Gerçek İnsan Bu Değil! Önsöz

Çocukluğumdan beri bu dünyada bir şeylerin ters olduğuna dair bir algıya sahibim. İnsanların hayatı algılayışları, kurdukları ilişkiler, yerleştirdikleri veya yerleştirmeye çalıştıkları düzenler, önem verip önemsemedikleri, sevip sevmedikleri... Hepsi tersmiş gibi. Yaşantıları, sistemleri, dinleri, daha doğrusu dindarlıkları hep ters sanki. Var bir tuhaflık, diyordum kendi kendime, halka ve düzene uyum sağlamaya çalışıyordum. Bir zaman iyi uyum da sağladım işin aslı. Fakat ne zaman üniversite bitti, ben eve çekildim, bu tuhaflık hissi daha çok sıkıştırmaya başladı. Ben de birtakım ruhsal uygulamalarla bu hissin üstüne gitmeye başladım, devam ettikçe yeni şeyler fark ettim, yeni şeyler öğrendim. Üstelik bazı sebeplerden yüksek lisansı da yarım bırakıp sonunda işsiz güçsüz öylece kalınca elimde epey boş vakit oldu, ben de bunu daha fazla ruhsal denemelerle doldurdum. Bu dünyada hepimiz değişik ve inanılması zor işlerin şahidi oluruz, ben bunların da ötesinde, çok değişik, çok acayip, hatta bazısı inanması imkânsız işlerin tanığı oldum. Başka âlemler gördüm, başka âlemlerde gezindim. Anladım ki bu dünya insanlarının algıları gerçekten çarpık, dünyanın işleyişi olmaması gerektiği bir yönde, şu hâlleriyle sosyal yaşantı da dinsel anlayış da siyaset de, özellikle siyaset, ruha gözbağı olmaktan fazla bir işlev görmüyor. 2011 dolaylarından başlayarak bazı uğraşılarla vakit tüketiyor, bunun yanında mana âleminde tanık olduklarımı ve bu dünyaya ait her şeye dair fark ettiklerim ile ulaştığım çıkarımları notlar hâlinde kaydediyordum. 2021 civarlarında olacak, içimde duyduğum büyük bir istek sonucu, diğer uğraşılarımı erteleyerek, tuttuğum tüm notları bir kitapta birleştirmeye karar verdim. Tek kitap çıkar diye tahmin ediyordum ama o kadar fazla not dağınık hâlde duruyordu ki bunlardan insana, toplum ve siyasete, inanca dair üç kitap doldurabiliyorum. İşte bu seri o kararın ve çocukluğumdan yana tecrübe ettiğim, gözlemlediğim, farkına, idrakine vardığım ne varsa onun eseridir. Kolay değildi, hiç kolay olmadı. Bu kula bazı bilgilerin bahşedilmesi için o kadar çaba göstermem gerekti ki belki de bazılarında ölümün kıyısına vardım, farkında olmadım. Ama nazarımca ölüm kötü bir şey değildir, buradakinden değişik bir âleme giriş yapılan kapıdır, ölümden kötü şeyler de vardır; ait olmadığın bir âleme düşmek gibi. Ruh sonsuz yaşantıda olduğundan oradan kurtuluş da olur mu bilemem. Bunlardan gördüklerim de oldu, şükür ki öyle veya böyle bir şekilde kurtarıldım, Allah bir daha saptırmasın. Tanık olduklarımı, yaşadıklarımı yeri geldikçe yazdım, paragraflar içine serpiştirdim, elbette hepsini değil, yeteri kadarını. Bunları konsantre hâlde değil, parça parça okuyacaksınız, böylesinin daha yararlı olacağına inanıyorum. İnsan her söylemesi gerektiğini yeri gelince söylemelidir nazarımca, ne önce ne sonra. Her şey gibi söz de anca vaktinde söylenirse etkisini gösterir.

        Zaman zaman bu seriyi yazsam mı yazmasam mı diye ikilemde kalıyorum. Bana tuhaf ve kimisi yanlış gelen inançları eleştireceğim derken insanları ötekileştirir miyim diye düşünüyorum. Sonra diyorum ki; “Sen kanaat önderi misin arkadaş? Niye senin fikirlerini kaale alsınlar? Sen söyle söyleyeceğini.” Hadi dikkate alan birileri çıktı, neden alınacaklar? Eğer bir yerlerde onlara yanlış gelen fikirler öne sürmüşsem karşı argümanlarını üretsin, tezimi reddetsinler. Ama alınmalar, gücenmeler, darılmalar. Hiç gelemem valla. Çocukluk etmesinler. Eğer küsüyorlarsa, bir eleştiriyi olgun bir tavırla alıp incelemiyorlarsa bu onların suçu. Huzur kimsenin fikrini ifade etmediği, kimsenin ayrışmadığı topluluklar içinde bulunmaz. Huzur ancak herkesin kendi fikrini ifade edebildiği topluluklarda bulunur. Aksi doğru olsaydı halkımız askerlik hayatını gündelik hayata sokar, günlük yaşam içinde de koğuşta yaşıyormuşçasına yaşamayı tercih eder, seçimlerde iktidar totaliter partilere devredilirdi; oysa bugün Türkiye'de böyle bir parti yoktur bile. Koğuşlarda dört yandan gelme, farklı farklı kültürlerden, her yönüyle birbirine zıt düşen adamlar alt alta, üst üste yatarlar. Aralarında ayrışma ve kavga olmaması için en mantıklısı hepsinin fikirlerini kendinde tutmasıdır. Bu anlayış düzenli, kavgasız bir ortam sunar ancak huzurlu bir ortam sunmaz. Bu kısıtlanmışlığı ve gerginliği hepsi hisseder. Siyasî görüşü ne olursa olsun, tüm askerler bu nedenle şafak sayar, terhis günü bekler. Ben “Askerlik ne güzeldi be. Hadi sivilde de aynı şekilde yaşayalım.” diyen birine denk gelmedim henüz. Gerçi size bir sırrımı vereyim, böyle söylememe rağmen kendim bu konuda aksi bir örneğim. Askerliğimi nöbetlerde muhteşem manzaralar izleyebileceğim ormanlık bir yörede yaptım ve ayrılırken, keşke üç ay daha uzatsalardı, diye geçiriyordum içimden. Dile de getirdim aslında ama milliyetçi arkadaşlar arasında bile kabul görmedi teklifim. Oysa hayatımın yarısını içinde harcadığım güzide ilçemiz için bir defa benzer cümle kurmuşluğum yoktur. Demek ki bazı yerlerde yaşamak emir altında bulunmaktan bile bezdirici, buradan o çıkar ortaya. Gerçi muhtemelen Türkiye’de, batı kesimleri hariç her il, her ilçe sakini genç yaşadığı yer hakkında aşağı yukarı aynı hislere sahiptir. Fakat siz yine de beni bu askerlik meselesinde istisna kabul edin; istisnalar kaideyi bozmaz, diyerek okumaya devam edin.

        Bu seride ne bulacaksınız: Söylediğim üzere başka âlemlere, inançlara, kutsal insanlara dair bir kısım hakikat bilgileri, insanlara, inançlara, siyasal ve dinsel sistemlere dair başka yerlerde denk gelmenizin pek de mümkün olmadığı gerçekler, çıkarımlar ve bolca da goygoy. Evet goygoy, çünkü Kara Şövalye’de Joker her ne kadar “Bir şeyi iyi yapıyorsan asla bedava yapma.” diye nasihat ediyorsa bile ben ona değil de havarilerine “Size bedava verildi, siz de bedava dağıtın.” diyen İsa Mesih’e uyacağım ve bu seriyi ücretsiz yayınlayacağım; fakat yoğun bir emek verirken biraz eğlenmekte de sorun görmüyorum. Zaten nazarımca insanlara hakikati anlatmanın en etkili yolu onu ilgi çekici bir hâle bürümektir; canımız ciğerimiz Mevlana’nın yaptığı üzere. Gelgelelim bu dönemde öyle kısa öyküler falan pek ilgi çekmiyor, üstelik bildiğim kadarıyla şair de değilim; fakat goygoy epey ilgi görüyor ve ben de çocukluk, ergenlik, gençlik dönemlerimin topunu birden hep bu yeteneği master skill’im yapmakta harcadığım için bu işte hiç zorlanacak değilim, hatta yazdığım kadarıyla itiraf etmem gerekir ki epey eğleniyorum, iyi ki bu yolu tercih ettim. Umarım okuyanlar da hem eğlenir hem de “Lan demek böyle gerçekler, ulaşılabilecek başka âlemler falan var ha? Demek bize bugüne kadar hakikat diye yalnızca hikâyeler anlatmışlar.” diye düşünürler; çünkü işin doğrusu, öyle.

        Bu dünyanın ötesinde, daha bedendeyken ulaşılabilecek başka âlemler var, her kişi ruhu geliştiren uygulamalara ağırlık vererek buna kendi şahitlik edebilir. Tamamen kararmadıysanız ruhtan yansıyan pozitif duyguları da hissetmemek mümkün değil ki zaten. Biz bu yüzden her çocuğu aynı görürüz; mutlu ve neşelidirler. Çünkü ego onlarda henüz baskın hâle gelmemiş, etraflarını sarmamış, yüreklerini karartmamıştır. Kendilerini maskeler, sahte kişilikler arkasına gizlemeyi adet edinmemişlerdir. Oldukları gibidirler, olmaları gerektikleri gibidirler. Mutsuz çocuk olmaz, varsa bilirsiniz ki mutlaka ailede bir sorun vardır. Esas olan insanın mutluluğa ve huzura ulaşmasıdır. Ben Yaradan’ın insanları bu amaçla yarattığına inanıyorum. Evet, sadece mutlu olsunlar diye yaratmış olmalı. “Gizli bir hazine idim, bilinmeyi diledim.” veya “İnsanları Ben’i tanıyıp bilsinler diye yarattım.” sözleriyle karşı argüman sunulabilir. Fakat insan gönül razılığına ulaşmadan, o razılığın getirdiği huzura, mutluluğa ulaşmadan nasıl tanıyabilir yaratıcısını? Demektir ki O, aynı zamanda mutluluğu ve huzuru hissetmemiz için yaratmış bizleri.

        Yaradan dedim ya sırf bu nedenle hayal kırıklığına uğrayıp daha başlamadan okumayı kesecek arkadaşlar çıkacaktır. Olsun, gocunmam, ben hayatımı böyle reaksiyonlarla uğraşarak geçirdim. Ateistler ‘geri kafalı’ olduğumu düşündü, dindarlar ‘fazlaca Batılılaşmış, inançtan uzaklaşmış’ (bu kısma aslında Arapça kelimeler gelmesi lazım da galiba muhafazakâr arkadaşlar ayıp olur diye o şekilde dile getirmiyorlardı, hafifçe geçiştiriyorlardı) buldu. Sağcılar “solcu” dediler, solcular “sağcı”. Alışkınım yaftalanmalara.
Seri hakkında bir önsunum vereyim de ne çıkacağı önden bilinsin: Ateistler gayet inançlı tezlerle karşılaşacaklar, dindarlar “kâfirce” tezlerle. Solcular sağı savunduğumu görecekler, sağcılar solu savunduğumu. Rahatsız olacak olanlar hiç devam etmese daha iyi. Hakikat arayışındayım ben. Bu kitap bu amaçla satırlara döküldü. Hakikati anlamak ve yakasına yapıştığım kadardan haber vermek için. Hakikat hangi görüş ve ideolojideymiş önemsemem, aklıma, kalbime, vicdanıma doğru geliyorsa neden kendi değer yargılarım arasına katmayacağım? Mutfakta, üstüne karıncaların doluştuğu bir cevizli sucuğu orada bırakır mısınız, yoksa karıncalarla birlikte mi ağzınıza atarsınız? Mantıklı olan karıncaları üflemek, cevizli sucuğu mideye göndermektir. İşte cevizli sucuğu kendime mâl ettiğim hakikat bilgisi olarak alın siz. Karıncaları ise yalan yanlış sözler, inanışlar ve propagandalar. Bu benzetmemden alınırlarsa karınca halkından da özrümü dilerim, insan başına bir milyon karıncanın düştüğünü okumuştum bir yerlerde, böyle bir camiayı karşıma almayı hiç arzu etmem.

        İyi ama madem herkesin, sınırı aşıp başkalarının alanlarına tecavüz etmediği müddetçe elbette, mutlu olduğu şekilde yaşaması gerektiğine inancındayım, neden üç kitap boyu yazışım, sorgulayışım, eleştirim, övgüm, yergim; satır satır bir şeyler söyleyişim?

Cevabım: Dökmek istedim. Sadece dökmek. Evet, bu kadar. Düştüğüm yalnızlıkta bana garip, tuhaf, acayip gelen şeyler üzerine bir arkadaş ortamındaymışçasına sohbet etmek istedim ve de kitabı bu şekilde yazdım. O kadar. Zaten her şeyin bir nedeni, bir amacı olmak zorunda da değil. İnsanlar bazen içlerinden geleni hiç nedensiz yapabilmeliler. Mutlu olmak için. Huzura erişmek için.

Bir de kendimi biraz kandırılmış hissediyorum işin açığı. Çocukluktan başlayarak neler bellettiler, neler. Başarılarla dolu yaşamlar, idoller, kalıplar, asla hata yapmamış büyük adamlar, değişmez, esnemez katı kurallarla dolu, insanı sıkan, bunaltan öğretiler ve öğretlemeler. 100 kişiden belki 1’i, belki 2’si kurtulabildi bu cenderelerden. Herkesin parmağı suçlu diye birbirini gösterirken, hepsi aynı işi icra etmekte olduklarını fark edemediler. Fark etmek de istemediler belki. Nefret, içlerinde bir tarafın hoşuna gidiyordu çünkü. Gerçi o taraf onlara ait değildir, ama bunu bilmiyorlar. Düşmanına ekmek uzatıp kendilerini doymuş sayıyorlar. Müthiş sıkıcı bir oyuna dalmışlar, bağımlılar gibi bağlanmışlar, bir an ayrılacak olsalar kafayı yerler. Onlara ‘bu nedir’ diye sormaya kalkanları hemen taşa tutuyorlar. Dönem fark etmez, inanç fark etmez, toplum fark etmez. Hep aynı gitmiş!

        Nefret iyi değildir. İnsanlar arasında kin yaratmak, kavgalara yol açmak iyi değildir. İnsanın nefret etmesi gereken tek şey nefretin kendisi olmalı, diye bir vecize yumurtlayabilirdim. Fakat bu da bir tür nefret olduğu ve paradoks yaratacağı için insan hiçbir şeyden nefret etmemeli demek daha yerinde. Farklılıklara düşman olan egodur, nefstir, benliktir; hangi benlik, üzerimize yapışan veya yanlış inanç ve davranışlarla bizim kendimize yapıştırdığımız ezberlenmiş benlik. Bunların üçü de hemen hemen aynı olguyu ifade eder, siz hangi isimle çağırırsanız artık. Her şeyin Yaratıcı’dan bir parça veya Yaratıcı’nın bir tezahürü olduğuna inanan insan nasıl nefret duyabilir? Farklıklar güzeldir. Bir “OL” deyişle sonsuz sayıda farklı nesne yaratan varlığın, insanları tek tip tezgâhtan çıkmış gibi tasarlayacağına inanan zaten, hakikat âleminin güneşi son peygamberin, bu arada Muhammed ruhsal âlemde gerçekten güneş formundadır, “Biz seni hakkıyla bilemedik.” diye karşısında diz çöktüğü, başı-sonu olmayan, akla-hayale sığmaz bir kudret sahibine değil, ya ailesinin ve geleneklerin öğrettiği ya da kendisinin kafasında kurduğu, aslında kendinin aynadaki yansıması olan üstün bir varlığa tapınmaktadır. Ne demek aynadaki yansıması: Böyle bir tanrıya inanan, nefret dolu ise o nefreti kusabileceği, açgözlülük ve istekle dolu ise, zevklerini tatmin etmek için el -avuç açabileceği bir kapı yaratıyordur kendine demek. Birini gördünüz, tanrısını öfke dolu betimliyor. Onun içinde tonla öfke vardır, uzaklaşın. Birini gördünüz, tanrısını sevgi dolu anlatıyor. Onun içinde sevgi vardır, yaklaşın. Hangi dine inandığı bu noktada pek de önem arz etmez; tabii ancak savaşarak ölürse Valhalla’ya gideceğine inanmıyorsa; o durumda topuklayın. Fakat diğer tüm durumlarda önemli olan kişinin inancından öte inancının kişideki yansımasıdır.

        Okuyacak ve verdiğim bilgilere inanacak olan kardeşlerim; hepinize selam olsun. Verdiğim bilgileri veya öne sürdüklerimi reddedecek olanlar da dilerim ki bunlar kendilerine belletilenlere uymadığından dolayı otomatik gerçekleşen bir reddediş yoluyla değil, bunları yanlışlayabilecek hakikat bilgilerine şahit olarak veya en azından şahit olmaya uğraşarak reddetsinler. Hadi o da olmadı bari biraz düşünme zahmetine katlanıp akıl, kalp, vicdan terazilerinde tartarak reddetsinler, o da kabulümdür. Hayvan bile kendisine bir şey uzatıldığında otomatik olarak kafa çevirmez, önce bir koklar, ağzının ucuyla şöyle bir ısırıp yenilip yenilmeyeceğini tartar, o şekilde karar verir.

Bizler insanız. Hayvandan yüksek kaliteye sahip olmamız şart.

Yorumlar