4) Kendimize Atfettiğimiz Önem Üzerine

        Âmâk-ı Hayal okudunuz mu bilmem. Gerçi ondan önce de şunu merak ediyordum: Toprak altında kaç karınca varlığını sürdürüyor? Birbirlerine isimler takıyorlar mı? Toplumsal yapılar kurmuşlar mıdır? Âmâk-ı Hayal’den sonra şunu da merak etmeye başladım: Gerçekten Ahmet Raci’nin şahit olduğu türden üniversiteleri falan var mı? Fakat daha önemlisi, bizim varlığımız onlar için önemli mi, onlar açısından herhangi birimiz bir anlam ifade ediyor mu?

        Bunları bilmiyoruz fakat belgesellerden bildiğimiz kadarıyla onlar için dünyadaki en önemli şey kolonileri. Karıncalar bir dini takip ediyor mu, din adamları var mı onu da bilmiyoruz fakat devletleri olan kolonilerine benliklerini yok sayarak kendilerini nasıl adadıklarından haberdarız. Tıpkı Antik Yunan’daki filozofların halktan kendilerini kent devletin varlığına adamalarını vaaz edişleri gibi vaaz eden filozofları vardır belki. Belki de karıncalar da aynı şekilde din ile kentin varlığını inançlarında birleştirmişlerdir. Koloniye karşı gelmek Antik Yunan’daki gibi en büyük günah sayılıyor olabilir. Veya faşist düzenlerindeki gibi. Neticede koloni için doğuyor, koloni için yaşıyor, koloni için ölüyorlar. Bizim gözümüzle bakınca çok çok kısa bir ömre sahipler ve bunun tamamını koloni için harcıyorlar. Peki, ama ne için? Koloni güçlü olsun da biz birkaç güncük daha fazla varlıklarını sürdürebilsinler, diye mi? Acaba kendileri amaçlarını biliyorlar mı yoksa yalnızca içgüdüsel olarak mı hareket ediyorlar? Peki bir karınca yakalasak, onu hiççi (nihilist) öğretilerle küçük bir Nietzsche’ye (övünmek için araya giriyorum, Google’a bakmadan yazdım, siyaset bilimindeki birikimimin derinliğini buradan tartın) dönüştürsek ve koloniye salsak, karınca kolonilerinin sayıca ne kadar fazla ve dolayısıyla tek bir koloninin doğa açısından ne derece önemsiz olduğunu, üstelik ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar kolonilerinin ömrünün de kısacık olacağını kendilerine bildirsek bize inanırlar mıydı? Yanlış anlaşılmasın, tabii Yaradan’ı hesaba katmadan bu sözleri döktüğümüz zaman geçerli bu sav. Yok, her hareketi planlı bir Yaratıcı varsa, var olan her şey O’ndansa veya O’nun bilgisiyle, bilgisi dâhilindeyse, tek bir karınca bile önemsiz olamaz. Fakat bu konuya burada girmeyelim. Biz koloninin içine Nietzsche karıncacığımızı gönderelim, koloniyi nasıl değiştireceğini sorgulayalım, çünkü konumuz açısından önemli olan bu. Acaba kolonidekiler doğa açısından en ufak değer taşımadıklarını kendilerine bildiren bu nihilist (hiççi) karıncacığa inanırlar mıydı mı? Diyelim inandılar, çabalamaktan vazgeçip bizim hiççi (nihilist) elçimiz gibi depresyona mı savrulurlardı yoksa dünya boş diye kendilerini tamamen hazcılığa (hedonizme) mi vururlardı? Hangisi olurdu acaba? “Üç günlük -bizim deyim olarak kullandığımız bu tamlamayı onlar kelimenin ilk anlamında kullanabilirler- dünya. Sonunda her şey yok olacak. Koloni moloni işleri boş. Yaşamın ne anlamı var ki? Niye varız biz?” diye karamsarlığa düşen karıncalarla, “Hafız, zaten üç güncük ömrümüz var. Onda da sabah akşam çalışacak mıyız? Ye, iç, keyfine bak ya.” diyen âlemci karınca tayfası birbirlerine düşer miydi? Böylece biz de koloniyi içten bölerek fethedebilir, kendimize bağlayıp yıllık vergi falan alabilir miydik? Bakın böyle gözlem metodunu ne Darwin gibi doğa gözlemcilerinde ne de Bernard Lewis gibi bir siyaset bilimi araştırmacılarında bulabilirsiniz, ikisini birleştirdim! İşte olaylara biraz ruh gözüyle bakıp biraz da fantastik edebiyat sosu katınca çok acayip deneyler ve denekler üretebiliyoruz.

        Âmâk-ı Hayal okudunuz mu bilmem. Gerçi ondan önce de şunu merak ediyordum: Toprak altında kaç karınca varlığını sürdürüyor? Birbirlerine isimler takıyorlar mı? Toplumsal yapılar kurmuşlar mıdır? Âmâk-I Hayal’den sonra şunu da merak etmeye başladım: Gerçekten Ahmet Raci’nin şahit olduğu türden üniversiteleri falan var mı? Fakat daha önemlisi, bizim varlığımız onlar için önemli mi, onlar açısından herhangi birimiz bir anlam ifade ediyor mu?

        Bu arada karıncaların koloniye bağlılıklarını küçümsemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Elbette böyle yapabilirdim, liberal görüşün doktrinini benimsemiş olanlardan olsaydım. Yukarıdaki örnekleri bireyci anlayışı övmek için kullanabilirdim. Neyse ki herhangi bir görüşe saplanıp kalmışlığım yok. Bireyciliğin de kolektivizmin de kendine ait artılarının ve eksilerinin bulunduğunun farkındayım. Yani karıncaların yaşamını, kendilerini koloniye adıyorlar diye kötü sayacaksak, doğada tek başında takılan ayıların yaşamını iyi mi sayacağız? Ayılar üstün değerlere, güzel, keyif dolu hayatlara sahipler de biz mi bilmiyoruz? Yok işte. Doğadaki her varlık bir yolla, bir şekilde, bir nedenden yaşamda çilesini çekiyor.

        Gerçi neden her varlığın çile çekiyor oluşunu kanıksamış durumdayız, onu da ayrı sorgulamak gerekli. Hayat dediğimiz tüm türler adına neden keyifli, mutlu, neşeli bir deneyim değil de savaş bilinci üstüne kurulu? İşte buradan anlamak gerek Samsara Çarkı’nın hakikat olduğunu. Ayrıca “Savaş her şeyin babası ve kralıdır.” diyen Herakleitos’un da haklı olduğu ortada.

    “Hayırdır, belgesellerden falan gidiyoruz bu bölümde; ne alaka?”

        İnsanın küçüklüğünü ve önemsizliğini anlatma konusunda bana belgeseller dinden daha etkili geliyor. Karıncaları da seçtim çünkü doğada insanların toplu yaşamına en benzer karıncalarınki gösterilir. Hatta bir yerde karıncaların sosyal yaşamlarında bizden tek eksiğinin TV izlememek olduğunu okumuş veya dinlemiştim, gerçi bana göre bu bir eksi değil artı. Fakat şurası kesin, herhangi bir yerde varlığı sürdüren belki milyonluk bir koloni sıradan bir Âdemoğlu için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Ama işi tersten ele aldığımızda biz de kırsalda konumlanmış herhangi bir karınca kolonisi için anlam ifade etmiyoruz. Tüm o kendimizi beğenmişliğimiz içinde aynı gezegende yaşadığımız küçücük bir hayvan türü açısından bile önemli değiliz, galaksiler şöyle dursun. Kendimizi geçtim, gezegenimizin küçüklüğünü izlemek isteyen, Carl Sagan’ın seslendirdiği Soluk Mavi Nokta adlı kısa videoyu açabilir. Onun için kelime dökmekle bile uğraşmak gereksiz. Sadece bunu izleyen insan bile nasıl olup önemsiz şeyler için kendini yiyip bitirebilir, nasıl olur acayip hırslara kapılıp elindeki yaşam denen bu müthiş değerli, muhteşem tecrübeyi hiç eder, bilmiyorum. Sonsuz bir uzayda dolanan toz kadar bir kaya parçası üstünde hayat süren organizmalarız. Öylesine küçüğüz, öylesine küçüğüz. Ve düzenimiz pamuk ipliğine bağlı. Uzayda başıboş gezinen ufacık bir kaya parçası tüm bu dengeyi bozmaya yetebilir. Her an, her saniye gerçekleşebilir.

        Ve biz evrendeki devasa cisimlerle karşılaştırdığımızda adeta bakteri gibi kalan varlıklarız, buna rağmen kendimize öyle yüksek bir değer biçiyoruz ki düşündükçe alaylı şekilde gülümsemekten kendimi alamıyorum. Bedenen konuşuyorum elbette, yoksa ruhen insanın elinde galaksiler bile küçücük bir top kadardır. Fakat tüm o hiyerarşiler, ağdalı unvanlar, acayip davranış kalıpları ruha değil bedene aittir. Hani insanların elde etmek için ömürlerini heba ettikleri o değersiz şeyler. İmparatorluk, sultanlık, krallık, hanlık, şahlık… Başkanlık, bakanlık, milletvekilliği… Bürokratlık, akademisyenlik, doktorluk… Cartlık, curtluk… Bazen unvanlarının ikisini üçünü yan yana getirir şişine şişine takılırlar. Çünkü halk içinde ‘önemli’ bir yere sahip olmuş oluyorlar. İyi de halkın kendisi neden önemli? Onlara o muazzam değeri katan ne? Dünyaya katkıları mı? Halkın, daha doğrusu âdemoğlunun kendine verdiği değer doğa veya dünya açısından değil kendisine göredir. Karıncalara da sorsak onların gözünde dünyadaki en önemli şey de elbette kolonileridir. Dolayısıyla kendi değerlerini de kolonilerine katkılarına göre belirlerler herhalde. Peki, siz bir karınca kolonisi içinde kimin hangi mertebede olduğunu merak ettiniz mi hiç? Etmezsiniz, neden edeceksiniz. İşte özünde o karınca kolonisi de bu dünyanın düzeni adına halk kadar değerlidir –veya şöyle diyelim, halk da dünya için ancak o karınca kolonisi kadar değerlidir.

        Tarihe bayılmama rağmen ismini bilmediğim yüzlerce kralı, sultanı, şahı, hanı geçtim, gelmiş geçmiş en büyük komutan olan Cengiz Han’a bile –bu arada evet, matematiksel verilere göre Cengiz Han tarihin gördüğü en büyük askerî komutandır, aksi iddialar sadece ideolojik sebeplerden öne sürülür- imrenirken bulamıyorum kendimi. Yani “Arkadaş keşke biraz çalışıp çabalayıp 30 milyon kilometrekare toprak yapsaydım, yazlığım Pekin’de kışlığım Bağdat'ta olurdu. Doğu Avrupa’da Şengen Vizesi olmadan dolaşır, gezerdim. Canım sıkılınca yağmaya çıkar, güzel Slav kızlarını toplar, geri dönerdim.” diye geçirmedim hiç içimden. Veya her 5 Asyalıdan birinin atası olduğu söylenen bu biraz çapkın adam gibi olmayı da dilemedim, “Bir tane bulsak yeter.” dedim, köşeme çekildim. Çekim yasası diye bir şey vardır hani. Nasıl biri olmak istiyorsan önce öyleymiş gibi davran, derler. Belki de bu kanaatkârlığım yüzünden bir Cengiz, bir İskender, hatta bir Dulkadiroğlu veya Germiyanoğlu olamamış olabilirim; çünkü bana bir ev de yetti. Ama zaten olması gereken buydu. Çünkü beden kaba ve hantaldır; hiçbir beden bir yataktan fazlasına ihtiyaç duymaz. Yani dünyanın tamamına sahip olsan yine de en fazla tek bir yatağın üzerinde yatabilirsin.

    “İnsanlar arasında isim yapmak önemli! Kimse sana saygı duymuyorsa yaşamı nasıl sürdürebilirsin ki?”

        Saygı dediğin su gibi ekmek gibi bir şey mi ya? Bal gibi yaşarım, ne güzel yaşarım hem de. Saygıya ihtiyaç duyan egodur, ruh değil. Üstelik yaşam dediğimiz başka insanların takdirine bağlı bir olgu mudur? Kendi mutlu olduğun işleri yapsan, kendi içinde mutluluğu huzuru bulsan, cenneti kendi içinde var etsen kimin sözü, ilgisi sana önem arz edecek? İlgi, takdir egonun besinidir, ruh ihtiyaç duymaz bunlara. Hem herkesin tanıdığı, imrendiği kimler kimler vardı, unutuluşları ne kısa sürdü. Şimşek hızıyla adeta. Gazetelerde okuyup geçtik. Her şey unutulup gidecekse eğer, yaşarken ismin varmış, anlamsız veya geride ismin kalmış, anlamsız. Anlamlı olan tek şey kişinin kendi iç düzenidir. Huzuru, mutluluğu, en azından kendine karşı dürüstlüğü elde edebildinse ne âlâ! Yoksa isterse sabah akşam övsünler seni, yine daha fazlasına ihtiyaç duyacaksın demektir. Bu elbette kendini git rezil et, anlamına gelmiyor; yalnızca, hayatının amacını başkalarını sözlerine bağlama, anlamına geliyor.

        Bugün önemli görülen insanların meslekleri bundan birkaç binyıl, birkaç yüzyıl önce hiç anlam ifade etmiyordu. Millet bu çağda şarkıcı, ‘star’ takımı için ölüyor, geçmişte müzik yapan tayfanın zerre değeri yoktu. Bugünün en şöhretli pop starını al Osmanlı dönemine koy, yeniçeri ondan imza istemek yerine köçek yapar oynatırdı. Bugün üst makamlar çok önemli, insanlar üst makamlara gelebilmek için birbirinin kuyusunu kazıp duruyor, avcı toplayıcı kabilelerde reisle diğer işleri yapanlar arasında öyle derin bir fark yoktu, tüm kabile iç içe yaşıyordu, çadırları yan yanaydı, yaşam şartları aşağı yukarı aynıydı. Bu fark yerleşik toplumlarda çıktı, nüfus arttıkça aradaki hiyerarşi ve statü farklılığı büyüdü. Gelişmiş topluluklar daha ‘ileri’ olabilir, bu ‘ileri’ kelimesini tırnak içine aldım, çünkü tuhaf geliyor bana bunun yalnızca övgü için kullanılması, fakat bu konuda ilkel kabileler hakikate günümüz dünyasından daha yakındır. İnsanlar hakikati ucundan bucağından azıcık tanımış olsalar bilirlerdi ki cumhurbaşkanı ile çöpçü arasında uçurum yoktur, olamaz. Eğer varsa ve o uçurum bir de büyükse, yani cumhurbaşkanı bir çöpçüye dilediğini yapabilecek bir güç ve anlayıştaysa o toplumun ruhen ilkel bir topluluk olduğunu anlayabilirsiniz, isterse dünyadaki en zengin ülke olsun. Kuran’da anlatıldığı kadarıyla geçmişte helak edilen topluluklar da zenginlerdi ve anlaşıldığı kadarıyla toplulukları içinde büyük statü farkları yerleşmişti. Zaten onları şımartan da bu olmuştu, kendilerini diğer insanların üstünde görüyorlardı ve bu yüzden ruhta şeytanlaşmışlardı.

    “Herkes bir olabilir mi ya? Herkes çöpçülük yapabilir ama herkes cumhurbaşkanlığı yapamaz.”

        Benim bahsettiğim mesleksel eşitlik değil, insansal eşitlik. Herkes futbolculuk da yapamaz, ne yapalım yani sırtımızda mı taşıyalım top tepmede bizden daha yetenekliler diye. Eğer bunu yapmamız gerekirse onların yanında basketbolcular, voleybolcular, hentbolcular, motosiklet şovu göstericileri, yazılımcılar, oyun üreticileri falan derken kendi yapamadığımız her meslek erbabını sırtımızda taşımak gerekecek. Sırtımızda günde yüz kişi mi taşıyalım yani? Ben de PES, CM, FM, Heroes 3 oynamakta iyiydim, ben kimin sırtına bineceğim? Vasıtam bu yana gelirse sevinirim, nicedir masrafını, benzin parasını, MTV’sini, ÖTV’sini düşünmek zorunda olmadığım ama beni de Ankara’nın ağzına kadar dolu otobüslerinden kurtaracak bir araç edinme hayallerim var zaten.

    “Yahu hadi mühendislik, yazılımcılık falan neyse de senin yeteneklerinin ekonomik bir getirisi yok ki.”

        Olması gerekli mi? Bak kardeşim, sana gerçeği söyleyeyim, aslında gerekli bağlantıları sağlayabilecek bir aile veya çevre içerisinde doğmuş, yeterli makam hırsına sahip herkes cumhurbaşkanı olabilir. Gerçekten. Aklınıza gelen tüm cumhurbaşkanlarını, başbakanlarını, yüksek makam sahibi bürokratları bir say bakalım, aklına dâhiler, âlimler, yüksek iradeli ruhani adamlar falan mı geliyor? Yaradan’ın gerçekten liderlik ruhu bahşedip birtakım işleri değiştirmek için kullandığı sayılı istisnalar dışında, ortalama adamdan üstünü çıkmaz. O adamlar da zor vakitlerin ürünleridir hep. Örneğin Mustafa Kemal doğduğu vakitten yüzyıl önce doğsa yine yetenekli bir paşa olarak olurdu fakat bunun üstüne çıkmaya imkan bulamazdı. Yani büyük adamların büyüyebilmesi için de gerekli şartlar lazımdır. Tabii bu kimsenin yeteneğini, azmini, aklını hiçe saymak değil. Her çiçek zor şartlarda büyüyemez, karı delebilecek olan ancak kardelendir. Aksi gerçek olsa her işgal edilmiş ülke bir tane Atatürk üretirdi, böyle olmadı, tek Atatürk olan Mustafa Kemal oldu. Fakat önermemin doğruluğunu Atatürk de kendi zamanında fark etmiş olmalı ki alçakgönüllü bir adamdı. Tüm payeyi hep millete verdi. Doğruluğuna inanmayabilirsiniz ama şuna emin olun ki Atatürk “Ben yaptım. Ben ettim.” deyip kendini öne koymaya kalksaydı asla olduğu kadar büyüyemez, mutlaka bir yerde ayağı tökezler giderdi. “Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecek.” Her şeyi yaratanın kanunudur bu, Kutsal Yasa’dan. İsteyen inanır isteyen inanmaz ama, hakikat odur ki kainatı yöneten gücün arzusuna karşı tek bir adım atabilecek yoktur. Ancak kâinatın yasalarına karşı iş yapmaya çalışan ancak kendi zararına iş işler, orası kesin. Neticede elini ateşe sokup yanmamasını bekleyemezsin, kimse şu dünyanın yasalarının bile dışında bırakılmamıştır ki Kutsal Yasa’dan muaf olsun.

        Size bir sır vereceğim: Kendini ne kadar üstün görürsen ruhen o kadar alçalırsın. Benim de bu yönde bir hatam olmuştu, oradan biliyorum. Fazlasıyla kendimi riyazet orucuna kaptırdığım bir dönemde bir âlemde gezerken bir insan evladını her nedense ruhça ondan daha yüksek, daha güçlü olduğumu söyleyerek küçümsemiştim. Evet, tam olarak buna benzer sözler kullandım, kendimi ne sandıysam. O ise boş gözlerle baktı, cevap vermedi. Aynı gece mana âleminde kendimi ve yanımda kocaman taştan bir tapınağı yeşil bir tepelikten aşağı yuvarlana yuvarlana inerken gördüm. Sonra bazı nedenlerden tüm ruhsal uygulamalardan uzaklaşmak zorunda kaldım, tekrar dünyaya geri bağlanmış buldum kendimi ve kopkoyu bir mutsuzluğun içine düştüm. Yiyor içiyordum ama yediğimden içtiğimden bir gram keyif almıyordum; sadece yediğimden içtiğimden değil hiçbir şeyden ama hiçbir şeyden zerrece keyif almaz oldum. İki yıl kadar sürdü, bu süreçte burnum boktan kurtulmadı. Üstelik o küçümsediğim kişiyi bir yıl sonra ruhta tekrar gördüm, makamca benim üstümde bulunuyordu. Neyse ki bu çektiğim acı hakikatten bir ders öğrenmemi sağladı, yani onca acılar boşa yaşandı sayılmaz.

        O ders şudur güzel kardeşim: İnsanoğlu kendini bir şey yapıyor, beceriyor, başarıyor zannetmekte, elde ettiği başarıları çabalarının meyvesi olarak görmekte ama gerçekte insana yükselme, başarı kazanma yolunu açan Yaradan’dır. Ve anladım ki bizim gösterdiğimiz çabaları da O kendi iradesine sebep etmektedir. Yani çaba gösterdiğimiz için başarmayız, başarı elde edebilelim diye çaba gösterme isteğini içimizde O var eder. Dolayısıyla mesela bir insan affedilsin diye oturup dua veya tövbe edemez aslında, eğer içinde affedilmek için dua etme, yanlışına, yanlışlarına tövbe etme isteği duyuyorsa zaten affedilsin diye çağrılıyordur. Yani hakikat ile bu dünyadaki algılayış burada taban tabana zıttır; pek çok konuda olduğu gibi. Umarım anlaşılmıştır ve okuyanlar bu cümleleri kulağına küpe eder, çünkü benimle aynı hatayı işleyenler aynı acılara da katlanmak zorunda kalacaktır.

        Aklı olan alçakgönüllü olur.

        Kendini beğenmek, kendini diğerlerinden üstün görmek ruh adına en büyük felaket midir bilmem ama felaket olduğu kesin, orada şüphe yok. “Kendini yükselten alçaltılacak, kendini alçaltan yükseltilecek.” Bu sözün doğruluğunu yaşayan bilir. Gerçi yaşamaya da gerek yok, çevrenizi gözlemleseniz yeter. Büyük konuşan birinin o sözlerinin meteor hızıyla yere çakıldığını göreceksiniz. Ben kimin büyük konuştuğunu gördüysem mutlaka bir yerde çark etti, etmek zorunda kaldı. Birilerini kınayan kimi gördüysem mutlaka ama mutlaka bir yerde aynı işi işledi. Gerçi bu ikinci durum sanki daha fazla zaman alıyor, o kişinin aynı işi işlemesi daha uzun sürüyor. Benim gözlemlediğim bu yönde. Ama on yıl sonra da olsa yirmi yıl sonra da olsa mutlaka aynı hataya, aynı günaha düşüyor. Hiç sekmez.

        Hadi diyelim asosyal veya antisosyalsiniz, çevrenizde kimse de yok ki gözlem yapasınız. Tarih okuyun. Örneğin Muhammed Peygamber de yine statü sahibi bir güruhun kendini diğerlerinin üstüne zorbaca yerleştirdiği bir sınıf ayrımına karşı savaş verdi. Mesajını ilettiği ilk zamanlarda ona sordukları da aynıydı: “Herkesle bir mi olacağız?” Açın okuyun bunu. Ciddi anlamda gökyüzünden kendi adlarına yazılı mektuplar gelmesini talep ediyorlar, çünkü onlar diğerleriyle ‘bir’ değiller; o kadar kendini beğenmiş adamlar. Muhammed de terbiyeli insan tabii, kalkıp dememiş ki “Zaten herkesle birsiniz öküz. Bedensel yapınız aynı; bağırsağınız aynı, ciğerleriniz, böbrekleriniz, mideniz, insansal ihtiyaçlarınız hep aynı. Aklınız da aynı demek isterdim ama o daha da düşük görünüyor. Bu farkları siz icat ettiniz, siz uydurdunuz, sonra kalkıp bir de değişmez yasaymışçasına taptınız.” İşte bu cümleler ağzından çıkmamış. Çıksaydı işler daha hızlı çözülebilirdi.

        Bu arada orada geçen öküz hakaret değil. Öküz ruh âleminde nefsin simgelerinden biridir, bu yüzden tasavvufta da öyle kullanılır; yeterince azdığında, tutulamaz hâle geldiğinde boğa olarak da görebilirsiniz. Üstelik bazı büyük demonlar da öküz ve boğa şeklinde görünür, fakat bunun detayına girmek istemem. İşte bu yüzden “Dünya öküzün boynuzları üstünde durmaktadır.” diye hadis vardır. Uzayda Terry Pratchett romanlarındaki gibi asılı duran bir hayvan bulunduğundan değil; çünkü dünyadaki her varlık ego-nefs-benlik olarak var edilmiştir; dünya ego algılayışı üstüne kurulmuştur.

        Üstelik insanların kapıldığı onca kibir sadece ve sadece diğerlerinden bir parçacık daha iyi olduğu için ya, orası daha acayip. Yoksa bugüne dek kimse buharlı makineyi icat etmiş, yetmemiş elektriği nasıl kullanacağını keşfetmiş, üstüne bir de sanayi devrimi çakıp insanlığı yeni enformasyon çağına kendi başına geçirmiş değil. Farklı farklı kişiler tarafından, başka başka coğrafyalar ve zamanlarda üstüne azar azar konularak, adım adım gelişen bir ilerleme mevcut. Yani tüm bu tantana, en tepedeki kişi bir sonrakinden taş çatlasın %10 falan daha iyi diye. Hele o tapınılırcasına ilgi gören pop kültürün şöhretlerinde, pop kültür derken eğlence endüstrisinin içine aldığı ve sattığı tüm kalemleri dâhil ediyorum, o kadar bariz bir fark bile yok arada. Şöyle düşününce tüm o ilginin saçmalığı daha iyi açığa çıkıyor: “Bu adam duran topa öyle iyi vuruyor ki topu ağlara yollama oranı %10 daha fazla! İstesin onu sırtımda taşırım!” Oha! Bu arada futbol muhabbetlerini bilenler -ki bu kesim ülkemizde nüfusun rahat %80’ini falan oluşturur, ‘sırtımda taşırım’ ifadesini diğer dile getirilen ifadeleri buraya yazmak uygun düşmediğinden koyduğumu anladılar. Yoksa bu ülkede futbolda başarı getiren kimseyi sırtta taşımakla bırakmıyorlar, bir iki başarı görünce taraftar hemen bel altı kısımlara yöneliyor.

        İnsan insanı yalnızca kendi türdaşları içindeki rakipleri üzerinden değerlendirme hatasına düşerek kapılıyor kibre. Yani otuz haneli köyün en iyi okçusu, hele biraz da güçlüyse, köyünde ona karşı duracak başka biri yoksa, kendini bir süre sonra kâinatta her şeyi yapmaya muktedir görmeye başlıyor. Ne tuhaf yahu! Oysa sadece bir köyün en iyisi! Daha binlerce, on binlerce köy var, onların birincileriyle karşılaştır bakalım kendini, diyeceğim ama savım bu değildi. Hadi kahramanımız dünyanın en iyisi olsun. Bu bile yetersiz. Tek bir virüs adamın iflahını söker. Üstelik hastalığa, kazaya, belaya uğramasa bile kendini doğaya göre değerlendirse devasa dağlar, uzanıp giden ovalar içinde nokta kadar göründüğünü, vahşi hayvanlar arasında güçsüzlüğünden dolayı her an ölüm tehdidi altında bulunduğunu görür, aslında ne önemsiz, zayıf ve geçici bir canlı olduğunu kavrar. Ama o bir köyün en iyisi ve her şeyi ama her şeyi yapabileceği zannında! Bizler doğa içinde diğer var olan canlılardan farklı değiliz, doğa bize onlara davrandığından farklı davranmıyor. Oturup biraz düşününce anlıyorsun ki yaşam kavgası vermenin yanında diğer canlılardan tek -ve önemli- farkımız dünyaya biraz bakıyor, izliyor, onu ve içindekileri biraz öğreniyor, aklımızla ve yeteneklerimizle ondan bir parça daha fazla faydalanıyor olmamız. Nihayetinde diğerleriyle aynı biçimde, toprağa karışıp gidiyoruz.

    “Kendimize atfettiğimiz önemi, başarıya bağlı olarak inşa ediyoruz öyleyse?”

        İnsana kendini önemli hissettiren en büyük etmen galiba küçük de olsa, daracık bir çevreyle de sınırlı kalsa bir başarı elde etmek. İnsanlar başarıyı fazlasıyla abartıyor. Ben de mesela lise-üniversite dolaylarında iyi bir PES oyuncusuydum. Farklı farklı arkadaş grupları arasında hesabına yaptığımız turnuvaların yarısından fazlasında hesap ödetmişimdir. Guardiola’nın sıkıcı tiki-takasını yapamazdım, yapıma uygun değil, hızlı oynamayı severdim ben. Duvar paslarıyla defans arkasına kolay sarkardım, kontra ataklarda çok iyiydim, orta-kafa-gol üçlüsü de yine iyi olduğum başka bir alandı. Özellikle orta-kafa-gol kombinasyonunun diğer atak yöntemlerinden etkili olduğu PES versiyonlarında çılgın atıyor, çoğu zaman yüksek takımlar yerine orta seviyelileri tercih ediyordum; selamım sanadır PES 2017. O zamanlar bir gol attığımda heyecanla yerimden zıplıyordum ama yaşamımın bu çağından o günlere baktığımda kendimi gereksiz, anlamsız bir iş yaparken görüyorum. Ne elde ettim? Maçı kazandığında büyük ama kısa süren bir haz, tatmin duygusu, ardından arkadaşlarla ayrılana dek süren alay-gülme-eğlenme safhasıyle ego şişirme. Galip geldiğim turnuvalardan eve dönerken kendimi ne gururlu hissettiğimi hatırlıyorum da… Kendini insanlardan bir alanda üstün hissetmek o tuhaf gururu nasıl sağlıyor ki? Düşünüyorum da aşırı derecede manasız geliyor. Ego gerçekten acayip.

        Futbol geçmişte benim için hayattı resmen. Seven, takip eden, oynayan biri olarak üstüne bir de bilgisayar ve konsol oyunlarını ekledim, gençliğimin belki çeyreğini aldı. Tuttuğum takımın kaldırdığı kupaların bana hiçbir yararı olmadı gerçi fakat maçları izlerken aldığım heyecan yanıma kâr kaldı. Elbette Türkiye yeterli gelmedi, kendi takımımdan çok İngiltere ve İspanya liglerinin maçlarını izledim, çünkü daha fazla keyif veriyorlardı. Şanslıyım, 90’larda İtalya’daki ‘Yedi Kızkardeşler’e, Premier Lig’in bol yıldızlı ve çok çekişmeli yıllarına, Messi-Ronaldo rekabetinin en üst zamanlarına denk geldim, bunları hep şifresiz kanallardan izledim. Yeni nesil bilmez para ödemeden yüksek çözünürlükte kaliteli maçlar izlemenin nasıl keyif olduğunu.

    “Yara deşmeden konuya girsek?”

        Büyük takımların neden destekçisi boldur, çünkü başarılıdırlar. Çoğunluk sene sonunda kazanacak takımı tutuyor olmak ister, bunu istemiyorsa, sene sonlarında asla kazanamayacağı belli takımları tutmak istemez. Bu bize şunu gösterir: İnsanlar andaki keyiften çok sondaki kazancı düşünmektedir. Fakat ben bir zaman şu fikre kapıldım: Takımım bir kupa kaldırsa ne olur kaldırmasa ne olur, seneye aynı çaba yine devam edecek. Diyelim bu sene şampiyon oldu, geçen sene de oldu; bu şampiyonluk bir önceki seneyi önemsiz mi kıldı? O zaman ne anlamı vardı geçen sene o kadar sevinmenin? Veya geçen sene şampiyon olamadı diyelim, o zaman ne anlamı vardı geçen sene üzülmenin? Peki seneye? Bu sene takımım tüm kulvarlardaki tüm kupaları kaldırsa gelecek sene ne olacak; hırsımız dinecek mi? Örneğin bugün itibariyle dünyanın en çok kupa kazanan takımı Real Madrid’dir, uzun zaman da değişeceğe benzemiyor; belki futbol ortadan kalkıncaya dek üstünlükleri sürer. Peki Real Madrid zirvede bırakmak ister mi, Real başkanı “Artık müzede yer kalmadı, yeterince kupa kazandık, daha fazla futbola devam etmeye gerek yok.” diye takımı liglerden çeker mi? Real bir daha turnuvalara katılmasa, unutulması kaç yıl sürer? Eskiden de çok büyük takımlar vardı Avrupa futbolunu domine etmiş olan, en büyük örneği Ajax, onlar unutuldu gitti mesela, bugün ancak eskinin gölgesi. Demek ki en büyük olsan bile süreklilik lazım. Hep kazanmak zorundasın; sürekli ve sürekli ve sürekli. Ve bir yılda tüm kupaları da toplasalar sevinci yalnızca bir iki günle sınırlı kalıyor, aynı çabayı seneye yine vermek, yine aynı kupaları kazanmak zorundalar. Her yıl ve her yıl. Bu arada kazanırlarsa sevinç bir iki gün de olsa var ama kazanamazlarsa stresi, kavgası aylar alabiliyor. Bu durumda bir önceki sene onca kupa toplamanın ne yararı olmuştu onlara? Sanki koca bir hiç!

    “Şirket gözüyle bakarsan bütçe açısından çok fark eder.”

        Real Madrid’in Los Galaktikos yani yıldızlar topluluğu olduğu bir zaman dilimi vardı, o yıllarda kupaları toplayan ezeli rakip Barcelona oldu. Demek her şey bütçe değil. Sürekli kazanma zorunluluğu daha popüler olup daha çok taraftar çeksinler, destekleyen sayısı olabildiğince çok olsun diye. Çünkü insanlar başarıyı, başarılıyı sever. Bu nedenle çokları ülkelerindeki takımları bırakır, dünyanın büyük takımlarının destekçiliğini yapar. Tabii taraftar sayısı arttıkça bütçe de artar, kulübün şirket değeri de; bu konuda haklısınız. Neticede futbol trilyon dolarlık endüstri oldu neredeyse, olmadıysa bile bir on yıla kadar olur. Ancak bizim inceleyeceğimiz konu o değil. Onu ekonomistler incelesin.

        Süreklilik çabası hadi kulüp adına mantıklı, peki takımının dünyanın en büyüğü olması bir taraftara ne fayda getirir, gerçekte asla ait olmayan bir başarı hissiyatı dışında? Yaşam standartları mı yükselir, çalıştığı yerdeki şartlar mı iyileşir, içsel bir huzur mu bulur? Kaldı ki dünyanın en büyük tamının taraftarı da olsan takım o sene altıncılığa oynuyorsa bu büyüklüğün anlamı kalmaz, karşı takım taraftarları tarafından yine alaya alınıp ezikleneceksin demektir. Yani büyük takımlar taraftarları için de hep kazanmak, hep en tepede kalmak zorundalar. Yoksa taraftar isyan eder, önce kızar, söver, belki antrenman bile basabilir, en sonda da çoğu taraftar takımı bırakır. Fakat bir yandan şu da var, takım sürekli kazanırsa, Almanya’daki Bayern Münih örneğindeki gibi, işin tadı kaçar, rekabet ölür, lig yeterli ilgiyi çekmez olur, insanlar yine o takımı tutmaz olur. Bu yüzden İngiliz ve İspanyol takımlarından bir parça başarı elde etmiş olanları Bayern Münih kadar başarılı olmasalar bile ilgi açısından üstünde yer alır, daha fazla taraftar çekerler. Çünkü futbolun zevkinin özü rekabettir, o sene ligi kimin kazanacağının bilinmemesidir. Anlayacağınız şudur ki bu bilmem kaç yüz milyar dolarlık devasa endüstri yalnızca insanlar bir miktar seratonin-dopamin salgılasın  da varoluşun saçmalığını unutsun, varoluş acısından kısa bir süre de olsa kurtulsun diye vardır, o kadarcık. Aslında eğlence sektörü denen sektörün insanların egolarına hizmetten başka amacı yok. Futbol buna ek olarak bir de kimlik aidiyeti ile sonunda hiçbir şey kazanmayacak insanlara başarılı bir yapıya eklemlendikleri ve artık önemli kimseler oldukları hissiyatı sağlıyor.

    “İyi de bu futbol muhabbetinin konu ile alakası ne?”

        İnsanlar fark etmiyor ama yaşam sürecinin tamamı buna benzer işliyor. Daha güzel arabalar, daha çok kazanmak, daha büyük işler başarmış olmak, kendini gerçekleştirmek veya aşmak için olmadığında –ki çoğunlukla değildir, hep kendini diğerlerinden üstün hissetmek için yapılan işlerdir. Daha doğrusu kendini diğerlerinin üstünde hissettiğinde salgılanan hormon için. Bağımlılıklar kötüdür, uyuşturucu-içki-sigara-hatta video oyunu bağımlılığı, hepsini söyleriz ama esas sebep hormona bağımlılıktır, nedense bu bağımlılık pek dile getirilmez. Bildiğimiz tüm bağımlılıklar aslında yine bunları yaptığımızda salgılanan o hormonlara bağımlılıktandır, perde arkasında o hormona ulaşma arzusu güdüler bizi. Dünya dediğin bu yönüyle bakıldığında ancak hormonların bize hissettirdiği birtakım hisleri tekrar tekrar hissedebilmek için verdiğimiz sürekli bir savaştan ibarettir. Ancak bu savaş biterse insan gerçek özgürlüğe kavuşabilir. Kişinin iç savaşı nasıl biter? Ancak buna duyduğu yoğun arzu ve gösterdiği disiplin sayesinde biter herhalde. İnsanı bedenin bağımlılığından koparıp ruha yöneltecek çalışmaların da yararı olabilir, ibadet gibi, serotonin- dopamin detoksu türünden çalışmaların da; kim ne şekilde yol alıyorsa. Esas olan disiplindir.

        Bir gün geriye dönüp bakacak ve bir şey olmak uğruna verdiğimiz kavgaların ne derece boş olduğunu göreceğiz. Hepsi o geçmişteki zevkler gibi solup gidecek, geriye anlamlı bir şey kalmayacak, eğer insan ruhunu geliştirmemiş, kendi içinde bir şeyler biriktirmemişse. Öyleyse neden bugünden o çok değer verdiğimiz meseleleri bulunmaları gereken yere koymayalım? Neden yıllar sonra baktığımızda bize gereksiz, vakit kaybı olarak gelecek, vakit harcadığımız için üzüleceğimiz işlerle iştigal ederek ömür tüketelim?

        Fakat hangi iş değerli, hangi iş değersizdir, nasıl ayırt edeceğiz. İşte bunu ayırt etmek için de gerekli olan akıldır ama ana kıstas bellidir: Hep bizimle kalacak olanlar değerli, mahvolup gidecek olanlar değersizdir. Ruhu özgür, bağımsız kılanlar değerli, her türlüsünden bağımlılık yapanlar değersizdir. Yaparken huzurla dolduklarımız değerli, huzurumuzu çalanlar değersizdir.

        Ve bu dünyadaki en büyük başarı da ölmeden evvel değerli ve değersiz olanları ayırt edip ruh torbasını doldurabildiğin kadar bu değerli duygularla doldurmaktır. Bize empoze edip durdukları aksine dünyada bundan önemli bir başarı yoktur.

        Dünyasal başarı dediğin güzeldir, güzeldir de o kadar önemli değildir. Önemli olan insan olmada başarıdır -ki ister diğer dünyasal meselelerde başarılı ol, ister başarısız; bu farklı, ilişkisiz bir durumdur. Gerçek başarı nedir biliyor musunuz: Diyelim Ortaçağ’da yaşıyoruz, ben de sizin arkadaşınızım. Ticaret için uzun bir yolculuğa çıkacaksınız. Bana eşinizi, kızınızı aylar, hatta yıllar boyu güvenerek emanet edebilir misiniz? Önemli olan cevap budur. Beni tanıyanlardan birileri bu soruyu okur da içten gelerek ‘evet’ diye cevap verirse ben başarılı oldum sayarım kendimi; şu an evde bir başıma oturuyor, vaktimin öylece geçiyor olması benim açımdan önem arz etmez. İç odada bi sandık dolusu altın bulunsa, bu başarının yerini tutmaz. Ne yapacağım zaten o kadar altınla, bir şeye ihtiyaç hissetmiyorum. Bir kâse lüks kuruyemişim, sallama çayım ve kahvem olsa bana yeter, fazlasında gözüm yok. Gerçi dut kurusu da güzel, onu da isteyebilirim. Fakat cevap ‘hayır’ olursa, isterse kralları, padişahları, şahları satın alacak kadar altınım bulunsun, herkes beni tanıyor, biliyor, hatta bana tapıyor falan olsun; başarısız sayarım kendimi. Güvenilir bir insan olamamak nazarımca gerçekten en büyük başarısızlıklardan biridir. Bu hepimiz adına geçerli.

        Peygamberleri ele alalım. Elçilik görevi bahşedilmeden önce Muhammed belki de başarılı, iyi kazanan bir tüccardı, bunu bilmiyoruz. Tüccarlık yaptığını biliyoruz ama gelirinden ve toplumu içindeki tam konumundan emin değiliz; yine de bir yetim ve öksüz olarak fazla yükselemeyeceğini kolaylıkla çıkarabiliriz. Onu gerçekten seven tek akrabası varsa o da amcası Ebu Talip’ti; fakat Muhammed tüccarlığa geçtikten sonra kızını istediğinde Ebu Talip bile bu işe yanaşmadı, demek ki peygamberlik öncesi dönemde pek de yüksek bir statüsü yoktu. Zaten o çağda tüccarlık da bu dönemdeki gibi saygıdeğer bir meslek olarak görülmüyordu, yani o alanda başarılıysa bile toplumsal saygı yönünden bir getirisi yoktu. İsa Mesih hayatta ardılından daha başarısızdı, sıradan bir marangoz, bu nedenle aşağılanmış, peygamberliği küçümsenmiştir de, Marangoz Yusuf’un oğlu diye. Eğer Tanrı tarafından seçilmese kayda değer bir özelliğe sahip olmayan bir adamcağızdı. Yanlış söyledim, kayda değer bir özelliği vardı; güvenmek. İnandığı Tanrı’ya öyle güveniyordu ki bir entari, bir çift sandal ve bir asayla dolanıyor, günlük yiyeceği dışında bir şey taşımıyordu. Fakat elbette bu hâl toplum içinde statü sağlamaz, toplumsal piramitte alt basamaklarda değilse bile en fazla orta basamakta yer alıyordu, hiç de başarılı biri sayılmazdı bu açıdan. Musa bu iki peygamberden de aşağı düşmüştü, bir köleydi, gerçi sarayda büyümüştü ama köleydi yine de. Gerçi yaşam standardı olarak diğerlerinin üstündeydi muhtemelen, köleyse bile firavuna bağlıydı, rahat yaşıyor olmalıydı. Monarşinin geçerli olduğu çağda taht sahiplerinin köleleri diğer toplumsal işleri icra edenlerden bile fazla kazanırdı, bunu biliyoruz. Fakat neticede köleydi, ardından gelen iki peygamber hiç köleliğe düşmedi, daha fakirlerseler bile en azından hürlerdi. Dahası, diğer iki peygamber dünyadan göçerken takipçileri hâlâ öğrettiklerine uyuyordu, Musa kısa bir zamanlığına takipçilerinden ayrıldı ve sonra onları puta tapmaya geri dönmüş hâlde buldu. Başlarına da kendi öz kardeşini bırakmıştı üstelik. Onca yıl çektiği zahmetler, feda ettikleri, çabalar, çileler… Ve sonuca bakın. İçinde doğal olarak belirecek başarısızlık hissini bir hayal etmeye çalışın hele. Çok zor.

        Şuna emin olun Musa o gün ve geri kalan günlerinde ne hissetmiş olursa olsun tarihin en başarılı insanlarındandır; sonunda kazandığından değil, kaybetse de öyleydi. Dünyasal başarının karşılığı olan firavun ise gayet başarısızdır, yaşarken nasıl hissediyor olursa olsun, sonunda kaybettiğinden değil, kazansa da öyle olacaktı. Hayat olanakları açısından arada dağlar vardı; firavun istediğini yiyip içebilir, istediği kadınla yatabilir, istediği neyse anında yerine getirilirdi, Musa ise mağaraya çekilir, halk diliyle söylüyorum, orada pinekleyip dururdu. Gelgelelim o zaman bile başarısız olan firavundu, başarılı olan Musa’ydı; sadece bugünden bakarak değerlendirmiyorum bunu. Musa’nın üç bin yıl sonra bile takipçileri olmasından değil yani, dediğim bu değil. Hani Kızıldeniz’e varsalar, olmaz ya, koca Allah peygamberine “Karşıya geçesiniz diye denizi de yaracak değilim herhalde.” diye ters davransa da son takipçiye kadar katledilselerdi bile yine başarılı olan Musa, başarısız olansa firavun olacaktı. Neden biliyor musunuz: Çünkü Musa kendini yenmiş ve yaratılış gayesine ulaşmıştı, gerçek ve esas olan tek savaştan başarıyla çıkmıştı. Buna karşılık firavun kendi gururuna yenilmişti, gurura kapılıp ruhtan ayrı düşmüş, ‘ben’ dediği bedenin ve kimliğin esiri olmuştu. Hakikat âlemindeki varlığının gözünden bakarsak hapishaneye düşmüş ve müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Bunu kendisi bilmiyordu çünkü ruh âlemindeki varlığından haberi yoktu, onun hükümdarlığı bedeni ölüp toprak âleminden ayrılana kadardı, her koşul ve şart altında durum aynı kalacaktı. Yalnızca birkaç yıl daha hüküm sürerdi toprak âlemde, kazansaydı bile. Ve milleti köle ederken aslında kendisinin de beden dediğimiz kalıbına köle olmuş olduğunu fark etmeyecekti bile. Yani firavun kölelerin efendisi olduğu gibi aynı zamanda kölelerin hasıydı, bunu kendi fark edemese de. Bir Musa’yı tepelemiş, ne olacak, isterse yüz bin peygamberi toprak altına göndersin. Kendine ediyordu esas kötülüğü. Kendisi dediğimiz bedeni veya beynin onun için oluşturduğu kimlik değil, sonsuzluğa ait, sonsuza dek var olmayı sürdürecek kendisinden söz ediyorum. Öldüğünde bu gerçekle karşı karşıya kalacak ve tahayyül edilemez bir pişmanlığa sürüklenecek, fakat tabiidir ki geri dönüş yolu olmayacaktı. Buna karşılık Musa yensin veya yenilsin, sonuçlardan bağımsız olarak tamamen hür bir adamdı. Arzulardan, isteklerden arınmış, ruhu esir eden bağları çözüp atmıştı; bu sebeple bir mağarada oturmak ona mutluluk ve huzur için yeterdi, bu yüzden asla dünya malı, makamı, serveti peşine düşme ihtiyacı hissetmedi.

        Gerçek başarı tam olarak budur işte. Musa’ya zincir vurup en derin zindanlara atsalardı bile fark etmezdi, mutluluğu sadece bir mağarada oturarak bulabilen bir adam nasıl cezalandırılabilirdi ki? En fazla bedenini tutabilirlerdi, gerçek kendisi olan ruhu ise özgürdü, bedeni zindandayken ruh olarak dilediği yerde gezebilirdi; kimse de engel olamazdı. En fazla bedenini aç bırakıp bedenine işkence edebilirlerdi, Musa ise gıdasını ruh âleminden almaya devam eder, bedeni karanlıklar içindeyken ruh olarak onların asla tadamayacağı zevkleri tadardı. Oysa firavun onca malın, mülkün, kölenin, olanağının ortasında da mutsuzluğa, huzursuzluğa, sinirliliğe, gerginliğe mahkûmdur; gününün berbat geçmesi en ufak bir aksiliğin çıkmasına bakar –ki çıkar da; hep çıkar. Ve o güne dek çayırdaki öküz gibi semirttiği ego o küçük aksiliği ona dağ gibi göstererek  firavundan negatif duygular yayılmasına yol açar. O karanlık enerji çevresini gittikçe daha çok saran karanlık varlıklar tarafından emilir. Firavun da böylece birtakım varlıklar tarafından, sağılan inek misali kullanıldığının farkında bile olmaz; çünkü ruhtan bihaberdir. Evrensel kanun böyledir, ortalık yerde bir dışkı varsa kara sinekler koşup gelir, nereden geldiklerini anlamazsınız bile ama hemen sürüyle bitiverirler orada. Durum hepimiz adına aynıdır, yalnızca firavuna geçerli değil. Para parayı çeker, derler; doğru mudur bilmem ama işin gerçeği şu ki yaydığımız ruhsal enerjilerden beslenen varlıklar vardır ve biz ne enerji yayarsak ondan beslenen varlıkları da oluşturmuş veya çekmiş oluruz.

        Anlaşılması gereken şu ki Yaradan birilerini seçerken hiç de dünyasal başarı kıstasına bakmamış, dolayısıyla bizim de o başarı algılayışını değiştirmemiz gerekli. Zaten başarı dediğin bir işi diğerlerinden iyi yapmak anlamında, Allah’ın da işçi açığı olamayacağına göre, esas başarı ‘insan’ olmayı yitirmemekte yatıyor. Yoksa Nazi Almanya'sı bilim adamları arasında yüksek derecede başarılı, yepyeni bilgileri açığa çıkarmış, buluşlar yapmış kimseler vardı; hele mesela bir tanesi otistik çocuklar ve savunmasız insanlar üstünde başarı açısından muazzam sonuçlar veren kan dondurucu deneylere imza atmıştı. Sağlık alanında onların çalışmaları sayesinde birçok ilerleme kaydedilmiş olsa da herhalde bu başarıları bizde bu heriflere karşı sevgi falan yaratmaz, tam aksine müthiş bir tiksinti yaratır. Yalnızca bu dünya üzerinden çıkarım yapsaydık bile, bu örnekten esas başarının insan kalmak olduğu sonucuna varırdık. Bir de bunun üstüne sonsuz bir hayatı eklediğimizde ‘insan kalmak’ sadece başarı değil yaşamın tüm gayesi olmuş olur. Zaten bir işi ne kadar iyi yapabiliyor olursanız olun, şeytanlar arasında yaşamıyor iseniz eğer, asgari düzeyde insanlık nitelikleri taşımadan bu başarının hiçbir anlam ifade etmediğinin farkına varırsınız; vardırırlar.

        İnsanoğlu daima gördüğü kadarıyla, gördüğüne göre yargıda bulunur. Oysa başarı başkalarının takdirlerine, övgülerine, yergilerine mi bağlıdır; başka insanların reaksiyonları üzerinden belirleyeceğiz başarıyı? Toplum mu söyleyecek bize başarılı olup olmadığımızı? İnsanoğlu için genel kaidedir, nefret değil ama sevgi de takdir de pek çabuk değişebilir. Döneminin halkına göre Hitler de başarılıydı, hatta dönemin dünya kamuoyuna göre de başarılıydı. Hatta hatta savaş öncesindeki döneminin istatiksel verilerini bugün ismini vermeden çıkar masaya koy, ekonomistlerin hepsi başarılı bulur, çünkü çok hızlı bir atılım ve büyüme gerçekleştirmiştir. Fakat anlaşılan başarı istatistikte de değil. Hitler 2. Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıksaydı, bütün dünya sabah akşam birbirini Heil Hitler diye selamlasaydı bile Hitler gerçek başarı sahibi olamayacaktı. Ne zamana dek? Ta ki kendini kontrol altına alıncaya, gerçek insan olarak kendini kanıtlayıncaya dek. Diğer türlü onun başarısı sadece bir mahkumun bir hapishanede koğuş ağası olması gibi kalacaktı; etki alanı ne kadar geniş olursa olsun. Dünyanın kendisi ruha göre ne ki, dünyayı fethetmesi önem arz etsin?

        Gerçek başarı yönetimini devraldığın hayvan bedenin etli, itkilerine ve çekmelerine rağmen ruhen temiz kalabilmektir. Başarı kendine karşı dürüst olmaktır, insanlığını korumaktır. Dünyanın en zor işidir bu. En cesur adamlar, en büyük savaşçılar, komutanlar, fatihler, milyonları peşinden sürükleyen insanlar bile iş ruha geldiğinde genellikle çuvallamıştır. Kendi arzu ve isteklerine, tutkularına, hırslarına, korkularına yenilmiş, egonun tutsağı olmuşlardır. Ruhta başarılıysan istersen dünyada geçimini sağlamak için çöp topla, fark etmez. Tek eksiğin halktan gelecek takdir olur; çünkü halk dünyada başarısız görüneni küçümseme eğilimdedir. Fakat insanın yorumu nedir, ağzını açan kişinin kendi iç dünyasını dışa vurması değil mi? Yorum yapılanı neden ilgilendirsin, o yorum yapanın kendi derdi ve sorunudur. Örneğin mini etek giyeni çok açık giyinmiş diye kınayan kişi belki de kendi bedeniyle barışık değildir, kendi bedeninden utanıyordur. Veya kendi rızasıyla çarşaf giymiş birini eleştirenin belki de o özel alana girecek, kendiyle baş başa kalacak cesareti yoktur. Her ikisinin de eleştirisi aslında kendi korkusunu, kaygısını yansıtmaktadır, fakat bunu dış dünyayla ilgili zannederler. Kim, neden yaşamını başkasının dünyayı okuyuşuna göre şekillendirmek zorunda olsun? Bizim tek sorumluluğumuz vardır: İlk çıktığımız âleme, Yaradan’a verdiğimiz söz üzere geri dönmek. Gerçek başarı budur: Eve dönebilmek. Bunun dışındaki tüm kurallar tırı vırıdır. Yok Batı medeniyetine göre modern olacakmışız, yok Arap şeriatına göre yaşayacakmışız; bunlar ancak hikâyedir.

    “Bu dünyada hiçbir şey başardın mı? Belki de senin başarın olmadığından bize böyle gerçek başarı, sahte başarı diye ayak yapıyorsun?”

        Olabilir ha. Bak öyle dünyasal bir başarım yok hiç. Mesela küçük bir başarı hikâyemi anlatabilirim bak, hem konuyla da alakalı: İngilizce notlarım hayatım boyunca hep yüksekti, çalışmadan girdiğim devletin yabancı dil sınavlarında sınavlarında bile 86’dan aşağı almadım,. Üniversite 2’de üç aylığına ABD’ye Work and Travel ile gitmiş, ondan önce de İngilizce bilen bir arkadaşım, döndüğünde arkadaş grubumuz içinde yüksek notlarımı diline dolayıp ilk İngilizce sınavında benden yüksek alacağını iddia etmişti. Onu da sınavı da sallamadım ama netice yine farklı olmadı; o 88 alırken ben 92 almıştım. Sonradan arkadaşımın diğerleri içinde kem küm edişini hâlâ hatırlarım. Peki ben bu İngilizceyi kursların kapısına uğramadan nasıl söktüm biliyor musun? Elimde sözlükle Championship Manager oynayarak. Kelime haznemi orada kazandım, cümle yapılarını biraz okulda çoğunlukla da CM’de transfer anlaşmaları yaparken, hakkımda yapılan yorumları ve bana sorulan soruları okurken ve maçları takip etmeye çalışırken çözdüm ve öğrendim. Ne kadar başarıdır ne kadar değildir, kamuoyunun takdirine kalmış. Ama bu lüzumsuz bilgiyi övünmek için falan değil, oyuna ne derecede düşkün olduğum iyice anlaşılsın diye verdim, konuyu buradan başka yere bağlayacağım. Oyunda kazandığım kupaları, alt liglerden çıkardığım takımları tahmin etmek güç değil. Fakat oyun bitip günlük hayata döndüğümde o başarıların zerre kıymeti kalmıyordu. O büyük başarılar kazanmış takımların çok övülen ve saygı gören teknik direktörü olmak orada kalıyordu, çünkü gerçek değillerdi.

        Bakın buradan nereye geleceğim: Hani oyunlardaki başarılar gerçek değil ya, bedeni toprağa verip diğer âleme geçtikten sonra şu an içinde bulunduğumuz hayatın başarılarının da bu kupalarla aynı şekilde tamamen kıymetsiz olduğunu görecek olsaydık? Yani dünyayı fetheden biri gözünü bir açıyor ki gittiği yerde onu kimse tanımıyor, çöktüğü toprakları zaten arkasında bırakmış, kendiyle baş başa kalıveriyor. Önünde bir liste var, görüyor ki oradaki değerlendirme tamamen farklı. Örneğin bedenini ne kadar kontrol edebildiğine dair test raporu var, puanı çok düşük, yaptığı güzel işlerin listesinde pek bir şey yok ama kötü işler sayfalarca. İşinin ne kadar zor olduğunu görüyor, çünkü tüm ömrünü dünyayı fethetmeye ayırmış, başarmış da, başarılı olmuş. Gel gör ki önündeki liste aynı şeyi söylemiyor, aslında çok başarısız bir hayat sürmüş. Ateş falan hesaba hiç katmıyorum, diyelim bir şekilde so gittiği yerde kalıyor fakat artık sonsuza dek dünyadaki en fakir insanlardan beter bir yaşam sürecek, çünkü oraya önden hiçbir şey göndermemiş. Ve şuna emin olun ki Allah’ın adaletince orada bir tane çöpü öyle kafalarına göre eksik ya da fazla veremezler; oranın sahibi de yöneticisi de O neticede. Ne hak edildiyse tam olarak o alınır.

        Dünyanın fatihi olmuş bu talihsiz adam, bedeni öldükten sonra olacakları önden görseydi, yalnızca egoya haz verip kibir ve gurur kazandırarak karanlık tarafını güçlendiren o planını sürdürür de dünyayı fethetmeye çalışmak gibi bir saçmalıkla uğraşır mıydı? Yoksa o işleri bırakır da ömrünün geri kalanını sonsuza dek işine yarayacak gerçek şeyler biriktirmeye mi adardı?

        Milleti bırakalım, kendimize bakalım. Aynı durumla siz karşılaşsanız, bugün yaptığınız işlerin ne kadarını yapmaya devam eder, ne kadarını terk edip farklı işler yapmaya geçerdiniz? Önemli olan soru budur işte.

        Bu arada o sorduğum soru öyle uydurulmuş bir şey değildi.

        Hakikatten haber zamanı: Orada her şey kayıt altındadır, yazıyla kayıt altına alınmıştır, o kayıtları dünyada yaptığı işlerle o vazifelere atanmayı hak etmiş olan hakikat ehli insanlar denetler.

        Evet, hakikat âleminde meslekler vardır. Burada gerekli olan ne varsa orada da gereklidir. Çeşit çeşit meslek erbapları, denetleyiciler, yöneticiler… Peygamberlerin mesleklerinden bahsedilir, işte bunların çoğu gerçekte dünyada olmayıp hakikat âlemindeki meslekleridir.

        Evet, hakikat âlemindeki vazifeleri insanlar yerine getirir. Kalbini arıtan, karanlığını gideren insan meleklerin üstündedir, onları yönetir. Tertemiz olmuş olanlar daha da üstündür, tüm varlık Allah’ın halifesi olarak yaradılış amacına ulaşan bu insanların yönetimine tâbidir. Emir ehli, denir onlara da; onların duası, bedduası olmaz, onların her sözü varoluşa verilmiş bir emirdir. Allah’ın halifesi olarak hükmederler.

        Sonuç olarak…

        Ey dünyasal başarılar peşinde kendini helak eden güzel kardeşim. Şunu fark ettim ki kazanmaya çalıştığın başarı duygusu altında aslında ‘ben değerliyim, önemliyim’ diye bağırrma isteğin yatıyor. Öylesin. Sonuçta Yaradan seni insan olarak yaratmış, insan olduğun kadar değerlisin, Yaradan’a ulaşmış, bilmiş isen en değerli sensin. Fakat yalnızca Âdem sureti taşımakla yetinmiş, üzerine eklemediğin gibi elinde olan güzellikleri de yitirmişsen, insana, insanlığa ait özellikler sende kadük kalmışsa hiç de değerli falan değilsin. Bitmesi gerek bu romantik hümanist anlayışın. Bu zamana dek milyarlar geldi geçti. Yüzde kaçı değerliydi? Zamanın çoğunda insanlar en fazla kırklarına kadar yaşadı. Sürekli yaşanan yağma ve baskınlar, her yerde kol gezen hastalık ve salgınlar, eksiklikler, fazlalıklar… Bir şekilde ölüp ölüp gittiler. Tıpkı doğadaki diğer hayvanlar gibi. Yaşam süresini birazcık uzatabilmiş olmamız bizi değerli mi kıldı yani? Onlar ne kadar değerliyse biz de hâlâ o kadar değerliyiz işte. Ama bu dönemin insanı bunu kabul etmek istemiyor, kendine özel anlamlar atfediyor da atfediyor, hiçbir temeli ve geçerliliği olmayan anlamlar yüklüyor. Artık bunların yalan olduğunun anlaşılması, birilerinin gerçeği söylemesi şart belli ki.

        Ben elimi taşın altına koyuyorum. Hepimizin birer hiç olduğunu söylüyorum. Doğada aslında bir hak anlayışı falan bulunmadığını, o hak anlayışını bizim uydurduğumuzu anlatıyorum. Zaten ruh inancı yoksa tüm sonuçlar şuraya çıkıyor: Gücü yeten, gücünün yettiğine, gücünün yettiğini yapabilir. Hesap yoksa, tekrar doğacak bir ruh yoksa, karma yoksa, neden dilediğini yapmayasın?

    “İnsan olduğumuz için.”

        Fakat bu savunuda şunu göz önüne almalı ki insan olmaya verilen değeri yine biz kendi ellerimizle yükledik. ‘İnsan olmak’ dedik, bunu önemli bir kıstas saydık ve buna ahlakî anlamlar ile değerler yükledik. Oysa kedi olmak, köpek olmak, kuş olmak, maymun olmak nedense bu varlıklara ahlaksal değerler yüklemez hiç. Yani Hindistan’daki bir maymun gidip de sürüsüne “Geçen gün köylülerden birinin evini basmışsınız, elinize geçirdiğinizi çalıp kaçmışsınız. Yakıştı mı size? Maymunluğa sığar mı? O adamlar bize muz attıydı geçen gün.” diye veryansın etmez. Veya bir kedi yerde dolanan kanadı kırık güvercine “Şunu tutayım da kanadını iyileştirdikten sonra geri salayım. Kedilik öldü mü be?!” diye atılmaz. Hayvanlar içgüdülerine göre hareket ediyor, yiyor-içiyor-çiftleşiyor-zamanı gelince ölüyor; ahlak gibi dertler edinmiyorlar. Fakat biz ediniyoruz. Bizim aklımız bize önemli olduğumuzu fısıldıyor. Neden? Uzun yaşayan canlılar değiliz. Bedensel gücümüz, aklımız sayesinde. Dünyayı ve varlıkları kavramamızı sağlıyor, sanki sadece bunun için verilmiş bir araç. Aklımız olmasa silinir giderdik yeryüzünden. Yoksa tabiat seviyesinde olan Âdemoğlu’nun dünyaya etkisi bir kurdunkinden ne fazla olurdu ne de eksik. Zaten ruha ait olmayan, hakikatten uzak değerler bütünü olan toplum ahlakı da muhtemelen kendimizi yok etmemizi engellemek üzere akıl tarafından var edildi ve geliştirildi. Bizi bizden koruyor, ne güzel. Bu bize insan hakkında çok acı bir gerçeği işaret ediyor. Ahlakla engellenmeyen insan çok zalim, çok vicdansız olacaktır, tıpkı Kuran’da birkaç ayette sözü edildiği üzere. Demek ki insan bilincini bir araba şeklinde tasavvur edersek, bu varlığın direksiyonu, vitesi ve freni akıldır. Bizi diğer varlıklardan üstün kılan da budur, tabii olaya yalnızca beden olarak bakarsak.

        Burada bir soru açığa çıkar. Bir insanın aklı bir anda elinden alınıverse, eski statüsü ne olursa olsun artık toplum için bir değeri kalmaz değil mi? Fakat eğer insansak bir zaman sevip saygı duyduğumuz bu insanın içine düştüğü durum içimizi acıtır, doğal olarak. Öyleyse başka bir değere sahibiz biz. Ne kadar felsefe parçalarsak parçalayalım, isteyelim istemeyelim insanın insan olduğu için doğadaki canlılar aksine bir değeri bulunur. Birbirimizi etkiliyor ve birbirimizden etkileniyor olmamız, tıpkı bir vücudun azaları gibi, her birimize değer atfeder. Biz bir bütünün parçasıyız, bunu hissederiz. Dolayısıyla birbirimizi önemsemek zorundayız.

        Üstelik, burası herkesin inandığı bir kısım değil ama, benim inancım şu yönde ki bizi yaratanın bize atfettiği devasa bir önem var. Kör de olsak, sağır da olsak, topal da olsak, zihinsel engelli de olsak O’nun en değerli eseriyiz. Akıllı da olsak bu böyle, akılsız da olsak böyle. Yoksa bedensel olarak kusura sahip bir bebeği öldürmemizin önüne geçecek olan nedir? ‘Çok değerli’ bizler, esasında sadece en değerli olanın bize verdiği değerle değerlenmişizdir ve değerleniriz. Zaten değer dediğimiz de nazarımda O’nun bize verdiği önemdir. Vermeseydi bu beden hayvandır, başka bir şey değil. Bedene bağlı olarak biz de hayvanlar olarak kalacaktık. İnsana değer verdi, insan gök mensubu olan meleğin de üzerine yerleşti. Fakat insaı insanlıkla melekten üstün oluyorsa, bu demektir ki ona verilen muazzam potansiyeli kötüye kullanarak hayvandan da aşağı da inip şeytanlaşabilir.

        Öyleyse konuşmamız gereken konu da iyilik ve kötülüğün doğası üstüne olmalıdır.


Yorumlar