6) Mükemmellik Arayışı Üzerine

        Özlü bir söz geçiyor içimden, onunla giriş yapayım da forsum olsun: “Büyük insan yoktur, büyümüş insan vardır.”

        Hayır, bildiğim kadarıyla benden önce kimse söylemedi bunu, içimden çıktı. Süper bir özlü söz değil ama en azından bende doğdu, benden önce başka biri böyle bir şey söylediyse de ben alıntılanmış gibi görünürsem üzülürüm.

        Bize dayattıkları ‘kusursuz, melek insan’ profili bizi daha az hata işlemeye sevk etmek içindi belki ama insana özgü motivasyonları görmezden gelerek bize kusursuzluğu dayatmak için kullanılır oldu. Din böylece halktan koptu, adeta gökten yere inmiş ‘meleklerin’ işi oldu çıktı. Olacağı da buydu zaten, kim kusursuz insanların hikâyeleriyle kendini düzeltmeye kalkar ki? İnsanlar birilerini çok üstün, kendilerini onlardan çok aşağı hissettiklerinde onlar gibi olmaya kalkışmaz, onları kutsallaştırır, kendileri aynı kalır, onların gölgesine sığınarak kurtulmaya çalışır. Eğer İsa gibi göksel olamayacaksan neden İsa’nın pratiklerini uygulamaya çalışasın? Bunun yerine o davranış tarzı, örneğin düşmanlarını bile sevmek diyelim, yalnızca ona ait olabilirmiş gibi davranır, kendi günlük yaşantını sürdürmeye devam edersin. Kendi yüceliğini de İsa’ya dua ederek, amiyane tabirle, ona yancılık yaparak kazanmaya çalışırsın. Bu dünyayı tamamen boşlamış ve kusursuz temizliğin neredeyse bir simgesi olduğundan ben örnek olarak İsa’yı verdim, dileyen dilediği ‘büyük’ ismi koyabilir yerine. Bu isimler aziz, sahabe, veli, derviş, eren, evliya, devlet lideri… Herhangi birine ait olabilir.

        Şimdi böyle yazınca motivasyon konuşmacıları gibi hissettim, sanki her insan gerçekten övülesi işler başarmış, yüce erdemlerin sahibi, ruhen büyümüş, olgunlaşmış insanlarla rekabete girebilir gibi bir hava yaratmaya çalışırmışım, dolayısıyla bu sefer insanları kusursuzluğa itmeye çalışan benmişim gibi oldu. Elbette her sınıfta, okulda, fakültede, ilde, ülkede, dünyada üstün yeteneklere sahip bir birinci çıkacak, fakat bunların en önde gelmesi ne diğerlerini kendi bölümünden vazgeçirir ne de o yolda ilerlemelerinden alıkoyar. Türkiye’deki fizikçiler arasından henüz bir Einstein çıkmadı ama çıksaydı bile bu yüzden kimse fizik okumaktan, fizik öğretmekten, fizik deneyleri yapmaktan, fizik alanında ilerlemekten vazgeçmeyecekti. Aynı şekilde, harika işler başarmış insanlar da tapınç konusu olmaktan çıkarılıp bizim en önde gelenlerimiz oldukları şeklinde anlaşılmadığı sürece din hikâyelerde kalmaya devam edecek gibi görünüyor bana.

        Zihnimize doldurulan bilgi bombardımanından bağlamsız düşünelim: Her insan mert olabilir, cömert olabilir, sabırlı olabilir, kanaatkâr olabilir, neşe-mutluluk dolu olabilir, ruhanî olarak güzel bir görüntüye sahip olabilir. Dilediğiniz güzel özelliği ekleyin buraya. Fakat kimse hepsine sahip olamaz, olmayı da denememeli. Kendi yapısına uygun olan hangisiyse onu geliştirmeye çalışır, diğerlerini de salmaz, salmaması gerekir ama onlarda da kusursuz olması gerekmez. Önemli olan orta yolda gitmek ve kişinin kendi ile barışık yaşamasıdır. Cömert bir adam hikâyelere kapılıp cesarete haddinden fazla önem atfederek bu özelliğe sahip olmadığından kendini kahretmeye başladığında, cömertliği de yavaş yavaş sönüp gider. Oysa bu insan insan olduğunu, kendinin de korkabileceğini kendine itiraf etse, bunu kabullenerek kendiyle barış yapsa, uyum içinde yaşasa, birilerini taklide, kusursuz olmaya meyletmese daha mutlu, huzurlu bir yaşam sürer, etrafına daha fazla faydası dokunur. Çantası çalınan birinin yardımına koşamaz belki ama cebinde parası kalmamış, ne yapacağını kara kara düşünen bir garibin derdine yetişerek onun kişisel ‘velisi’ olabilir (Bu örnekle Matrix’in giriş sahnesinde kapıyı çalan adamların Neo’ya “Sen benim kişisel Mesihimsin.” demesine atıfta bulunmuş olabilirim veya olmayabilirim). Şu durum özümsenmeli: “Eren-evliya, eren-evliya olduğundan elindekini dağıtır.” diye düşünmek yerine “Eren-evliya Yaradan’ın onu mahrum bırakmayacağına güvenip elindekini avcundakini dağıttı da eren-evliya oldu.” diye düşünmek daha doğrudur ve üstelik daha faydalıdır.

        Hani zihnin ‘yetersizsin’ diye fısıldadığını yazmıştım ya daha bir bölüm önce, onu öylece seçmedim. Gerçekten insanoğulları olarak hayat boyunca hep eksik yönümüzü tamamlamak, güya ‘yeterli’ hâle gelmek için uğraşıp didiniyoruz. İşte hep o sesin eseri. Peki neden o sese uyuyoruz, ‘tam’, ‘eksiksiz’, ‘kusursuz’ olmaya çalışıyoruz ya? Çünkü tanrılık peşindeki ego-nefs-benlik çekiyor bizi o yöne, aklınca onu tamamlasa kusursuz olacak. Dikkat edin, egosu güçlü birine hatası söylendiğinde asla kabullenmez, öfkelenir. Hatta belki saldırarak bile karşılık verebilir; bu onun ‘ben senden aşağı değilim’ mesajıdır. Çünkü mükemmel olduğuna inanmak ister, daha doğrusu mükemmel olmak ihtiyacı hissetmektedir. Eh, ego da haklı, mükemmel olmayan tanrı mı olur?

        Oysa aşağısı ne yukarısı ne; hepimiz tek, bütün, bölünmez ve her yanı saran bir Tanrı’nın parçaları değil miyiz? Biz kendi bedenimizde ellerimizden beklediğimizi gözlerimizden, ciğerimizden beklediğimizi kalbimizden beklemeyiz, bekleyemeyiz. Her birinin artısının farklı, eksisinin farklı olduğunu biliriz. Hatta zaafları da işlerini doğru yapması için gereklidir. Veya futbol üzerinden örnek verecek olursak: Nasıl ki kalecide golcülük özelliği aramıyorsak hücum oyuncusunda da defansif özellikler aramayız; Rogerio Ceni hariç, o da kaleciydi ama harika frikik kullanıyordu. Bu koşulda anlaşılması gereken ‘mükemmellik’ dediğimizin bir oyuncunun her şeyi kusursuz şekilde becermesi değil, ona düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmesidir. Bu yüzden sivil yaşamda da mükemmellik diye saçma sapan bir form aramak veya kovalamaktansa, yatkın olduğumuz özellikleri göz önüne alıp onları avantaja çevirerek, dezavantajlarımızı ve zaaflarımızı da bilip bizi ele geçirmemeleri için gereğince dikkatli olarak davranmak ve her işimizi eğrisiyle doğrusuyla en iyi şekilde yerine getirmeye uğraşmaktır. Zaten mükemmellik kusurun yokluğu değil de örneğin çarkın içine yerleştirildiği düzeneğe tam olarak uyum sağlaması değil mi? Mekanizmada o parça etrafındakilerin tersine hareket ediyor görünür fakat bu da mekanizmanın düzgün şekilde işlemesi için elzemdir, hepsi aynı yöne hareket ederse o saat çalışmaz. Veya o parça kalksa, mükemmel olmak peşine düşüp tüm çıkıntılarını törpületse veya diğer çarklar gibi hareket etmeyi denese o düzenek yine çalışmaz.

        Suçu üzerimizden atmak gibi olmasın ama bazen bana öyle geliyor ki önden belirlenmiş roller var, kimine iyi kimine kötü roller düşüyor. Belki önceki hayattan, hayatlardan taşıdıklarıyla belki istidadına göre belki de başka kriterler de esas alınarak, orası hakkında kesin bilgi sahibi değilim. Belki rastgele diye de eklemeyi düşünmedim değil fakat hemen aklımdan şu itiraz geçti: “Yaradan hiçbir işi öylece rastgele yapmaz. Vardır elbet bir bildiği.” Fakat şurası da kesin ki çok iyi bir adamı alıp uyuşturucunun yaygın olduğu bir mahalleye bebekken koysak aynı ahlak değerlerini, yaşayışını ve geleceğini koruma ihtimali çok çok düşük olacaktır. God City izlediyseniz oradaki Ned karakteri örneğinden düşünün. İzlemeyenler için açıklayayım, Ned berbat bir favela hayatında kötü yollardan uzak durmayı seçmiş, dürüst kalmayı başarmış, ekmeğini otobüste bilet satarak kazanan, ruhen çok kaliteli bir adam. Ne var ki bir gece kız arkadaşıyla gezerken favelaya hâkim çeteye rast geliyorlar; uyduruk bir sebepten onu dövüp kız arkadaşına gözleri önünde tecavüz ediyorlar. Böylece Ned birkaçını temizleyerek hem mahalle hem dünya adına nazarımca gayet güzel bir iş yapıyor. Fakat birini öldürmek ben her ne kadar bu olayda sevindiysem bile yasaklanmış bir iştir, eh kötülerin sonu da gelmiyor, sonunda o da bir parça kötülüğe dönüyor elbette. Yani kötülük öyle yakınında ki bulaşıp onu da içine çekiyor. İşin daha berbat tarafı bunun gerçekten yaşanmış bir olay olmasında, kurgu değil yani, filmin bitiminde adamcağızın fotoğrafını da görmeniz mümkün.   

        Ned örneğinden farklı olarak kötü bir mahallede, kötü adamlar olarak yetişen o çetedekileri bebeklikten alıp her açıdan güvende olacağı iyi bir eğitimle büyüyeceği bir mahalleye yerleştirelim, aynı kötülükleri işlerler miydi? Buna pek ihtimal veren çıkmaz herhalde, olursa da doğuştan arızalı bir iki istisna çıkar. Gerisi iyi eğitim ve iyi olanaklar sayesinde ortalama bir orta gelir ailesi çocuğu nasılsa aynı şekilde takılacaktır hayat boyu. Burada çevre de önemli bir etken, o değişince insan da ona uyumlu olarak değişiyor genelde. 

        Peki, bu iki tip örneği bebeklikten almayı kesip de en azından gençlikten alsak? Yani iyi adamı gençken her türlü olanağını elinden alıp kötü mahalleye yerleştirsek, kötü adamı da gençken eline güzel olanaklar verip iyi bir mahalleye yerleştirsek? Bebeklikten almadığımız için mutlaka kişiliklerini bir oranda koruyacaklardır fakat artık aynı kişi olmayacaklarına eminim. Çünkü öyle kimseler olmalarına ihtiyaçları kalmayacaktır. Çünkü ego hayatta kalmaya programlı olduğundan öncelikle çevre en kabul edilir davranış kalıbını seçip özümser; orta gelirli çevrelerde şiddet dolu davranışlar kabul görmeyeceğinden bu kimseler o kötü huyları genelde pek taşımazlar. 

        Ruh aynı ruh, fakat insanın içinde yaşadığı ortamı değiştirdiğimizde yansıttığı kişi başka olabiliyor gördüğünüz üzere. Demek iyi olmak şu yaşamda bu kişiye düşen bir roldür, başka bir yaşamda kötü rolü de düşebilir ona.

    “Fakat kişinin olduğu kişi oluşunda bağımsız, daha doğrusu tamamen kendine bağlı bir karar mekanizması var mı? Rolleri dağıtan, birine iyi rolü yükledi ise kötü de yükleyebilirdi. Biz hep çevresel etkenler üstüne konuşmadık mı, ‘önden belirlenmiş roller var’ demedik mi? Öyleyse kişinin kendi karar mekanizması olduğunu inkâr etmiş olmuyor muyuz? O zaman insanda kişi sorumluluğu diyebileceğimiz bir şey yok mu?”

        Var olmaz olur mu yahu; nasıl olmaz! İnsan olmak demek, sorumluluk sahibi olmak demektir; sorumluluksuz yaşayan ancak hayvan olur. Çevresel şartlar elbette kişinin kim olduğunu belirlemede çok önemli fakat kişi her zaman bu şartlardan kendini çıkacak, kendini kurtaracak niteliğe de sorumluluğa da sahiptir. Çok zor şartlar altında bulunup ruhen yükseklere çıkabilmiş azimli ve güzel kişilikler mevcut değil mi? Mevcut. Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre hep Moğol İstilası döneminin çocuklarıdır. Bu insanlar içinde bulundukları rolleri kendilerini geliştirmekte kullanmışlar, o devrin müthiş zor şartlarına rağmen kendilerini öyle bir yetiştirmişler ki daha yüzyıllar boyu benzerleri çıkmamış. Yani o nitelik de sorumluluk da hep mevcut, her insan adına geçerli bu.  

    “Tabii bunlar yüksek ruhsal kapasiteye sahip insanlar. Bunlar elbette en zor şartlar altında kendilerini dönüştürür. Ama bu Ned örneğine ters. Herkesten o kadar iyi olmasını da bekleyemeyiz ya! Geri kalanlar ne yapacak?”

        Bir yerde haklısınız. Geri kalan insanoğlu adına iyi olmanın aşağı yukarı tek yöntemi var: Ailesi çocukluktan başlayarak iyi bir insan olması yönünde eğitir ve sürekli tembihler; böylelikle kendisine belletilen bu davranışı biçimi tekrar edilen, otomatik bir davranış hâlini alır. Fakat buradaki sorun şudur ki: Çocuk iyi biri olur, tamam ama bu ona ezberletilmiş roldür, yani yine kendisi değildir. Yine ego bir rol tutturmuş, onun üzerinden hayatta yolunu bulmaya çalışmaktadır. Aslında o insanın sınavı da kendisine belletilenler arasından kendisinin gerçekte ne olduğunu bulmaya çalışmak. Diğer herkesle aynı; aynı sınav kötülerin en kötüsü için de geçerli, iyilerin en iyisi için de anlayacağınız! Öyleyse esas mesele iyi-kötü olmaktan öte; esas mesele kendin olmakta yatıyor. Programlanan kişiliği aşmakta, onu yıkıp kendini bulmakta. 

        İşte özgürlüğün aslı budur zaten. Kişi kendisini bağlayan demir zincirlerden kurtulunca özgür olmaz; ruhu bedenine köle olan gider de kendine başka bir kölelik türü bulur, aynı rolü yine sürdürür. ABD’de prangalardan kurtulan siyahî kölelere bakın. Bugün o siyah toplum, eskisinden de beter bir kölelik içindedir. Bu sefer sahipleri beyaz efendiler değil, aksine kapitalizm, para, uyuşturucu. Demir zincir gitti, yerine altın zincir geldi; onu da güle oynaya bağladılar kendilerine. Siyahlara yapılan bir haksızlıkta çıkan ayaklanmalar da ilk hedeflerin hep elektronik mağazaları olduğunu, hemen yağmalandıklarını görürsünüz. Neden bu? Sisteme bağlı olarak, kısa dönemli düşündüklerinden. On geniş ekran TV, yirmi akıllı telefon talan etmekle ne hakkı kazanılabilir; bilakis elindekini de yitirirsin. Çünkü bu davranışın seni sömürenlerden farklı olmadığını, madde dünyaya ve onun ürünlerine aynı derecede taptığını, fakat eline imkân ve fırsat geçmediğini gösterir. “Bir-iki kötü örnek” dersiniz, eğer politik solcuysanız veya Amerika’daki siyahî mahallelerin durumlarında bihaberseniz. Haberdar olmak için oraya giden Türklere sorular sorabilirsiniz, farklı şeyler söylemeyecekler. Farklı şeyler söyleyenler de emin olun eline Iphone alıp o mahallelere girmez, en fazla dışarıdan politik solculuk oynarlar.

        Jim Carrey’nin aydınlandıktan sonra bir sözü var: “Herkesin meşhur ve zengin olmasını dilerim. Olsunlar ki aradıklarının bu olmadığını görsünler.” İnsanlar şöhret ve zenginlik istiyor çünkü bunların onları tamamlayacağına inanıyorlar. Hatta kendi içlerinde hissettikleri birtakım yetersizliklerini kapatmak üzere takıntılar geliştiriyorlar. Yani kendilerince ‘yeterli’ hâle gelmek için dışsal etkenlere bel bağlıyorlar. Örneğin güzelliği herkes sever elbette fakat ben hayatım boyu bedence çirkin olanın güzel eşe gösterdiği rağbetin diğerlerinin gösterdiği rağbeti ezip geçtiğini gözlemledim. Hele de bu durumunu kafaya takıyorsa güzel eş bulmayı takıntı hâline geliyor. Esasında bilinçsizce kendinde eksik gördüğü bir yanı tamamlamaya çalışıyor, farkında değil. Oysa en güzel eşi de elde etse görecek ki onu tamamlayacak olan bu değil. Çünkü eksik değil! Eksik değilsen nasıl tamamlanabilirsin ki? Yöntem yanlış, eksik yanlarını görüp tamamlamaya çalışmak yerine kendini kabullenmek gerek. Ancak o zaman kendini kusursuz hissedersin, hiçbir zaman bitmeyecek eksik yanlarını kapatmaya çalışarak, kapatarak değil. Zaten dünya âlemi burası; bir yanı tamir etsen öteki yan bozuluyor, aynı iş kişilik tamirinde de geçerli. Bir yerini tamir etmek üzere eğildiğinde diğer yan patlıyor, delinen borudan suyun aktığı gibi.

        Kusursuz insan yoktur, olamaz; hiç de var olmadı. Gelmiş geçmiş her insanın mutlaka ama mutlaka kusurları vardı. O kusursuz insan anlatıları düşük bilinçli hikâye anlatıcılarının işidir, kulak asmayın. Histerik dindarlarla insanların uydurduğu ideolojilere tapınanlar hep hikâye anlatıyor. Bu serinin yazılma sebeplerinden biri de insanların mükemmel olmasının mümkün olmadığını göstermek; o yüzden seri boyunca her ‘muhteşem’ insanın bir kusurunu ortaya sermem gerekecek, kimse kızmasın, kusura da bakmasın.

        Millî Mücadele kazanıldıktan sonra bir heykeltıraş Mustafa Kemal Atatürk’ün görkemli, yağız bir at üstünde, üniformasında leke bile bulunmayan, mağrur komutan portresi çizdiği bir heykelini yapar. Heykeli gören Mustafa Kemal Millî Mücadele’nin kolay kazanılmadığını, işlerin zor şartlar altında başarıldığını hatırlatarak atın zayıf, kendisinin daha kötü koşullar içinde, gerçekçi biçimde portre edilmesinin daha iyi olacağı yönünde onu bilgilendirir. İşte önlerine ‘büyük’ karakterler koyan insanların neredeyse tamamı, bunlar tarihe ait şahıslar olabilir veya olmayabilir, heykeltıraş ile aynı hataya düşerler. Olağanüstü işler başaran, tarihe-dine adını kazımış insanlar kendi dönemlerinde, sonradan görülmeye başladıkları üzere öyle mükemmel, kusursuz insanlar değillerdi, kolay zamanlar da geçirmediklerinden doğal olarak hatalar yaptılar. Şartlar onları zorladıkça zorladı, tozun, toprağın, kirin pasın içinde debelendiler; çoğu zaman tere, yeri gelince kana belendiler. Muhtemelen bazı olaylar karşısında onlar da ne yapacaklarını tam olarak kestirememiş, yapabilecekleri arasından en iyisi hangisidir seçmeye çalışmışlardı. Bazı tercihlerin sonuçları istedikleri gibi olmamış, çıkmasını arzu ettikleri noktalara çıkmamıştı. Ama şöyle veya böyle, eksiğiyle gediğiyle, hatasıyla kusuruyla üstlerine düşen görevleri tamamladılar. Zaten zaferleri zor olmasa ne aynı anlama ne aynı öneme ne de aynı değere sahip olurdu.

        Kimilerine biraz ters gelecek bir örnek olacak ama: Peygamber’in heykelinin yapılacağını düşünelim, sizce nasıl bir portre çizilirdi? %99 ihtimalle şöyle: Sağ elinde -sağ el olması şart- göğsüne bastırdığı Kuran’ı temsil eden bir kitap, sol elinin işaret parmağıyla ileriyi gösteriyor, çok ciddi bir yüz ifadesi var, gözleri insanları tepeden süzüyor, gayet mağrur. Kafanızda canlandı değil mi? Oysa böyle olabilir mi, düşünün ki sizi yaratan varlık sizi muhatap alma lütfunda bulunmuş; bu nasıl şereftir! Dolayısıyla Peygamber’in, gerçi yaygın kani aksine kutsal kitaplar öyle gökten inmezler ama hadi diyelim ki yine kitapla portre edilsin, kitaba sıkı sıkı sarılırken gözlerinden parlak bir ışık yayılması, yüz ifadesinde küçük bir çocuğun masum mutluluğunun tasvir edilmesi gerekirdi. Çevresine güven ve huzur saçacak bir duruşla, dünyanın en sevinçli adamı olarak portre edilmeliydi; bırakın o son derece mağrur, ‘ben sıradan insandan üstünüm’ tarzını. İnsan biraz emek verdiği, ter döktüğü sıradan bir işi tamamlayınca bile nasıl mutluluk yaşıyor, bir de Peygamber’e bahşedilenleri düşünün, hissettiği mutluluk derecesini algılamaya çalışın, öyle canlandırın kafanızda.

        Mükemmellik doğrudan Yaradan’ın kendisinden kelam alan peygamberlere ve onlar dışında büyük işler başarmış pek çok insana yapıştırıldı fakat şu soruyu kimse sormadı: ‘Bu insanlar mükemmel olmak zorundalar mı? Neden onlara bu misyonu biçiyor ve omuzlarına kaldırılması imkânsız bir yük yüklüyoruz?’

        Onlar da bizim gibi insanlar değiller mi? Belli bir coğrafyada gözlerini açmış, düşünce sistemi ona göre şekillenmiş, zor bir sınavla karşı karşıya kaldıklarında ne yapacaklarını bazen bilemeyen, ara sıra hatalara düşebilen, kusurlara sahip insanlar. Bizden farkları dünyanın müstesna bir dönemine gelmiş olmaları ve elbette kendi seçimleri ile seçimlerinin peşinden kararlılıkla gitmiş olmaları. Örneğin Atatürk Osmanlı’nın dağılma döneminde doğmasa en fazla olacağı bir Osmanlı paşasıydı, adı tarih derslerinde diğerleriyle birlikte ancak sınırlı olarak anılır geçilirdi. Bu insanların, sırf büyük işler başardılar diye en azından ara sıra hata yapmaya hakları yok mu? Neden olmasın? Sadece onlar adına değil, bütün insanlar adına böyle düşünmek zulüm! Hepimiz insanız, hepimiz yanlışlar yaparız, hepimiz doğru-yanlış beraber yaparak öğreniriz hayatı ve insanları.

        İnsanı insan yapan yaşadığı zorluklardır, kaldırdığı yüklerdir, yavaş yavaş pişmesidir. Eğer yaşadıkları zorlu olaylar olmasa her insan zalim, vicdansız ve hatta bundan zevk duyan bir canlı olur. “Şüphesiz insanoğlu pek zalimdir, pek nankördür.” Bedene bağlı insan öyledir, evet; ham biriyle birkaç gün geçiren her kişi bunu açık seçik görür. Ağzından istemeden hoşuna gitmeyen bir söz çıkacak olsa en iyi olasılıkta kızar saldırır, susturmakla yetinir, daha kötü olasılıklarda kafana, sağına soluna darbe yer, acı çekersin, çok öfkelenmişse canına kast eder. Empati kurmayı öğreten başa gelen acılıklardır. Bu, en sıradan insan için de böyledir, en ‘büyük’ dediğiniz insan için de.

        Savıma gelebilecek itirazlara karşı büyüklerin en büyüğünü inceleyelim, kimsenin anasından ‘büyük’ olarak doğmadığını, ‘büyük’ olmanın ‘olmak’, ‘hamlıktan kurtulmak’ anlamına geldiğini layıkıyla anlayalım. Örnek olarak önce Muhammed Peygamber'i ele alalım, çünkü hakikat âleminde en tepedeki isim odur.

        Yeri geldi, hakikat âleminden haber vereyim. Birçokları Peygamber’in dönemi için normal olan ancak bizim yaşantımıza uymayan davranışlarına ve zorlu günlerinde yapmış olduğu bazı hatalara bakarak farklı düşüncelere kapılır. Hiç uzun uzun kanıtlara girmeyeceğim, o diğer kitabın konusu, burada hakikati dile getireceğim: Muhammed peygamberdir, üstelik peygamberlerin en üstünüdür. Dante mabadından bir cehennem tasviri uydurup Muhammed’i utanmadan ‘sahte peygamber’ diye suçlayarak en alt kata yerleştirmeye kalkacağına hakikat âlemine bir kere yükselmiş olsa orada Muhammed’i en tepede, güneş formunda bulacaktı. Kafasını kaldırması yeterdi. Tekrar ediyorum, hakikat âleminde Muhammed gerçekten güneş formundadır. Müslümanlar Peygamber için ‘hakikat güneşi’ derlerken haklılar yani, fakat ruhtan haberdar olmadıklarından ne söylediklerini bilmiyorlar. Onlar mecaz kullanıldığını zannediyor. Öyle değil, Muhammed gerçekten güneş formundadır, bildiğin ışık saçan güneş formundadır. Kafanı kaldır ve gökyüzüne bak. İşte oradaki güneş Muhammed'in yalnızca temsilidir. Tabii Londra'da falan yaşamıyorsan, oradaysan muhtemelen hava kapalıdır şimdi. 

    “Saçmalama ya! İnsan güneş olur mu hiç?”

        İnsan dediğimiz şu etten beden değildir ki cancağızım. “Âdem manaya derler / Suret ile kaş değil.” derken Kaygusuz Abdal bunu söylüyordu işte. Üstelik bu hakikat o kadar da sır değildir, o âleme yükselen herkesçe bilinir. Tolkien Arwen Akşamyıldızı diye karakter sunarken, elflerin yukarı âlemde gök cisimleriyle anıldığını söylerken Dante gibi bir taraflarından uydurmamıştı. Ruhların hakikat âleminde hangi biçimlere bürünebileceğini görmüş, onu romanı içerisinde eritmişti. Hadi Yüzükler Efendisi severlerin baş tacı Tolkien hakkında bir bilgi daha: Tolkien’in anlattığı iki zıt taraftan elfler ruhani âlemin yaşantısından haber verirken orklar egosal yaşamdan haber verir. Anlaşılan odur ki Tolkien kendi ruhsal yolculuğunu muhteşem bir öyküye dönüştürmüş ve “Ağzını aç, bak, uçak geliyor.” diye kaşığı çocuğunun ağzına sokan bir anne misali bizlere yedirmiştir. Bu arada bu satırları okuyan ABD’li arkadaş varsa, “Bak uçak geliyor.” diyerek travmasını tetiklemiş olabilirim, kendisinden özür dilerim. Araya kara mizahı da hiç utanmadan sıkıştırırım.

    "Kardeşim peygamberimiz hakkında bir şey diyecektin, onu de bakayım."

        Tamam, kutsal din savaşlarına yol açmadan konuma geçeyim. Muhammed soy olarak asil sayılan bir soydan gelmişti fakat babadan değil büyük dededendi o asalet, dolayısıyla kendisi asil biri olarak görülmüyordu. Asil dediğime bakmayın, Avrupa’daki gibi lordluk falan yok, muhtemeldir ki o dönemde büyük kabilelerin hepsi birtakım hikâyeler yoluyla kendilerine asalet atfediyordu. Bilirsiniz, Muhammed’in anne-babası o daha çok küçükken vefat ettiler, bakımını önce dedesi sonra amcası üstlendi. Öksüz ve yetim olarak, anne sevgisi-baba güveni bilmeksizin, hiçbir üstünlüğe sahip olmadığı bir ortamda büyüdü. Şimdi şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki babanın verdiği güvenden mahrum kalan her çocuk erken büyümek zorundadır; dolayısıyla şımarıklık dönemi kısa olur. Hayatla kendi baş etmek zorunda olunca mücadele yeteneği artar. Annesinin bulunmayışı da onda bir merhamet yaratmış olmalıdır. Yakın çevremde gözlemledim, anne sevgisi nedir bilmemiş, eksikliğini hissetmiş ve bir anneye hasret duyan çocuklar ya dünyaya karşı kızgın, saldırgan bir yapıda olur ya da alamadıklarını kendi içlerinde oluşturup dağıtmaya başlar, diğerlerinden gelişkin türde bir merhamet sahibi olur. Ayrıca başka insanların yanında büyümüş olması, kendisini ait hissettiği gerçek bir ailesinin bulunmayışı muhtemelen ömrü boyunca içinde bir aile özlemi taşımasına yol açtı; bu etkiyi dinin oluşmaya başladığı dönemdeki davranışlarından ve hamlelerinden çıkarabiliyoruz. Her zaman birleştiriciydi, kimseyi bölmedi, ayrıştırmadı. Medine Vesikası'nda Yahudiler de ümmetten sayılmıştı örneğin. İnsanları büyük bir aile gibi algılıyordu veya insanlık içinde büyük bir aile yaratmaya çalışıyordu. ‘Ümmet’ diye bunu ifade ediyordu, bir öğreti etrafında toplanan bir aileyi. Üstelik tüccarlık yapıyordu, farklı yerlere gidip farklı kültürler ve çeşit çeşit insan tanımak geniş bir zihin dünyası sağlar. Dünyaya açık insanlar belli bir kabilenin, ırkın, görüşün, inancın üstünlüğüne nadiren sarılırlar; ‘öteki’ ile birlikte yaşayınca insan ‘insanlık’ içinde ayrımların o kadar keskin olmadığını fark eder. Bağnazlık, kendi içine kapalı, kendisine belletilen düşünce kalıplarına sıkı sıkıya tutunan, zihin dünyasını geliştirmeye direnen, belli bir coğrafi, kültürel veya inançsal çevreden çıkmayan insanın işidir. Bu nedenle seyyahlar, gezici tüccarlar veya bu türden mesleklere sahip insanlar genelde açık görüşlü olmaya meyillidirler. Yani icra etmek zorunda kaldığı meslek, o dönemde müthiş önemli sayılan kabile bağlılığına kapılmaktan, insanları bölüp ayıran biri olmaktan onu korumuştu.

        Eldeki verileri toplayalım: Eğer Muhammed’in anne-babası küçükken vefat etmese yaşadığı acı neticesinde elde ettiği güzel özelliklerden mahrum kalacaktı, muhtemeldir ki anne-babasının onun için açtığı veya ona gösterdiği yolda sıradan, basit bir hayat yaşayıp göçüp gidecekti. Veya tüccarlık yapmasa evrensel bilgiye açık bir insan olmayacak, belki de evrensel bilgi olan vahyi alamayacaktı. Allah neden seslenmek için bir kabile savaşçısı tercih etsin, benzer örnekten milyonlarca vardı, her yanda; hangisine seslendi? Hadi diyelim aldı, şurası kesin vahyin niteliği değişecekti. Çünkü tüccarlık sanatı uzlaşmak üstüne kuruludur. Örneğin İsa Mesih hiç uzlaşma yoluna gitmez, standartları vardır, muhtemelen marangoz olmasının tesiriyle, takipçileri en iyisine göre yontulsun ister. Bu yüzden Musa’nın ve Muhammed’in dininde zina yasakken İsa “Bir kadınla zina ettiğini düşünmek bile zina etmiş olmak için yeterlidir.” der. Yani bu satırları okuyan Hristiyan kardeşler varsa ve bunlar arasında efendime söyleyeyim porno meraklıları falan bulunuyorsa… Kardeşim sizin işiniz biraz zor. Ama elbette boşa konuşuyorum, ben biliyorum ki bu satırları zaten pornocular değil elit kimseler tercih edecek, bu satırları okuyanlar sadece belgesel izleyip klasik müzik dinleyenler olacak. Bir de havyar yiyip en az kırk yıllık şaraplardan içen daha elit bir kitlem de olur diye umuyorum ama havyar bu satırları okumak için ön şart değil. Hamsi yiyenler de okuyabilir yani, hamsiyi bu satırları okurken yemedikleri sürece. Hem yağlı yağlı balık yerken hem de klavyeye veya ekrana dokunanlar otomatik olarak elitlikten düşüyorlar.

        İşin özü Muhammed yaşadıklarını yaşamasa, başına birtakım ‘kötü’, ‘nahoş’ diye etiketlediğimiz hadiseler gelmese, o zorluklara düşmese, mücadele etmese, iyi-kötü farklı tecrübeler edinmese, belki de peygamberlik görevi ona verilmeyecekti. Buradan da şu sonuca varıyoruz ki o yaşadığı acılıklar hep onu gelecekteki görevine hazırlıyor, taşıyordu.

    “Tanrı kendi elçisine onca acıyı yaşatmadan da hitap edemiyor muydu yani?!”

        Edebilirdi elbet, ama Muhammed o sözlerin kadrini, kıymetini anlayacak olgunluğa erişemez; bu kusurundan dolayı da cezaya muhatap olur, yine acılıklar yaşamak zorunda kalırdı. Yunus Peygamber böyle bir örnek değil mi? Allah’a kızıp kaçmaya çalışmış, balığın karnına düşmüştü. Üstelik acı-tatlı her tecrübe insana bir şey katar, değişik özellikler, mayasına, algılayışına göre. Girdi hep aynı olsa bile insanına göre başka başka çıktılar elde edilir. Tevrat’taki ton farklıdır, İncil’deki ton farklı, Kuran’daki ton farklı. Allah’ın huyu mu değişmiştir yoksa alıcı değiştiğinden mi Yaradan’ın hitap şekli değişmiştir, karşıdakinin anlayacağı, kabul edebileceği tondan konuşmuştur? “Ben kulumun zannı üzereyim.” Değil ruhsal olarak, insanî ilişkilerden biraz anlayanlar bile bilir ki her insana aynı şekilde konuşulmaz, muamele edilmez. Çoğalan nüfus ve kâr kaygısı nedeniyle fabrikasyon hâle gelmiş olması sizi yanıltabilir fakat aslında herkese aynı şekilde eğitim verilmemeli veya aynı reçete yazılmamalıdır. Eğitim yöntemi de tedavi yöntemi de kişiye özel olmalıdır, en iyi sonuçlar ancak bu şekilde alınır. Kendimiz bile bir çocukla konuşurken dikkat ederiz, hangi türden davranışa uygun yanıt alıyorsak, öyle davranırız. Kimi öğütten anlar kimi ödül-cezadan. Kimi yumuşakça konuşmayla yola gelir kimi kızmadan durmak bilmez. Bu iki türden çocuğa aynı davransan, ikisine de öğüt versen, yumuşak davransan birinde hiç etki elde edemediğin gibi diğerini de yoldan çıkarırsın; ikisine de ödül-ceza sistemi çerçevesinden davransan, yumuşak başlı olana zulmetmiş olur, onu da bozarsın.

        Yukarıdaki açıklama havada kalmasın, Atatürk’ü örnek olarak ele alalım: Peygamber ile ortak bir yanı vardır; o da babasını erken kaybetmiştir. Benim odamda bir portresi asılı dururdu, altında şu sözü yazılıydı: “Milletin sevgisinden daha büyük mükâfat yoktur.” Şimdi noktaları birleştirelim: Mustafa’nın babasını erken kaybetmiş oluşu içinde sevgi, güven ve otoriteye dair bir boşluğun oluşmasına yol açmış olmalıydı, tahmin edelim bunu en iyi doldurabileceği meslek de hangisidir: Bildiniz, askerlik! Gerçi hatıralarında henüz çocuk iken geçit yapan askerlerin üniformalarını beğendiğinden askerliği seçtiğini söyler ama, eminim ki elbise sevgisi onca yıl o zor koşullarla okuma isteği sağlamaz. Gerçekten tüm olay elbiseyle alakalı olsaydı askerî elbiseler diken bir yerde de çalışabilirdi değil mi? Ayrıca ‘milletin sevgisi’ vurgusu bize aradığımızı sağlıyor zaten, o sebeple portre detayını verdim, yoksa neden durduk yere alakasız bir ayrıntıyı oraya koyayım? Eğer Atatürk babasını erken kaybetmese içinde bir sevgi boşluğu oluşmayacak, o boşluk oluşmasa milletin sevgisine hiç de önem vermeyecek, millet sevgisi onun için önemsiz olsa Kurtuluş Savaşı zamanlarında yaptığı üzere kendini parçalarcasına sağa sola koşturup vatanı kurtarmayacaktı. Muhtemelen annesinin bulduğu bir kızla evlenir, günlerini ona örnek olan babası gibi işten eve, evden işe gidip gelmekle, hanımının ihtiyaçlarını karşılayıp çocuğunu büyütmekle geçirir, hiç çıkmadan tarih sahnesinden silinip giderdi. Yani bu ülke varlığını, küçük Mustafa’nın babasını erkenden kaybedişine borçludur.

        İşin şu kısmını insanlar doğru anlamıyor: İnsandaki anlayış, algılayış ve hareket tarzı öylece, kendiliğinden çıkmaz, insanlar rastgele davranmazlar. Her açığa çıkardıkları fiilin, eylemin bilinçaltında yatan bir kaynağı vardır. Bilinçaltı da öylece rastgele oluşmaz. İnsanın geçmiş hayatlarından taşıdıkları var olduğu gibi gördüğü, duyduğu, hissettiği her şeyle birlikte şekillenir. Yoksa psikolojik ihtiyaçları, arzı ve/veya talepleri olmasa, kimse sırtına pelerin geçirip kendini başkaları için feda etmeye kalkmaz. Superman güzel bir yalandır, Homelander ise ham gerçek. İnsanların %99’u Superman’in güçlerine sahip olsa, etrafında onu durduracak kimse bulunmasa tam olarak Homelander gibi davranırdı. İnsan ancak ateşte yanarak, acılar çekerek Superman kişiliği edinir. Acı çekmeyen her insan egonun tutsağı olarak kalır. Ego da yalnızca kendini düşünen, çok zalim bir yapıdır. Varlığı bunun üstüne kuruludur. Zaten bunun için vardır, bunun için var edilmiştir.

        Her insan yaptığı işleri onu yapmaya iten içsel sebeplerin etkisiyle, itişiyle icra eder. Peygamber “Kalp Allah’ın iki parmağı arasındadır.” der hani. O birisine yaşatacağı tek bir olayla kişinin tüm davranış tarzını tersine çevirebilir, tiksindiği insanlar gibi yapabilir. Hatta bunu insan bile başarabilir, çok şükür henüz değil, yalnızca bilinçaltına neyi empoze etmesi gerektiğini bulup çıkarması gereklidir. Gerçi bu kadarını herkes biliyordur, boşuna mı harıl harıl Inception izledi millet. İnsan aslında tenha bir noktada yalnız kalır, meditasyon yapar, duygularını, düşüncelerini veya belli bir olayda neden öyle davrandığını irdelerse kendinde de aynı şeyi gözlemleyebilir. Tabii bunu başarabilmek için her isteğin peşinden koşmayı kesmek, zevk-acı ikilemi içerisinde, her yelde oradan oraya savrulmaktan kendini kurtarmak gereklidir. Zevk peşindeki kişi ruhsal enerjisini bedensel zevklere ziyan edip durduğundan yeterince azmeder, yeterince çaba gösterirse kendisinin de gayet güzel işler yapabileceği gerçeğini hissedemez olur. Kendi bedenine hizmetçi olarak yaşam sürer, bilinci düşük kalır, o düşük bilinçle de birilerinin ‘büyük’, geri kalanın ‘küçük’ dünyaya geldiği inancına kapılır, böylece ‘küçük’ olarak kalır, ne kendine ne başkalarına bir şey katmadan göçer gider.

        Bir şeyler başarmak isteyenler için gerekli ön koşul inanmak, inancında kararlı olmak ve kararlılığını sürdürmektir. Her başarının başı kararlılıktır. Kararlılık da zevkle, keyif verici aktivitelerle veya oyalayıcı nesnelerle değil acıyla, disiplinle sınanır ve pekiştirilir. Her denenme insana yeni bir şey katar. Dünya sınavlarında bile böyledir, fizik sınavına girmeniz gerek diyelim, fizik çalışır ve yeni bilgiler öğrenirsiniz. Ruhanî sınavlar insana nasıl yeni özellikler katmayacak?

        Üstelik bu sınavlar ÖSYM sınavları gibi değildir, dört yanlış bir doğruyu götürmez, kişi öğrenmeyi bildiğinde yalnız doğrular değil yanlışlar da bir şeyler katar, öğretir, geliştirir. Hatta kimi zamanlar  yanlışlar doğrulardan fazlasını öğrenmeyi sağlayabilir.

    “Yani insanlar yanlış yaptıkça daha mı insan olur? Bu mantık oraya varıyor. Gerçekten buna inanıyor olabilir misin?" 

        Bak, doğrusunu söyleyeyim, şu iki mesele arasındaki ilişkiyi kavrayamayan kişi hiç yaptığı işler üstüne durup düşünmemiş, hataları yüzünden vicdan azabının ateşlerinde hiç yanmamış, hâlâ ham bir insandır muhtemelen, haberi olsun. Çünkü bir insanı genelde en çok değiştiren yaptığı doğrular, hatta ona karşı yapılan hatalar değil, kendi işlediği yanlış işlerdir. Vicdan azabının ateşini kişi kendi yakar ve genellikle insanı da en çok vicdan azabına iten hatalar gittiği yanlış yoldan çevirir. Bir zaman cimri olduğunu bildiğiniz bir adam bir anda cömertliğe başlamışsa, altında bir art niyet taşımadığından da eminseniz, anlarsınız ki mutlaka onu etkileyen bir şey çıkmıştır. Ya büyük bir yanlış yaparak hatasını anlamış ya da belki biri ona, onu eski hâlinden utandıracak güzel bir iş yapmıştır da öyle yanmıştır vicdanının ateşi.

        Musa Peygamber'in saraydan ayrılmasına sebep olan olayı din kültürü derslerinde okumuşsunuzdur. Milletinden birinin bir Mısırlı ile tartıştığını görür, yanlarına gider. Neden oldu bilinmez, yanlarında değildik neticede, sinirler bir anda gerilir, Musa da adama yumruk sallar. Darbeyi alan adam yere düşüp kafasını vurur, ölür. Musa da kaçar gider. İşin aslı adalet, hak hukuk, yaptığının sonuçlarıyla yüzleşmek falan pek dinlemez. Bu yönü eleştirilebilir aslında ancak kalsaydı da adalet bulamazdı, çünkü o dönemin Mısır'ı bu dönemin Türkiye'si gibidir, adalet falan yoktur, her şey firavunun iki dudağı arasından çıkacak bir söze bakmaktadır. Gerçi sözümü geri aldım şu an, çünkü Musa firavunun yakınıydı; eğer bugün yaşıyor olsa ve aynı konumda bulunsa işlediği hiçbir suçun cezasını çekmez, üstüne ödüllendirilirdi. Demek ki o günlerin Mısır'ında bugün Türkiye'de olduğundan daha fazla adalet anlayışı varmış.    

        Siyaset kısmını geçelim, onun için ayrı kitap var zaten, konumuza odaklanalım. Bizim bu meseleden çıkarmamız gereken dersler vardır. Belli ki Musa’nın Mısırlıyı öldürmesi olayı hakikat açısından gereklilikti ki gerçekleşmişti. Yoksa bir kere olsun kavga etmiş erkek takımının iyi bildiği üzere bir yumrukta adam öldürmek pek mümkün değildir; öyle olsa sokaklarda adam kalmazdı. Musa'nın kas kuvvetini o derece geliştirecek bir mesleği de yok aslında, boks antrenmanları yaptığını da hiç zannetmiyorum. Gelgelelim o gün öyle bir olay yaşanıyor; çünkü yaşanması gerekiyor belli ki. 

        Nedenini de söyleyeyim; Musa tabiat olarak öfkeli bir yapıya sahip, firavunun yanında yetişiyor zaten. Bu hasletler hayra alamet değildir. Bir de eline güç geçse elbette bir firavun olup çıkmazdı ama asla olduğu kişi de olamazdı. Yani Musa'yı Musa yapan o olayı tecrübe edip saraydan ayrılması ve sonra yaşadıkları, daha doğrusu içine düşen ruhsal ateşler oldu. Zaten bir insanı yaşadıklarından ve çektiklerinden başka ne değiştirebilir ki? Bir kimse adaletsizliğe uğramasa zannetmem ki kalkıp da adalet savaşçısı olmaya yeltensin. 

    "Allah'ın bir peygamberiydi Musa. Yine peygamber olur ve asla zalim biri olmazdı."

        Seçilmişlik kavramına diğer kitapta gireceğiz, burada şu kadarını sormakla yetineyim: O kavramı kafanızdan bir çıkarıp şunu sorun: Peki, İsrailoğulları horlanır, köle yapılır ve acılar içinde inlerken saraydaki Musa buna ne tepki göstermişti? Bildiğimiz kadarıyla hiç. Neden biliyor musunuz: Çünkü konfor, rahatlık ve güven içinde kendine yoğunlaşırsın, kalbin katılaşır, ruha ait olan empati kavramını edinemezsin veya varsa bile körelir, artık başka insanların ne hissettiğini anlayamaz hâle gelirsin.

        Anlayacağınız Musa'yı Musa yapan ona yaşattıkları ile Allah'tır. Allah aynı şekilde, yaşattıklarıyla İsa'yı İsa, Muhammed'i de Muhammed yapandır. Yalnızca peygamberlerin değil hepimizin öğretmenidir O. Ne var ki bu dershanede kimileri dersleri anlar, çalışır çabalar ve sınavlarda yüksek başarı gösterir kimileri ise hiç sallamaz bile. İşte yükselenler bu hayatın bir dershane olduğunu anlayanlardır.   

     Bu gerçek bizi aynı zamanda şuraya çıkarır: Bazı hatalar yine bizim iyiliğimiz için bize bizzat O’nun tarafından yaptırılmış olabilir. Dahası bazı hataların yapılması gerekir, bize daha iyi bir yol gösterebilmek veya bizi yanlış yoldan caydırarak doğru yola dönmemizi sağlamak için. Yani  bazı hatalar yapılması gerektiğinden yapılır, daha doğrusu ‘yaptırılır’. O’na bu iş kolaydır. Kuklacı O’dur, bizler de kuklalar. 

    “Bu, kendi hatalarını örtmek için Allah’a suç isnat etmek gibi olmuyor mu biraz?”

        İnsanı daha insan yapacak en iyi öğretmen O’dur; O’nun yolları da bize farklı ve tuhaf gelen yollarla tezahür edebilir. Çünkü her ne kadar bu dünyada kısılıp kalan insan için zaman diye hapishane olsa da O’na geçmiş-gelecek birdir. Yani beş dakika önce ‘salak gibi’ gözünün önündeki taşı görmeyip takılıp düşmen, etraftan utanman, belki de az sonra sana çarpacak olan arabayla buluşmaman içindi. Hepsi böyle değildir ama, insanın bazen bazı hatalar yapması gerekir ki bundan öğrenmesi gereken neyse öğrensin; bu yüzden de ona bu hatalar yaptırılır. ‘Bütün akıl’ insana insanlığı öğretmek için işini en güzel şekilde görmeye devam eder. Kuklacı olarak ipleri çeker ve o iş bir şekilde gerçekleşir. Dolayısıyla doğru olan hatalardan gerekli dersleri çıkarıp yola devam etmektir.

        Sonuç olarak mükemmel olan yalnızca O; zaten bunu kanıtlamak için verdim onca örneği. Yetki açısından hakikat âleminde üstüne bulunmayan Muhammed Peygamber de kusursuz bir yaşam sürmemiştir ve o bile sürmemişse kimse kusursuz bir yaşam süremez. Hatalar olmasa öğrenim süreci işlemez yaşamda. Dolayısıyla mükemmel olmaya çalışmak, mükemmelliği aramak boş çabadır. Hatalarından vazgeçme cesareti gösterebilmek mükemmel olduğun, olabileceğin veya olman gerektiği inancından daha iyidir.

    “Ama bazı hatalar gerçekten büyüktür. Bazı günahlar vardır ki affedilmez.”

        İşte böyle düşünmemeli. Her hata bir şekilde telafi edilebilir. Diyelim işlenen kişiye karşı telafisi mümkün değil, başkalarının o hataları işlememesi için çalışarak kefareti sağlanabilir. Ve her günah affedilebilir. Yaşam dediğimiz sarhoş bir adamın düz çizgide yürümeye çalışması gibi, gidebildiğin kadar düz gideceksin, düştüğün yerde yine kalkıp devam edeceksin. Sayılı istisnalar dışında hepimiz günah sarhoşuyuzdur.

        Gandi filmini izleyenler bilir. Hindistan ve Pakistan ayrılırken Müslümanlarla Hindular arasında muazzam büyüklükte ve vahşette olaylar patlak verir. O günlerden tanındık bir isim olan Gandi buna karşılık olayların en yoğun yaşandığı şehre gider ve orada açlık orucuna girer. Günler, haftalar geçerken bir adam gelir ve ona ekmek fırlatır. “Al ye.” der, “Zaten cehenneme gideceğim ama boynumda bir de senin günahın olmayacak.” Gandi “Ancak Tanrı karar verir kimin cehenneme gideceğine.” diye karşılık verir. “Bir çocuk öldürdüm.” der adam, “Kafasını duvara vurarak parçaladım.” “Neden?” diye sorar Gandi sakince. “Çünkü Müslümanlar karımı, oğlumu, kızımı öldürdüler.” der adam. Filmde geçmez ama kızının aynı zamanda tecavüze uğramış olduğu bilgisi de internette mevcut; yani adam o derece öfkeye kapılmakta o kadar da haksız da değildir. Haksızlığı öfkesini yanlış hedefe yöneltmesindedir, kafası duvara vura vura parçalanması gereken ailesine saldıran ve kızına tecavüz eden aşağılık güruhtur; çocukcağızın ne suçu vardı da? Ama işte öfke öyle bir karanlıktır ki insanın aklını örter, bloke eder, önünü görmesini engeller. Öfke ve nefret sıradan insanları şeytanlara çevirir. Gandi onu dinledikten sonra “Cehennemden bir çıkış yolu biliyorum.” der, “Karşılığında annesi, babası öldürülmüş bir Müslüman çocuğu evlat edin ve onu Müslüman inancına göre yetiştir.”

        Film bir süre daha devam eder, ancak olayın gerisi filmde geçmez. Gerisini de burada tamamlayalım. Adamın adı Souren Bannerji’dir ve Gandi’nin sözünü tutar, öyle bir çocuk aramaya başlar. Küçük çocuğuyla ölümden kıl payı kurtulmuş ve toplu tecavüze uğramış Müslüman bir kadına denk gelir, onunla evlenir. İnternette dolanan bilgiye göre her ikisi de kendi dinlerinde olmak üzere evlilikleri hâlâ devam etmektedir ve bir çocukları olmuştur. Allah mutlu mesut etsin, ne diyelim. Çok acılar çekmişler.

        Anlaşılabileceği üzere istenirse dünyadaki en büyük günahların bile telafisi yapılabilir ve üstelik bazı hatalar vardır ki insanı doğru yola iyilikten daha keskin ve kesin şekilde döndürebilir. Kusurlulukta, kusurlarda öğrenilecek nice dersler vardır. Kaldı ki çekilen cezalarda bile öğrenilecek dersler çıkar, okumayı, yaptığı yanlıştan dönmeyi bilene. Bazen ceza görmek, karşılık görmeksizin affedilmekten iyidir; çünkü insan ceza görmediği vakit yaptığı bir hata ise ikiye çıkarmaya yeltenebilir. Fakat cezasını çektiği hatayı bir daha tekrarlamaya çekinecektir. Tabii bu sözler hep empati kuramayanlara, empati kurabilenler daha hatayı yaptığını anladığı anda içsel olarak ceza çekmeye başlar zaten. Vicdan şiddetli bir azap vericidir. Bu yüzden empati yeteneği hem büyük nimet hem büyük cezadır.

        Empati, kendini başkalarının yerine koymak, onların acılarını dedik de… Yeşil Yol’daki John kardeşimiz, bu konuda en çok senin söyleyeceklerin var. Bir tane de senin için yaksın tiryakiler.

    “Yeşil Yol’daki John karakteri için film iyi bitiyordu da ben mi kaçırdım? Belki de o kadar empati sahibi olmak iyi değildir?”

        Eh, milletin hastalığını iyi ederken kendi ağzınızdan sinekler uçuracak kadar empati sahibi olmayın tabii. Fakat gündelik hayatta bir topluluğun topluma dönüşmesini engelleyen, insanlar arasındaki uyumun bozulmasındaki en önemli nedenlerden biri her insanın başkalarını kendi ahlak ölçütleriyle, kendi ahlak algılayışına göre yargılamasıdır. Sözde ahlaklılık adı altında k yargılayıcı bir tavır seçmek erdemli bir eylem değildir; buna karşılık kendini başkalarının yerine koymak erdemli bir davranıştır. Hani bir Kızılderili atasözünde “Birini eleştirmeden önce ayakkabılarıyla üç gün yürü.” denir. Gerçi bildiğim kadarıyla Amerika’da Kızılderililer Avrupa’dan göçlerle akın akın insan gelinceye dek sandalet tarzı giydiler, ayakkabı giymediler; hangi ataları söylemiş bunu, orası meçhul. Ancak söylenen doğru, biz parmağa bakmayalım, işaret ettiği aya bakalım. Birinin geçtiği şartlardan, olaylardan, durumlardan geçmeden onun neden öyle davrandığını anlayamazsınız. Yani evet, çok alay edildi ama o çocuk olmadan yatın bıraktığı köpüklerin onu neden o kadar etkilediğini anlayamazsınız gerçekten.  

        Ne demek istediğimi haddim olmayarak Neyzen Tevfik üzerinden örnekle anlatmak isterim, ona uyup sövmezseniz: Bir sosyete kadını, bir gün kendisini gördüğünde “Aşk olsun, size kırgınım.” diye sitem eder, “Benim için aşüfte gibi laflar etmişsiniz.” Neyzen bu sözlere “Siz beni tanımamışsınız.” diye karşılık verir, “Ben öyle herkesin bildiği şeyleri söylemem.”

        İlk okunduğunda veya duyulduğunda komik geliyor, yalan yok ben de güldüm. Gerçekten böyle zekice -amiyane tabirle- laf sokulduğunda en azından bir gülümsetir, hedef biz değilsek tabii, o zaman pek gülmüyoruz. Düşününce durum farklı; bu sebepten bu başlık altında yer verdim. Bir kere bu tavır kibirlice değil midir? Bir insana, üstten bakmak, yüzüne karşı onu küçültecek cümleler söylemek egonun en sevdiği işlerdendir, kendini bu sayede üstün hissetme fırsatı bulur. Deneme olarak, küçük gördüğünüz bir kardeşinizi, bir sefere mahsus olmak üzere elbette, yüzüne bakarak aşağılayın, bu esnada durun, içinizde büyüyen duyguyu hissedin. O kendini üstün görüş hâlini, gururun nasıl şahlandığını fark edeceksiniz. Kibirdi, evet. Şeytanın favorisi. Belki İsa Mesih bu yüzden “Kardeşine ahmak diyen cehennem ateşini hak edecektir.” demişti. Tabii mesele o tek kelime değil, yani ahmak yerine salak diyerek Allah’ı kandıramayız gibime geliyor.

        Neyzen Tevfik’i tanıyorsunuzdur; rahmetli içkiye biraz fazla düşkündü. Öyle ki bir röportajında Marmara Denizi kadar içki içmiş olduğunu iddia eder, iddianın büyüklüğüne gülen gazeteciyi de azarlar. Araştırırsanız kendisiyle ilgili anıları okursunuz. Zaten ona yönelik eleştirilerde ne “ayyaşlığı” bırakılır ne “serseriliği”. Üstelik uzun zaman ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatmış, orayı evi tutmuş, başhekimi dostu bellemiştir. Şimdi böyle sıkıntılara sahip bir insanın başka bir insanı aşağı gördüğünü düşününce ne garip geliyor değil mi? Tamam, böyle düşünmüş iseniz siz de eksik ve kusurlarınıza rağmen kendinizi üstün gördünüz. Çünkü aynıyız, biz hep kendi eksiklerimize, kusurlarımıza bakmadan bir başkasını yargılayıp böylece kendimizi temize çıkarmaya meyilliyizdir.

        Maalesef bu eleştiriyi yaparak benim de aynı hataya düştüğüm bariz şekilde ortada, birinin yanlışını ortaya sermek kendini kendi hatalarından temize çıkarmanın en etkili yollarındandır. Halife Ömer bu yüzden “Başkasının günahıyla ilgilenmeyene Allah kendi günahını fark ettirir” demiş olabilir. Fakat benim demek istediğimi açıklayabilmek için bu yanlışı yapmam gerekli.

        İşe bakın, Neyzen saydığım eksiklikleri yanında müthiş yönlere sahip bir adamdır. Hakikatin sesini taşıyan muhteşem şiirleri vardır ve nazarımca “Geçer” şiiri bunlar arasında bayrağı taşır. Kendi kendime okurken ezberleyiverdiğim beş kıtalık bir şiir bu, hatta daha ileri gideceğim, yalnız ona ait şiirler arasında değil bütün şiirler arasında en hoşlarından biridir nazarımda. Ayrıca müthiş kanaatkâr bir adamdır. Kendisine Talat Paşa tarafından verilen bir kese altını bir sokak köpeğinin kuyruğuna bağlayıp salmışlığı ve peşinden koşan ‘ayık’ halkı görünce ağlamışlığı vardır. Çünkü o alkolün sarhoşudur, dünya halkı ise dünya malının; birini görünce herkes tanır, diğerini tanımaya ruh ehli olmak gerekir.

        Şurasını vurgulamak isterim, kusurlarını dile getirme sebebim onu aşağılamaya çalışmak falan değildi, haddime değil; zaten kötü huylarına rağmen ne harika bir adam olduğunu da dile getirdim. Bir de Neyzen’in neden bu hâle geldiğini anlatayım: Çocukluğunda babasıyla çarşıda gezerlerken, insanların gürültü kopardığı bir noktaya merak ve neşeyle koşar ve kestikleri başı halka neşeyle gösteren birtakım adamlarla karşı karşıya kalır. Bu durum sonraları geçirmeye başladığı sara krizlerinin de sebebi olarak tahmin edilir.

        Demek ki nedir, Neyzen’i en kötü huyu olan alkolizme iten travmatik bir anısı vardır. Zaten insanlar altta yatan psikolojik sebepler olmadıkça, kötü –veya iyi davranışlar edinmez, sergilemez. Bu noktayı anlamak çok önemli.

        Şimdi ilk anımıza dönelim ve varsayalım ki bahse konu anıdaki hanım gerçekten ‘aşüfte’, yani biraz fazlaca flörtöz biridir. Fakat bu neden aşağılanmasını gerektirsin, onun da bu yapısı altında psikolojik sebepler bulunmakta değil midir? Belki çocukluğunda baba sevgisi görmemişti, bu türden kadınların kalplerindeki sevgi boşluğunu gidermek adına erkeklere yöneldikleri bilinir. Birçok erkekle birlikte dolanıyordu madem, onunla olan erkekler de aşüfte olmalıydı, neticede zina her iki tarafa da yasaktır, fakat hiçbir erkeğe birçok kadınla gezdiğinden böyle yaftalar yapıştırıldığını göremezsiniz. Tersine övünür ve çevrede ilgi görürler. Hadi kadın geçmişinde eksik kalmış bir parçayı yanlış şekilde doldurmaya çalışıyordu, erkeklerin derdi neydi? Kadının yanında pervane olan erkekler açık ki sadece cinsellik peşinde; fakat kadın psikolojik yönden bir eksiği gidermeye çalışıyor belki de, durum böyleyse o kadın daha insanî, yanında gezdiği erkekler ise daha hayvanî olmuş oluyor. Onlar neden aşağılanmaz? Kendi gözlemlediğime göre neden şudur: Erkek dünyası içinde de bir hiyerarşi bulunur ve bu türden dedikodular en çok erkek cinsinin zayıflarını etkiler, dolayısıyla onlar da kendi cinsinden daha güçlü olanlara güç yetiremeyince öfkeleri güç yetirebileceklerine, yani kadına yönelir. İşte anlaşılabileceği üzere gelenekçi ahlak bakışı hakikat değildir, üstelik toplumsal sebeplerle hakikatten sapmalara yol açar.

        Hemen bir böleyim, şimdi ‘yanlış yol’ dedim ya, kimileri hemen itiraz yükseltir; neye göre, kime göre yanlış diye. Onu da açıklığa kavuşturayım: Kendine göre. Tuttuğu yol bir insanın kendisine zarar veriyorsa o yol yanlıştır. Ve kadının yolu kesin şekilde ona zarar veriyordu.

        Bu arada yanlış anlaşılma olmasın diye açıklayayım ki her yaptıkları konusunda kadınları haklı bulan bir İlkkan değilim ben; bilakis erkekler nasıl menfaatleri peşindeyse kadınların da öyle olduğunu gayet iyi bilirim. Erkek kendi menfaatine kadını kullanır, kadın da kendi menfaatine erkeği kullanır. Yalnızca yolları birbirinden farklıdır. Kadınlar erkekler gibi hedeflerine doğrudan yönelmez, onların yolları daha dolambaçlı ve itiraf etmek gerekirse daha niteliklidir. Bir aralar yalnızca cinayet belgeselleri gösteren IDX’e sarmıştık ailece, izlemediğimiz zaman bile ses olsun diye sürekli açık dururdu. Evlilik cinayetlerine ilişkin bir program vardı, sayesinde fark ettim ki evlilik cinayetlerinde her onundan en az sekizi ya kadın eseriydi ya da çok daha yüksek oranda kadın teşvikiyle gerçekleştirilmişti. Elbette kurşunu sıkan nadiren kadın oluyordu, fakat bir şekilde birilerine işini gördürüyordu işte. Zaten hepimiz biliriz ki kadın türü içinde pek azı doğrusal yoldan iş görür. Bu bende büyük bir aydınlanmaya yol açtı, diyemeyeceğim ama en azından kadınlar konusunda daha dikkatli olmak gerektiğini anlamış bulundum. Oradan ötesini evliler düşünsün, benim tuzum kuru.

        Elbette kimse bu döktüklerimden herkesi sevmek veya eşit derecede kabul etmek zorunda olduğu fikrini çıkarmamalı. Çocuğumuzun bazı kötü alışkanlıklı insanlara yaklaşmasını ‘hafif’ veya ‘sürekli içiyor’ gerekçesiyle yasaklama hakkına sahip olmalıyız; bu bizim en doğal hakkımız ve aynı zamanda görevimiz. Kimse eleştirmen kesilmeyim diye tinercilerle ateş başında takılıp tiner koklamak zorunda değil. Fakat birisinin bu işi aşağılamaya döndüreceği vakit hatırlaması gerek ki herkes birtakım kötü huyların yuvasıdır, diğerlerine aşağılayarak bakan kişinin kendisi de buna dâhil. Yine hatırlanmalı ki bu dünyayı alkoliklerden çok dünya malının düşkünleri, gururu peşinde koşanlar, kendilerini olduğundan büyük gören veya göstermeye çalışanlar mahvetmekte. Yok, belki dilimiz keskindir, sağa sola savurur, insanları yaralarız. Bu da berbat bir huydur, hakikatte başa büyük beladır. “Benim hiç kötü huyum yok ya.” diye ağzını gere gere konuşan varsa eyvah, daha başta zaten en büyük suça saplanılmış demektir: Kibir. İnsan sadece kendi iyiliğini kendinden bilmekle bile suça imza atmış olur, çünkü kendini her işi yerine getirebilmeye muktedir görüyor demektir. Kadir-i mutlak, mutlak güç sahibi, her şeye güç yetiren yalnızca Yaradan’ın kendisidir; insanın ise toplumdaki konumunun, unvanının, güzel özelliklerinin ve huylarının, hoş tavırlarının; fiziksel, zihinsel, ruhsal olarak sahip olduğunu sandığı her şeyin yitimi tek bir ana bakar. “Yapmam.” dersin, güç yetiremeyeceğin kadar zorlayıcı bir konuma itilirsin, “Yapma bakalım.” denir. Bir yardım kuruluşunun yardımseverliğiyle meşhur kurucusu ile bir cezaevi hükümlüsü arasında duran yalnızca bir andır. O bir anda insan kendini kaybediverir, o bir anda en büyük suçları işlemeye hazır bulur kendini. Ve sonunda benim dediği her şeyi de kaybediverir. İşte bu nedenle dünya bir tiyatro sahnesi gibi geliyor bana, sanki kontrol bizde değil. Bize birtakım roller biçilmiş, o rolü oynuyor, rolümüzü koruyor-korumaya çalışıyor, sonra çıkıp gidiyoruz.

        Yeri gelmişken insanın neden kendini büyük görmemesi gerektiğine dair de birkaç kelam dökeyim. Cinayet işlemeyen, katilden iyi midir? Hiç düşündünüz mü kim bilir kaç kişi birini öldürmenin kıyısında dolanırken, katil sıfatını kazanması için yalnızca birinin gereksiz bir laf söylemesi, yanlış anlayabileceği sıradan bir davranışta bulunması yeterliyken, her günün rutini içinde gerçekleşebilecek küçücük bir olay gerçekleşmedi diye bu sıfatın üstüne yapışmasından kurtuldu. İnsanı küçük gördüklerinden biri yapmaya gerçekten tek bir an, tek bir söz yeterlidir. Mesele yalnızca şiddet dürtüsü de değildir. Örneğin dürüst adamlar hiçbir zaman mı hırsıza dönüşmez? En dürüst adamı bile gönlünün dünyaya bir kere bağlanması çalma yoluna itebilir; bu bir kadın veya başka bir sebeple olabilir. Veya bir borç yükü altına girer, birincide zorunluluk olarak algılar, ikincide eski durumuna dönebilmek için yapar, üçüncüde artık alışmış olur, bu işi normal algılamaya başlar, üstelik neden çaldığına ilişkin gayet güzel nedenler sunabilir. Bedensel akıl, şeytanın da yardımıyla, vicdanı susturmak için çok ikna edici bahaneler öne sürme kabiliyetine sahiptir.

        Namusluyla namussuz arasında devasa bir fark, bir uçurum bulunmaz, hele de “Namusluymuş namussuz.” diyecek bir topluluk içinde yaşıyorsa. Tekrar edeceğim, sadece ve sadece tek bir an her şeyi değiştiriverir. Tabii bu demek değildir ki insanın kişisel sorumluluğu hiç yoktur. Elbette en çetin sınavlardan temiz çıkanlar da olabilir. Bunlar karşılığını da ruhta alırlar, en büyük ödüller en çetin sınavların sonucu olarak elde edilir. Ama dünyanın tepesinde olsan bile yanlışa sapanı aşağılamaya, hatta eleştirmeye başlamadan şöyle bir durup üzerine düşünmek gerekir. Çünkü herkes kötülüğü potansiyel olarak içinde taşır, hepimiz günahkâr adayıyızdır. Ve “OL” dediğinde insanı formdan forma sokabilecek bir mutlak güç sahibi izlerken büyüklenmeye kalkmak akıl kârı değildir.

        Kaldı ki bir azılı hırsız veya kiralık katil tuttuğu yanlış yoldan dönerek hiç bu yollara bulaşmamış dürüst adamın hayatından daha hayırlı bir ömür sürebilir. Böylesi birinin yaptığı iş büyük cesaret, özveri ve irade gücü gerektirir, diğer ‘dürüst’ insanlarsa onun sınavıyla hiç sınanmamıştır. Yani o dürüstler yanlışından dönmeyi başarmış bu adamın yaşadıklarını birebir yaşasa benzer bir yol tutup tutmayacağı, tutsa yanlışından dönüp dönmeyeceği belirsizdir. Dolayısıyla kötü yolda bulunmuş olmak, doğru karar verilirse, aslında kurtuluşa çıkmayı başaran adam için son noktadan bakıldığında kötü değil de zorlayıcı olmuş olur. Ve yine tekrar geliyor, hakikatte en büyük ödülleri, en zorlayıcı işleri başaranlar alır. Her günah affedilebilir, herkes iyiliğe dönebilir; dolayısıyla herkes veli olma potansiyelini de içinde taşır; günahkâr olma potansiyelini taşıdığı gibi.

        Hep büyük suçlar üzerinden gittik ama toplum içinde küçümsenmek için büyük suçlar işlemeye pek de gerek yoktur aslında. Ayakta durmakta zorlanan, bir sağa bir sola yıkılan bir sarhoş gördüğümüzde birkaç duyguya gark olabilsek de en geneli hor görme ve belki alay karışımı bir tavır olacaktır. Tabii öyle birine denk gelen kişide vicdan hâkimse acıma, merhamet, şefkat karışımı hisler hissedebilir fakat insanlar arasında kaç vicdanlı kaldı ki? En başından beri insanlar arasında kaç tane vicdanlı vardı? Bu yüzden tartışmaya bu küçük ama sevimli topluluğu katmayacağız.

        Bir insan örneğin düşkün birini neden küçümser? Bu olayın kendisinin alçakça olduğunu fark etmez mi, eder de umursamaz mı? Anladığım kadarıyla bunun iki nedeni var: Öncelikle ego kendi kârına kolayca kullanabileceği insanları, bu insan değil düşkün sadece iyi niyetli bir olsa bile suiistimal etmeyi çok sever. Saflar, masumlar, sarhoşlar, biçareler, sahipsizler, yani vurmaya açık her türlü insan tipi egonun kontrolünde hareket eden için bir eğlence kaynağıdır. Bunu en iyi nasıl ölçersiniz biliyor musunuz? Dilinizi bilmeyen birini bulun, yanınıza da ölçmek istediğiniz arkadaşınızı alın, onlar yanında nasıl davranıyorsa gerçek hâli odur işte. Karşıdakiyle alay ediyorsa düşkün birine denk geldiğinde de kullanacak demektir, artık sınırı onun şeytanlaşma derecesi belirler.

        İkinci neden merhameti de içeren bir kızma hâli olabilir. Böyle kimseler sarhoşa bir yandan acır ama diğer yandan kendine reva gördüğü bu durumdan dolayı ona öfke duyar. Bunun nedeni de kanımca şudur ki her insan, insan olmanın sorumluluk getirdiğini, yani kendini kontrolün zorunluluğunu içten içe, ruhen bilir. Bu seziş derinlerimize işlenmiştir. Yoksa oruç her din ve inançta yer alıyor olmazdı. İbadetler her dinde çeşitlenir fakat oruç ve benzeri kendini kontrol uygulamaları istisnasız her ruhsal öğretide yer alır; elbette aydınlık yüzde olanlarda. Bu yüzden her kişi hayvan gibi kontrolsüzce ve sorumsuzca davranan türdaşına karşı haklı bir öfke duyabilir. Düşünün bakalım, çöplerini şehir içi-dışı demeden savuranlara öfke duymadınız mı? Etrafta kendinden başka kimse yokmuşçasına bağıra çağıra konuşanlara, son ses müzik açanlara öfke duymadınız mı? Sokağının ortasına bir adamın gelip dışkıladığını görmek herhalde her insanoğlunu çileden çıkartırdı, çıkartmaz mı? İşte bunlar kendini kontrolün, insan olmanın insana bir sorumluluk yüklediğinin açık kanıtlarıdır. Gel gör ki her Âdem evladı kontrolsüzlüğe kızar da başkasının kontrolsüzlüğüne kızar, kalkıp da kendini düzeltmek kimsenin aklına gelmez. Kendinin de karşısındakiler gibi davranıyor olması rahatsız etmez, kalkar da başkalarını düzeltmeye çalışırlar. Bu türden kimseleri İsa Mesih “Kendi gözünde mertek varken başkasının gözündeki çöpü çıkarmaya çalışanlar.” diye tanımlamıştır.

        Ben meseleyi alkol üzerinden ele aldım ama takdir edersiniz ki her tür kontrolsüzlük çeşidinde durum aynıdır. Örneğin çok yemek, cinselliğe aşırı düşkünlük gibi diğer kontrolsüzlük çeşitlerine de alkoldeki gibi duygusal tatmini sağlamak için sapılmaz mı zaten? İnsan için esas olan, her şeyden önce, duygusal dengesini sağlamasıdır. Duygusal denge tutturulduğunda içte süregiden kaos durulur, huzur bulunur, ondan sonra da bağımlılık yapan işlere gerek kalmaz zaten.

        Yukarıdaki örnekler hep gelenekçi ahlaka ters tarafta duran günahkâr portresi üzerinden ama modern anlayışta da durum farklı değildir. Sevgili modern insan, hani sevmediğin çarşaflı kadın veya takkeli adam var ya, işte onların da o suretlere bürünmelerinin altında yatan sebepler var. Kimse herkesin her işine onay vermek, herkesin yanında yer almak zorunda değil fakat hatırlamak gerekli ki bize en zıt duran insanların da mevcut hâllerine bürünmesinde birtakım sebepler etkendir. Örneğin ilk sebep o biçimde yaşamanın ‘doğru’ olduğuna inanan bir anne-baba tarafından büyütülmüş olmaktır ve bu kadarı bile yeterlidir. Çünkü insan evlatlarının %90’ı ailesinin yaşamını sürdürür ve aynı şekilde çocuklarına aktarır. Yani sevgili modern kardeşim, senin modern olma sebebin de aynıdır. Türkiye yerine Suudi Arabistan’da doğmuş olsaydın değer yargıların aynı kalmayacaktı, muhtemelen de şimdi olduğun kişiyi diş bileyerek “kâfir” diye aşağılıyor olacaktın; şu an kendini aşağılayacak olan kendini “geri kafalı” diye aşağıladığın gibi. İnsanın kendine düşmanlık etmesi ne kadar tuhaf değil mi?

        Bazen insanlara şunları söylemek istiyorum: Kardeşler; zordaki insanlara, hatta ne demek zordaki, herkese biraz anlayış gösterin ki insanlar daha da zor hâllere düşmesinler. İnsan olmak kolay değil, hiç kolay değil. Makam-mevki, para-pul, şan-şöhret, güzellik, güç sahibi fark etmeksizin herkes aynı kavgayı veriyor: Programlanmışlığa, kafadaki sese, yani sözde kendine karşı her an süren amansız bir kavga bu. Her mantıklı insan bunu görebilse, yaşam hepimiz adına topluca çok daha kolay olurdu. Fakat amansız hırslarıyla dünyaya yapışanlar önce kendilerinin işini, sonra diğer herkesin işini zorlaştırıyor.

        İsterdim ki birbirimizin işini zorlaştırmayalım. Biraz birbirimize yardımcı olalım.

        Ve bazı başka insanlara da şunları söylemek isterdim:

        Mutsuzsun kardeşim, biliyorum. Çok mutsuzsun. Peki neden bu kadar mutsuz olduğunu biliyor musun? Çünkü mutsuzluğun baş sebeplerinden biri yargılayıcı olmaktır. Kendinden uzaklaşarak başkalarıyla fazlaca ilgilenmeye, yargılamaya başladığında mutsuzluğa düşersin. Ahkâm kesmiyorum, kendimden öğrendim, izin ver, paylaşayım. Hiçbir şeyi gerçekten sevmiş değilsin. Tanrı’yı, kendini, bir varlığı, insanı, hayvanı, hatta bir nesneyi sevseydin aklın ve fikrin onunla meşgul olurdu, zihne de klasik aktivitesi olan zararlı, yok edici düşüncelere yönelme fırsatı kalmazdı. Yaşamda mutluluk, huzur bulamıyorsun, eksik bir yanın varlığını hissediyorsun ve kendini ifade edecek alan bulamadıkça da öfkeyle doluyorsun. O öfke hâli içinde her kulun hayatına karışıyorsun, çünkü senin yaşamın mutlu değilse kimsenin olmamalı. Aslında böyle düşünmediğini biliyorum, fakat sen de şunu bilmiyorsun ki koynumuzdaki yılan olan ego hazımsızlığıyla seni böyle hareket etmeye sevk ediyor. Küpün içinde ne varsa dışına da o sızar. Sen içten içe engellenmiş hissetmekteysen bilinçaltında ortaya çıkan odur ki herkesin de engellenmesi gerekir.

        Kardeşim, Müslüm Gürses haklı değil anlayacağın, yakarsa dünyayı garipler yakmaz, yakarsa dünyayı sevemeyenler, içinde azıcık olsun sevgi kıvılcımı taşımayanlar yakar. Çünkü dünya yanarsa gariplerin de kaybedeceği şeyler beraberinde yiter gider. İnsanın hiçbir malı mülkü, parası pulu, eşi dostu olmasa, sokakta yatıp kalkıyor olsa bile, yanında gezen bir köpeği sevmişse dünya yansın istemez, çünkü içinde dostunu da kaybedecektir. Huzuru o sokak köpeğinde bulmuş o, kimsede görmediği sadakati, dostluğu onda görmüştür. Niye yitirmek istesin sevdiği tek canlıyı da; o zaman tamamen sevgisiz, yapayalnız kalır. Korkar bu ihtimalden. O yüzden Mevlana “Sev de taşı sev.” demiştir. Gidip binanın kiremitlerine ilanı aşk et diye değil, en azından ortada sevecek bir hedef bulunsun da senin içinde sevgi büyüsün diye. Dünyayı sevgisizler yakar, hem de cayır cayır yakarlar ellerine fırsat geçerse. Neden bilir misin? Çünkü cehennemdedirler, cehennem de onların içlerinde, sevgiyle o cehennemin ateşini söndüremezsen o kara ateş ruhu yakar, tüketir, o yüzden “tüketen ateş” diye tarif etmişlerdir o ateşi. Aslında o ateş sevgisizlerin içini her gün yakmaktadır, onlar da kurbandır bir yerde, eh ne yapacak, içinde ne varsa onu saçacak elbette. Hele ki ateş doğası gereği yayılmak ister.

        Kardeşim buradan anlamalısın ki her insan asılda bir pınar, bir kaynaktır. İçinde ne taşıyorsa o fışkırır, kendine de insanlara da ondan sunar. İçinde mutluluk pınarı fışkıran mutluluk yayar. İçi acıyla kavrulan da acı su saçar. Hani o kavgalar hep birtakım sebeplere dayanır görünüşte fakat o sebepler de dinsel olsun, ideolojik olsun hep işin kılıfıdır, hem o ateşi saçmak ve yaymak için hem de yaydıkları ateşin üstünü örtmek için. Bak bunlara çok dikkat et, öyle ideoloji-din kavgalarıyla da uğraşma. Egoya, nefse, benliğe; içte yer alan o diktatöre dikkat et, ona oyun eğme. İnsanlığını koru, kavgaların en zoru bu.

Yorumlar