenler, bu gerçeği hayatının hiçbir anında beyninden çıkarmaz. Çünkü geri kalan her şey yok olacak, geriye bir tek ruh kalacak. İnsan, olduğu yalın haliyle, ruh olarak kalacak. Ve biz tüm elbiselerimizden, yani kimliklerimizden sıyrıldığımızda kim olacağız? Esasen önemli olan tek şeydir bu.
“Bir kere geliyoruz hayata, onu da güzel yaşamadan göçelim mi yani?”
Güzelden kasıt olarak ne anladığınıza bağlı. Maalesef bu motto genelde hedonizme (zevktaparlığa) giriş cümlesi olarak kullanılır. ‘Madem şu hayata bir kere geldik, tüm zevkleri tadabileceğimiz kadar tadalım.’ Arkasındaki mantık bu. Gel gör ki bu mantık her zaman öz yıkıma (self destruction diyesim geldi de dilimi tuttum, herhalde destruction kelimesinin telaffuzu hoşuma gittiğindendir) kapı aralar. Çünkü zevk doğası gereği tükenici olduğu kadar tüketicidir de. Bunu en çabuk alkolde anlarsınız, ertesi sabah kalktığınızda, fakat zevk düzeyi yükseldikçe yarattığı yıkım da artar; örneğin dünyevî hazların zirvesi olan cinsel ilişki, insan kendini durdurmasını bilmediğinde uyuşturucu kadar beter bir yıkıma yol açar. Şöhretin zirvesinde, zevk havuzunda kendine asla sınır koymayıp sayamayacağı kadar güzel kadınla birlikte olmuş, aklınıza gelen Hollywood ikonlarını gözünüz önüne getirin örneğin. Yüzleri içsel yıkımlarını net şekilde yansıtır, zerrece mutluluk göremezsiniz. O zevk bağımlılığı onları tüketmiştir, artık eski hâllerinin gölgesidirler.
Oysa çok tuhaf, zevk tüketici olmasaydı bile doğru mantığın şu olması gerekmez miydi: “Madem bu hayata bir kere geliyoruz en erdemli hayatı yaşayalım.” Bir insana büyük bir miktar para versek, onunla dilediğini yapsın diye, fakat belirli bir süre sonra yine baştaki hâline ve evine, ailesine, çevresine geri döneceğini söylesek, o parayla yapabileceği en iyi işleri mi yapar yoksa yapabileceği en rezil işleri mi? Ailesine geri dönmek zorunda kalacağını bilen birisi o parayı pavyonlarda kadınlarla yer mi? Yerse, hangi yüzle geri eşine, çocuğuna döner? Ha, yapan da var, bir şey diyemem. Ama bence insan öyle bir irade ve karakter sahibi olmalı ki şu dünyanın hiçbir zevki için eğilip bükülmesin, Tanrı’nın ona bahşettiği aziz ruhu aldığı gibi temizce geri götürsün. Zevk düşkünlüğü erdemliliğin tersidir, ikisi birden aynı kap, aynı kalıp içerisinde bulunamaz. Zevk düşkünlüğü baskınlaştığında akıl azalır, akıl azaldıkça insan erdemlerden uzaklaşıp hayvanlığa meyleder, bedenin zevk düşkünlüğünü kontrol altına aldıkça akıl yükselir, akıl yükseldikçe insan erdemlenir, ışık yönüne meyleder.
“Yani ne ima ediyorsun, içimizde duygular yükseldiğinde kendimizi mi baskılayalım, ne yapalım?”
Öncelikle zevke tapmanın karşılığının duygularını bastırmak, baskılamak olmadığını bilin. Baskılanan duygu her zaman daha şiddetli biçimde geri döner. Nasıl bir gaz kapalı bir yerde genişler, genişler ve daha fazla genişleyecek alan kalmayınca yüksek sesle patlar; işte bir duyguyu bilinçaltında bastırdıkça da aynı şekilde sonunda patlayana dek genişleyecektir. Asıl mesele bir şeyleri bastırmak, derinlere itmek değildir, zevk isteğinin ve duyguların kölesi olmamaktır. Bastırmak erdem değildir, ancak erdemli görünmeye çalışmaktır.
Şöyle bir deney yapalım: Örneğin tatlı severler varsa yediği tatlıyı azaltsın, diyeceğimi sanıyorsunuz ama hayır, aksine bu deney süresince artırsın, her gün üç dört öğün en sevdiği tatlıdan gömsün. Yedikçe yedikçe o leziz bulduğu tadın bir süre sonra artık dilinde yavanlaştığını, yediklerinin anlamsız gelmeye başladığını görecek; çünkü vücudun duyularını sürekli uyardıkça hislerini yitirmeye, hissizleşmeye başlar. Fakat vücut yine de ister, hatta daha çok, dört verirsen beşi ister, ama eski hazzı aldığından değil, alışkanlıktan ister. Vücuda bir şeyi sık sık verince bağımlılık yapar, artık vermeyince eksikliğini çekmeye başlar. Bu arada dikkat edin de bilim yapacağız, yeni şeyler öğreneceğiz diye insülin direncine kapılmayın, sorumluluk kabul etmem.
En çok hoşumuza giden partner tipini kapımıza bırakıp kaçsalar, onunla yatağa girme fırsatı elde ettiğimiz ilk seferde heyecandan titreriz, yirminci kere birlikte olduğumuzda o heyecan azalmış, artık sıradanlaşmış olur, ama yüz kere birlikte olduğumuzda müthiş bir sıkıcılık hisseder ve kendimize yeni bir partner arayışına gireriz. Havadan atmıyorum, yaşandı bunlar, prime dönemindeyken Allah korusun ola ki nazar değdiririz de güzelliği bir nebze azalır diye bakmaya cesaret edemediğimiz Adriana Lima bile aldatıldı. Onun hor görüldüğü şu dünyada hepimiz hor görülebiliriz, ne kadar güzel olduğumuzun bir önemi yok, orası açık. Gel gör ki bu da ego-nefs-benlik dediğimiz yapının tuzağıdır, çare asla yeni partner falan değildir, isterse her gün yeni partner gelsin, ondan da sıkılır, bunalırız, sonunda düşülecek kuyu yine depresyon olur.
Ne var ki erdemlerin önemsenmediği bu çağda insanların bir kısmının zevk arayışı peşinde ciddi manada hayvanlıktan da aşağı kaydığını görüyoruz artık. Özellikle yabancı forumlarda, hatta Youtube yorumlarda görüyorum yahu, erkekler için ideal sevgili adına önemli olan göğüslerinin büyüklüğü, kızlar içinse en önemli kıstaslardan biri penis boyu imiş. Yaşım da çok değil halbuki, belki de geri kafalıyım, anlayamıyorum. Sevgilide gözleri yok, hayvan gibi çiftleşmeye partner arıyorlar. Onur, dürüstlük, sadakat gibi insanî değerler hak getire, kimsenin umursadığı yok. Çünkü o değerler bunlara göre ‘soyut’; göğüs ve penis büyüklüğü ise ‘somut’. Gerçekten merak ediyorum, bir çift göğsün çapı bir erkeğin cinsel ilişkiden aldığı zevk üstünde ne derece etkili olabilir de bunu sadakate tercih ediyorlar? Veya penis boyunda birkaç santimetrelik fark kadının cinsel ilişkiden aldığı zevki yüzde kaç etkileyebilir ki onurunu bu derece düşürmeye razı gelen kadınlar çıkıyor? Bildiğin ayağa düşmüş, zevkin belki %1'lik artışı için pek çok saçmalığı yapabilecek leş bir kitle var.
Aklıma ne geldi bakın. Üniversitede izleyip bitirdiğim OZ isimli, hapishanede geçen muhteşem bir dizi vardır. İzlemediyseniz bu paragrafı okumayın spoiler (sürprizbozan diye çeviresim var) olacak. Orada ırkçı bir karakter vardı, adını hatırlamıyorum. Çetesiyle iyice dokunulmaz olduklarından, gözüne kestirdiği, güç yetirebildiği adamlara tecavüz ediyordu. O adamlardan biri eğer kendini boynundan asarak yaparsa oral seksin daha zevkli olduğuna bunu ikna etmiş, bu da tuzağa düşerek kendini ranzaya asıp ölmüştü.
Anlamlandırabilmek mümkün değil, doğru mu? Ama işte hedonizm insanı bu türden sefilliklere, rezilliklere iter. Hedonist batabileceği kadar zevke batmak ister, mantığıyla baksa küçücük olduğunu göreceği %1'lik zevk artışı bile o yüzden çok önemli gelir. Oysa insanlığa ait devasa değerler, zevk karşısında gözüne küçücük görünür. Hani Mesnevi'de denir, "Nefs hilesiyle bazen saman çöpünü dağ yapar. Bazen de dağı saman çöpü gibi gösterir." diye. İşte o beyit, sanki bu durumu açıklamak için yazılmış gibi durmuyor mu?
Farkında mısınız zevk bağımlısı bir bakıma uyuşturucu bağımlısı gibidir. İkisi de aynı şekilde bedenin belli bir isteğine karşı koyamaz, takıntılıdır. Dahası ikisi de aynı şekilde istediğine ulaşamadığında yoksunluk krizleri geçirir.
Dünyanın zevklerini tanımlamam gerekse sanki bir havuza doldurulmuş bal gibi olduğunu söylerdim. Haddini bilerek kenarda durup yavaş yavaş yersen sıkıntı yok, afiyet olsun. Bir yerde tıkanırsın zaten. Gelgelelim açgözlülük yapıp da havuza daldığın anda bir daha geri dönüşü çok zordur. Baskınlık çoğunluk o bal tarafından dibe çekilir, can verir.
Bu türden ahmaklığı benim midem kaldırmıyor. Bu derece zırva kıstaslar, bu derece anlamsız bir hayat anlayışı, bu derece zevk odaklılık insanlık niteliklerinden olamaz. Hani çaktırmadan bu kimselerden ahlaken üstün olduğumu ima ediyor falan değilim, anlamayı denedim, anlamlandıramıyorum, gerçekten. Bu türden bir düzen bana iğrenç geliyor.
"Sen cinselliği ayıp olarak mı görüyorsun?"
Öyle olsa penisten, göğüsten konu açar mıyım yahu? Ama haklısınız, cinsel meseleler açıldığında çocuk gibi gülen, bedenin bazı parçalarını ayıp kabul etmiş birileri her zaman ortaya çıkar, ben de biliyorum. Üniversite 4'teyim, kolonoskopi olmam gerekti, gittim yaptırdım. Sonra makine mühendisliğinde okuyan arkadaşların eve gittim, sordular ne olup bittiğini anlattım. Üniversite 4 öğrencisi bildiğin kolonoskopiye gülermiş, orada öğrendim. Hem de epey gülermiş. Fakat biz burada bu tipten, makine mühendisliği öğrencisi meşrepli kardeşlerimizi küçümsemeyeceğiz, onları dışlamayacağız, eğiteceğiz. Gerekirse döve döve eğiteceğiz, derdim ama maalesef o konuda makine mühendislerine pek bir şey yapılabileceğimizi zannetmiyorum .
Kardeşim bak. Bu beden yalnızca bu dünyayı deneyimlememiz için bize giydirilmiş bir kıyafet, anlamanız gerek artık. Penis de et, göğüs de et. Ayıbı uyduran da bedenleri gelişmiş ama ruhları çocuk kalmış topluluklar. Yoksa cinsel ilişki gibi varlığımızın temeli olan eylem üstüne konuşamıyor olmamızın hiçbir mantığı yok. Cahil cühelanın ahlak anlayışına göre hareket ediyoruz anlayacağınız. Gel gör ki ahlak anlayışları da dönemden döneme değişiyor. Halka uyarsan erdem elde edemezsin o yüzden. Erdem sahibi olmak istiyorsan surete tapanlardan uzak duracaksın. Elbette mesafe olarak değil, bu mümkün değil çünkü, ruh ve gönül uzaklığı bulunacak o insanlarla aranda.
Bak bu konuştuğumuz penis şakalarının ne zaman türediğini söyleyeyim size: Batı ne zaman ki emperyalizmle dünyayı kendi bahçesine çevirdi, modernleşmeyi ve moderniteyi icat etti (bu ikisi günlük dilde aynı anlamda kullanılır ama farklıdırlar), bedensel zevkleri yüceltmeye başladı, büyük penisli figürler Batı’daki elit kadınların Doğu’ya ait cinsel fantezilerini süslemek amacıyla baş göstermeye başladı. Gerçekten böyle sanat eserlerinin sergilendiği geceler düzenleniyor o dönemlerde. Üstelik bu özelliği de yine biz Türklere atfettiler. Çünkü anlayışlarınca Türkler barbar insanlar olduğuna göre büyük penisli ve kaslı adamlar olmalılar. Barbar Conan çizimlerini hatırlayın işte. Kim bilir gerçek Türklerle tanışınca ne büyük hayal kırıklığına uğramışlardır.
Fakat cinsel ögelerin bildiğin teşhircilik boyutunda sergilenmesinin asıl tepeye vuruşu Amerika'da 60'lara doğru başlayan ve 'cinsel devrim' diye adlandırılan dönemle olur. İpin ucu oradan sonra kopar. Batı kültürü bu akımın yükselişi ve yayılışıyla birlikte neredeyse tüm elementleriyle hedonist, yani zevketapar bir görünüm alır. Ve Hollywood yoluyla bu hedonist kültür insanların zihinlerini zırvalarla doldurarak dünyayı ele geçirmeye başlar.
Bugün Hollywood tarafından çekilen, aslında çekilen demek abes kaçar, ortaya sıçılan herhangi bir filmi, diziyi açıp izleyim, zekâ kırıntısı içermeyen esprilerini hep cinsel ilişki, cinsel arzular, cinsel ögeler ve cinsellikle ilgili nesneler üstüne kurulu bulursun. Öyle ki homo sapiens türünden cinselliği çekip çıkaralım, Amerikan komedi sektörünün % 90’ı buharlaşır. Çünkü zeki de değiller, eski Türkiye’mizde var olan, Yeşilçam filmlerinde sıklıkla gördüğümüz o samimiyet de yok onların hedonist dünyasında. Kamuya yansıyan olaylardan ve açılan davalardan biliyoruz ki Hollywood’a ‘yükseltilen’ elit kesimin bildiği tek şey var; zevklerine araç olarak birbirlerini suiistimal etmek. Başta eleştirdiğim, hayatı yalnızca cinsel ögelerden mevcut gören zevk düşkünü kitle de işte bu Hollywood tarafından üretilmiştir.
Bu iddialarıma hiç mi istisna yok; var elbette. Örneğin istisna olarak benim bildiğim bir komedi dizisi vardı, Arrested Development. Önerilerime değer verecek bir iki kişi çıkarsa izlemelerini tavsiye ederim, memnun kalırlar. Hem bu diziye yeterince gülerlerse belki beni bulur da teşekkür niyetine yemek falan ısmarlarlar; “Bir kahkaha bir kilo pirzolaya eşdeğerdir.” diye bir söz var ne de olsa. Bu arada Hollywood'a yönelttiğim bu eleştiriler yalnız bana aitmiş gibi algılanmasın, İngilizce bilenler internette şöyle bir iki forum dolaşırsa Hollywood’un bu karanlık yönüne Amerika’dan yükselen tepkilerin derecesini de görebilirler.
Bakın, zevke bu derece kul olmanın insanlıkla bağdaşır hiçbir yanı yok; sabah akşam bize ne empoze etmeye çalışırlarsa çalışsınlar. Bizden insanın böyle bir şey olduğuna inanmamızı bekliyorlar; erdemlerle alakası olmayan, hayatını yalnızca bedensel zevklerini tatmin için geçirmesi gereken bir şey. Bak şey diyorum, tanımlayamıyorum çünkü, hayvan kategorisine bile sokamıyorum. Hayır, hem kabul etmiyorum hem isyan ediyorum. Üstelik o meşhur kavmindeki Lut Peygamber gibi, zevke tapmanın kötü bir şey olduğunu söyleyen yalnızca ben kalıp tüm dünyaca kınansam, küçümsensem, alay edilsem, dışlansam bile aynısını söylemeye devam ederim: Zevk düşkünlüğü insanlık olamaz.
Cengiz Han neden tüm dünyayı fethetmeye çalıştı? Mesele yalnızca cengaverliğini göstermek miydi? Bizzat kendi ağzıyla söylüyor, düşmanlarını sürmenin, kadınlarını alıp koynuna sokmanın hoşuna gittiğini. Demek ki meselesi yalnızca toprağını genişletmek değil, aynı zamanda zevke düşkünlük meselesi. O zevk düşkünlüğü öyle ki insanları bozkırlarından çıkartıyor, devasa tecavüz çeteleri olarak kudurmuş köpekler gibi sağa sola saldırtıyor. Yani zevk düşkünlüğü yeryüzündeki kaosun, kargaşanın ilk değilse bile ikinci sebebidir, birincisi mide derdidir; hayvanlar arasındaki kavgalar bile ya bölge sahiplenme ya da çiftleşecek eşleri elde etme kavgalarıdır. Hadi insan de hayvanla aynı şekilde yaşayanlara, diyebilir misin? Elbette dersin demek istersen, ama o zaman insanı tür olarak hayvanla eşit, farksız bir şey olarak kabul etmiş olursun, daha yüce, daha yücelerden bir şeyin parçası değil.
Fakat gel gör ki çoğunluğu maddesel âlemin esiri olmuş insanoğlu gerçekten değerli olanları ‘soyut’ diyerek yok sayar, böylece o yüce parçasını da yok saymış olur, beş duyu organlarıyla oracıkta algılayabildiklerini ise ‘somut’ diyerek var sayar, böylece o madde tarafına, yani hayvan bedenine bağlanmış olur. Yok saymanın Arapçası inkâr’dır ve işte bu türden, yüce parçasını yok sayan insanoğluna Kuran’da inkârcı, yok sayan diye hitap edilir; yaygın kanı aksine tanrı inancı olmayanlara değildir o hitap. Yoksa hakikat âleminde gayet de Budistler, ateistler paşalar gibi dolaşmaktadır. Yani klasik dinsel anlayışta dikte edildiğinin aksine bir ateist inkârcı olmayabilirken bir Müslüman inkârcılardan, yok sayanlardan olabilir. Bu iş görüşlerine, inançlarına bağlı değildir, yaşamlarına bağlıdır.
Oysa bu çağın insanının soyut dediği değerler, somut dediklerinden daha somuttur özüne bakılsa. Somutu tanımlayalım, nedir; elle dokunulabilen, gözle görülebilen, burunla koklanabilen, kulakla işitilebilen, dille tadılabilen yani varlığı beş duyu organlarıyla algılananlara somut deniyor. Örneğin dürüstlük-kaypaklık somut değil bu tanıma göre. Kripto para –ki yukarıda yaptığımız tanıma göre o da soyut sayılmalı ama elektronik ortamda ölçülebilirliği olduğundan o rakamları da somut sayarlar, karşılığı alınan ev, araba ise somut. Bir insanın ne kadar para sahibi olduğu elektronik bir veridir, normal para bile öyle, bankacılık sistemi bir çöksün veya para bir gecede devalüe olsun görün bakalım para ne kadar somutmuş, ne kadar kalıcıymış, bu sistem ne kadar tutarlıymış. Anlıyorum, o para somut olarak ortada gibi görünüyor ama aslında tam olarak öyle değil, bankacılık sisteminde öyle yüklü miktarlarda somut, nesnel para falan tutulmaz da bu tartışmayı siyaset kitabı altında yapacağız. Hadi bu tartışmaya girmemek için ortada kabul edelim, fakat o paranın değeri de soyut olarak belirlenir, o noktada anlaşırız artık. Yani Ortaçağ’da altının karşılığı kesin iken bugün paranın karşılığı kesin değildir, yarına büyük oynamalarla elinizdeki paranın değeri yarı yarıya düşebilir, dün aldığınız somut nesnelerin ertesi gün yarısını alabilirsiniz, dahası bankacılık sistemi bir gecede çökerse artık hiçbir şey alamaz olursunuz. O para yine olması gerektiği gibi soyut’a düşer. Fakat gel gör ki bu para sistemi çağımız insanına göre en somut nesnedir, buna karşılık erdemleri, duyguları ve insanı insan yapan her şeyi soyut sayar.
Finansal kapitalizmde elektronik bir veri olan para somutken insanların duyguları nasıl soyut kabul edilir, anlaşılması güç. Sadece bir insanın yüzüne bakarak onun ne olduğunu biraz biraz çıkarırsınız; sevgiyle doluysa yüz hatlarından belli olur, neşeliyse yüz hatlarından belli olur, dolandırıcılığa yatkınsa tavırlarından, yüz hatlarından belli eder, öfkeli biriyse zaten hayli hayli bellidir, anlamamanızın imkânı yoktur. Elle dokunamadığımızdan bunlara soyut deyip geçiyorlar; bence somut işte, apaçık ortada, dokunarak anlayamazsın elbette ama bakarak anlayabildiğin bir şeyi nasıl soyut sayarsın? Acaba laboratuvar ortamına sokulamadığını, bilimsel aletlerle incelenemediğini falan düşündüklerinden mi? Oysa sokabiliyoruz da. Psikoloji ve sosyoloji de bilimlerdir sevgili materyalist kardeşim. Son yüzyılı kaçırmış olmak lazım bunu bilmemek için.
Soyut-somut inancında ısrarcı maddeperest insanoğluna göre, gerçi acıyı, zevki sinirlerle açıklarsın da huzur soyut bir şey mesela. Oysa huzur dediğimiz onların somut dediğinin hepsinden daha somut. Hatta şöyle genişleteyim konuyu, somut dediğimiz, hatta gerçeklik dediğimiz bile bizim hissettiklerimizdir aslında, hislerimize göre algılarız. Üstelik madde dediğin de beyin tarafından yorumlanır, yani bir şizofrenin gördüğünün bizim gördüklerimizden daha gerçek olma ihtimali vardır. Hayır, şüpheciler gibi insanı kuşkuya düşürmeye çalışmak yoluyla felsefe yapmıyorum, anlatmaya çalıştığım bir şey var. Fıkrayla açıklayayım: İki felsefeci beraber yolda yürüyorlarmış, hayır, İlber Ortaylı’yla Celal Şengör değil, bu arada da şüpheci olan yanlarından geçtikleri her nesne için “Şu şu yüzden gerçek değil, bu bu yüzden gerçek değil” diye ileri geri sallayıp duruyormuş. Diğerinin canına tak etmiş, yerden bir taşı kaptığı gibi yol arkadaşının ayağına fırlatmış. Adam acıyla yerde kıvranırken sormuş: “Söyle bakalım bu da mı gerçek değil?” İşte demek istediğim şu ki o anda yerde kıvranan adam için acı, taştan daha somut, daha elle tutulurdur. Hakeza acı çeken herkes adına durum aynıdır. Mesela depresyondaki birisi için de o hissettiği acı, senin ona sunduğun, sunabileceğin her şeyden daha dokunulur, daha tadılır, daha hissedilirdir. Ve bunu derken felsefe parçalamıyorum, yeterince dibe battığınızda diliniz üzerinde acayip türden, pası andıran nahoş bir tat hissedebilirsiniz. Ne dediğimi ancak çekenler bilir.
Soyut dediğimiz, beş duyuya göre olmayan ama var kabul ettiğimiz şeyler, ne hikmettir ki insanları somut dediğimiz, beş duyuya göre var olan nesnelerden daha mutlu ederler. Babadan süper zenginler ve ‘star’ dedikleri ünlüler arasında uyuşturucu kullanımı yaygındır, çünkü onca somuta maddeye sahiplik onların içlerindeki o yüce parçayı tatmine yetmez. Yanlış anlamalara mahal vermeyelim, bunun aksi fakirlik de değildir, fakirlik övgüsü yapmıyorum, aşırı fakir gecekondu mahallelerinde de uyuşturucu kullanımı yaygındır, yani maddeden elini ayağını çekmekle mutluluk bulmak bir değildir. Ama mutlu olan kimdir derseniz, zengin olmaya uğraşan bir fakirdir, derim, yani bir hedefi, amacı olan insan. İşte mutluluğu getiren -veya en azından mutsuzluktan uzaklaştıran- o amaçtır. Bir hedef uğruna çalışıp çabalayan kişi mutsuz olmaz, hedefi de önemli değildir. Dünyanın en iyi insanı olmaya adayabilir kendini, bir hedeftir, dünyanın en kötü insanı da, o da bir hedeftir. Ölümden sonra farklı karşılıklarla yüzleşecektir elbette, yani benim inancımca öyle, fakat bu dünyada her ikisi de kolay kolay mutsuzluğa düşmez. Çünkü o çalışma, o çabalama, o uğraşı ego-nefs-benliğe vesvese dediğimiz kötücül ve mutsuz düşünceleri üretecek enerji bırakmaz. Bu, bize anlaması kolay bir gerçeği gösterir: Acılarımızın ve mutsuzluğumuzun büyük kaynağı düşüncelerimizdir. Gerçi bizim değil, çünkü bilinçli düşünme eylemi sonucu çıkmaz bu düşünceler ortaya, zihnin arka planında otomatik olarak oynar dururlar. Aynı ve aynı ve aynı düşünceler. Milyonlarca kere. Sanki bir ses kaydı alınmış da stop tuşu veya fonksiyonu olmadan tekrar tekrar çalıyormuşçasına. İşte huzura, mutluluğa ermek için bunları ya fark etmek ya da durdurmak gerekir. Fark etmek pasif gücü kullanan eden ruhsal öğretilerin yoludur, meditasyon yapılır. Durdurmak ise aktif gücü kullanan ruhsal öğretilerin yoludur, ancak ego-nefs-benliğe boş alan bırakmamakla mümkün olur, yani iyice yorulmakla, çalışıp çabalamakla, üretmekle, bir şekilde o karanlık enerjiyi boşaltmak veya yararlı işlere dönüştürmekle.
Şu hâlde somut ve somut yalnızca beş duyuya göre uydurulmuş, en fazla birtakım tanımlamalar veya betimlemeler için falan kullanılabilecek sığ bir ayrımdır, hakikat değildir. Hakikat insan için somutun ‘hissettiği’ olduğudur. Dilde tat almayı sağlayan reseptörler sinirler yoluyla o verileri beyne ulaştırır, beyin bu veriyi işler ve ‘tat almak’ dediğimiz olay gerçekleşir. Negatif duygular hissettiğimizde de bu iş aynı şekilde gerçekleşir, farklı değil, beyin vücudun bir bölgesinden sinirler yoluyla kendisine gelen verileri işler ve acı çekme hâli ortaya çıkar. Duygudurum bozuklukları ile bedenin bir parçasında çekilen acının ne kadar yakın olduğunu depresyondaki biri size çok güzel şekilde tarif edebilir –ki ediyor da. Yani bebeklikten beri dildeki sinir uçları çalışmayan biri olsa ve çevresinde ona meyvelerin farklı tatlara sahip olduğunu söyleyen hiç kimse de bulunmasa, ormanda yalnız yaşıyor olsa örneğin, tatları o hissedemiyor, buna yönelik kabiliyeti yok diye soyut mu sayacağız? Veya şöyle mi diyeceğiz; tatlar bizim için somut ama onun için soyut. Yani nesnelerin somutu ve soyutu kişiden kişiye değişiyor mu bu durumda?
Bir gün Ali’nin yanına iki kişi gelir. Tanrı var mı yok mu diye tartıştıklarını ama bir türlü anlaşmaya varamadıklarını söylerler. Ali iki tarafı da dinler, sonra var olduğunu iddia edene “Senin için var.”, olmadığını iddia edene ise “Senin için yok.” der. Belki de Yaradan’ın kendisi bile bu düzen üzere iş görmektedir: Hissedene var, hissetmeyene yok. Fakat o zaman da tüm gerçeklik de hissetmek üstüne kurulu olmuş oluyor. Gerçi Arapça bir kelime arkasında, dinsel jargon içinde gerçekliği örtülmüş olan iman da bu demektir; bir şeyin olduğunu veya doğru olduğunu hissetmek – veya hissederek oldurmak. Fakat iman konusunu inanç kitabında kendine ait bir bölüme sahip zaten, o konuya burada girmeye gerek yok. Benim anlamaya çalıştığım bu gerçekliğin insanın algılayışına göre değişip değişmediği.
Somut soyut konusu önemlidir çünkü bu ayrım dünyaya ait insanın algısından çıkmıştır. Bu zırva ayrım maddeye bağlı insanın neye önem verdiğinin açık kanıtıdır. Bu insanlar parayı somut diye algıladı, erdemleri soyut diye ve soyut dedikleri değerler somut olan parayı getirmediğinden onlara itibar etmedi. Erdemleri geçelim, birbirlerine bile değer vermediler, birbirlerine göstermedikleri değeri para eden maddelere verdiler, kendilerini madde sahiplenerek değerli görmeye, göstermeye, yüceltmeye kalktılar. Havadan konuşmayayım, marka takıntısı buna en güzel örnektir ama tek örnek değildir, markalar yokken de gümüşle, altınla, pırlantayla ve genelin ulaşamayacağı özel yapım nesnelerle büyüklenmecilik oynuyor, sahiplenme yoluyla kendilerini özel, değerli hissetmeye çalışıyorlardı. Hani Tanrılar Çıldırmış Olmalı filminde vardır, kola şişesi düşünce kabiledeki kadınlar ona sahip olabilmek için birbirlerine girerler, Oysa o zamana dek ihtiyaçları bile yoktur. Hatta o zaman da ihtiyaçları yoktur, kola şişesinin dibini ceviz kırmak için taş yerine kullanmak gibi acayip bir eyleme imza atarlar. Başkahramanımız nihayet biri diğerinin kafasını yardığında şişeyi tanrıların laneti kabul edip bu şerri yok etmeye gittiği bir yolculuğa çıkar, tıpkı Frodo gibi. Yani iki binliler bilmez, seksenli-doksanlı kuşaklar için ilk Yüzüklerin Efendisi filmi işte bu Tanrılar Çıldırmış Olmalı’dır.
Ben lise dönemlerindeyken Nokia yeni bir telefon çıkarmıştı, N73, görünce müthiş hoşuma gitmişti, hatta telefoncuda olacak, böyle dolu dolu “keşke bende de olsa” diye geçirmiştim içimden. Bir iki ay geçti, eve geldim bir kutu duruyor. Babamın patronuna bir arkadaşı iki adet telefon hediye etmiş, onun da içinden birisini hediye etmek gelmiş, iki telefondan N73’ü seçmiş babam. Nasıl sevindim anlatamam. Bir gün, iki gün, bir hafta, iki hafta, bir ay, iki ay… Üçüncü ayda benim için sıradan bir nesneye dönüşmüştü bile, özelliklerini yeterince kurcalamış, yeterince kullanmış ve etrafa yeterince göstermiştim. Sıkılmıştım anlayacağınız. Üstüne fazla geçmedi, N95 çıktı, benim telefon onun yanında sönük kalıyordu. O dönem bu dönem gibi değildi, böyle gözün üstüne kaş çizip yeni model sürmüyorlardı piyasaya, yani gerçekten daha gelişkin modeldi N95. Üniversiteye gittiğimde bir arkadaşımda vardı, elime alıp biraz inceledim, bıraktım, içimden bir kere istemek gelmediği gibi merak bile etmedim. Çünkü nesnelerin özünü N73 sayesinde çözmüştüm. Mutluluk yeni bir şeyi elde edene kadardı, elde edip bir süre kullanınca artık yeniliği kalmadığından mutluluğu da sönüp gidiyordu. Doyumsuz gönül o mutluluğa ulaşmak için alıştığı üzere yeni şeyler arzulamaya geçiyordu. Bu, sonu gelmeyecek bir oyundu. Dolayısıyla mutluluk nesneleri elde etmekte olamazdı. Bu gerçeği üniversitede kesin şekilde algılamıştım, hayatımda en mutlu olduğum zaman dilimi desem doğru olmaz ama kesinlikle ikincidir. Babam yurtdışında çalışıyordu, iyi kazanıyordu ve annem de cömertçe gönderiyordu, ama ben düzgün bütün yeni bir şey almazdım bile kendine. Vaktimi genellikle insanlarla ve bir parça da kendi içime dönük geçiriyor, mutluluk içinde yaşıyor gidiyordum. Öylesine mutluydum ki bilgisayar oyunu düşkünü olarak aile evindeki dizüstü bilgisayarı o dört yıl boyunca öğrenci evine götürme ihtiyacı hissetmedim.
Son 50-60 yıl tarihte bolluğun en yaygın olduğu dönem olabilir. Etrafımız nesnelerle kuşatılmış durumda. Her şey birilerine ait. Bize ait olan da pek çok şey var, hepimiz için geçerli. Afrika’da değiliz, ne yiyecek ne giyecek sıkıntısı çekiliyor coğrafyamızda. Ama bunlar mutlu etmeye yetmiyor; yetmez de zaten. Fakirlik reklamı veya övgüsü yapmayacağım, hayır, öyle romantik romantik “nesneler yerine insanlar biriktirdim ben.” falan da demeyeceğim. Neden diyeyim ki, ilk zor anında o biriktirdiğin insanlardan en iyi ihtimalde %90’ının ortadan yok olacağını bilirim. Suçlamıyorum, herkesin kendine ait dertleri var; öyle olmasa bile kimse kimsenin derdinin tasasını yüklenmek zorunda değil. Yaşam bunlar değildir. Madem mutluluk içten geliyor, yaşamı dışsal olarak ele almanın kendisi hatadır en başta, ne biriktirirsen biriktir. Önemli olan kaç para veya kaç insan biriktirdiğin değildir, kendi içinde hangi hisleri ve duyguları biriktirdiğindir. İçi neşeyle dolduran bilgisayar oyunu oynamak ve üretmekse, doğru olan asosyal olmak olur. Neden diğer insanlarla uğraşıp ruhunu yorasın? Sonsuza dek kendinle kalacaksın. Şu hâlde tek bir doğru yol falan da olamaz, doğru yol ancak kişiye göre doğru yol demektir. Birisi için doğru olan diğeri için doğru olmak zorunda değildir.
Varlığın tümünün Allah’ın isimlerinin yansıması olarak oluştuğu söylenir. Yani her varlık, buna bakteriler de gezegenler de dâhil, Allah’ın bir isminin yansımasıdır bu söylenene göre. Mantıklı, çünkü mutlak kudrete sahip bir yaratıcı varsa yaratımı hikmet üzere bir temele dayandırmıştır, yani tutup kimine dört ayak verirken kimine de eğlence olsun diye kırk tane vermiş olamaz. Yaptığı her işin bir nedeni ve/veya hizmet ettiği bir amacı olmak zorundadır. Öyleyse tek tip değil de çeşit çeşit ve hayvanlardan farklı ve üstün yaratıldığı açık olan insanoğlu da her bir ismin yansıması olabilir. Yalnız bu yaradılış olarak değil çalışmayla da elde edilebilir. Örneğin Tanrı herkese karşılıksız veriyorsa, ki bugüne kadar bana verdiklerinden henüz para talep etmedi sağ olsun, bir insan da sürekli karşılıksız vererek bu ismin yansıması olabilir. Böylelikle bir hazineye ulaşmış olur.
Muhammed kendisini fakir bırakırcasına dul, yetim, öksüz besliyordu. İbrahim kendisini fakir bırakırcasına insanlara sofra açıyordu. İsa kendisini fakir bırakırcasına dağıtıyordu. Neden? İşte böylece kendilerinde Allah’ın ‘karşılıksız veren’ sıfatını açığa çıkarıyorlardı. Öyle karşılığını vermeden kimse ruhsal makamlar elde edemez yoksa. Makamlar dağıtılırken kim kimin hamili yakınıdır diye bakılmaz.
Halk şuna inanır: Allah gökyüzünde oturur, yeryüzünden birini seçer, ona seslenir, bir şeyler emreder, o da yerine getirir. Bu postacı elçi anlayışıdır, bedavacı algılayıştır. Madem söyledikleri üzere Allah rastgele birilerini seçip seçip gönderiyordu da neden iki peygamber arasına yüzlerce, hatta binlerce yıl girdi? Ne mantıksız iştir? Seçtikleri arasında o kadar zaman farkı olunca kavgalar çıkıyor hep. Her yüzyılda birini seçip konuştursun, irtibat kesilmesin en azından. Sonra ya birbirimize giriyoruz ya da “Allah nerede, Allah nerede?” diye köşe bucak aranıyoruz.
İşin doğrusu şudur: Kul çalışır, çabalar, Allah’ın isimlerinden önce birini, sonra birini, birini ve birini, nereye kadar başarabilirse, yansıtmaya başlar. Yani “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanır”, “Allah’ın rengine boyanır.” Allah’ın davranış, hareket tarzını öğrenir, Allah gibi davranır sözün özü. O suretle Allah tarafından seçilir.
“Vay be! Demek ben de yeterince çalışsam, Allah’ın bir, hatta birkaç huyunu, ismini yansıtsam ben de peygamber olabilirim?”
Peygamber dediğinle ne kast ettiğine bağlı olarak değişir. Biz Pers diline ait olan peygamber kelimesini almışız ancak Arapça’da bu kelimenin iki karşılığı vardır: Vahiy alan resul ile doğru yola ileten nebi. Resullerin dönemi Muhammed Mustafa ile bitmişse de nebilerin dönemi hiç kesilmedi, kesilmeyecek de. Yani peygamber diye resul olmayı kast ediyorsan olamazsın ancak nebi olmayı kast ediyorsan olabilirsin. Ha, bunları olamazsan veli olursun güzel kardeşim. Bence bu da gayet yeterli. Yok karizmatik kelimedir diye peygamberlik pozisyonundan aşağısına tenezzül etmez bir yapıda değilsen tabii.
“Ben üç üniversite bitirdim, dört dil biliyorum, uluslararası bir şirkette manager’ım. Öyle herkes gibi veli olmam, olamam, en az peygamberlik lazım bana.”
Valla o kadarı mümkün mü bilmiyorum ama azminde, çabanda yeterince ısrar edersen supervisor veli olabilirsin belki, kapasitene ve bittabi O’nun kararına kalmış. Ben karışmam orasına. Sen güven, çalış çabala da; elbet bir şeyler elde edersin.
Hani İbrahim peygamber yine birini sofrasına çağırır, sonra ateşperest olduğunu işitince onu gönderir de Allah’tan azar işitir. “Ben onun ekmeğini suyunu o yaşına dek kesmedim.” diye. İşte üstüne düşünmekle bile Allah’ın peygamberlerini rastgele seçmediği, kendi ahlakına uygun olanlara hitap ettiği ve seçtiklerini de tamamen kendi ahlakına uygun olacak şekilde eğittiği sonucuna çıkılır. İbrahim kimseyi iyi-kötü ayırt etmeden, günahına sevabına bakmadan sofrasında yer vererek böylelikle ‘şefkat’ sıfatının veya ‘sınırsız şefkatli’ isminin, niteliğinin yansıması olabilirdi. Yoksa İbrahim Peygamber öylece evinde keyif ederken, uzanmış üzüm tanelerini ağzına atarken seçilmiş, vahye muhatap olmuş değildi. Öyle oluyor olsa bu çağda da stadyumda maç izlerken falan bir anda herhangi birimize vahiy gelebilirdi. Neden olmasın ki; Allah rastgele birini seçiyor nasıl olsa. Ama henüz stadyumlardan bir peygamber çıkmadı değil mi? Demek ki halkın peygamberliğe ait zanları doğru değildir. Bu da aslında gerçek dine ait zanlarının da doğru olmadığı anlamına gelir.
“Stadyumlardan çıkmadı, camilerden çıktı mı?”
Hayır, camilerden de çıkmadı. Neden çıkacaktı ki? Şunu anlamak şart; büyük çaba gösterilmeden, büyük fedakârlıklarda bulunmadan veya tam tersi yaradılışın etkisiyle çabasızlığa, tam teslimiyete ulaşmadan, neticede Allah’a ait bir davranış tipini huy hâline getirip Allah’ın bir niteliğine, bir ismine yansımalık etmeden kimse bir şey elde edemez. Bir iki ibadetle halkı kandırırsın da Allah’ı kandıramazsın. Yeterli niteliklere sahip olmayanların bir şeyler elde etmesi Allah’ın adalet niteliğine ters zaten. Ha, olur da bir sebeple bir işin o kereliğine farklı gerçekleşmesini diler, olabilir. O’na sınır çekilemez. Ama o istisna haricinde sistem mutlak şekilde devamlılığını koruyacaktır. Allah sistemini en baştakinin kafasına göre milleti hapse attırdığı ve büyük zenginlikleri öylece dilediğine sunduğu muz cumhuriyeti düzeniyle karıştırmamak sanmamak gerek. O düzen anca halkın adalet nedir bilmediği, bilse de umursamadığı, herkesin kendi benliğini öne koyduğu ve gelişmişlik düzeyinde de ruhta da geri kaldığı ülkelere aittir ancak.
Ayrı bir paragrafta dile getiriyorum, çünkü hakikate göre gerçek din de gerçek düzen de ruhun tüm zincirlerinden azade olması ve bir elbise olan bedeni ego kirinden arıtmasıdır. Gerçekten kalbini gururdan, kibirden ve bu türden kötülüklerden arıtan kişiyi hakikat âleminde elbisesini yıkar biçimde görürsün. Çünkü beden ‘gerçekte’ ruhun elbisesidir.
Zincir deyince, kölelerin eline, ayağına takılanlar veya Marks’ın söylediği türden ekonomik prangalar akla gelmesin. Hırs, şehvet, nefret, takıntı gibi negatif yönlü tüm duygular işte ruhun eline, ayağına, boynuna dolanan zincirlerdir. Bu söylediğim metafor olarak algılanabilir, edebiyat parçalamıyorum, o âlem dünyada gizlenenmiş olanların ortaya çıktığı, için dışa zuhur ettiği âlem olduğundan gerçekten zincir şeklinde görünür. Bu sebeple Kuran’da “Boynuna demirden halkalar geçirilmiş hâlde sürülürler.” denir, bu dünyadaki kötü alışkanlıklar gerçekten ruhun boynunu bağlar. Yani o halkayı kimse gelip bizim boynumuza takmayacak, yaşadığımız hayatta düşüncelerimiz, duygularımız ve yanlış inançlarımızla o halkayı biz kendimizin çeşitli yanlarına takar veya söker atarız. Muhammed’in Hind için “Odun hamalı kadın” dediği söylenir. Anlamayanlar aşağıladığını veya hakaret ettiğini düşünebilir. Oysa düşüncelerin, hareketlerin, huyların, alışkanlıkların, tercihlerin surete büründüğü ruh âleminde, Hind muhtemelen kendisini yakan ve yakacak odunları sırtında küfeyle taşır hâlde görünmekteydi ki Peygamber öyle bir laf etmişti. Muhammed insanların ruhta hâllerini gören göze sahip olduğundan bunu gerçekten görmüştü, yoksa kadına hakaret ettiği falan yoktu. Ne var ki Hind bunu bilmiyordu, çünkü kendisinin ruh âleminde ne hâlde olduğundan haberi yoktu, onu görebilecek gözü mühürlüydü, gerçek pirler ve ruhsal rehberler hariç insanların tamamında olduğu üzere. Eğer gerçek hâlini görebiliyor olsaydı önce o kendisini düzeltmeye büyük gayret sarf ederdi. Çünkü tabiidir ki sonsuza dek kalacağın hâlinin en iyi versiyonuna ulaşmak istersin, seni yakacak ateşi sırtında taşımak istemezsin.
Gel gör ki insanların çoğu bilgisizliklerinden ve inatlarından ötürü kendi ateşinin hamalıdır. Bu nedenle Pir Sultan Abdal “Orada ateş yoktur, herkes ateşini kendi götürür.” der. Yüzyıllar boyu Anadolu’yu mesken tutmuş Alevi-Bektaşi şiirleri özellikle pek çok sır içerir ama bu gerçeklerden habersiz olanlar onları mecaz kullanmış ya da metafor yapmış zannederler. Hayır, güzel uyaklı bir şiir döktüreyim de kitabım basılsın, diye yazılmadı o şiirlerin çoğu, üzgünüm MEB.
Biz insanlar asıl olarak ruh olduğumuzdan nefsin hamallığını yapmak akıllıca bir iş olmadığı gibi üstelik çok zahmetli ve masraflıdır. Bir gıdım dopamin elde etmek için verilen onca zamanı, çekilen zahmeti, çileyi düşünün. İnsanlar hayatlarını bu türden keyifler için harcıyor. Alkol, sigara, bilgisayar oyunu, alışveriş bağımlılığı… Yaşamları heba etmenin en büyük sebepleri. Kumarbazlar mesela, birazcık adrenalin adına o masalarda neler neler bırakıyor. En üst düzeyde uyuşturucu maddelere bağımlılık var, artık onlara düşenler o zevki bir kere daha tatmak için ölüyor, öldürüyor. İşte nefsi hoş tutmaya bunca zahmet gerekli. Ruhu memnun etmek içinse yalnızca biraz içe çekilme. Yalnızca biraz insanlardan uzaklaşıp kendini dinlemek. İnziva, meditasyon, ibadet, tespih, oruç; hangisi uygunsa artık. Fazlasını istemez. Hem zahmetsiz hem bedava; bu arada sanki beleşçi kardeşlere reklam yapmaya çalışır gibi oldu ama olsun.
Ruhsal rahatlığa ulaşmanın tek yolu işte ruha dolanan bu zincirlerden kurtulmaktır. O da çabayla, deneyerek, uğraşarak olur. Bedensel olarak rahat, konfor dolu bir hayatı seçmenin getirisi yoktur. Rocky der ya, “Acı yok, kazanç yok.” diye. İşte bu söz sadece kas geliştirmek hakkında değil, ruhun gelişimi hakkında da tam nokta atışıdır. İnsan ruhen baş edebildiği zorlu durumların büyüklüğünce büyür. Zahmet, zorluk çekmeyen kişi ruhen çocuk olarak kalır, büyüyemez, gelişemez.
Ali kızı Zeynep’in evine gittiğinde, kızının kendisi için üç çeşit yemek hazırladığını görünce şöyle der: “Kızım sen benim hiç üç çeşit yemek yediğimi gördün mü? Tekini bırak, diğerlerini kaldır.” Şimdi bu bir Ali övgüsü değil, Ali zaten övmekle tarif edilebilecek de değil, ‘Ali böyle yapıyormuş, biz de böyle yapalım’ taklitçiliği de değil. Zaten böyle söyleyecek olsam kutsal bir unvanmış gibi başına hazret sıfatı getirir, mezhebime göre imam der veya demez, sonuna da birtakım Arapça kelimeler ekleyip mistik bir hava yaratırdım. Bir de leblebi yutmuş gibi kelimeleri kesik kesik telaffuz ettin mi senden iyi din bilen yok! Sorun burada işte; taklitçilik. Bunun mutlak surette aşılması gerek.
Ali’nin böyle davranıyor olmasının bir amacı vardı. Bedensel zevklerden uzaklaşırsanız ruha yaklaşırsınız. Öte âlemin kuralları buradakinden farklıdır. Beden açken ruh doyar, örneğin. Siz bunu, ruhunuz en azından biraz olsun gelişmişse rüyanızda yemek yerken görerek anlayabilirsiniz. Yediğiniz yemek değildir aslında, sadece o şekle bürünmüştür.
“Öyle şey mi olur, elbette mide açken beyin gerekli gıdadan başkasını düşünmeyeceğinden insan rüyasında yemek görecek. Boş mideyle rüyada Victoria’s Secret defilesi görecek değil ya!”
Bir yerde haklısınız. Ama vardığınız sonuç doğru değil. Pekala şu sonuca da varabilirdiniz: “İnsan ruh âleminde karşılaşacaklarını -ve elbette dünya da ruhanî âlemin bir yansıması olduğu için dünyada karşılaşacaklarını- kendi düşünceleriyle yaratır.” Fakat düşünceler kontrolsüzce, sürekli kafada sinekler misali vız vız uçuştukları için etkisiz söz parçaları gibi geliyor. Burada benim kimseyi ikna etmem söz konusu olamaz zaten, bu iş Ortaçağ’daki adamı makinelerin varlığına inandırmaya çalışmak gibi olurdu. İnsanın buna inanabilmesi için Ortaçağ’ı terk edip Sanayi Devrimi dönemine erişmesi gerekir. O zaman inanmak gerekliliği kalmaz, görür çünkü. İlk makinelerin ortaya çıkışını, gelişmelerini, yayılmalarını ve bu zamanda onlarsız bir hayatın artık mümkün olmayacağını aşama aşama seyreder. Ne var ki o çağdan çıkmak için de önce bunun mümkün olduğuna inanmak gerekir. Bir nesnenin hareket etmesi için mutlaka kas gücü gerektiğine iman etmiş olan adam nasıl olur da makineleri görmek üzere yola düşer? Yani inanç yola çıkmak için gereklidir, yolda görülenlerle birlikte inanç bilgiye dönüşür.
Ali az yiyordu, birçok sufi az yedi, doğudaki gurular, keşişler, batıdaki keşişler; hep oruçlar tuttu, yediklerini asgari seviyeye çekti. Kimi zaman işi abartanlar da çıktı elbet aralarından, her zaman çıkar. Çünkü onlar da yanlış anladı, açlığı hedef edindiler. Az yemek, ne kadar az yiyebileceğini kanıtlamak üzere yapılan bir eylem değildir. Az yenir, lezzetlerden uzak durulur, az konuşulur; insan böylece durgunluğa ulaşmayı dener. Durgunluğa ulaşmış insan ruhla hareket eder, egoyla değil. İşte meselenin özü budur. Bedene verilen enerjiyi azaltmak, hafiflemek, böylece hem ruhu hem egoyu bilmeyi sağlamaya çalışmak. Çok basit bir dille anlatmak gerekirse: Bir öğrencinin matematik sınavı varsa çalışması gereken ders matematiktir. Eğer kalkar geçmişteki büyük bir coğrafyacıya duyduğu hayranlıkla coğrafya çalışmaya kalkarsa sınavınızı veremez. Bu öğrenci hayran olduğu axam gibi olmak istiyorsa önce okunacak bölüm olarak onun alanını seçmelkle işe başlamalıdır. Yani eğer birileri uzun oruçlar tutuyordu diye oruç tutuyorsanız, bir amaç, gaye gütmeden, bir hâle ulaşmayı hedef edinmeden sevap toplama derdiyle yol yürümeye çalışıyorsanız muhtemelen sadece kendinizi aç bırakıyorsunuzdur.
Hakeza Gandi nefsin bataklığını erken sayılabilecek bir yaşta fark etmişti. Babası ölüm döşeğindeyken canı karısını çekmiş, babasını orada bırakıp evine gitmiş, döndüğünde babasının vefat ettiğini öğrenmişti. Son anında babasının yanında olmamanın verdiği vicdan azabıyla tüm ömrünü kendini kontrole adamıştı. Ömrünün son demlerinde yılda bir lavman yapmayı öneriyor, Yoda’nın Skywalker’lara force’un ne muhteşem ihtimallere kapı araladığını anlattığı gibi o da bu yolun ne büyük güç sağladığından bahsediyordu. En son Batılı bir gazeteci çıkmış, Gandi’nin kendini ne kadar kontrol edebildiğini görmek için iki genç kadınla çırılçıplak yattığını tiksindirmek isteyen bir tarzla anlatıyordu. Materyalist öğretiyle ve sahte ahlak anlayışıyla doldurulmuş bir kafa böyle bir işi elbette anlayamaz. Arkadaşlar, eğer iki genç kadınla çırılçıplak yatıp onlara dokunmamayı başarabilen bir erkek olmuşsanız, ruhunuz nefsinize diz çöktürmüştür, ruhani âlemde er olmuşsunuzdur ve dünyada çok büyük bir adam sayılmanız gerekir. Çünkü savaşların en zoru ve en büyüğü kendine karşı verilendir.
Yani nedir: Bize toplumda ahlak kuralları diye öğretilenler hep sahte davranışlardır, esas ahlak kendini kontroldür. Kendini kontrolde ne kadar ileri gitmişsen o derece ahlaklısındır. Bunu sadece yemek yememek olarak ele almayın. Her türlü dünyevi durum adına aynısı geçerlidir. Arzularına, isteklerine diz çöktürebilmiş bir insan savaşçıların en hasıdır.
Mevlâna Mesnevi’de velilerin iki kısım olduğundan bahseder: Birinci kısım dua etmekten haz alır, ikinci kısmın ağzı duaya kapalıdır, başlarına gelen her şeyden hoşnutturlar. Her ikisinin de Tanrı katında makbul olduğunu söyler. Şu kul da biraz ruhanî öğretileri takip edip ruhsal uğraşılara girince, üstüne yine bu işlerle iştigal eden birtakım insanları tanıyınca gerçekten gördü ki Yaradan’a giden tek bir yol yok. Yollardan birisi çalışmayı ibadet saymış, çalışarak Hakk’a hizmet yoluna gitmiş. Bunlar çalışmayı ibadet olarak kullanıyordu. Başkası pasif yolu, geri çekilmeyi, halktan uzaklaşıp kendi içinde inzivaya çekilişi, ibadeti, meditasyonu tercih etmişti. Bir yol yemek yememek üstüne kuruluydu, ne kadar az yersen o kadar kâr. Diğer yol kararında olduğu, çok aşırı gitmediği sürece yemeyi öğütlemişti, riyazet orucu türünden uygulamaları bedene eziyet olarak görüyordu. Bir yol dua etmek üstüne kuruluydu, Mevlana’nın da söylediği üzere. Diğer yolun yolcusu dua edelim denince şöyle diyordu: “O ne yapacağını (yani ne yaptığını, ne yapılması gerektiğini) bilmiyor mu? Başa gelen (ne geldiyse) hayırdır.” Cömertlik yolunu tutan, “Sen ver oğlum, eksilmez.” diyen de vardı, her kuruşun hesabını “O’nun her verdiği değerlidir.” diye yapan da. Tıpkı Mesnevi’de hani İsa takipçilerini birbirlerine düşüren Yahudi vezir hikâyesindeki gibi öyle taban tabana zıt yollar ki bunlar, ortada buluşmaları mümkün değil. Fakat hepsi de Hakk’a ulaşmışlar. Gel de çöz bu işin hikmetini!
Bir zaman tefekkür ettim bunun üstüne. Anladım ki önce önemli olan niyet. Yani Hakk için ne yapılırsa insanı O’na götüren bir yol hâline geliyor. Tabii bunun tutarlı bir hâle getirilmesi, istikrarlı biçimde sürdürülmesi, dahası yaşam tarzı hâline büründürülmesi şart; bir gün cömert olup ertesi gün cimri olunursa o yol kimseyi bir yere götürmez muhtemelen. İstidada göre, hangi yol kolaysa. Gerçi zor yolu tutmak da ruhta bir yoldu, Peygamber, Ali’yi bu sebeple övmüştü, Allah için bir şey yapması gerektiği vakit hep zor yolları tercih ettiğinden. Diğer önemli özellikse razılık yani hoşnutluk. Gerçi razılık ile hoşnutluk birebir aynı değil; razılık o kadar sevmesen de kabul etmek gibi bir anlamda, hoşnutlukta ise kabul ettiğinden mutlu olmalısın, yoksa hoşnut olmuş sayılmazsın. Yani hoşnutluk, razılıktan üstün olmalı ruhta. Fakat aldığından hoşnut olamıyorsan bile razı olacaksın, rızayla yürünmeyen yolun kimseyi bir yere götüreceğini sanmam. Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya da baş, demişler. Şunu da ayrıca fark ettim ki kendinden, yaşamından, çevresindekilerden hoşnut olan insan sayısı o kadar az ki zaten hoşnutluğun kendisi ruhanî bir iş olmalı.
Aslında insan ne yaparsa yapsın, hangi yolu tutarsa tutsun esas amaç ego-nefs-benlik dediğimiz yapının, bu bedene tâbi olmanın yarattığı o iç gerginliği kırmak, kıramazsa azaltmak, işin nihayetinde hoşnutluğa ulaşmaktır. Sadece ruhsal çalışmalardan söz etmiyorum, insanlar keyif verici maddeleri bile bunun için kullanmıyorlar mı? O gerginlik, o mutsuzluk, o sancı, o acı, kısacık bir süre bitsin diye? Hayatımızın amacı bu; hepimizin. Yalnızca farklı işlerle içsel acımızı dindirmeye çalışıyoruz.
Bu arada ‘keyif verici madde’ tabirini kim buldu, lügate kim yerleştirdi hiç anlam veremem. Adeta alttan alttan övüyor, reklamını yapıyor. ‘Mutluluk verici madde’… ‘Canınıza can katacak madde’… ‘Bir madde ama öyle böyle değil, uçuruyor madde’… Cinayet için sözlük açıklaması olarak “İnsan popülasyonunu azaltarak alanımızı biraz olsun genişletici eylem” diye koymaya benziyor biraz. Belki de filmlerde izlediğimiz türden bir olay yaşandı, yasak madde kaçakçılarının elebaşları böyle afilli bir odaya doluştular, içlerinden birini TDK’ya casus olarak sızdırma kararı aldılar. Takip edelim, ‘yasak madde’ tabiri ‘şimdilik yasak madde’ olarak değiştirilirse tamamen totomdan uydurduğum ve şaka amaçlı yazdığım bu komplo teorisi gerçek de çıkabilir, bilemedim. Gerçi yasak madde elebaşları bir devlet kurumuna sızacak olsa herhalde TDK değil İç İşleri Bakanlığı olurdu bu. Toto tabiri nereden çıktı, onu hiç bilmiyorum ama bunlarla uğraşmaktansa ‘keyif verici madde’ yerine tamamen kendi üretimim olan tabirleri şuraya iliştireyim de yalnızca eleştiri yapan memnuniyetsiz biri olarak kalmayım, bir faydam dokunsun vatana millete: “Bağımlılaştırıcı madde”… “Yoksunluk krizi geçirtecek madde”… “Hayatınızı göçertecek (göçertecek yerine sokak jargonundan başka argo kelimeler de koyabilirsiniz daha iyi etki yaratması bakımından) madde”…
Devletin güzide kurumlarıyla başımız belaya girmeden meselemize dönelim. İşte ruhsal uygulamaların esas amacı doğaya tâbilikten kurtulup ruhen göğe yükselmek, hayvanlığı aşıp insan suretine bürünmek, hamlıktan olgunluğa, acılıktan tatlılığa geçiş yapmaktır. Arz yüzeyindeki canlılardan biri olarak yaşamını sürdüren insanoğlu, bu mertebeye ulaştığında “Ey razı olmuş nefs!” hitabı da vuku bulmuş demektir. Ve razı olan nefs nereye döner: “Rabbine dön!” Öyleyse demek ki esas amaca öte dünyada değil de bu dünyada ulaşılmaktadır, çünkü ancak bu dünyadayken razılık, hoşnutluk, hayattan memnuniyet durumuna erişilir ve insanın aslına, asıl yuvasına, Rabbine dönüşü de ancak bu şekilde olur. Böylece anlaşılır ki tüm o ibadetlerin, zikirlerin, duaların, ruhsal çaba ve uygulamaların gerçek amacı da asla sayı tutmak veya ötelerdeki aşkın bir varlığa bir şeyler yapıyor görünmek olamaz. Böyle bir inanca sürüklenenler elbette O’nu değil yalnız kendini kandırır, bu dünyasını boşa harcar, boş gider, orada da bir şey değişmeyeceğinden pişman olur. Bu yüzdendir ki Peygamber “Nice namaz kılanlar vardır ki elde ettikleri yalnızca yorgunluktur.” demiştir. O, o kadarını söylemekle yetinmiş ama ziyan olarak bir de giden zaman vardır ki yorgunluk telafi edilir, giden zaman geri gelmez.
“Ne diyorsun yani, ibadet insanı hoşnutluk hâline yöneltmiyorsa tamamen ibadeti bıraksın mı?”
Buna karar verecek olan ben değilim, evet veya hayır diye yargıda bulunmak haddime değil, bu iş kişinin kendi arayıp bulacağı bir sonuçtur. Bir insan çalışmaktan hoşlanıyorsa, saatlerce çalışmalar esnasında kendini unutuyor, yüreği ‘tam hoşnutluk’ durumuna kavuşuyorsa o niye durup ibadet etmek zorunda olsun? Allah’ın onun ibadetine ihtiyacı mı var? Amaç zaten hasıl oluyor. Fakat diğer yandan da ibadeti terk etmenin kötü etkileyeceği insan tipleri mevcut. Bu insanlar bedenin yularını ibadetle tutarlar, o yuları bıraktıktan sonra kötüye doğru yuvarlanarak giderler. Böyle kimselerin ibadet etmesi şarttır, Allah’ın onun ibadetine ihtiyacı olduğu için değil, onun ibadete ihtiyacı olduğu için. Sanırım durum anlaşılmıştır: Kişi anca kendini gözlemleyerek kendisine neyin iyi neyin kötü geldiğini, neyin onu huzura eriştirip neyin onu mutluluktan uzaklaştırdığını anlayabilir. Gerçi bu genelleme de tam doğru değildir; ne demişler, “Bu dahil bütün genellemeler yanlıştır.” Kiminin de hiç çabalaması, bir şey yapması gerekmez, çünkü bu insan hâlinden hoşnuttur, başına ne geliyorsa hoşnutlukla karşılıyordur, mayası öyledir. Hatta bununla ilgili bir hikâye de vardır Mesnevi’de: Tanrı Beyazıd’a bir kadını över, o da merak eder, bir süre onu gözler. Hâlinde hiçbir farklılık göremez. Ne ibadeti vardır ne de ruhsal bir uğraşısı. Yer, içer, uyur; o kadar. Kendisine sormaya karar verir. Kadın cevap olarak ona der ki: “Ben hâlime razıyım. Güneş çıksa kaçmam, üstüme yağmur yağsa güneş doğsun istemem.” Bu şikâyetsizlik hâli Beyazıd’ın çok hoşuna gider, der ki: “Senin bu hâline ulaşmak için veliler yıllar boyu çalışır, çabalar.” İşte böylesinin çabalaması onun mayasına terstir, iyiye götürmez kötü eder; bir işe yaramadığı gibi bahşedilmiş hediyeye de yazık eder.
Beyazıd kadını gözlemiş, derken… Elbette klasikleşmiş seri katil filmlerindeki gibi gidip gecenin bir vakti gizlice pencerenin önünde kapşonuyla biterek uyuyup uyumadığını izlemiyor. Bu çok tuhaf ve bir o kadar korkutucu olurdu. Şöyle bir kutsi hadis vardır: “Ben sevdiğim kulumun gören gözü olurum, Benimle görür, işiten kulağı olurum, Benimle işitir, işleyen eli olurum, Benimle iş görür.” Bu ne demek? Şöyle sorayım; Allah insanı ne için yaratmıştı? Kendine halife olarak. Bir kral, herhangi bir nedenden tahtını birine geçici süreliğine devrettiğinde o kişi kral naibi olur, kral adına yönetir, kral adına hükmeder. Makam sahibinin yetkilerini donanmıştır, devlet artık onun eliyle işler. Kısacası o kişinin kendisi kral demektir. Dolayısıyla biri gerçekten Tanrı velisi ise bütün âlemi Tanrı’nın gözüyle seyredebilir demektir, yani Tanrı velilerinin birini görmesi için bırakın yol tepmeyi eşiğinden dışarı bir adım atması gerekmez. O bedeninin bulunduğu daracık odadan bütün kâinatı görebilir, duyabilir, emrini de her zerreye geçirir. Eğer Tanrı “Ben gece karıncanın yürürken attığı adımı işitirim.” diyorsa ve aynı Tanrı sevdiği kulunun kulağı oluyorsa, öyleyse Tanrı sevdiği kulu olan veli de gece karıncanın yürürken attığı adımı işitir; işitmiyorsa veli falan değildir. Hani tekke ve zaviyeler kapatıldı diye tarikatçılar falan çok atıp tutar Atatürk’ün arkasından; işte bu hakikati bildiğinizde böylelerinin baskın kısmının sahtekâr takımından olduğunu ve esas kızgınlıklarının eski dönemlerdeki gibi halkı kolayca kandıramayacaklarına olduğunu kolaylıkla çözersiniz. Çünkü gerçek bir pir, mürşit, şeyh, ruhsal rehber, nasıl adlandırırsanız artık, eğitim vermek için taştan, çamurdan yapma mekânlara ihtiyaç duymaz; ona kâinatın kendisi ve her noktası dershanedir. Gerçi böyle deyince Hababam Sınıfı’nın okul kapanıp da ormanda ders yaptığı bölümden arak gibi gelmiştir kulağa fakat öyle değil, hakikatin kendisidir bu: Her an ve her yer O’nun dershanesidir, dolayısıyla velinin de dershanesidir. Anlayacağınız madde boyutunu aşamamış kişi ruhsal rehber veya pir falan değildir, ya taklitçiliği hâlin kendisi zannediyordur ya da düpedüz sahtekârdır.
“Ben ruhani âlemlerde çok dolandım. Çok şeyler gördüm, çok şeyler bilirim. Hey gidi hey!” falan gibi iddialarda bulunmuyorum. Ancak “Ben bu dünya dışını bilmem, hiç gezmedim, görmedim.” dersem de yalan olacak. Benim gördüklerimden, denediklerimden vardığım çıkarım zincirlerden kurtuluşun yolunun ‘umursamamak’ olduğuydu. Gerçekten, bu kadar mı? Evet, bu kadar. Yoğun çabalar, ibadetler, riyazetler, tespihler sonucunda vardım bu çıkarıma. Tüm bu işleri yapmadığım, yalnızca an ile uzlaşarak, anda yaşamakla yetindiğim ve epey mutlu olduğum bir dönemim vardı. O dönem ruhta daha çok geziyor, daha çok şeye şahit oluyordum. Sonra çabaladım, çabaladım, çabaladım… Ve eskisi kadar parlak ve net görüntüler göremez oldum, galiba geriledim. Üstelik ruh âleminde gördüğüm, hatta kimisini bizzat tanıdığım, asla ibadetin, tespihin yanından geçmemiş insanları da ekleyince… Bu gerçeğin farkına vardım. Ruhen yükselenlerin her birinin ortak noktası mutlu olmayı başarmalarıydı. Ya eldekine razı gelerek mutluluğu bulmuşlar ya da amaçlarının peşinde hayatlarını kendileri yönlendirmişler ve doyuma ulaşarak mutlu olmuşlardı; neticede her iki kesim de mutluydu.
Buradan hareketle çıkardığımız sonucu yazalım: Ruhta esas geçer akçe an ile uzlaşmakta, direnmemekte, razı gelmekte, hatta yapılabiliyorsa hoşnut olmakta. Yanlış anlaşılmasın, yapılan kötülüklere güler yüzle karşılık vermek falan değil bu dediğim. Olanı kabul etmek ve ona göre davranmak. Değişmesi gereken bir şey varsa bunu inatla, zorlayarak değil de doğal bir rahatlık hâli içerisinde yapmaya çalışmak.
Ben kimseye hiçbir öneri, tavsiye falan veremem, çünkü doğru yol dediğimiz kişiden kişiye, yapısına, yaradılışına, huzuru, mutluluğu neyde bulduğuna bağlı olarak değişiyor. Kişi ne şekilde hoşnutluk hâline nasıl ulaşıyorsa onun için doğru yol odur. Sabah akşam yazılım programlarıyla uğraştığında müthiş bir manevi haz mı alıyor? İşte o onun ibadetidir, o onun ruha ulaşım aracıdır. Aman derim, birilerini dinleyerek, birilerine bakıp özenerek kendini değiştirmeye falan kalkmasın bu kişi. Sonra çok zorlanır. Çünkü önemli olan araç değildir, amaçtır. Ve insan ne yaparak o manevi mutluluğa ulaşıyorsa, onu amaca götüren doğru araç da odur işte. Öyle sanıldığı üzere bunun ibadet, riyazet, tespih falan olması şart değildir yoksa.
Gerçi şu yaşamımda gördüğüm kadarıyla artık kimse bunları önemsemiyor, belki önceden de öyledir bilmiyorum. İnsanlar yalnızca kendilerine güç sağlayacak işlerin, makamların, mevkiler veya harcayabileceğinden çok daha fazla paranın peşinde. Fakat baskın çoğunluk bunlar ellerine geçmediği için ne kadar şanslı olduğunun farkında bile değil. İstiyor da istiyorlar ama dualarının kabul olmayışının aslında ne kadar yararlarına olduğunu fark edebilseler yine isterler mi, orası meçhul. Aslında çok da meçhul değil ya, isterler muhtemelen.. Bir zaman makinesi edinip onlara on-yirmi yıl sonraki hâllerini göstersek? Yok, muhtemelen daha çok isterler, çünkü makine zahiri, maddedeki hâllerini gösterecek ama ruhlarının ne hâle geldiğini göremiyor olacaklar. Öyleyse ruhlarının hâlini de gösterecek bir kabiliyet sağlansın onlara. İşte o zaman bütün o istediklerine ulaşamadıklarına sabah akşam şükredecekler, şüpheniz olmasın. Çünkü insanların baskın kısmı paranın, şöhretin, makamın verdiği gücü kaldıramaz, bu imkânlar ellerine geçtiğinde içlerindeki ego-nefs-benlik dediğimiz zorba da şaha kalkar, ona engel olamazlar. Sonra onları bu zorba idare eder olur. Ne kadar güç ve sorumluluktan kurtulma imkânı, o derece azgınlık, umursamazlık. Ne derece azgınlık, o derece ruhta batış. Dolayısıyla iyilik her istediğini yapmakta değil kendini sınırlamaktadır. Veya tüm dilediklerini yapmak, istediği hedeflere ulaşmak ve bunların ne kadar boş olduğunu, tatmininin ne yetersiz olduğunu ve ne kadar kısa sürdüğünü görerek hepsinden vazgeçmektedir.
Önemsermiş gibi görünenler bile kendisi adına hiçbir adım atmıyor. Maalesef ekranlarda ve sosyal medyada şu tip bir insan sınıfı var: Ağzını hep geçmişten açıyor, geçmişteki insanların yaptığı büyük ve önemli işlerden bahsediyor. “O şöyle yapmıştı, şu böyle yapmıştı.” “Ahhhh, biz ne yapıyoruz ki…” demeye getiriyor sözü. Ama orada kalıyor. “Ahhh, biz kimiz, biz ne yapıyoruz ki…” Evet, bu cümle küçüklüğün kabulü ve ilerlemenin engellenişini çok güzel ifade ediyor değil mi? O anlattığı ne yaptıysa, sen de onun yaptığının bir parçasını yapmayı dene en azından? Baştan kendi küçüklüğünü kabul edip kendini engellemek yerine? Örneğin bahsettiğin kişi kırk gün aç mı kalıyordu? Sen de bir gün kal. Sonra bir günlere alıştığında yapabilirsen üç güne çıkarırsın, çıkaramazsan canın sağ olsun, en azından sınırını öğrenmiş olursun. Fakat geçmişten birilerinin başarılarını anlatmak neye yarayacak? “Hazreti Herkül zamanında her gün koca koca kayalar kaldırırmış. Bugün yaşasa en azından bir kamyonu rahatlıkla kaldırırdı. Ahhh, ah biz de bodybuildingciyiz ama biz ne kadar antrenman yapıyoruz ki…” İyi, sen de ağırlık çalışıyorsun madem, biraz daha uğraş, vücudunu geliştir, tamam kamyon kaldıramazsın da belki bir motosikleti kaldırırsın, o da başarıdır. Diğerleri anca market poşeti kaldırıyorken sen motosiklet kaldırabiliyor olursun; küçük iş mi? Madem Herkül’e bu kadar hayransın, biraz ona benzemeye çalış yahu. Uğraş biraz. Çaba göster. Dayanamıyorum daha fazla, ekleyeceğim: Just do it. Ama yeter ki yap!
Kendi kuruntum mudur bilmiyorum ama ben Allah’ın insanları sabit bir işe gidip gelerek, yan yatıp ömür tüketecek şekilde yarattığına inanmıyorum, her kişi bundan daha fazlasını başarmaya muktedirmiş gibi geliyor bana. Fakat önce ön kabulleri kırmak gerekir ki esas zor olan da bu zaten. Herkes bir şeyler yapabilir; yoksa insan olarak yaratılmazdık.
“Bir şey yapmak, günah işlememek anlamında mı?”
Aslında tam değil. Bazen egoyu, dünyayı aşmada bir günah, binlerce ibadetten daha etkili olabilir. Asla kul hakkına girmemiş, kimsenin malına el uzatmayan, fakat bunu gururu hâline getirmiş ve egosuna eklemiş, sahte kimliğinin en önemli parçası yapmış biri için belki de bir miktar haram paraya el uzatmak ve kendisinin diğer kullardan üstün falan olmadığını, hırsızlığın bir potansiyel olarak hep içinde bulunduğunu, belki de hırsız olmayışının tek sebebinin yeterince zora düşmemiş olmak olduğunu görmek, anlamak, bundan pişmanlık duyarak gururunu aşmak, terk etmek ruh açısından çok daha iyi bir sonuca yol açabilir.
Basbayağı şeytanın ve şeytan gibilerin kolaylıkla suiistimal edeceği bir tümevarıma çıkmış olduk yahu. Şimdi bu son çıkarımı okuyup da kamu kurumlarına gireyim, bir defacık ihaleye fesat karıştırayım, haksız kamulaştırma yapayım, rüşvet alayım da egom aşınsın, hem o arada parayı da vurmuş olurum diye düşünen çıkarsa bu dallamalara da demek isterim ki: “Ben öyle mi dedim evladım! Ben öyle mi dedim! Sığır! Ben öyle mi dedim?!” Lütfen denyoluğu bırakın Allah aşkına. O düşünce basbayağı şeytanın ruhun zayıflığını kullanmaya çalışması, açık seçik ortada.
Öyleyse demek ki incelememiz gereken ruhsal güç ve ruhsal zayıflık; çünkü zaaflara kapı aralayan ruhun güçlü duramayışıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder