13) Muhammed Peygamber Üzerine

         Bu bilgi kesin bir bilgi, kitaptan, ezber bilgi değil, daha önce de söylediğim üzere doğrudan hakikat âleminden: Muhammed hakikat âleminde en yüksek mertebededir ve daha önceki bölümlerde söylediğim üzere güneş formunda bulunmaktadır. Bir insanın nasıl olup da gökte gördüğümüz cisimlerin şeklini alabildiğini yine önceki bölümlerde konuşmuştuk. ‘Bana inanın’ demiyorum, uğraşın da bilin, çünkü inanmak eksik kalır, doğru olan bilmektir. Bu bilmek-bilmemek meselesini dindarların kullandığı şekliyle ele almayın bu arada, gerçekten bilmekten bahsediyorum. Hani Ali demiştir ya, “Görmediğim Tanrı’ya tapmam.” diye. Dindarlar bunu sık kullanır ama aslında hiçbirinin Tanrı’yı görmüşlüğü falan yoktur, esasında ‘bilir’ değildir onlar, Ali’nin sözünü bilinçsizce kullanırlar. Kuran’da “İman ettik demeyin, siz henüz iman etmediniz.” diye ayet vardır –ve bu ayet belki bugünkü Müslümanların %80-90 aralığında bir kısmını kapsar. İşte o çeşit sözde bilmekten değil, şahit olmaktan, gerçekten görüp bilmekten söz ediyorum ben. Bilmeyenlere de elbette Muhammed'in peygamberliği hakkında kanıtlar sunacağım, onun için açtım bu bölümü, fakat asıl biliş yolu şahit olmaktır. Şahit olmamışsanız biliyor değil inanıyorsunuz demektir. Fakat bu dinin giriş cümlesi bile şahitlik talep eder. "Şahitlik ederim ki ilah yoktur, Allah vardır ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." Eğer görmediğiniz bir şey hakkında 'gördüm' derseniz bu yalancılık olmaz mı?  

“Sen sürekli böyle iddialı şekilde söylüyorsun da çoğu kimse Muhammed’in gerçekten peygamber olduğuna bile inanmıyor? Onlar nasıl giderecek şüphelerini?”

Onlar da tanık olacaklar, başka yol yok. Bir şeyin varlığını veya yokluğunu bilmek için tek yol vardır; o da görmek. Ben size desem ki “Akdeniz’in dibinde şöyle şöyle canlılar var, şu plajdan girdim, gördüm.”, bunun üstüne tartışma metodu nasıl olur? Gidersin, o plajda sen de denize girer, dibinde ararsın. Aramadan reddetmek hatalı bir tutum olur, artık orayı o canlılar kaplamış olsa da baştan bir kere reddetmiş olduğunuzdan dolayı bir daha kolay kolay kabul etmezsiniz. Hatta kalksam, fotoğraf göstersem, “Photoshop bu ya.” dersiniz muhtemelen, çünkü kabul etmek yanıldığınız anlamına gelir ki ego-nefs-benlik için hatasını itiraf etmek neredeyse ölüm gibi bir şeydir.   

Tanık olmak için ne yapılabilir: Öncelikle madde dünyadan ruhen yükselmek şart. Bilmeye giden yol çalışıp-çabalamakla başlar. Çalışıp çabalayıp beden-ruh terazisinde ağırlığı ruh terazisine koymak gerek. Ondan sonra belki Yaradan layık görür de birinin vesilesiyle, vasıtasıyla hakikat âlemine tanık olunur. Yani ruh için çalışıp çabalamayan daha başta kaybeder, elbette Yaradan farklı bir sebepten onu seçmezse, O’na sınır yok, dilediğini yapar. Fakat şurası kesin ki hakikat âleminde Muhammed’i görmediğin sürece gerçekten tanımış olmazsın, ancak bilirmiş gibi davranırsın; yüzyıllardır Müslüman toplumun yaptığı üzere. Bu nedenle onu bir kavmin peygamberi olarak addediyorlar ki bu büyük bir yanılgı; Muhammed bundan çok üstün bir varlık.    

Evet, burada önemli nokta şu ki aslında Müslümanların çok azı gerçek Muhammed’i biliyor tanıyor. Geri kalanlarsa yüzyıllar önce birtakım adamların yarattığı Muhammed vehmini veya kendilerinin yarattıkları Muhammed vehmini biliyor; yani başkalarının yarattığı Muhammed imajına veya kendi zihinlerinde yarattıkları Muhammed imajına uyuyorlar. Açıktır ki bu da Muhammed’in kendisi değildir.

Bu ne demektir biliyor musunuz: ‘Kendi elleriyle inşa ettiklerine’ uyuyor ve tapınıyorlar demektir. Hani tam da putperestleri eleştirdikleri biçimde. Yalnız bu sefer kendi elleriyle inşa ettikleri maddesel bir nesne değil de bir imaj, bir hayal.

“İyi de biz tarihten herkesi bu şekilde tanımaz mıyız? Kendilerini tanıma şansımız yok ki!”

Evet, tarihteki her kişiyi ancak bize anlattıkları kadarıyla bilebiliriz; ötesini bilemeyiz, burası doğrudur. Ancak bu bir bilme hâli değildir, çünkü şöyle bir sorunu doğurur: Bugün bile bir insan arkadaş çevresinde farklı farklı anlatılır, onu hiç tanımasan farklı kimseleri tarif ettiklerini bile düşünebilirsin. Öyle ki birisi cömert derken diğeri cimriliğinden dem vurabilir. Oysa bu tanım muhtemelen adamların kendilerini tarif etmektedir. Yani şöyle ki kendisi cimri olup arkadaşının cömertliğinden faydalanmaya kalkan birisi bu hedefine ulaşamadığında onu cimrilikle suçlayabilir, oysa işin özüne bakıldığında kendi cimriliğinden haber vermektedir. Dolayısıyla biri üzerine anlatılanlar, o anlatılan kişiden çok anlatan kişiyi bize veriyor olabilir.

Benim gelmek istediğim nokta şurası, düşünün ki bize anlattıkları hangi Muhammed gerçekten onu yansıtıyordur? Ebu Zerr’e baksan Muhammed bildiğin solculardan da solcu denecek derecede paylaşımcı, halkçı bir insan; dolayısıyla bugün algılanan Muhammed profilinin Ebu Zerr’in Muhammed’i ile alakası bile yoktur. Bize anlatılanlar arasında ibadete çok düşkün Muhammed de vardır, ibadet ile değil de işin özü ile ilgilenen, “Bir dakika tefekkür bin sene ibadetten üstündür.” diyen Muhammed de. Bunların ikisi aynı kişi olabilir mi? Öyleyse buradan açığa çıkar ki ondan haber veren her kişi aslında kendinden, seviyesine göre haber vermektedir. Bu da bize gerçek Muhammed’i değil, Muhammed’in çeşitli kişiler tarafından nasıl algılandığını haber verir.

Gerçekten Muhammed’i öğrenmek ve öğretmek isteyen varsa tutup da vehimleri kanıt diye sunmaya kalkmayacak; ruhta yükselecek, Muhammed ile bizzat kendisi muhatap olacak, öylece, gerçeği bize anlatacak. En doğru yol budur.             

“Fakat bir kişi Muhammed’i asla görmediği hâlde gördüm diyebilir veya rüyada birini görür, onu gördüğünü zannedebilir. Bu yol bize gerçek bilgiyi sağlayabilir de sağlamayabilir de. Nasıl ayırt edilecek bu?”

Haklı olduğunuzu itiraf etmek zorundayım. Gerçekten kimin gerçeği söylediği kimin farklı bir amaçla ortaya bir şeyler attığını ayırt etmek kolay değildir, gerçek ile yalanın, siyah ile beyazın iç içe geçtiği dünyada.

Dolayısıyla ben de ne yaptım, bu gerçeği daha siz söylemeden göz önünde bulundurup Muhammed’in peygamberliğine kanıt bekleyen, arayan, isteyen sevgili kardeşlerimiz için akıl yoluyla sorgulamaya giriştim. Bu bölümün varoluş amacı daha çok budur.

İzin verildiği, söyleyebileceğim kadarıyla açığa vuracağım, şunu bilmenizi isterim ki ben sebeplerden sonuca ulaşmış akılcı biri değilim. Eskiden de inançlıydım, ama bu kitabı yazdığım süreçte doğru sonucu zaten ‘bilen’ (bu tırnak içindekini yukarı paragraflarda birkaç yerde daha kullandığım aynı kelimelerle ele almışsanız ne demek istediğimi anlamışsınızdır) biri olarak doğru olduğuna kesinlikle ama kesinlikle emin olduğum sonucu kanıtlayan sebepleri sundum aslında. Tüme gitmedim, tümden geldim anlayacağınız. Benim bu konudan şüphem olmadığı gibi şuraları okuyup bana inanan kardeşlerimin de şüphesi olmasın lütfen.

Öncelikle siyaset bilimi alanında yüksek lisansı yarım kalmış bir siyaset bilimi bölümü mezunu olarak tarihe ve siyasete ait her tür makaleyi, materyali, kaynağı ve seksen dönemi polislerinin görse suç aleti sanacağı kadar kalın kitapları keyifle okuyan biri olduğumu tekrar hatırlatmak isterim. Buradan çıkarmanız gereken, şu satırlarını okuduğunuz kardeşinizin siyasetten en azından birazcık da olsa anladığıdır. Ve bu niteliklere sahip biri olarak daha baştan belirtmek isterim ki Muhammed iddia edildiği üzere peygamber değilse bilinen siyaset adamları arasında en kötü siyaset yapıcılardan biridir herhalde. Öyle ki 2023 seçimlerine girecek olsa sağa sola ‘Muhammed aday olmasın’ pankartları astıracak türden bir kabiliyetsizlikten bahsediyorum; hesap edin işte.

Neden böyle söylediğimi açıklayayım: Döneminde, şehir diye adlandırdıkları ama toplumsal ve siyasi açılardan esasında bir kabileler birliği olan Mekke’de Muhammed’in peygamberliğini açıkladıktan sonra çektiği eziyetler malum. Alay ederler, hakaret ederler, eziyetler ederler, örneğin evinin önünde otururken üstüne deve bağırsağı atılması bu eziyetlerden yalnızca biridir, dışlarlar, döverler, üstelik bu dayaklardan biri kızının gözleri önünde atılmıştır, ne kadar onur kırıcı olduğunu anlayın, son olarak da canına kast ederler. Uzun yıllar bunları sineye çeker. Bunları hepimizi biliyoruz, din derslerinde öğrettiler. Yurdundan çıkıp geri döndüğünde ise çokça takipçisi ve dolayısıyla gücü vardır; savaşlar yapar, bu çatışmalarda en sevdikleri gözleri önünde katledilir. Bunları da elbette biliyoruz. Tekrar tekrar tarihe girmeye gerek yok.

Peki Muhammed kendisine çektirilen onca derde, acıya, yaşatılan kedere rağmen Mekke’yi aldığında, her şeyi ama her şeyi yapma fırsatı ve hakkı eline geçmişken neden intikam almayı tercih etmez? Hatta genelde bilinmez, şehir ahalisi ya tamamıyla zorunluluktan veya bir parça gerçekten inanarak sıra sıra Müslüman olduklarını bildirirken, Hind’in sırası geldiğinde keskin bir kinle Peygamber’e laf çarpar ve bu yaptığı ile aslında kılıç zoruyla Müslüman olduğunu, üstelik bunu hiç de sindiremediğini açıkça ortaya serer. Gel gör ki Peygamber o anda bile susmayı, alttan almayı tercih eder; dahası “İnsanları böyle karalamamalısın.” diye öğüt verir ona.

İşte Muhammed hakkında hiçbir şey bilinmese bile Tanrı adamı olduğu bu anda Hind’e davranışından açığa çıkar. Kızının önünde dayak yemiş, dışlanmış, aşağılanmış, hor görülmüş, kovulmuş, fakir bırakılmış, hatta açlığa itilmişti. Onun yerinde onunla aynı şartlara sahip olan her insan, yani yetim ve öksüz, ezilmiş, dışlanmış ve üstelik üst tabakaya mensup olmadığından düzgün bir eğitim bile görmemiş her insan evladı gücü öylece ele aldığında çektiği acıları ona o acıları çektirenlerden çıkarırdı. Kabul edelim bunu. Ben yapardım, sen yapardın, hepimiz yapardık. Çünkü bizler ‘kutsal insan’ değiliz, beşeriz. Fakat Buda yapmazdı, İsa Mesih yapmazdı ve Muhammed de yapmadı. Çünkü bu insanlar kutsallığa erişmiş insanlar.

Hele ki bu sebeplerin baş aktörlerinden olan kadını ele geçirdiğinde, Orta Çağ anlayışı gereğince, bir adamın yapacağı en büyük iyilik onu köle olarak almak olurdu. Emin olun hiç kimse ama hiç kimse buna yakın türde bir iyilik yapmazdı; dahası belki bir iki istisna dışında her adam çağın ahlak anlayışına uygun olarak çok daha kötü seçenekleri tercih ederdi. Bunlara örnek niyetine hatırlatayım, Orta Çağ’da sultanlar kendisine meydan okuyan rakiplerinin derilerini diri diri soyduruyor, deriye saman doldurtuyor, adamın üstüne tuz döktürerek keçilere yalatıyordu. Öyle bir iki kere de değil, pek çok defalar yapılmıştır bu işler. Tarih okursanız göreceksiniz ki insanoğlu her zaman çağımızdaki kadar merhametli değildi; zaten çağımızda oluşan merhamet gösterisi ancak refahın ve devletlerin sağladığı güvenliğin bir sonucudur. Refah gidip açlık ve güvensizlik geri dönerse, inşallah dönmez elbette, fakat dönerse insan dediğimiz canlının ölüm tehdidi altında ne derece vahşileşebileceğini hep birlikte görürüz. Düşen uçaklarda donma tehlikesiyle karşı karşıya kalan, kıtlık zamanlarında açlıktan ölme tehdidi altındaki insanların öykülerini okuyun, ihtimalleri önden anlarsınız.

Oysa Muhammed hiç intikam arayışına hiç düşmedi. O zamanı bugün gibi algılamayın, o dönemde intikam almak güç gösterisi olarak kabul edilirdi. Bırakın o çağı yakın zamanlara kadar intikamını alan güçlü, alamayan güçsüz kabul ediliyordu. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsanız açıp bir daha Davaro izleyin de oradan anlayın. Bir daha dedim, çünkü bu topraklardaki her kişi en azından bir kere izlemiştir herhalde. Muhammed de çağının ahlak anlayışınca intikamını alsa akrabalarının kanını yerde koymamış, gücünü göstermiş olacaktı; halka göre tabii. Oysa kalktı da zor zamanlarında korumasına sığındığı, çok sevdiği amcasının ciğerini dişleyen kadına merhametle ve affedici davrandı. Hatta nazarımca fazla affedici davrandığı yönünde eleştiri getirmek mümkün, fakat aksi bir eleştiri getirmek mümkün değil. İşte yalnızca şu davranış bile Muhammed’in en azından kendini daha yüce bir amaca adadığına kanıttır; Tanrı adamı olduğuna yüzde yüz bir kanıt olmasa bile. 

Peki, neden fazla affedici oluşu eleştirilebilir, onu da açıklayayım: Eğer Mekke’yi ele geçirdiğinde bu kadını ve baş düşmanlarından olan kocası Ebu Süfyan’ı kılıcın altına çekseydi Kerbela hiç yaşanmayabilirdi. Bu fazla merhametin daha sonra başına bela getirmiş olduğu söylenebilir.

Bu muhtemel eleştiriyi de karşılıksız bırakmadan geçmeyelim. Hayatta başımıza gelenler adına şöyle bir söz vardır: ‘Yaşanmış olanları yaşamamanın hiçbir yolu yoktur.’ Bu söz Matrix’te de geçiyordu fakat ben bunu oradan almadım, daha güvenilir bir dilden işittim de o nedenle buraya aktardım. Yoksa şuradan buradan, felsefi görünen sözleri alıp bu satırlara dökmem; çünkü böyle yapmak yazdıklarımın güvenilirliğini düşürür. Muhtemelen onlar bir öğretiden aldılar fakat hangi öğretiden olduğunu bilmiyorum. Yani bu söylenene göre, Muhammed Ebu Süfyan’ı affetse de affetmese de Kerbela yaşanacaktı.

Konuyu dağıtmayalım. Şimdi biraz insaflı olmak gerek: Gücü tam olarak ele geçirdiği hâlde, gerçekten yücelerden bir şey görmemişse, bilmiyorsa veya bir yüceliğin temsilcisi değilse, kendisi onca zarar gördüğü hâlde, dahasını da görme ve incinme pahasına kim, neden insanlara ruhsal bir öğretmen edasıyla davransın? Şimdi kafamızda Muhammed’in bulunduğu noktaya Muhammed yerine başka birini oturtalım desek aynı bu şekilde davranabilecek kimi oturtabilirsiniz? Düşünün bakalım. Ben kimseyi bulamadım. Üstelik tanıdığım pek çok eren, pir, kendini bu dünyadan çekmiş insan mevcut. Fakat bana kimse de böyle bir yücelik gösterebilirmiş gibime gelmiyor. Bir kişi hariç; İsa Mesih. Bence o da bu derece hoşgörülü davranırdı, hatta daha hoşgörülü bile davranabilirdi. Fakat o da devlet adamlığı niteliklerinden yoksundu, yani Muhammed’in yerine İsa Mesih’i koyamayız çünkü o büyük ihtimalle Mekke’de kalır ve Mekke ahalisi elinde işkence çekerek vefat ederdi.

Gerçekten ne olurdu ne biterdi, Yaradan bilir doğrusunu tabii, biz şurada ihtimaller üzerinden gidiyoruz. Fakat ben sözü şuraya getirmek istedim ki eğer aynı koşullar altında benzer şekilde davranacaklarsa İsa Mesih ile Muhammed’in ortak bir tarafı olmalıdır. İşte bu ortak taraf, her ikisinin de peygamber oluşudur.   

“Kusura bakma ama bu anlattığın Muhammed’in peygamber olduğuna yeterli kanıt sunmaz. Timuçin de Cengiz Han’a dönüşmeden önce kendisine yapılan bazı kötülükleri unutmayı tercih etmedi mi? Örneğin karısının kaçırılışı olayını büyütmedi, büyütse pek çok boyla savaşması gerekecekti.”

Doğru, büyük bir lider kin gütse bile intikam için acele etmez, intikam için yaşayan kişi de büyük bir lider olamaz. Fakat Cengiz Han’da altta yatan gizli bir niyet vardı, onun affı bozkırdaki kabileleri birleştirmeye yönelik bir hareketti. İntikam alsa bazıları kendisine düşman kesilecek, yeni çatışmalar ortaya çıkacak ve daha büyük olan hedefine yönelmesi gecikecekti veya belki de tümden suya düşecekti. Yani Cengiz intikam arayışını daha büyük bir ideal uğrunda yok etme yoluna gitmişti. Ve zaten bu sayede tarihin gördüğü en büyük fatih oldu. Fakat Muhammed pek çok kabileyi kendisine bağlayıp gücünü artırdıktan ve kontrolü tam anlamıyla sağladıktan sonra benzer bir işe girişmedi, sağa sola peygamberliğini kabul etmeleri yönünde mektuplar yolladı ama kalkıp da topraklar fethetmeye çıkmadı. Dolayısıyla affedişinde gizli bir amaç bulunmadığı açık. Eğer varsa, gizli niyeti en fazla intikam değil de topraklarında huzuru sağlamak, yani huzur arayışı falan olabilirdi. Fakat yalnızca huzur arayışı olan kişi de niye kendine yapılan liderlik ve kadın tekliflerini reddetsin, gönüllü olarak onca huzursuzluğa atılsın, yerinden yurdundan kovulmayı, öldürülmeyi göze alsın? Burada bir şeylerin tutmadığı açık değil mi?

“Toprak sevdasına düşmemesi ancak Muhammed’in büyük bir emir olma niyeti gütmediğine kanıt olabilir. Fakat insanların zaafları çeşit çeşittir. Kimi adı anılan ve korkulan bir komutan olmak isterken kimi büyük bir devlet ister. Kimi istediği her şeyi elde etmeye yetecek para isterken kimi de güzel kadınlar ister. Belki de daha başka, gizli bir hedefe sahipti?”

Madem gönlünüz böyle olacak, inceleyelim bakalım gizli hedefi olabilir mi diye.

Önce para, daha doğrusu parasına para katma ihtimali üzerine düşünelim. Bunun için günlük yaşantısı üstünden gitmemiz gerekir. Peygamber’in kendi başına zengin biri olmadığı biliniyor, fakat eşi Hatice gayet zengin bir kadın. Ne var ki Muhammed onunla evliliğinden sonra da aşırı denebilecek mütevazılıktaki yaşantısını aynı hâliyle sürdürüyor; kendi elbiselerini kendisi yamıyor, sandaletlerinin yırtıklarını dikiyor. Köleleri olduğu hâlde bizzat kendi yapıyor bu işleri, aktarılanlara göre. Anlayacağınız tıpkı bizlere askerde öğretilene benzer şekilde, kendi ayakları üstünde durduğu bir yaşantı sürüyor, kimseye yük olmuyor. Yalnız şöyle bir durum var ki bu arada eşi Hatice’nin serveti eriyor. Yazılı kaynak veremem ama Bektaşi bir pirden edindiğim bilgiye göre onca para ve hayvan dört yüz dul, yetim, öksüz ve muhtacın ihtiyaçlarını karşılarken tükenmiştir.

Kitap boyunca fark etmiş olmanız gerek, akıl yerine söze dayanan, kanıtlayamayacağım bilgileri normalde buraya taşımıyorum ama bu seferki bir istisna. Bunun bir nedeni var; açığa vuramasan da şu kadarını söyleyebilirim ki o âlemde ruhsal rehberlerin farklı farklı görevleri vardır ve ben bu pirin görevini bildiğim için söz konusu tarih olduğunda daha sağlam yazılı kaynak bulmanın bile mümkün olmadığını söylemem gerekir. Elbette herkes bu söylediğimi kabul edemeyecek, bunun farkındayım; çünkü her şeyi açamıyorum maalesef. Ancak o dönemde nereye gidebilir onca para ve hayvan? Kapitalist dönem değil ki oradan buradan gayrimenkul satın alsın, borsaya yatırsın. Döneminin pahalı nesnelerinden aldığı da yok, olsa Muaviye’nin malını-mülkünü öğrendiğimiz gibi onunkini de öğrenirdik. Birileri yeni ve güzel şeyler aldığında bu dönemde bile dedikodusu dönüyor, TV’nin olmadığı, en ufak şeylerin ağızdan ağza hemen yayıldığı o dönemde mi yapılmayacak? Ve ortada Hatice’nin yokluğa -ya da varlığa, bakış açısına göre değişir- karışan büyük serveti var. Nereye gitmiş olabilir? Ya çevresinde, ona inanan sınırlı birkaç kişiye gidecek ya da fakir fukaraya, başka seçenek yok. Gerçi çevresi de dışlandığından fakirleşiyor. Yani geriye tek seçeneğimiz kalıyor. Sayı doğru kabul edilmese bile o paranın fakir fukaraya gitti. Hadi dört yüz olmasın da yüz olsun. Muhammed eşinin servetini hayır işlerinde kullandı, başka ihtimal yok.

Üstelik iktidarı eline aldıktan sonra bile Muhammed’in zengin bir yaşama geçmediğini görmek için ömrünü tükettiği eve bakmak yeterlidir. Bugün bizim bir odamızdan daha büyük olmayan evini ve iki elin parmaklarını aşmayan eşyasını, o topraklara hâkim olan yozlaşmışlıktan rahatsız olmamayı becerebilen her kişi Arabistan’a giderek kendi de görebilir. Bence gitmeye gerek yok, internetten bakın görün işte, Arabistan’da ne işiniz var Allah'ınızı severseniz? Oysa on bin asker toplayıp şehir fetheden herhangi bir komutandan en azından kendine küçük de olsa bir köşk kondurtması beklenmez miydi? Örneğin Muaviye ondan sonra epey ihtişamlı yapılar bırakmış arkasında, Muhammed neden yapmamış? Dolayısıyla zenginlik arıyor olma ihtimali hiç de mümkün değil. O nedenle bu ihtimali geçiyoruz.   

Peygambere yapılan diğer eleştiri güzel kadınlara düşkünlüğü yönündedir; bunu az buçuk İslam ile ilgili tartışma konularına bir yerden dâhil olmuş herkes bilir. Kanıt olarak da genelde iki eşinin güzelliği öne sürülür. Oysa tarihe bakınca Muhammed’in güzelliği dile getirilmiş iki, hadi yaşı daha küçük olan Ayşe’yi de ihtimal olarak ele alalım, en fazla üç kadını vardır. Yani Muhammed sadece üç tane güzel kadın elde edebilmek için mi -ki birinin güzelliğini de ihtimal olarak ele aldığımızı unutmayın- onca zahmet çekmiş? Ya da şöyle sormalı; katlanılması neredeyse imkânsız onca zahmetin ardından yalnızca üç güzel kadını kendine almış ve bu kadarla yetinmiş mi?

Bunun ne kadar kârsız bir ticaret olduğunu fark etmek için yıllarca tüccarlık yapmış olmaya gerek yok. Gücü tamamıyla eline geçirmiş ve karşısında hiçbir muhalif kalmamış bir lider, güzel kadınlara düşkün ise yalnızca şehirdeki en güzel kadınları kendine almakla kalmaz, çevre şehirlerden, bölgelerden de getirtir, kendine harem kurar. Örneğin biraz çapkın bir adam olan Cengiz Han’ın Asya’daki her beş kişiden birinin babası olduğu bilgisine bugün sahibiz. Peygamber kadına düşkün olsaydı, tamam bu kadar çapkın olmasın da, öyle iki üç tane kadınla da yetinmezdi. Oysa bazı eşleri kendinden yaşlıdır ve bazı evlilikleri de siyaseten yapılmış evliliklerdir, bir kabile ile arada akrabalık bağı kurmak içindir. Yahu kadının mal olarak görüldüğü o günü geçin, kadının insan sayıldığı bugünde bile eli biraz para, mal mülk görmüş, güç ve şöhret edinmiş hiçbir adam öyle iki-üç güzel kadınla yetinmez. Dolayısıyla Muhammed’i kadına düşkünlükle suçlamak ne mantıklı ne de vicdanlı bir davranış olacaktır.   

Bakın, kendimi haklı çıkarmak için asla bir şeyleri gizlemem. O nedenle ben size bu konuda pek çok kişinin bilmediği bir şeyi sanki karşı görüşü savunurmuş gibi söyleyeyim: Eşi Ayşe kızgın –ve belli ki kıskanç- bir anında “Nedense güzel kadın almaya geldiğinde hemen sana ayet iniyor!” minvalinde bir suçlama yöneltir kendisine. Muhammed ise buna karşılık vermez, tepki koymaz, tıpkı eşinden azar yiyen sıradan bir aile babası gibi çıtını çıkarmaz.

Eşi Ayşe’nin sözlerinin fazlasıyla cüretkâr olduğu aşikâr. İlk Müslüman kitabının yazarı, agnostik bir Yahudi olan Lesley Hazelton bile Ayşe hakkında dedikodular alıp yürümüşken onu temize çıkaran ayeti hatırlatarak bu sözlerin biraz ‘nankörce’ olduğunu dile getirmiş; bir kadın olarak o bile bu sözleri fazla bulmuş. Eşler arasında her zaman kopabilecek tartışmalardan biri işte, neden hadise yansımış, onu merak etmek gerek aslında ama burada hadis tartışmalarına girmeyelim. 

Bunun haksız bir suçlama olduğu şuradan bellidir: İnsan psikolojisi gereğince dalavere çeviren biri, gizli niyetlerinin birisi tarafından fark edildiğini anladığında, hele de bu kişi bunu açıktan dillendirmek gibi tehlikeli bir işe girişmişse, sakin kalamaz. Takip ettiği gizli yolun açığa çıkması iş çevirene o avantajı yitirdiği hissiyatını verir ve bu da büyük bir öfkeye yol açar. Yani eğer Muhammed gerçekten içinde böyle gizli niyet taşıyor olsa o anda bu suçlamaya ateş püskürürdü, eşini susturur veya susturmaya çalışırdı, hatta elindeki gücün getirdiği sorumsuzluğun rahatlığıyla canına kast edebilirdi bile.  

Düşünün bakalım, Muhammed’in içinde iddia edildiği üzere gerçekten gizli bir niyet bulunsa, binbir emek ve çileyle yerleştirdiği tanrı algısını böyle açıktan sorgulatır mıydı? O tanrı inanışı değil miydi onun tüm gücünün kaynağı ve iktidarının meşruiyeti? Birisi ömrü boyunca uğraşacak, bir tezgâh kuracak, sonra kendi eşi de olsa başka birinin çıkıp ekmek teknesini batırmasına izin verecek öyle mi? Mümkün mü yahu!

Bu savı test etmek kolay esasında. Böyle bir deney yapmak isteyen arkadaşlar geri kalmış herhangi bir bölgeye giderek kendisini oranın halkına ‘üstün’ biri olarak kabul ettirmiş efendime söyleyeyim bir cinciyi veya bir mollayı veya sözde bir şeyhi; işte bunlara benzer sahtekârlardan birini, gidip biatçıları önünde aşağılamaya ve söylediklerinin yalan olduğunu dile getirmeye kalkabilir. Elbette deney konumuz bu arkadaşımızın linç edilip edilmeyeceği değil, deney konumuz linçin kaç dakika süreceği olacak. Yani hemen çekip vururlar mı, yoksa döverek mi öldürürler, kaç dakika dayak atarlar, bunu deney konusu yapıyoruz; çünkü bunlardan birinin başına geleceği kesin. Tabii bu deneyi yapmayı deneyecek arkadaşlar bu arada bir twitch yayını açarak başkalarını da sevindirebilir; millet olay üstüne goygoy yapar, muhabbet çevirir, hatta bahis falan açar da şu yalan dünyada biraz gönül eğler. Arkadaşımız da böylece belki giderayak biraz ekstra sevap kazanmış olur. Gerçi bahis konusu sıkıntılı giderayak günahları toplayabilir de.

Anlayacağınız insan psikolojisi gereğince şunu çıkarabiliriz ki Muhammed peygamberliğine dair bir ‘yalan’ yerleştirmiş olsaydı bunun çökme korkusu onun tir tir titremesine, paranoyak bir hâle bürünmesine yol açardı. Tanrısını eleştirmenin, eleştirmeyi bırakın hakkında biraz sorgulamalar yapmanın tek karşılığı olurdu: Ölüm. Bunu kimin yaptığı da önem arz etmezdi, ister eşi olsun ister bir başkası. O çağda kadının değerinin ne kadar az olduğunu, evliliklerin aşk üzere yapılmadığını, bu çağdaki gibi duygusal bağlarla bağlanılmadığını, babasının evine gönderildiğinde suçlunun kadın çıkacağını göz önünde tutalım. Bundan daha elli-altmış yıl önceye kadar Türkiye’nin köylerinde bile durum bu şekildeydi. Ayşe’yi en azından evine gönderemez miydi? Muhammed’i mi suçlayacaklardı? Kim yapacaktı bunu, Muhammed’in en yakın arkadaşlarından olan babası Ebubekir mi? Şöyle söyleyeyim Muhammed son zamanlarında artık bunalarak insanlarla konuşmayı keser ve odasına çekilir, yanına kimseyi kabul etmez. Bu da hem Ebubekir’in hem Ömer’in kızlarının onun kendilerini boşadığını düşünmelerine yol açar. Onlar ağlıyorlarken, babaları gidip de Peygamber’e karşı bir harekette bulunmadılar, yani tahmin yürütmemize gerek yok, yaşanmış olay var elimizde. Yalnız, öfkeli bir yapıya sahip olan Ömer fazla sabredemeyerek yanına girer, kızını gerçekten boşayıp boşamadığını sorar, bu kadar. Şuna emin olunsun ki eğer cevap evet olsa, Ömer de Peygamber’e karşı değil kızına karşı tavır alırdı. Hele de kişilik yapısı düşünülünce bana öyle geliyor ki kızını epey döverdi de. Bunu suçlama amaçlı yazmadım, yanlış anlaşılmasın. Dönemin şartlarını ve bu şartlar altında o insanların psikolojilerini anlamaya çalışmanızı istiyorum sadece.

Ortaya kanıt diye sürülen bir başka bilgi de eşlerinin fazlalığı; on üç eşi var. Ancak Ortaçağ hakkında biraz bilgisi olan biri geçmiş dönemlerde evliliklerin genelinin siyasî saiklerle yapıldığını bilir. Yalnız Ortadoğu coğrafyasında geçerli bir kaide değildir, Avrupa kaleleri için de durum aynıdır. Eğer bir kabileden kız alırsanız, arada akrabalık bağı kurulmuş olur; güçlü bir kabileden kız alırsanız, güçlü bir müttefike sahip olursunuz. Ortaokulda hepimize ezberletilen Germiyanoğullarının Osmanlılara çeyiz olarak Kütahya’yı verdiği bilgisinin bu iddiaya karşı kafada bir ışık çaktırmaya yetmesi gerekir. Zaten on üç eş arasından yalnızca ikisinin güzelliğinden bahsediliyor olması, evliliklerini ne açıdan yaptığına kanıttır. Gerçi kanıt olmasına da gerek yok, eşlerinin soyu, hangi kabilelere bağlı oldukları hep biliniyor. Bu teknik bilgileri buraya taşımakla uğraşmaya gerek yok, en azından bir Vikipedi’ye bakabilirsiniz öğrenmek isterseniz.      

Sonuç olarak şuraya varıyoruz ki Muhammed onca işi kadın elde etmek için de yapmış olamaz. 

“Farz edelim ki çocuklukta öksüz ve yetim kaldığı, dışlanmış ve biraz da kendini ‘fazlalık’ hisseden bir çocuk olarak büyüdüğünden kendisi için büyük bir aile kurmak istedi de ondan bunca çabaya, zahmete girdi. Ailesini, çevresini oluşturunca, herkes onu tanıyıp sevince de bu zahmetleri bıraktı. Olamaz mı?”

Hah, bana böyle psikolojik etmenlerle gelin yahu. İçinde öyle bir eksiklik hissediyor olması doğru olabilir, neden olmasın. Ama bir adamın durduk yere böyle bir iş için koca bir din üretmeye kalkışması hiç de ihtimal dâhilinde değil. Öyle olsaydı kendisini kabul ettirdiği ve büyük sevgi gördüğü çevrede yani Medine’de kalır, maddi olanakları geniş, sevilen ve sözü dinlenen bir adam olarak ömrünü geçirir, daha öteye geçmezdi. Sizce de yaptığı onca şey, sevilme çabası adına biraz fazla değil mi? İnsaf edin yahu.

Bu arada bence geçirdiği o zor çocukluk peygamber olmak için alması gereken derslerdendi. Zaten Yaradan’ın kulları tek bir bedenin parçaları ve insanlık, Yaradan katında dil, din, ırk fark etmeksizin kocaman bir ailedir, bilinirse. Yani Muhammed’in getirdiği bir şey değil o anlayış, zaten hakikatte var olanı, gökteki yaşantının nasıl olduğunu açıklamıştır. İkisi arasında fark var.    

“Bir peygamberin eline kılıç alması, savaşa girmesi, kan dökmesi konusu var. Ona hiç değinmedin?” 

Evet. Muhammed’e yöneltilen eleştiriler en çok da bu taraftan gelir. Hiç eğip bükmeyeceğim; tam olarak ne yapmasını bekliyorlar insanlar peygamberlerden? Adamcağızların öldürülmeleri zaten adetten ama öyle kolay kolay da öldürmüyorlar, farklı farklı şeytanca işkenceler uygulanıyor öldürülmelerinden önce. Hayır, aralarından tokat atana öteki yanağını çeviren, sövene dilsiz, dövene elsiz olanı çıktı; onu da direğe çivilediler. Son peygamber bu şeytanlıklara karşı tepesi atıp önlemini önden alan ilk peygamber olabilir; muhtemelen de bu sayede son peygamber olmayı başardı. Ve onun bile kılıcı kınından çıkarması için epey, ama epey çile çekmesi gerekti. Eh, birilerini durduk yere öldürmeye çalışıyorlarsa, belki de canlarına tak edip karşılık verebileceğini hesaba katmalılardı. Herkes İsa gibi kuzu değildir, kuzu kuzu çarmıha gerilmeyi kabullenmeyebilir.

Muhammed’in savaş meydanlarıyla yakından ilişkisi bize elbette garip geliyor, çağımızda gelmeli de. Çağımızın şartları böyle. Bugünün konfor içinde yaşayan modern insanı geçmişe bugünden bakıyor ve şöyle sözler sarf edebiliyor: “Ama Muhammed de savaşla geçirmiş ömrünü, kan dökmüş, insan öldürmüş. Ne kadar vahşice.” Sanırım bu türden insanlar kafalarında şöyle bir ortamın olması gerektiğini hayal ediyor: “Allah’ın elçisi grevdedir.” yazılı pankart önünde, karton bardaklarda çay dağıtılıyor, Peygamber ve takipçileri halay çekiyor, zılgıt atıyor. Ebu Leheb’e, Ebu Cehil’e talepler bildiriliyor, arabulucu geliyor, anlaştırıyor. El sıkışıp ayrılıyorlar, herkes kendi kabilesine dönüyor.

Ciddi söylüyorum, tarihsel bir olaya bugünün gözüyle bakıp yargılayanla köyden kente göçüp şehirlinin yaşam tarzını kıyasıya eleştiren, “Bu şeherliler hep gıçı açık giyineyo.” diyen adam arasında şuur olarak fark yoktur. Sanki Muhammed’in karşısındaki adamlar Türk filmlerindeki babacan patron tiplemesi Hulusi Kentmen, “Ah yeğenim, biz seni ne üzmüşüz, tamam yeter ki sen üzülme, seni de böyle kabul ettik, istediğin gibi anlat dinini. Hatta bak hacca ilk ben gideceğim, ilk hacı ben olacağım, sil o gözünün yaşını, tamam mı?” diyecek vicdan, merhamet timsali adamlar. Gerçi Ebu Talip öyle duruyor; ama biz diğerleri adına konuşuyoruz ve bu insanlar, gerçi insan dedim ama sınıflandırma yapmak için, hırslarını almak istediğinde ciğer söküp dişliyor arkadaşlar, kendimize gelelim. Hani Robinson ile Cuma’da Cuma onu ‘yamyam’ diye çağıran Robinson’a yamyam olmadığını, onu öldürmeye çalışanları yalnızca intikam almak için yemek istediğini söylüyor ya sempatik bir dille. Hah, işte kimse o türden zırva savunmalara girmesin yani boşa, Robinson ile Cuma izledim, hazırlıklıyım.

Bu arada kimsenin seçimlerine bir lafım yok, dileyen hobi olarak ciğer dişleyebilir yine, ama kimse de kimseye “Hocam şuradan bir parça alın. Kokmuştur. Ucundan ısırın azcık.” diye götürüp kendi ciğerini söküp teslim etmez herhalde. Bugünün en romantik, en toz pembe hayalci, en politik doğrucu, en woke kültürcü kişisini alın, mesele kendi ciğeri olduğunda bir Cengiz Han’a, bir Emir Timur’a dönüşür, ortalığı kasar kavurur, muhaliflerin etini yediği söylenen Afrikalı Müslüman diktatör İdi Amin’e rahmet okutur. Eh, öyle yapması da gerekir sanki. Bu arada araya da İdi Amin hakkında bilgi sokuşturdum ki herkes duysun öğrensin. Çünkü millet faşist deyince Hitler’i, Mussolini’yi bilir de bu isimleri bilmez; oysa Mussolini İdi Amin yanında Keloğlan kadar masum kalır.

Eline kılıç aldı diye Muhammed’i eleştirenlere sormak gerek, döneminde süregiden koyu adaletsizliğe ve yüz türlü haksızlığa karşı ne yapmalıydı çare olarak? Gandi gibi pasif direniş örgütlemeli, düşman aşiretlerin çadırları önünde oturup kendini mi dövdürtmeliydi? Beklenen bu mu ondan? İyi de Gandi’nin pasif direnişi işe yarar yaramasına da; ancak karşıda düşük de olsa bir ahlak değeri, vicdan parçası taşıyan birtakım sorumlular varsa yarar. İngilizler böyle değilse bile böyle davranmak zorunda kalmıştı, çünkü sayıları çok azdı, üstelik dünyaya medeniyet satıyorlardı. Gandi İngiliz Yüksek Mahkemesi’ne gitti de ne oldu, ne sonuç aldı? Hiçbir işe yaramadı İngilizlerin sözde hukuku, Hindistan’da durum aynı kaldı.  

Gandi’nin Cengiz Han döneminde yaşadığını veya Hindistan’ı işgale gelen Moğol ordusu önünde oturma eylemi yaptığını hayal edebiliyor musunuz örneğin? Moğollar onu toprağa ters şekilde gömmeden önce epey gülerlerdi muhtemelen. “Yesuge şu adam ne yapıyor?” “Oturuyor. Bizi protesto ediyormuş.” “Protesto da ne ki?” “O öyle oturunca bizim onu öldürmememiz, karısını, kızlarını almamamız gerekiyormuş.” “Hohohohoh. Yesuge o adamı al getir, madem oturmak istiyor, istediği gibi otursun, atıma çıkarken üstüne basarım.”

Bu arada Orta Asya atları kısa olduğunu, Avrupa atları gibi uzun uzun olmadığını, o yüzden üstüne çıkarken Avrupa atlarının aksine bir yerden destek almaya gerek duyulmayacağını da bilgi olarak vereyim ki Yesuge’ye seslenen Moğol'un ekstra zalim bir adam olduğu anlaşılsın. 

Bu türden eleştirilere karşı en güzel cevap Atatürk’ün bir anısıyla verilebilir aslında. Biliyorsunuzdur ama yine de anlatayım: Atatürk yabancı elçilerin bulunduğu bir balodayken bir adamın kendisini ters ters süzdüğünü fark eder. Yaverini çağırır, “Git de sor.” der, “Şu adam neden bize kinli kinli bakıyor?” Yaver sorup döner, “Paşam, babası Çanakkale’de kalmış.” diyerek işi açıklığa kavuşturur. Atatürk bu sefer şöyle söyler: “Git de sor bakalım, ne işi varmış babasının Çanakkale’de?”

Bugün aynı adamlar saldıran milletleri mazlum, soykırıma uğrayan Türkleri ise zalim ve katliamcı göstermek üzere propagandalarını hiç kesmiyor. Bu türden tuzaklara ise ya Türklerden nefret eden yabancı ırkçılar ya kendileri de Türk olduğu hâlde kendi kültürlerinden ve benliklerinden nefret eden, başka milletlerden olma hayalleri kuran asimile olmuş Türkler ya da tarih bilmeyen, ana akım medya ne atıyorsa onu yiyen Batı kuzusu ahmaklar kapılır; başka ihtimal yoktur.

Bir de şöyle bir gerçek var tabii, bu gerçek bugün oturduğu yerden Muhammed eleştiren ‘ultra modern’ insanlara: Eğer sizden farklı görüşlere ve inanışlara sahip insanların sırf bunu açıkladılar diye canlarına kast edilmesini haklı bulursanız İslamcı terör örgütlerinin katliamlarını da haklı bulmanız gerek demektir; çünkü onların da farklı görüşlere tahammül düzeyi aynıdır. Yeğeni Muhammed ile takipçilerini baskı, şiddet ve işkence yoluyla sindirmeye çalışan Ebu Cehil ile IŞİD’in, Taliban’ın, El-Kaide’nin örgüt liderlerinin ideolojisi elbette aynı değildir fakat kafa yapıları ve uyguladıkları yöntemler açısından zerrece farkları yoktur.

Hadi daha iyi anlaşılsın diye takvimi daha yakın tarihe alalım: Muhammed’i şiddet yanlısı bulan sevgili modern arkadaş, diyelim Madımak Oteli’ndesin ve dışarıda o bildik kalabalık toplanmış. Şeytanlardan farksızca, kudurmuş şekilde haykırıyorlar, az sonra oteli ateşe vermeye hazırlar. Arkada otomatik tüfek duruyor, yanda da epey mermi. Ne yapardın acaba?

Bak, şuna eminim ki Peygamber’i eleştirenlerin %90’ı kalabalığı zevkle mermiye boğardı. Biraz daha vicdanlı olanlarsa elinde ateşle otele yaklaşanları indirir, gerisine zarar vermez, kaçışmalarını beklerdi. Tabii bu noktada iyi nişan almakta fayda var, Legolas’ın indiremediği Uruk Hai nelere mâl oldu, hepimizin malumu. Bir tek İsa Mesih meşrepli olanlar silahı bir kenara bırakır, “Kan dökmektense yanarak ölmeyi tercih ederim.” derdi. Böyle tipler gerçekten büyük insanlardır, bunu yapabilecek olanın Muhammed’i eleştirmesini normal karşılarım. Geri kalanların eleştirisiyse boş laftan ibaret.    

Demek istediğimi anladınız zannediyorum. Muhammed birçok savaşa girdi, ömrü savaşla geçti, doğru. Fakat yaşadığı bölgeye bakın, Ortadoğu coğrafyası. Bu bölge tarih boyunca savaşların odağında olmuştur. Musa asla eline kılıç alıp savaşmış değildi ama Tevrat işte bu sebepten dolayı sert hükümlerle dolu biraz da; çünkü bu bölgenin gerçeği savaştır. Savaşmazsan seni öldürür, yok ederler. Gerçi Ortadoğu’da daha yoğundu elbette ama savaş o dönemde dünyanın her yeri için gerçeklikti. İsa Mesih iki peygamberden farklı olarak barış güvercini gibi yaşamışsa bile Hristiyanlar ondan sonra kiliseyi icat etmek zorunda kaldılar, çünkü bireysel olarak barış güvercini gibi yaşanabilir ancak bir topluluk çoğaldıktan sonra mutlaka düşman çekeceğinden her şartta eline kılıç almak zorunda kalırlar. Bu açıdan Muhammed İsa’dan daha realisttir. İsa Mesih tamamen ruha yöneliktir, Muhammed ise hem ruhani âlemi hem madde planı tek hesapta toplamıştır, tıpkı iki gözün bir gördüğü gibi.

Muhammed'in neden kılıca başvurduğunu gayet iyi anlıyor ve hak veriyorum. Onun dönemi bu dönem gibi hoşgörü yellerinin estiği, isteyenin isteyeni söyleyebildiği, hakikati anlatabildiği bir dönem değildi. Dolayısıyla hakikatin anlatılacağı bir ortam için ele kılıç almak zorunluydu. Yoksa insanların inanışlarına ters bir şey söylediğin ilk vakitte seni kâfirlikle yaftalar, döver, keser, asar, derini yüzer, ateşe atarlardı. Hakikatin kör şeytanlar tarafından her yerde şiddet yoluyla boğulmasına engel olmak için mutlaka ele kılıç almak gerekliydi. İsa Mesih ele kılıç almadı, pasifizmi, şiddetsizliği savundu, “Kötülüğe direnme.” dedi ama ilk dönemde takipçileri saydığım eziyetlerin hepsine uğradılar: Aslanlara atıldı, yakıldı, asıldı ve kesildiler. Ne zaman ki ele kılıç aldılar o zaman artık inandıklarını rahatça konuşabildiler.

"Müslümanlık hakikattir diyorsun yani?"

Ben öyle demedim. “Hakikatin açığa çıkması için gerekli ortam.” dedim. “Ben Hakk'ım.” dediği için Mansur'u öldürenler de Müslüman'dı, hakikatten haberleri var mıydı? Müslümanlık sistemi İbni Arabi, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi hakikat ehlinin ortaya çıkabilmesi için uygun ortamı sağlar fakat sistemin kendisi hakikat değildir, dönemler boyu işe yaramış ama artık bir zamandan sonra donuk kalmış bir kurallar bütünü hâline bürünmüştür. Fakat Müslümanlık yayılmasaydı bu hakikat erenleri de ortaya çıkamazdı. Hacı Bektaş Veli'nin Hristiyan ülkelerinde ortaya çıktığını düşünün bakalım. Muhtemelen sonu Kilise'nin uyduruk gerçeğine aykırı sözler eden Giardano Bruno gibi diri diri yakılmak olur; sadece onun adına değil, ışığından mahrum kalan milyonlar adına da kötü olurdu.

Bir de şunu eklemek isterim ki dönemimizde Eckhart Tolle'si olsun, Osho'su olsun, Sadhguru'su olsun veya benzer rehberler olsun rahatça ekrana çıkıp “Sen yürüyen kâinatsın.”, “Tanrı senin içinde.” falan der, alkış alırlar; Mansur bir defa çıktı, “Ben Hakk'ım.” dedi, ki diyen o muydu yoksa onun ağzından O muydu, orası da bilenlere kalır, başını gövdesinden ayırıverdiler. Hani Umut Sarıkaya'nın bir karikatürü vardır, askerin silahının namlusuna çiçek takan kızı çizmiş, yanda da bir adam “Ulan solculuk yapınca polisten önce esnafın döveceği yerler var, buralarda solculuk yapmak rahatmış.” gibilerden düşünür. İşte ruhsal rehberlik de böyle işte, hakikati dile getirdiğinde alkış alacağın yerlerde yapmak var, bir de ateşe atacakları yerlerde yapmak var. Birinci yerde yaşayanlarla ikinci yerde yaşayanların davranış tarzı aynı olur mu? Birincisi askerlik görevini kantinde yerine getirmek gibi, ikincisinde doğrudan cephede savaşmak zorundasın, elbette ele silah alacaksın veya ölüme razı geleceksin; başka yol yok. 

“Savaşlardan elde edilen ganimeti dile getirseydin bir de?”

Ganimet meselesini de ayrıca irdelemek gerekir. Muhammed’in ganimetlerden “Allah ve resulüne” yani kendine belli oranda bir pay ayırdığı tarihte bilinen bir bilgidir. Fakat yaşadığı eve bakmakla bile bu ganimeti kendi menfaatine kullanmadığı açıkça anlaşılır. Eğer o vergileri kendi faydasına kullanıyor olsa on ayrı yere saray, köşk diktirirdi. Dolayısıyla o ganimetler Muhammed’i zenginleştirmekte değil bu dönemin vergisi gibi kullanılmıştır, vicdanı olan insanın da buna karşı çıkmaması gerekir. Muhammed’den sonra gelenlerin kendi menfaatlerine kullanacağını düşünerek kural olarak karşı çıkılabilir elbette, fakat bunda da Muhammed’in bir suçu yoktur. Ne yapacaktı yani, ondan sonrakiler suiistimal edebilir diye zayıfa kol kanat germekten vaz mı geçecekti? Esas öyle bir iş yapsaydı yanlış yapmış olurdu.

“Beni Kureyza için de mi durum aynıydı, de hele?”

Hah, bu konunun açılması iyi. Benim yaptığım savunuya en mantıklı eleştiri Beni Kureyza kabilesi üstünden getirilebilirdi zaten. Olayı her kişi bilmeyebilir, kısaca özet geçelim: Beni Kureyza bir Yahudi kabilesidir. Hendek muharebesi öncesinde Peygamber’e Medine’yi koruyan safta olacaklarına dair söz verir, anlaşma yaparlar. Fakat muharebe esnasında sözlerini bozmaya kalkarlar. Peygamber, muharebe kazanılınca üstlerine yürür. Bir aylık kuşatma sonucunda teslim olurlar. Onlara Tevrat’ın hükümleri gereğince muamele ettirir Peygamber: Erkekler öldürülür, kadınlar ve çocuklar köle alınır. Çünkü Tevrat’ta böyle yapılması salık verilmektedir.

Medine Sözleşmesi’nin maddelerine baktığınızda Beni Kureyza’nın ümmetten sayıldığını görürsünüz -bu arada bu bize gösterir ki Peygamber’in ümmet algısı ile İslamcıların ümmet algısı ters düşmektedir-. Yani Beni Kureyza ümmete dâhil bir kabile olarak şehri Müslümanlarla beraber savunma sözü vermiştir. Ortada bir söz vardır yani. Fakat iş eyleme gelince Beni Kureyza verdiği sözün aksi yönde hareket etmiştir. İnsanlar sözün değerini küçümsüyorlar. Savaştayken aynı safta durma sözü verdiklerini arkadan vurmaya yeltenirken ola ki yenilmezlerse bu türden sonuçlarla karşılaşma ihtimalini hesaba katmak gerekmez mi? Çünkü söz değerlidir arkadaşlarım, ihanet ise cezalandırılması gereken bir iş.  

Şunu da atlamayın: Beni Kureyza’dan önce Medine Sözleşmesi ile korunan iki Yahudi kabile yine benzer işler yapmış, sürülmüşlerdi. Bu kabile üyelerinden bazıları giderlerken alay ediyor, bazıları gururlarını gösteren hareketler sergiliyorlardı -kabile gururu hakkında biraz bilginiz varsa, ne türden hareketler olduğunu tahmin edersiniz-

Önce tersini ele alalım, diyelim ki Müslümanlar Hendek muharebesini kaybetti, sonuç nasıl olacaktı: Erkekleri katledilecek, kadınları ve çocukları köle olarak alınacaktı. Çünkü o dönem savaşlarda uygulanan prosedür hep böyleydi. Peki Müslümanlar kazandığında neden farklı bir uygulama yapsın Peygamber?

Anlayacağınız yapılması gereken iş tam olarak buydu. Kulağa biraz nahoş geldiğine eminim ancak o dönemde de yapılması gereken iş buydu, Milli Mücadele döneminde de buydu, yarın savaş çıkarsa yapılması gereken yine aynı olacak. Ya başta söz vermeyeceklerdi ya da beraber savaşma sözü verdiklerini, eğer öyle canavar falan değillerse, arkadan vurmaya yeltenmeyeceklerdi –ki Müslümanların canavarlığı ile ilgili tarihsel bir bilgi elimizde yok o dönemler için.

“Ama bir peygamber sıradan insanlar gibi davranmamalı değil mi?”

Vicdansızca mı geldi söylediklerim? Aslında tam tersi. Eğer öyle geldiyse bu demektir ki siz olaya bu dönemin gözünden bakıyorsunuz, her an öldürülmenin mümkün olduğu o çağı anlayamıyorsunuz demektir. Muhammed evet peygamberdi ancak aynı zamanda bir topluluğun lideriydi ve o insanların sorumluluğunu omuzlarında taşıyordu; tecrübelerine dayanarak sınırsız iyi niyetin işe yaramadığını da fark etmişti. Biraz da eleştirilmesi gereken o iyi niyeti tekrar tekrar suiistimal edenler değil midir? Ne yapacaktı? O dönemde yaşayan herhangi bir topluluk aynı davranışı başka liderlere göstermeye kalksa ya kazanlarda haşlanır ya derileri yüzülür ya sıra sıra çarmıha gerilirlerdi. Tarihte örnekleri çok fazla. Eğer o dönemlerin şartlarını içselleştirebilirseniz Peygamber’in onlara nazaran daha yumuşak davranmış olduğunu fark edersiniz. Düşünün, insanlar öyle şeyler yapıyorlar ki öldürmek merhamet sayılır. Sanki burada esas eleştirilmesi gereken insanoğlunun ta kendisi. Bunca vahşet, bunca hıyanet, bunca pislik. Bir söz dolanır internette, “Cehennem boş, şeytanların hepsi dünyada.” diye. Doğru bir söz değil ama tarihte yaşanmış olanlarla ilgili malumatım arttıkça hak veresim geliyor.   

Bu arada söylemek gerekir ki korku yaymak o dönemlerde bir savaş taktiği; Cengiz Han onca vahşete yalnızca bir barbar olduğundan imza atmadı yani. Batılı ana akım kültürün ona biçtiğinden çok daha derin bir akla sahipti esasında, korkuyu silah olarak kullanıyordu. Yani sen şehrinde onların adını duyunca titre, karşı koyacak takatin kalmasın diye başka bir şehri yakıp yıkıyor, insanları yok ediyorlar. Elbette Peygamber’in işleriyle bu yöntemin alakası yok, insan olanın da bu türden taktikleri savunması zerrece mümkün değil. Ben yalnızca dönem şartları her yönüyle anlaşılsın diye bu gerçeği yazıya döktüm.

Şu da var, Peygamber’in Beni Kureyza’yı katlettirmiş olması ileride getirebilecekleri bir savaşı önden engellemek için de olabilir pekala. Çünkü bir insan topluluğunu sürüyorsanız, onların başkalarını toplayıp geri dönebileceğini hesaba katmak gerekir. Tanıdık geldi mi? Mekke desem? Bir gün şehir surları önünde on bin kılıçlı adam bulmamak için gidenlerin peşine zayıfken düşmek gayet mantıklı bir seçenektir. Bu gerçeği Mekkeliler de biliyordu, Necaşi’nin ayağına gitmeleri tam da bu sebepleydi. Yoksa istedikleri olmuş, Muhammed ve takipçileri zaten ayrılmıştı, neden peşlerini bırakmayacaklardı?

Ben ihtimalleri burada noktalandıracak ve Beni Kureyza meselesini kapatacağım, çünkü konu hakkında daha fazla kesin bilgiye sahip değilim ve tamı tamına bilmediğim hiçbir mesele hakkında ahkâm kesmeyi sevmiyorum. Bu olayda gerçeğin tam anlamıyla açıklığa kavuşması adına Beni Kureyza’nın, ilişkilerinin ve sebep olabilecekleri işlerin o döneme dayanan kaynaklar yoluyla iyice incelenmesi gerekir ki o da benim işim değil, tarihçilerin işi.

“Muhammed’e tüccarlığı sayesinde gezdiği onca yerden duyduğu öykülerden kırpıp onca şeyi ürettiği eleştirisi yapılır bir de. Onu da es geçmeyelim.”

Eğer bu doğruysa Muhammed Tolkien’den kat kat yaratıcı biridir, Oxford’da dil profesörlüğü yapan Tolkien gibi elinin altında bir ton kaynak yoktu neticede. Yalnızca bu değil, sanrılar görüyordu diyenler de var, sanrılar görmeyi nasıl bir şey zannediyorlarsa? Sanki sanrılar öyle kontrollü görülen şeyler, insan istediği zaman sanrı görüp istediği zaman binlerce adamı peşine takacak, daha fazlasını sürükleyecek, liderliklerini yapacak, en zor zamanlarda en doğru taktikleri uygulayabilecek kadar derin akla geçiş yapabiliyor. Öyle olsa Napolyon olduğunu iddia edenlerin hepsi Fransa’yı dünyanın tepesine taşırdı. Sanrılar gören, sanrılar gösteren zihin hastadır, hiç de fonksiyonel değildir. Oysa Muhammed hayatı boyunca hep dengeli ve kontrollü davranmıştı, hiçbir dengesizliği dile getirilmedi. Bunun doğru olma ihtimali yok o yüzden.

Biliyor musunuz, aslında sorulması gereken tek bir soru var ve bu soru tek başına pek çok kuşkuyu silmeye yeter: Muhammed, sonunda büyük payeler kazandığı hâlde hiçbir şeye ele uzatmadığı ortada iken neden bunca çabaya girdi, neden canını tehlikelere attı, neden yoktan yere onca yükü kaldırdı? Bir insan neden kârını almayacağı ticareti yapsın? Fazla mı idealistti? Ama neyin idealizmi bu? Ne için? Cevap yok ortada.

Tek ihtimal var: Muhammed bir şeye gerçekten ama gerçekten inanıyordu. Kendi hayatını silmesini sağlayacak derecede kesin bir inançtı bu. Dünyanın gördüğünü gerçekten bilerek engizisyona “Dünya yine de dönüyor” diyen Galileo’nun inancıyla aynı türden inanç. Veya “Gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanmam, bildiğimi de ifade etmekten korkmam.” diyen ve bunun sonucunda yakılmayı göze alan Giordano Bruno’nun inancıyla aynı türden inanç. Hatta ve hatta söylediklerini derisini vermek uğruna söyleyen Nesimi’nin inancıyla aynı türden inanç. ‘Gören kişinin inancı’ demek lazım gelir bunlara. Aslında bunlara ‘inanç’ demek de yanlış sanki, ‘biliş’ demek daha yerinde.

Evet, Muhammed bir şeyler biliyordu; yaptıklarını o nedenle yaptı, başka ihtimal yok. Sonunda kazanç olmayan zahmetlere neden girer ki yoksa insan? Kaç bin yılda neden bu kadar az insan çıktı böyle davranan? Şunu düşündünüz mü hiç; belki böyle insanların yoğun eleştiri alma sebebi bir şey bilmeyen, bilmediği için de hiçbir şey feda etmeye yanaşmayan, öylece yaşayıp giden yaygın insanın böyle insanlar karşısında hissettiği aşağılık duygusunu bastırmaya çalışması veya böyle insanlara duyduğu kıskançlığın sonucu olabilir mi?  

Muhammed devasa bir din üretecek ve insan nüfusunun çok daha az olduğu o dönemde yüz binlerce kişiyi sürükleyebilecek kadar zeki ama bundan düzgün bir kâr elde etmeyecek kadar saf, öyle mi? Hem de tüccarlık yaptığı hâlde? Küçücük bir evde ömür tüketiyor, eşinin servetini dağıtıyor, hatta ara ara liderlikten kaçarak bir yerlerde içine çekilip huzur arıyor. Yeryüzünde böylesine başarılı fakat aynı anda hiç kâr etmeyecek kadar saf bir siyaset adamının var olması mantık dâhilinde değil; aksini iddia eden bir zahmet örnek gösteriverir. ‘Bak şu tarihte, şurada, şöyle biri var; buna benzer işler yapmış karşılıksız şekilde.’ der.

Hayır, şimdi kalkıp ‘Demek ki Muhammed sui generis (kendine özgü, örneği tek) –hemen Latince terim yapıştırarak bilgimin derinliğini gösteriverdim- bir karaktere sahipti’ diyen falan çıkar, sorarım: Tüccar ama aynı zamanda hayatındaki kâr-zarar dengesi konusunda o derece kötü, öyle mi?! Bu sui generis karaktere sahip olmak ile açıklanamaz; bu hayatını bildiğin çöpe atmak olurdu; eğer ucunda kendi bildiği bir şey olmasaydı.

“İyi de Che Guevera da doktorken rahat hayatını bırakıp zorlu bir hayatı seçti, davasına kendini adadı. Onu da mu peygamber sayacağız o vakit?”

Fakat onun da bir getirisi var. Che Guevera silahlı yaşam tarzını seçti, bu tür yaşamlarda askerlikteki ‘kardeşlik’ ruhu olur. Liberal, bireyci akıl bunu anlamakta zorlanabilir, fakat kendini büyük bir şeyin parçası kılmak gayet büyük bir kârdır. Otoriter rejim ve davaların bu kadar takipçi çekmesinin nedeni budur. Örneğin Hitler’i takip edenler de bu ruhu 1. Dünya Savaşı’nın cephelerinde tadan insanlardı aslında. Askere gitmeyenler bu ruhu anlamak için en kısa ve basit yol olarak, faşizmin nasıl ve neden hemen yayılabileceğini konu edinen Alman yapımı Die Welle filmini izleyebilir. Yani bu türden yaşam tarzındaki psikolojik kazanç egoyu-nefsi-benliği cezbeder. Paydaşlık duygusu ruhen tatmine de yol açar üstelik.

Fakat bu durum Muhammed adına geçerli olamaz, çünkü Muhammed zaten taraftarlarının olduğu bir davaya kendini adamadı, Muhammed yalnız kalarak o davayı yarattı. Üstelik tüccardı, hiç askerlik yapmadı, o kardeşlik ruhunu bilmek için gereken yaşam tarzını tanımadı. Dahası peygamberliğini ilan ettikten sonra bile uzun yıllar yalnız ve kısıtlı bir çevre içinde, dışlanmış olarak yaşamak zorunda kaldı ve bizzat en yakınları onu dışladı; ama o vazgeçmedi. O zaman diliminde hangi kardeşlik ruhu olacaktı? Bu ihtimal de mantıklı değil.

Sorgulamada ne kadar derine inersek inelim geriye yalnızca hep tek ihtimal kalacak gibi görünüyor: Kimler neye inanırsa inansın, Muhammed gerçekten bu dünyanın gösterdiğinden farklı şeyler görmüştü ve görüyordu. Gerisi yalnızca boş iddialar.

“Fakat bu gerçek bize Muhammed’in inancı doğrultusunda hizmet eden birisi mi olduğuna veya bir nedenden inancı kendi oluşturmuş birisi mi olduğuna dair kanıt sunmuyor.”

Doğrudur. O apayrı bir inceleme konusu. Üstelik burada sonuca varabileceğimiz bir konu da değil. Acaba gökten kendisine sunulan bir inanca mı hizmet etti yoksa çok inandığı bir nedenden inancı kendi mi üretti; bunu ondan başka kimse bilemez. Gelgelelim onun dediklerini doğrulamanın bir yolu var: Çok çabalayarak hakikat âlemime kabul edilmeye çalışacağız. Edildiğimizde kanıtımız zaten elimizde, Muhammed de tepemizde ışıldıyor olacak. En başta da dediğim üzere, şahit olmaktan başka kanıt yok buna.

Akılsal yönde daha da şüpheler bulunuyor ise son peygamber üzerine yaptığım bu inceleme istenen peygambere uygulanarak denenebilir. İnceleme yoluna örnek örnek olarak İsa Mesih’i seçelim mesela, gerçi zaten ‘seçilmiş’ olan o da, burada da seçilen o olsun. Ortaçağ zamanları… Gayet sıradan bir adam, sağda solda Tanrı üstüne vaazlar veriyor, Tanrı’nın krallığının bu dünyada değil diğerinde olduğunu söylüyor. En fazla bir kat elbiseyle dolanıyor, mal-mülk edinmiyor, liderliğe falan talip değil, para vermek istesen kabul etmiyor. E, ne istiyor insanlardan? Yalnızca ‘Baba’ diye çağırdığı Tanrı’yı kabul etmelerini ve onun iradesine, arzusuna uygun olarak yaşam sürmelerini. Kendisi ne elde edecek bunun karşılığında? Hiç. Aynı fakir yaşantıya devam. Gizli bir niyeti olabilir mi, ne gibi bir gizli niyet taşıyor olabilir? Örneğin sözünün dinlenmesi, saygı duyulan bir adam olmak ve halk içinde şöhret kazanmak kimileri için küçük hedefler gibi görünse de insanların bir kısmı adına azımsanmayacak bir ödüldür. Belki böyle bir ihtiyaç içerisinde olabilir mi, yani insanlar içinde saygı duyulan, sözleri baş tacı edilen biri hâline gelsin istiyor olabilir mi? Böyle bir niyet güden adam karşılığını mutlaka ister. Fakat işlerine bakınca mümkün görünmüyor, sık sık ortalardan kayboluyor, inzivalara çekiliyor. Öncülü olan Musa da aynı şekilde örneğin, üstelik onun ne yaptığı, yeri yurdu da belli: Dağa çıkıyor, mağaraya giriyor, inzivaya çekiliyor. Hem şöhret arayışında olacaklar hem de halktan kaçacak, kaçınacaklar; ikisi bir arada? Dolayısıyla bu ihtimal ortadan kalkıyor.

Ha, şöyle bir ihtimali de es geçmeyelim, hani sinek ufaktır ama mide bulandırır ya; bu da o türden. Mesnevi’de bir vezir hikâyesi vardır: Dindar Yahudi olan vezir yeni yükselen Hristiyanlık dini hem krallıkları adına sıkıntılara yol açtığından hem de bu dini yalan ve kâfirlik olarak gördüğünden yok etmek isteğine düşer. Bu amaçla bir plan hazırlar, kraldan gizli Hristiyan olduğu gerekçesiyle kendisini halka açık alanda, herkesin gözleri önünde ciddi cezalara çaptırmasını ister. Öyle ki dudağı yarılacak, burnu ve kulağı kesilecek, tam kılıç altına yatırılacağı sırada biri araya girerek onun sürülmesini sağlayacaktır. Bu hin plan tutar, gizlenen Hristiyan topluluklar veziri adeta bir kurtarıcı gibi görmeye başlar. Vezir böylece kendini kabul ettirdikten sonra tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi halktan kaçınmaya başlar, inzivalara, uzun oruçlara girer, kimseyle kolay kolay görüşmez. Bu arada on iki Hristiyan topluluğunun bulunduğu iyice açığa çıkınca hepsinin başına verdirtmek üzere on iki tablet hazırlatır, her tablete Tanrı’nın gerçek iradesinin ne olduğu konusunda birbirine zıt emirler işler. Birinde çok çalışmanın Tanrı iradesi olduğu yazarken diğerinde bu dünya için çalışmanın değil de ibadet ve dua etmenin Tanrı iradesi olduğu yazmaktadır. Birinde uzun oruçların Tanrı iradesi olduğu yazarken diğerinde bedene eziyet etmemenin, Tanrı ne verirse ona razı gelmenin Tanrı iradesi olduğu yazar. Birinde Tanrı iradesi olarak acizliğini bilmek gösterilir, diğerinde insan olarak yaratılmanın acizliği silip attığı, insanın çalışarak her şeyi yapabileceği ve yapması gerektiği. Tüm emirler birbirine zıttır. Sonunda her şeyi tamamlanınca vezir on iki topluluğun başını da ayrı ayrı zamanlarda yanına çağırır, bir tablet verir ve der ki: “Benim ölümümden sonra baş olarak seni seçtim. Fakat bunu diğerlerine duyurma.” On iki topluluğun başı adına da aynısını yapar. Ve bundan sonra kendini öldürür. Böylece onun ardından on iki topluluğun başı Hristiyanlık adına başlık iddiasında bulunur ve hepsi birbirine düşer. Sayıları yüzünden onlarla baş etmekte zorlanan ve yakın zamanda baş edemeyecek olan Yahudi krallığı böylece bu sorundan kurtulmuş olur.  

“Mossad ajanı Yahudi vezirin hikâyesini okudum ve diyorum ki sırf Mesnevi’den hikâye koyayım diye o iddiayı ortaya atmadıysan ben de bir şey bilmiyorum.”

Evet, işin aslı öyle. Mesnevi’den hikâye görmeden bu bölümü bitireceğini zannetti isen yanıldın güzel arkadaşım; ben de bunu sana kanıtladım. Fakat yine de bu küçücük ihtimali de incelemeye sokacağım: Sonuçta bir Yahudi olan İsa Mesih de o topraklarda düzeni bozmak (destabilize etmek diyesim var ömür boyu okuduğum makalelerin etkisiyle) isteyen rakip bir hükümdara çalışıyor olabilir miydi? Müthiş ihtimal değil mi? Hollywood filmi gibi.

Resmen yazarken güldüm, nöyle bir şeyi iddia edecek adamın aklından şüphe etmek gerekir fakat bu çağ bir tuhaf, birtakım acayip insanlar muhtemelen ünlü olmak arzusuyla Mevlana’nın Nasreddin Hoca’yı öldürttüğü falan gibi iddialar ortaya sürebiliyor bile, bu yüzden es geçmeyip cevap vereceğim. Cevap: Bunu iddia edecek kişi çok fazla twist’li yani sonu ters köşe yapan Hollywood filmi izlemiş demektir.

“Bu hikâyeyi Mevlana yazıya döktüğüne göre o da mı çok Hollywood filmi izlemiş?”

Mevlana’nın Hollywood filmi izlediğini zannetmiyorum, muhtemelen dili nedeniyle İran sineması tercih ederdi rahmetli. Bakın, o çağlarda da bu çağda olduğu üzere insanlar abartma yoluna sık başvururdu, ‘mübalağa’ bugün de edebiyatta sık başvurulan bir yöntem değil mi? Her şiirde, her filmde, aşağı yukarı her edebî eserde mevcut. Elbette Mevlana’nın hikâyelerinde de biraz abartı bulunacak.  

O dönemin şartlarını anlayamayanlar için Muhammed’in doğduğu coğrafya üstünden ele alarak tarif edeyim: Güç tek elde toplanmış değil, bölük pörçük hâldeki kabileler arasında parçalı durumda. Bunlar arasına kim nifak sokmaya çalışsın da oraları karıştırmaya kalksın; doğrudan ordu toplayıp yolda köyleri yağmalaya yağmalaya gitmek çok daha kolay ve direkt bir yol. Yani böyle bir ihtimal yok. Zaten İsa’nın da derdest edilme sebebi de Roma topraklarında düzeni bozacağının düşünülmesi değil, Musa’yı peygamber kabul ettiği hâlde, kendisinin de peygamber olduğunu açıklayarak Yahudi cemaatinin tepkisini çekmesiydi. Yahudiler bir Yahudi olan İsa’ya Romalıların ona davrandığından çok daha kötü davranmışlardır. Gerçi Roma’ya kalsaydı da sonuç değişmezdi gibime geliyor, yeterince takipçi toplayınca tehdit olarak algılanır ve benzer bir cezalandırma yoluna uğrardı. Hatta yüksek ihtimalle aynı cezayı uygularlardı bence; çünkü o devirde Roma’nın en sık kullandığı sert cezalandırma yöntemi çarmıha germe idi.  

Şurası da ilginç, tarih boyunca her dinin dindarları öylesine hassaslar ki peygamber olsan bundan kaçamıyorsun. Bugün bile ‘dindar kesimin hassasiyeti’ne dokunmadan bir iki farklı söz etmekte zorlanırsın. Ya onların dediğini, yanlış veya hakikate ters olduğu ne kadar açık olursa olsun, kabul etmelisin ya da susmalısın; bunun dışında seçenek tanımıyorlar. Yoksa üzülüyorlar hemen. O üzüntüyle de insanların canına kast etmeye falan kalkışıyorlar. Hani Temel’i eşinin cenazesinden bir gün sonra başka kadınla yakalamışlar da “Yuh, ayıp şu yaptığın, eşini daha dün toprağa verdik, bugün başka kadınlasın. Nasıl yaptın bunu?” diye kınamışlar da “Ben üzüntümden ne yaptığımı biliyor muyum?” diye cevap vermiş ya. Dindarlardaki üzüntü de Temel’in üzüntüsü ile aynı türden işte; üzüntüden ne yaptıklarını bilemeyip insan yakabiliyorlar örneğin. Sonra yine üzülüyorlar.  

Yanlış anlamayın, tarihte yalnızca dindarlar böyle değildir, putlara tapan adamlar da aynıydı. Hangi dinde olursa olsun bilinç olarak insanın giriş seviyesi aynıdır; dinler bunu değiştiremez. İlkokul çağında diye adlandırabileceğimiz bilinçteki insan korkuyla inanır, surete tapar, öfkelidir. İnancı herkes adına tek doğru olmalıdır, çünkü onun şaşmaz doğrusudur. Onun şaşmaz doğrusudur çünkü ana-babası öyle öğretmiştir ve çocukluktan beri o inancın gereklerini yerine getirmeye öylesine alışmıştır ki onda başka gerçeğe yer yoktur. Bu alışkanlık meselesi inançta küçük görünebilir, es geçmeyin. İnsanın değiştirebileceği şeylerden en zorudur alışkanlıkları; alışkanlıklarını değiştirirse kendini de değiştirebilir.

İşte dünyadaki bütün karışıklık insanların bu insanlığa giriş seviyesi bilinci aşamaması yüzündendir; dinleri, ideolojileri, ırksal çatışmaları tümden kenara koyun.  Çocukluk çağının bilinci olan putperest bilinç aşılabildiğinde hepsi ortadan kalkacaktır.

“Şu konuyu da es geçmeyelim: Sahte peygamberler olmuş ve hâlâ varlar. Onların da birçoğu liderliğe talip olmamış, kadın istememiş, İsa gibi mülksüz gezmiş ve vaazlar vermiş. Nasıl ayırt edilecek?”

Başlarda öyle göründükleri doğrudur. Asıl önemli olan gücü ele geçirdiklerinde ne yaptıkları veya ne yapacaklarıdır. Bunların birçoğu gücü ele geçiremeden kendilerini ele verir zaten. Bunun da ötesinde sahiden peygamberler gibi dünyasal nesnelerden geçmiş olanlar çıkmış, çıkmamış değil. Zira fiziksel âlem olan dünyanın ötesinde farklı âlem ve âlemler var. Daha önce de söylediğim üzere, kendini dünyadan biraz geri çekip gerekli çalışmaları yapanlar kendileri de bunlardan birkaçını görebilir, birkaç sırra ulaşabilir. Bu iş elbette kolay değil, sırları korurlar. Bırakın ulu ve yüce sırları, siz bile, kendiniz hakkındaki bir sırrı, sağda solda birkaç paraya satacak karakterde birine verir misiniz? İşte bildiğim değil ama inandığım kadarıyla bu tipten adamlar birkaç sırra ulaştıktan sonra sapanlar olabilir. Ha, daha derinde farklı niyetler güdenleri de olabilir, zira öte âlemlerde dolanan her varlık iyi niyetli değildir, aralarından bazıları da insanları kendi menfaatleri yönünde kullanmaya epey istekli olabilir. Aralarından bazı başkaları da insanları kaynak olarak kullanabilir, insanın inekleri sütüyle, etiyle yiyecek kaynağı olarak kullandığı gibi. Geçmişte uygulanan ve bugün bize sadistçe görünen bazı dinsel törenler yoktan yere uygulanmıyordu, bunu bilin. Bu törenleri kabaca biliyorum, nerelere ulaştığı ve nelere hizmet ettiği ile ilgili bir iki bilgim var ama şükür ki o kadar derin değil, bilmek de istemem. Çünkü detayları bilmek için içine girmek gerekir. Mesela metalden bir boğa heykeli içinde diri diri kızartılabilirdiniz; o boğa simgesi yoktan yere seçildi zannederseniz çok yanılırsınız, ezoterik ilimlerde aslında bir demona denk gelir. Yani ezoterizmden habersiz olduklarından ya da konuyu gizlemek için belgesel kanallarında bunları ruhsal yönden epey ilkel şekilde ‘Tanrılarını memnun etmek istiyorlardı’ gibi garip açıklamalarla geçiştirir ama bu törenler belli varlıklara düzenlenen ayinlerdir. İnsan bunu gerçek anlamıyla ‘öğrendiğinde’ günahların hepsinin öte âlemde bir karşılığının olduğunu da öğrenmiş oluyor. ‘Günah’ kavramı o zaman hakkıyla anlaşılıyor.    

Şunu çok içten söylemek isterim ki bizi bunlardan kurtardıkları veya bu yolda canlarını verdikleri için peygamberlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Ruhanî âlemde biraz gezinen her can, denk geldiği kötü şeylerle bu gerçeği biraz daha fark eder. İşte bu inceleme esasında peygamberlerin önderine küçücük bir teşekkür yazısıdır.      

Hepsinin ruhu şad olsun -ki zaten şaddır, yani mutludur. Ama daha da şad olsun.

Muhammed ise onlardan da üstündür. Çünkü makamı halkiyet, yani yaratım makamıdır. 'Tüm mahlukat onun nuru ile yaratıldı' derler, tüm mahlukat Muhammed makamının yani boyutunun nurundan var edilmiştir. Dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı olarak Muhammed muhabbetin ve şefkatin de peygamberidir. Muhammed insanlara şefkat gözlüğüyle bakıyordu. Halka duyduğu muazzam bir şefkat vardı; bugün insanlar onun hakkında ne düşünürse düşünsün. Çok sevdiğim ve asla Muhammed’in astı değil eşitidir dediğim Ali bile öyle sıradan adamın saçmalıklarıyla uğraşmaz. Onun bir standardı vardır, üstelik yüksektir de. Ali öyle herkese tenezzül etmez, kimsenin saçmalığıyla uğraşmaz, döneminde de kendi hâlinde görünüp yaşayıp gitmiş, en yakınındakiler bile onun makamların en yücesinde olduğunu fark etmemiştir. Hakeza İsa Mesih’in de yüksek standartları vardır, karşılamak da öyle kolay değildir. Has insan olmak gerekir, İsa bundan azına tahammül etmez. İncili okursanız, favorim Matta 5-6-7’yi okumanızı özellikle tavsiye ederim, göreceksiniz ki sevgiyi daha ön planda tutan İsa dahi çok daha seçicidir, öyle herkesi kabul etmez. Şunları der: “Kendinizi inkâr edin, çarmıhınızı yüklenin, ardımdan gelin.” Onun öğretisini öğrenmek için ne yapabileceğini soran zengin gence şöyle cevap verir: “Her şeyini sat, parasını yoksullara dağıt, böylece göklerde hazinen olur. Sonra ardımca gel.”

Oysa Muhammed öyle değildir, herkesi kurtarmaya çalışır. kıstası çok daha azdır. Örneğin destursuz yanına girip cennete gitmek için ne yapması gerektiğini soran bir bedeviye sadece 5 şart saymıştır. Başka hiçbir peygamber kurtuluş için bu kadar az teklifle gelmemiştir. Bunun onun döneminde ve ondan sonra yaşayanlar için büyük bir şans olduğu açıktır.

Tabii etrafındaki diğer daha yüksek bilinçlere sahip yoldaşlarına aynı durum geçerli değildir bu arada, çünkü Peygamber bedeviye kapasitesine göre muamele etmiştir. Ve biz buradan iki sonuç çıkarabiliriz:

Birincisi Muhammed doldurabildiğini cennete doldurmak arzusundadır. Diğer peygamberlerden o kadar emin değilim ama İsa Mesih’in seçiciliğine sahip olmayan Musa’nın yolunda bile çok fazla ve ayrıntılı kurallar bulunmaktadır, yani hem maddesel dünya hem ruhanî âlem açısından en fazla iltiması tanıyan din hiç şüphe yok Muhammed’e aittir.          

İkincisi madem ki Muhammed karşısındakine göre, kapasitesince, meşrebince, kişiliğince, sınavlarınca muamele etmiştir, bu da demektir ki hadisleri baz alıp hayatını düzenlemek doğru bir iş değildir. Nedenini şöyle anlatayım, bir doktor hastasına, tahlillerine bakarak ilaç yazıyor ve hasta o reçeteyi alıyor, gördüğü tüm hastalara veriyor, hepsine aynı ilacı öneriyor. Bu iş iyilik getirmeyeceği gibi bilakis kötülük getirir, o yönde hastalığı olmayan birine hastalık bulaştırır.

Demek ki ne yapmak lazım: Yüzyıllar evvel yazılmış reçetedense canlı kanlı doktor bulmak lazım. Bizim Muhammed’in hadislerinden de öte Muhammed’in kendisine ihtiyacımız var.

“Bu nasıl olacak? Peygamber vefat edeli bin dört yüz yıl oluyor.”

Öyle değil işte. O âlemde kimse ölmemiştir, herkes canlıdır. O âlemde Muhammed’i bulan ve onunla olmayı hak eden Muhammed’in kendisi olur. Çünkü ruh su gibidir, içine girdiği kabı şeklini alır. Muhammed’in gönlüne giren de Muhammed’in şeklini alır. Dediğimi anlıyorsunuz değil mi? İşte o kişiyi bulmak gerekir.

Burada bir eleştiri getireceğim: Muhammed’in fazla toleransı ümmetinin kalitesini aşağı çekmiştir. Sevgili dindar dur, sinire bağlama hemen; bunu Allah söylemiş benden önce. Kutsi hadiste geçer, Allah Muhammed’e der ki: “Senin ümmetin zayıf bir ümmettir.” Neyde zayıf? Kas gücünde mi? Nüfusta mı? Bilakis tam aksi, Müslümanlar bu konularda dünyada ileri gelir. Neyde zayıf öyleyse? Elbette ruhsal yönde zayıf. Dünyaya, hevese kapılmak konusunda. Yani Muhammed’in ümmeti dinsel topluluklar içinde muhtemelen dünyaya en bağlı ümmettir; zenginliğin seçilmişlik olduğuna inanan Amerikan Protestanlığından sonra. Muhtemelen bunun sebebi Muhammed’in vicdanının, zayıf halka duyduğu şefkat ve merhametin büyüklüğüdür.  

Fakat onun ne yapmaya çalıştığını anlıyorum ve bu epey hoşuma gidiyor. Bütün farklılıkları aşarak bir aile yaratma derdinde Muhammed. Hakikat âleminde herkesin sınıf-din-ırk ayrımı olmaksızın bir arada yaşadığını görmeden önce bile tüccar olup nice insanla ve farklı kültürlerle karışması ufkunu zaten fazlasıyla genişletmiş olmalı. Ayrıca yetim ve öksüz olup muhtemelen kaybetmemesi gereken şeylere de sahip olmadığından o kabile gururu onu esir alamamıştı. 

"Ne yani, yetim ve öksüz olması, kaybedecek şeylere sahip olmaması mıydı onu bu kadar yücelten?" 

Evet, elbette. Muhammed yirmi birinci yüzyılda yaşasa, orta gelirli bir aileye mensup olup annesi babası sağ olsa, bir de ona Playstation alsalar da sabah akşam oynasa aynı Muhammed olamazdı; en azından Playstation oynadığı sürece olmazdı. Bu durum ‘büyük adam’ dediğimiz her isim adına aynıdır. İnsanların ruhen yükselmesinin birincil koşulu ateşlerde yanmasıdır, pişmesidir, olgunlaşmasıdır. Muhammed onca ateşte pişmese nasıl Muhammed Makamı'na oturacaktı ki?

Konuyu dağıtmayalım. Peygamber’in geniş ufku ve yüreği insanlar arasındaki farklılıkların ne anlamsız, ne mantıksız olduğunu herhalde ona öğretmişti. Bundandır ki uzun yıllar boyu gökteki düzeni yerde tesis etmek için çabaladı, mücadele etti. Açıkçası ben de isterdim ki böyle bir düzen olsun, birtakım korkularla dolu olmadığı sürece kim etmez? “Bir şey” olduğunuz, “bir şeye” inandığınız için aşağılanmayacağınız, zulme uğramayacağınız, size “öz”, “insan” gözüyle bakacak, sizi siz olduğunuz için kabul edecek bir sistem. Böyle bir düzende kimliğiniz, üstünüzdeki etiketler bir anlam ifade etmeyecek, malınız-mülkünüz, maddesel varlıklarınız bir anlam ifade etmeyecek, ne yaptığınız, nasıl biri olduğunuz anlam ifade edecek. İşini düzgün yapan, insanlara faydalı çöpçü, bencil, mülk düşkünü işadamından daha değerli görülecek. Zaten hakikat âleminin durumu da böyledir. Aradaki farkları icat eden medeniyettir. İlkçağ insanları arasında bile statü farkları yoktu, kabilenin lideri hepsiyle beraber, iç içe yaşardı. Bu modern insanın anlayabileceği bir bilgelik değildir.  

Peygamber’in kurduğu sistemin zamanı geçeli çok oldu, pek çok açıdan geçmiş dönemlerde bile haksız sayılabilecek yönler içerdiği aşikâr. O dönemde bile hatalar yapmadı değil, neticede o da kul olarak yaşamını sürdürüyordu. Fakat şurasını es geçmek açıkça kötülüktür: İnsanların ciddi haksızlıklara uğradığı, insan olarak değil mal olarak görüldüğü bir çağda kendi varlığını açıkça yok saydı, zayıfları, dulları, yetimleri, öksüzleri koruyan bir düzen oluşturabilmek için elini taşın altına uzattı. Düzenin hüküm sürdüğü bu çağda bugün biri elinde bıçakla karısının üstüne yürüse, bırak normal vatandaşı polisler bile çekiliyor, canlarına zarar gelmesin diye. İntikamcı bir kabile düzeninin egemen olduğu, insan kesmenin gayet normal karşılandığı bir dönemde bunu yapmak zorunda mıydı? Kendisini tehlikeye atmak zorunda mıydı? Ona hiçbir faydası dokunmayacak zayıf bir topluluk için güçlüleri karşısına almak zorunda mıydı? Ama yaptı. Muhammed’i bugünün hâlâ putperest bilinçte takılı kalmış olan, vicdansız, merhametsiz, ahlaksız, akılsız, içgüdüsü ile hareket eden Müslüman’ı ile karşılaştırmak açık ve seçik şekilde haksızlıktır, ayıptır, hadsizliktir. İslam’ı sevmemek ayrıdır, Muhammed’i tutup da bugünün koşullarına göre eleştirme ayarsızlığı ayrıdır. Birincisi gayet hak verilebilecek bir eylemdir, ikincisi az önce söylediğim üzere en hafif tabirle ayıptır.        

Muhammed'in öyküsü sıradan bir Arap kabilesinde doğup büyüyen öksüz ve yetim bir çocukcağızın dünyayı değiştirme öyküsüdür. Muazzam bir başarı öyküsüdür onunki, rakip olarak karşısına ancak İsa Mesih'in, Cengiz Han'ın öyküsü konabilir; başka büyük öyküler de vardır ancak elinde hiçbir şey olmadan yükselen ve dünyayı bu derece değiştiren başka kimse çıkmamıştır.

Onun bu derece başarılı olma sebebi öğretisi için kendi varlığını hiçe saymış olmasındandır. Tüm hayatını o muazzam aklının ışığı altında öğretisini geliştirmek ve yaymak üzerine harcamıştır. Evliliğinden attığı adıma kadar her şeyi ama her şeyi öğretisi için yapmıştır. Başkalarını kurtarmak için kendini hiçe saymış bir insandır Muhammed. Peygamber olduğuna inanmayanların bile bu konuda hak vermesini beklerim ki bu da ona saygı duymaya yeter.

Fakat gerçeği bilirseniz veya kabul ederseniz onun için değil sizin için iyi olur. O kendini kurtarmış neticede, kendini kurtarması gereken bizleriz artık. Bunu da kim sağlarsa onu baş tacı etmemiz gerekir.

Yorumlar