14) Yaradan Allah Üzerine

Sen üz beni, sen kahret beni
Yukarıda Allah var görür hâlimi.


Böyle diyor Ümit Sayın Hicran adlı eserinde. 90’ların parçalarından, çok güzeldir, dinlemeyen genç nesle dinlemesini tavsiye ederim; hem serde biraz ilgi arayışı varsa videonun altına “Arkadaşlarım cart curt dinlerken ben bunu dinliyorum, çok mu garibim acaba?” türünden yorum bırakır, like’ları toplarsınız. Fakat bizim konumuz ergenler ve onların ilgi arayışları değil, bu şarkıda söylendiği üzere Allah yukarıda mı veya başka bir yerde mi bunun üzerine konuşacağız.

Yalnız Ümit Sayın değil bu arada, İsa Mesih de Allah’ı tanımlarken benzer kelam eder, “Göklerdeki Babam” diye çağırır Tanrı’yı. Yani bulutların üstünde oturan yaşlı, sakallı bir adam mı acaba Allah, hani pek çok özgürlük gibi dinle alay etme özgürlüğünün de bulunduğu Batı medyasında pek çok kereler tasvir edildiği üzere? Gerçi bu ak sakallı Tanrı tasviri Rönesans döneminde Michelangelo’nun Âdem’in Yaratılışı tablosunda da aynı şekilde var, son döneme özgü değil yani.

Ya da belki Allah, Jim Carrey’nin başrolünü oynadığı Bruce Almighty filmindeki Morgan Freeman gibidir ki o en azından karizmatik adam, doğruya doğru şimdi.  

Gerçi doğrudan bir Yaratıcının varlığı ön kabulü ile başladım, böylece kendi inancımı da açığa sermiş oldum; fakat ne yapsaydım, bu benim kitabım, dolayısıyla bildiklerimi, inandıklarımı yazıyorum. Ne yapsaydım yani, sokağa çıkıp röportaj için insan çevirsem de onların inancını mı yazsaydım? Onların inancı benimkinden daha mı doğru olacaktı? Çoğunluk ne derse doğru inanç o mu olacak yani? Hiç sanmam. Bana gelince, ömrüm boyunca bir yaratıcının varlığını hissettim ve bundan başka seçenek mantıklı gelmiyor bana.

“Her konuda, her koşul, her şarta karşı uzun uzun yazıyorsun, kanıtlar sunuyorsun da biz ateistler için neden buna zaman ayırmıyorsun? Bizi ötekileştiriyor musun yoksa?”

Estağfirullah, hiç öyle şey olur mu. Tamam hadi, beni buna ikna eden bir kanıttan bahsedeyim hemen: Bilinç. Fizik kanunumuzu hatırlayalım: “Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz.” Uzayda bilinç var mıdır? Örneğin bir meteor acı ve haz ikilemi arasında gidip gelir mi? Bir gezegen ölümü bilir mi, ondan kaçar mı? Bir ışığın bilinci var mıdır? Eğer bunlarda bilinç yoksa, bizde nasıl oluşmuş olabilir? Madem bu kanunu doğru kabul ediyoruz, zaten kabul etmesek kanun değil teori derdik, var olan yok, yok olan var olmuyor, bilinç de bize bir kaynaktan bulaşmış olmak zorunda. Gördüğümüz her şey, bizler de dâhiliz buna, evrenin içerdiği nesnelerden oluşmuştur, öyle değil mi? Bedenimiz çeşitli madenleri içerir, örneğin kanımızda demir vardır. Öyleyse demek ki ya bu varlıkların hepsini saran ortak bir bilinç var ya da bir yerlerde evreni çekip çeviren bir bilinç kaynağı var, ya o verdi ya da ondan verildi ki bizde de onun sayesinde bilinç oldu. Başka türlü olamaz.

Daha önemlisi var aslında: Hep dedim ki ‘bu bilinç bizde var’. Oysa bu yanlış bir tanımlama. Çünkü bizde bilinç yok, bilinç olan biziz, biz bilinciz, bilincin kendisiyiz. Biz beden değiliz. Orada anlaşalım.  

“Fakat evreni saran ortak bir bilincin varlığı Tanrı’nın varlığı sayılmaz ki. Bu durumda panteistler ile panenteistler haklı çıkar. Yani Tanrı denilen evren olabilir.”

Doğru, bu büyük tartışmalara gebe bir çıkarım. Şu hâlde bir de tartışmamız gereken Yaradan’ın ne olduğu –ki zaten ben de Ümit Sayın’ın parçasıyla giriş yaparken bunu planlıyordum.

Bu durumda öncelikle Yaratıcı’ya dair inanışımın nasıl olduğunu açıklamam gerek; tüm yazacaklarım ‘bana göre’, ‘benim inancımca’, ‘benim kavrayışımca’ olacak çünkü. Ortada bir kesinlik bulunmayacak. Doğru olan da böylesi; özellikle İslamî literatürde Allah’ı idrakın O’nu asla idrak edemeyeceğini idrak etmek olduğu söylenir, yani sınırların belirleyicisi ve yaratıcısına sınır koyulamaz herhalde. Her şeyiyle sonsuz, sınırsız bir varlığı bırakın da şu küçük akıllarla kavrayamayalım zaten. Bu denizi bardağa doldurmaya çalışmak gibi olur.   

İnancıma göre Allah diye çağırdığımız Yaradan’ın sürekli yaratan, yaratışı bir an bile kesilmeyen bir varlık olması gerekli. Çünkü eğer Allah eğer ezeli ve ebedi, yani başı-sonu olmayan bir varlık ise, bir zaman yaratmıyordu da sonradan yaratmaya başlaması zaman geçtikçe özellikler kazandığını düşünmek olur ki bu da biraz abesle iştigal olur sanki. Zaman dediğimiz kavramın yaratıcısı O, zaman ve mekân boyutu O, nasıl olacak da O’nun için önce ve sonra bulunacak? Bu da O’na sonradan başka sıfatlar, başka bilgiler eklenemeyeceği anlamına gelir. Öyleyse bu yüce varlığa sonradan ‘Yaratıcı’ sıfatı eklenemeyeceğine göre elimizdeki tek seçenek uyarınca bu Yaratıcı hep yarattı, hep yaratıyordu ve hep de yaratmaya devam edecek. Doğası böyle olmalı, başsız-sonsuz şekilde yaratan bir varlık. Ama bu varlık istenirse panteizmdeki veya panenteizmdeki gibi, istenirse deizmdeki gibi kabul edilir; o tarafı beni ilgilendirmez. Gerçi beni zaten kimsenin neye inanıp inanmadığı ilgilendirmez, Nesimi gibi derimi yüzmeye, Bruno gibi diri diri yakmaya kalkmaları gibi küçük tatsızlıklar yaşanmadığı sürece elbette. O zaman ilgilendirir işte.

“İyi ama önce, şu küçük akılla anlayamayız, diyorsun, sonra da burada akıl yürütüyorsun? Olacak iş mi? Böyle yaparak aslında doğru olduğunu sandığın şeyleri inancın yapmış olmuyor musun?”

Akılla irdelersek zanna-sanıya uymuş mu oluruz? Haddi aşarsak, evet öyle. Bu yaptığım Allah hakkında zanlarda bulunmak ve böylece kendi inanışımla kurduğum bir varlığa uymak mı? Öyle değil, hayır. Bazı şeyleri nasıl, nereden bildiğimi lütfen sormayın ama Allah hakkında sıfır bilgim var da tamamen akılla gidiyor değilim. Ben bedensel akılla kanıtlar çıkarıyorum ortaya sadece. Yani tüme gitmiyorum, tümden geliyorum. Dolayısıyla bu yazdıklarımı tahminlerden ibaret görmeyin, algılamayın. Fakat mesele Allah olduğunda yine de her şeyi bilir gibi konuşmamak gerek; çünkü O’na sınır konulamaz. Dilediğini yapar O. 

Gelgelelim şu kadarı da kesin, ölsek ve her şey aynı birtakım çizgi filmlerde gördüğümüz üzere işlese, yukarı çıkınca ak sakallı yaşlı bir adam çıkıp “Ben buyum işte, ne demeye hakkımda onca tahminde bulundun da bir de sağa sola yazdın, yok sınırsızdı, sonsuzdu diye?” şeklinde bir soru sorar mı, böyle bir şeye ihtimal var mı? Eğer kalkar da minik bir kuluna latife yapmak isterse var. Bunun dışında, etrafında meleklerin uçuştuğu ak sakallı bir adam olmadığına emin olun.

“Öyleyse sende dindeki gibi melekleri bulunan bir tanrı anlayışı yok, panteist veya panenteistsin?”

İnsanları etiketleme çalışmalarınız bittiyse cevap vereyim. Yukarıda söylediğim meleklerin olmadığı değildi, böyle anlamışsanız yanlış anladınız, Tanrı’nın ak sakallı bir adam olmadığıydı. Ha isterse o şekilde bir bedeni oynatarak o perdede görünebilir de. Sonsuz kudret sahibini nasıl sınırlayabilirsin; dilediğini yapar. Fakat meleklerin varlığına şüpheniz bulunmasın, melekler varlar ve var olmak zorundalar.

“Ben şurayı hiç anlamıyorum ya: Madem Allah kadir-i mutlak, “OL” deyince olduruyor, neden meleklere ihtiyaç duyar ki?”

Çünkü bu da başka bir sır: Allah’ın kendisi yokluk sıfatı taşımaktadır. Nasıl; diyelim ki hepimiz birer balığız ve doğal olarak deniz içinde yaşıyoruz. Fakat bu deniz bilinçsiz değil, bir bilince sahip, içinde var olan her canlıdan ve cansız nesneden haberdar. Şimdi söyleyin, bu deniz bir şey olsun isterse nasıl yapacak? Eli yok, ayağı yok. Onu işiten ve işlerine yardımcı olacak büyük, yetkili balıklar lazım değil mi?

Allah denilen yanlış anlaşılıyor. Bedende şuur veya ruh dediğimiz nerede? Hem her yerde hem hiçbir yerde değil mi? Fakat bedenleri dirilten de ruh, ruh olmasa beden yalnızca ceset. Ve bedendeki tüm organlar işlerini bilince bağlı çalışarak yapmaz mı? Bilinçten ayrı, kafasına göre çalışan vücut parçamız var mı? Varsa orada hastalık var demektir.

Belki de bu nedenledir, hakikatte ego-nefs-benlik yönetimi altındaki insanlar ‘hasta’ olarak görülür, ‘hasta’ olarak adlandırılırlar. Çünkü bilinçten ayrı olarak iş görmektedirler.    

Bir deyim vardır, “Allah’ın sopası yok.” derler. Doğru, sopası olmadığı gibi eli ayağı da ‘yok’. İşte bu durumda melekler ve görevliler demek Allah’ın eli ayağı demektir. Üstelik melekler bedene bürünerek dünya hayatına girebilir de. Filmlerdeki gibi uçup yukarıdan inerek değil, her normal âdemoğlu gibi bebeklikten başlayarak hayatı tecrübe edebilirler.

Size güzel bir sır vereyim bu noktada: Peygamberlere vahiy getirip onları eğiten başmelek Cebrail de bedene bürünüp dünya hayatına gelmiştir ve beşer adı da Yeşua’dır, daha doğrusu bildiğimiz adıyla Meryem oğlu İsa. Evet, İsa Mesih’in Cebrail’in ta kendisi olduğunu söylüyorum.

Dahasını da söyleyeyim. Köke dikkatinizi çekerim: ‘Cebr’. Ardınca gelen –el,il eki ise Allah’a ait olma anlamı verir. Yani Cebrail demek Allah’ın cebri, zorlaması demektir. Hani dediniz ya “OL” deyince olduruyor diye. İşte “OL” kelimesi Cebrail ismiyle emir eri olarak cisme bürünmüştür.

İşte bu da onun hakkındaki diğer sırdı: Cebrail İsa Mesih, Allah’ın “OL” emridir.

Allah bir işin olmasını irade ve murat ettiğinde bu iş Ruhullah dediğimiz Cebrail yani İsa Mesih ve emrindeki melekler ordusu tarafından yerine getirilir. Hristiyanlar bunu açık bilgi olarak bilmez ama ruhu baskın kimseler bu bilgiyi bilinçaltlarında biliyor olmalı ki Gabriel Jesus yani Cebrail İsa gibi isimler yaygındır. Emin olun bu tesadüf değil. 

‘Emrindeki melek ordusu’ deyince insanın biraz içi imrenmeyle burkulmuyor mu yahu? Kim bilir İsa Mesih hizmetinde kaç melek var? “Baba”dan zengin olunca böyle oluyor işte. Özendirmek gibi olmasın ama bu dünyada da ötesinde de ya makamca yüksek olacaksın ya da zengin; büyük rahatlık valla. İşleri görecek birileri hep oluyor. Hep böyle kendi işini gör, kendi işini gör nereye kadar? (İşbu yorum yazar kendi bulaşığını yıkamaktan sıkıldığından yapılmış olabilir veya olmayabilir; ona bir yorum yok.)     

Elbette “Baba”dan zengin deyimi işin latifesiydi, fakat buna ilişkin şöyle bir hakikat var ki bu latife vesile olsun, oraya dalalım: O âlemde zengin olmak mümkündür. Fakat “Baba” yani Tanrı adaleti gereği hiçbir şey yapmayana hiçbir şey vermeyecektir. Yani İsa Mesih ne kazandı ise hepsi alnının teriyledir.

Gökte nasıl zengin olunacağını anlamak için İsa Mesih’e onu takip etmek için ne yapması gerektiğini soran zengin gence verdiği yanıtı almak yeterli olacaktır: “Her şeyini sat, parasını yoksullara dağıt, böylece göklerde hazinen olur. Sonra ardımca gel.”

Demektir ki gökte hazinen olması için yeryüzünde onu dağıtman gerekir. Yani dünyada fedakârlık ve feragatle gökte zenginliğe ulaşabilirsin. Mevlana da bunu, “Burada toprağa gömeceksin, yok olacak ki orada meyve versin.” minvalinde bir benzetmeyle açıklamıştı; fakat hangi eserinin hangi sayfasında aklıma gelmedi valla. %90 ihtimalle Mesnevi’dedir; sık okuduğumdan aklımda ara ara beliriyor böyle sözleri.

O sebeple sevgili arkadaşlar biraz biz de bu dünyadan feragat edelim, gerekli çalışmaları yapalım, hizmetlerde bulunalım da öte âlemde zengin olmaya bakalım, olmaz mı?

Şurası da önemli: Elbette her kul orada zengin olabilir, Tanrı cömerttir, yapılan işlerin karşılığını herkese bol bol verir ancak biz o zaman bu zengin kimseyi latife yollu da olsa “Baba”dan zengin diye tanımlayamayız.

Böylece yine önemli bir sırra geçelim: İsa Mesih neden Tanrı’ya “Baba” diye sesleniyordu? Onda bir baba şefkati, sıcaklığı bulduğu için mi? Öyle değil. Yani muhakkak Tanrı’da o şefkat var ancak bunun daha derinde yatan bir sırrı mevcut: Nasıl ki dünya âleminde var olmanın yolu anneden geçiyor, hakikat âleminde var olma yolu da babadan geçer. Bu nedenle pirler, peygamberler hep erkeklerdendir. Nasıl ki burada çocuğu erkek doğuramıyor ise, tam aksine orada insanı amiyane tabirle baba doğurur. Böylelikle biz İsa Mesih’in Tanrı’ya “Baba” diye seslenişinden anlarız ki onu hakikat âleminde var eden bir pir veya peygamber değildir, bizzat Tanrı’nın zatı, Tanrı’nın kendisidir. İsa Mesih de ‘Ruhullah’ yani Allah’ın Ruhu olmuştur. Ulaştığı makamın üzerine bir düşünün hele. Neden bu bölümde İsa Mesih’ten bahsediyoruz, anlayacaksınız. Tekrar yazıyorum: “Allah’ın Ruhu.”

“Bu makamlar tam olarak ne oluyor?”

Boyutlar veya şuurlar gibi. Tüm kâinatı bir beden kabul etsek örneğin şefkat duygusu bu bedenin neresinde yer alır? Bulamazsınız değil mi; çünkü karaciğer, böbrek gibi değil bu, belirli bir yeri yok. Bu bir bilinçtir, davranış biçimidir, hareket tarzıdır, anlayıştır; kısacası ruhani makamdır işte.

Peygamberler makamlara ulaşan insanlardır. Muhammed, Muhammed Makamı’na ulaştı da Muhammed oldu. Ali, Ali Makamı’na ulaştı da Ali oldu. Her makamda her zaman biri bulunur. Yani esas olan makamlardır, şahıslar bu makamların hem yeryüzünde hem gökyüzünde temsilcileri ve uygulayıcılarıdırlar. Anlayacağınız Ali Makamı da Muhammed Makamı da boş kalmadığına göre bugün dünya üzerinde yine bir Muhammed ile bir Ali yürümektedir.

“Bir kutsi hadis var. Allah-u Teala diyor ki: ‘Ben kullarıma şah damarlarından daha yakınım.’ Madem bölümümüz Allah üstüne, buna dair bilgin varsa onu da çıkar bari açığa, olmaz mı?”

‘Ben kullarıma şah damarlarından daha yakınım.’ hadisini bilen ve bu hadisin doğruluğuna inananların kendilerine şunu sormaları gerek en azından: Bir varlığın bir insana şah damarından daha yakın olması için onun kendisi olması gerekmez mi? Yani ancak onun gözlerinden bakıyor, kulaklarından duyuyor, burnundan soluyor, teninden hissediyor ise, yani bizzat onun kendisi ise bu söz yerini tutar. Yoksa nasıl olup şah damarından daha yakın olunabilir insana?

Hani Musa ona firavuna gitme görevi veren Tanrı’ya, gittiğinde ne diyeceğini sorar. Tanrı der ki: “Sen ağzını aç. Sözler ağzından çıkacak.” Bunun meali, ‘Senin ağzından konuşan Ben olacağım.’ olur, başka anlam yükleyemezsiniz buna.

Öyleyse aynı durum Mansur bin Hallac için de geçerli olmalıdır. Bu durumda Ene’l Hakk yani ‘Hakk benim’ diyen Mansur değil, insanların Mansur ismi verdiği bedende var olan ve perdeler açılınca onda dile gelen, şah damarından daha yakın olan O olmalıdır. Elbette kelimeler Mansur diye çağırdığımız bedene ait ağızdan çıkmıştır fakat beden dediğimiz perdenin arkasından bir anlık da olsa konuşan O olmuştur. Yoksa Mansur bin Hallac isimli ego-nefs-benlik kalkıp da “Ben Hakkım.” iddiasında bulunamaz. Dilden çıkanlar avam içinde önemli sayılmayabilir ancak hakikat âleminde büyük önem taşırlar; çünkü dil emir organıdır. Yani sözler Mansur’un ağzından çıkmıştır, evet ama Mansur’a ait değildir.

“Bir dakika, bir dakika… Mansur’u o söylediği sözler yüzünden cezalandırıp öldürmediler mi? Diyen o değilse Mansur nasıl suçlu olabilir? Tanrı bu durumda adaletsizliğe göz yummuş olmuyor mu? Hatta dediğin gibi konuşan O ise fakat bedelini Mansur ödemişse adaletsizliğe sebep olmuş olmuyor mu?”

Ne güzel bir yakalayış, canı gönülden kutlarım. Allah kuklacıdır, bizler de kuklalar. Buradan ne çıkar biliyor musunuz: Mansur aslında bir ceza veya bedel ödemedi, fani canını hediye olarak sundu O’na da kabul edildi. Veya Allah, Mansur dediğimiz fani canı hediye olarak aldı. Esasen bu âlemde kötü görünen pek çok işe ve olaya o âlemden, o âlemin gözüyle bakıldığında tam tersine çok hayırlı olduğu görülür.

Hani Hızır ile Musa kıssası vardır; çok ünlüdür. Uzun uzadıya yazmayayım, bilmeyen yoktur ya. İşte orada Hızır tüm zamanları ve ihtimalleri gören küllî yani bütün akıl dediğimiz Tanrısal akılla, garibim Musa ise hepimizin sahip olduğu küçük, zerre akılla hareket etmektedir. İşte olmuş olanlar bu küçük akılla yargılanınca yanılgıya sürükler; çünkü küçük akıl yalnızca o anı görmekte ve bildirmektedir. Küllî bütün akıl ise her şeyi bir bütün olarak kavrar. Aklıma geldi bakın, bu küllî aklın oyunlarda da muhteşem bir temsilcisi vardır: Half Life oyunundaki G-man karakteri. O karakteri incelediğinizde bazı yaptıkları mantıklı gelmez ancak oyun ve oyunlar ilerledikçe her yaptığını neden yaptığı tek tek aydınlığa kavuşur. Fakat tabii G-man Hızır gibi değildir, bu aklı kendi menfaatine kullanır, dolayısıyla aslında bir deccal imgelemesidir.

Yahu bu arada bazen aklıma o kadar güzel tespitler ve örnekler düşüyor ki kendime âşık oluyorum. Sonra diyorum ki ben kendime âşık olsam ne olacak, yine yemeğimi kendim yapıp bulaşığımı kendim yıkamak zorunda kalacağım, bari başkası âşık olsa da şu mükellefiyetleri ona yıksam. Adeta duygusal bir roller coaster içinde olmak gibi ben olmak.

Hani Mevlana’ya sormuşlar, “Âşık olmak nasıl bir duygu?” diye. “Ben ol da bil.” demiş. Fakat benim burada çözdüğüm Mevlana ‘Gel benim yerime geç.’ demiyor aslında. Ne diyor ya: Yunus Emre’nin dediğini. Yunus Emre diyor ki “Bir ben vardır bende, benden içeri.” İşte o ben’i kast ediyor olmalı. Kısaca “Kendini tanı, bil.” diyor işte. Binlerce yıldır söyleneni, yüksek edebî yeteneğiyle, farklı şekilde söylüyor.                 

“Öyleyse ben de Tanrı olabilirim yani! Süper!”

Yuh! Benim yazdığım şeylerin hiçbir yerinde öyle bir şey yazmıyor. Bakın, bu tür öğretilerin bahsettiği senin Tanrı olacağın değildi, hiç öyle olmadı. Osho’nun bu konu hakkında şöyle bir sözü vardı: “Tanrı yok, diyorsun; yok olan sensin. Senin hakkındaki mesele senin var olduğuna dair düşüncenin nasıl olup yok edileceği. Var olan Tanrı, Tanrı var sadece.” Ne yazık ki kaynak veya sayfa veremiyorum, aklımda böyle kalmış, tam bu kelimelerle değildir, hangi kitabında geçtiğini de anımsamıyorum ne yazık ki. Ama Osho güzel adamdır, hakikat ehlidir, alın kitaplarını okuyun, zarar etmez, kâr edersiniz. Mutlaka bir kitabının bir yerinde denk gelecekseniz şu yaptığım alıntıya.

Üstelik bir insan neden Tanrı olmak ister ki yahu? Düşününce, Tanrı olmak ne kadar zor iş. Bak, sadece insanlar üstüne düşün: Bir topluluk yaratıyorsun hem yaratmak hoşuna gittiğinden hem de birilerine bir şeyler öğretmek istiyorsun. Bunlar kalkıyor var oldukları andan itibaren sürekli bir şeyler istemeye başlıyorlar. Fakat hepsine her istediğini vermen, yaratış amacına ters düşer. Güzellik gerekli olduğu kadar çirkinlik de gerek, zıtları yaratacaksın ki karşıtlık dolayısıyla neyin ne olduğu öğrenilsin. Eh, güzelliği birine vereceksen çirkinliği de birine vereceksin. Sen şimdi tuttun birini seçip ona çirkinlik verdin ya, ergenliğe girdikten sonra yatıp kalkıp sövmeye başlıyor sana. Çünkü güzellik tarafı yaşıtlarından eksik. Hepsini dinliyorsun, hadi olgunluktan ağzını çarpıtmadın, ağzına çarpma kudretine sahipsin ama bunu da yapmıyorsun. Hayır, yapabileceği bir şey de yok. Denize saldırı emri veren Roma İmparatorunun ordusundaki lejyoner gibi suyu tokatlar anca. Hadi diyelim bir sebepten bu arkadaşın aileden fakir olmasına karar verdin bir de. Onun da verilmesi gerek, gerçi çocukcağız zaten çirkin olduğundan kulağa adaletsizlik gibi geliyor olabilir ama her zengine çirkinlik, her fakire güzellik versen o daha da adaletsiz ve çok tuhaf bir yaratım ilkesi olacak. Bu arkadaş bir de üstüne ne yapıyor: Gidiyor gönlünü bulunduğu bölgenin en güzel, hadi zengin de olsun, kızına kaptırıyor. Çünkü ego hep kendine biçtiği konumdan yukarıdakini elde etmeyi hedefler. Bize yıllarca sövmüş olan genç kahramanımız artık gönlünün prensesi ona verilsin diye sürekli dua ediyor, hatta rüşvet babında ibadet etmeye bile başladı. Fakat kızın gönlü başka birinde, o arkadaş hem zengin hem yakışıklı olsun, o da beyaz atlı prensine kavuşabilmek adına dua edip duruyor. Hangisinin duasını kabul edeceksin? Kızı ele alalım, fakat niye tipsiz ve fakir olan kahramanımızla bir ömür geçirmeyi kabul etsin? Kahramanımızın duasını kabul edelim, kıza yazık değil mi? Ama bir yandan da biraz sert davranmışsın, bencilin önde gideni olmasına rağmen ona da kıyamıyorsun, o da sevinsin istiyorsun. Ne de olsa sen yaratmışsın, senin eserin. Biraz uğraşıp uyduruk bir el eseri üretince ona büyük anlamlar yüklüyorsun da, canlı, duyguları olan bir varlık yaratsan onu sevmez misin?

İlla birileri üzülecek. İlla birilerini kıracaksın. Eee? Hangisini seçeceksin?

Hayır, yetmez gibi yollarını da kısıtlıyorlar. “Allah açlıkla sınamasın.” diyorlar, “Allah eşle-evlatla sınamasın.” diyorlar, “Allah belayla felaketle sınamasın.” diyorlar. Eee, geriye ne kaldı? Ne ile sınayacaksın bunları? Nasıl memnun edeceksin?              

İşte bu tek bir insandan ele al ve tüm dünyanın yaşayışının aşağı yukarı böyle olduğunu düşün. Kadın yerine para, mal-mülk, başarı gibi diğer arzuları da koyabiliriz, bir şey değişmez. Birisine verdiğinde birini eksik bırakmak gerekir çünkü. Herkesin her şeyi başarabildiği yerde esasında kimse başarılı değildir, değil mi? Başarı, diğerlerinin yapamadığını yapabilmektir. İnsan dileklerinin çoğunu kendi türünden olan diğerleri üstüne çıkabilmek, onlardan farklı, üstün görünmek için ister. En masum isteklerin altında bile, bilinçaltında, bu yatar. Bir nedenden birilerine fazlalık veriyorsan diğerlerini eksik bırakmış olursun, öyle olmasa bile. Bu sözü tam anlamak için Tanrılar Çıldırmış Olmalı filmini hatırlayın. Hani Afrika’daki bir kabilenin ortasına kola şişesi düştüğünde, o vakte kadar huzur içinde yaşayan kabile üyeleri şişe için birbirine girmişti. Ceviz kırmak gibi en basit işleri artık şişenin dibiyle yapmaya başlamışlardı. O ayrıcalığı birisi aldığında diğeri eksik kalmış hissediyor, diğerinin elinden kapmaya çalıyordu; aslında o güne kadar hiç kullanmamış ve dolayısıyla eksikliğini hissetmeyecek olsalar da. İnsan psikolojisi böyledir çünkü. İşlerin ilerlemesi veya bir nedenden birinin bir yanını geliştirmek için vermek gerekeni verdiğinde, örneğin sabrı geliştirmek için dert ve bela gerekir, yani verilmesi gereken acı veya ıstırap olabilir veya bunları getirecek şeyler olabilir, beğenmeyip surat asıyorlar. Yeri geliyor kimisi kalkıyor, daha ileri gidip sıra sıra laflar düzüyor. Sen de bunların iyilikleri için uğraşıp duruyorsun. Zoruna gitmez mi arkadaş?    

İnsanoğluyla uğraşmak zor iş gerçekten. Bunların üstüne türlü türlü mahlukatı ekle. Ağaçlar, bitkiler, yeraltındaki solucanlar, böcekler, karıncalar; saysan sayamazsın, yer üstüne çeşit çeşit hayvanat, gökte dolanan kuşlar, deniz içindeki balıklar, denizanaları, şunlar bunlar. Yazarken gına geldi bana. Bunların hepsi senin eline bakıyor. Kim, neden onca sorumluluğu üstlenmek ister? 

“Ama O?”

O’nun özelinde yapacak bir şey yok. Kendisinin tercihi sonuçta. Yaratmasa bu zahmeti çekmek zorunda kalmazdı. Fakat sevmiş ki yaratmış. “Yılanı bile sevmiş de yaratmış.” diye bir söz vardır tasavvufta. O yılan, yerdeki yılan değildir, ezoterik ilimlerde bahsedilir hani, şeytan olan yılandır. Yani Allah sevmese, şeytanı bile yaratmazdı. Fakat tabii o sevgi şeytanın kendisine değildir herhalde, şeytanın da içinde yer aldığı düzenedir. Bu nedenle Muhammed’e, yani Muhammed Makamı’na, yaratım makamına “Sen olmasan âlemleri yaratmazdım.” diye seslenmiş olmalı.

Bu arada şu noktaya da dikkat edilmeli o hitap tanıdığımız, bildiğimiz Ahmed Peygamber’in şahsına değil Ahmed’in dâhil olduğu Muhammed Makamı’nadır ki Ahmed Peygamber de bu makama yükselip oturarak o hitabın muhatabı olmuştur. Anlayacağınız, dünya Ahmed’in de dâhil olduğu Muhammed içindir ama yalnızca Ahmed için değildir.   

Sevmese bunca zahmet çekilir mi yahu? Şu toprak dünyada en azından bir kere bir şeyi, canlı-cansız bir şeyi gerçekten sevmiş ve bu güzel duygudan nasiplenerek O’nu anlamış olan bizler de O’nu çok seviyoruz işte bu nedenle.

O’nu seviyoruz demişken… Bu noktada hakikatten paylaşılması çok önemli bir bilgiyi sunmak isterim. İçinde “Ali sevilmez mi, deli misin sen?” cümlesi geçen bir Alevi-Bektaşi deyişi vardır. İşte oradaki Ali, Ali’nin dâhil olduğu Ali Makamı yani kâinatta hükmünü yürüten Yücelik Makamı’dır. Bunun daha Muhammed Makamı var, başka peygamberlerin çeşit çeşit makamları var. İşte hepsini toplayıp şunu demek geliyor içimden: “Böyle muhteşemlikler içinde, Allah sevilmez mi, deli misin sen?” Uyak tutmadı ama olsun. Bu arada oradaki deli de genel olarak bilinen değil muhtemelen. Tasavvufta delinin birkaç kullanımı vardır. Osho da deli derken aklını yitirenleri değil, bu dünyaya küçük akılla fazlaca bağlananları, hatta günlük düzeni ve tüm toplumu kast eder. Fakat bu konu hakkında kesin bilgim yok, bilgi vermelere, akıl yürütmelere girersek de çok uzun sürecek; o nedenle pas geçiyorum.

“Boşa çıktı yani bizim gökte takılma hayali?”

Gökte takılan Tanrı ideali. Evet, daha bölüm girişinde böyle bir algı olduğunu söylemiştim. Üstelik öyle birkaç kişide değil, insanların çoğunda gerçekten böyle bir algı vardır. Bu insanlara göre semada, yani gökte bulutların üstünde oturup duran, tahtından aşağıyı gözetleyen, karşısına birileri geldikçe sorguya çeken bir Tanrı figürü vardır. Buna ben cevap vermeyeceğim; çünkü gökte kendi başına takılıp geleni gideni yargılayan ve her yaratığını eylemlerinden dolayı suçlayıp küçümseyen bu Tanrı figürüne söylenebilecek en güzel şeyi Kaygusuz Abdal söylemiş zaten. Ne demiş biliyor musunuz:  

Kıldan bir köprü yaptırmışsın
          Gelsin kullar geçsin deyu
          Hele biz şöyle duralım
          Yiğit isen sen geç a Tanrı

 

Herhalde gökteki Tanrı böylesi meydan okuyucu bir şiirden sonra dünyaya inmiş, kıldan köprünün nasıl geçileceğini sessiz sedasız etrafındakilere göstermiştir. Neden sessiz sedasız? Hani Bruce Almighty filminde Tanrı rolündeki Morgan Freeman, Jim Carrey’e diyor ya, “İnan, böyle bir ilgiyi istemezsin.” Çünkü şöhret ancak halkın sevgisinde bir kâr bulacağına inananlar tarafından arzu edilir. Bir sözüyle sayısız âlem, sayısız halk var edebilecek kudrette bir varlık şöhreti ne yapsın? Şu dünyada huzur bulmak isteyen sıradan insan bile halkın ilgisinden kaçar, kaçınırken hem de. Yani eğer Tanrı gerçekten bir surete bürünüp dünyaya inse What if God was One of Us şarkısındaki gibi otobüse binip evine giden, halktan biri olarak yaşayıp gitmesi kat kat olasıdır.

İşin latifesini bir yana koyalım, bu dünya bir açıdan bakınca öyle güzel, öyle sevilmeye layık ki eğer Allah insanların inandığı gibi bir Tanrı olsaydı, kendi yarattığı düzen içine girip en azından bir süre kul olarak yaşaması, çok ama çok mantıklı olurdu. Diyelim yazılım alanında uzmansınız, bir oyun yapıyorsunuz, müthiş bir açık alan dünyası oyunu. Gayet de güzel yaptınız, becerdiniz. Eğer içine girip yaşama şansına sahip olsaydınız hanginiz kendi yarattığınız o muhteşem tecrübeyi bir kere olsun deneyimlemek istemezdi? Bir kişinin bile hayır diyeceğini sanmam, demişse ya yalan söylüyordur ya da oyun olarak cehennem benzeri bir dünya ve tecrübe yaratmıştır. Oysa bu dünya gayet güzel bir yer. Yani Allah hayallerdeki gibi bir Tanrı olsaydı en az bir kere bedene bürünüp bu dünyaya sessiz sedasız gelir, dünya hayatını tecrübe ederdi nazarımca.

Fakat durun, çok daha mantıklı başka bir ihtimal var: Bir ego-nefs-benlikle sınırlanmamış, aşkın olan Allah’ın her kuluyla birlikte bulunup onunla birlikte her tecrübeyi tecrübe etmesi. Çünkü neden etmesin? Her tecrübeyi o yaratıyor iken kendi yarattıklarını gözlemlemeyi niye istemesin? Bunun en iyi yolu da işin başından sonuna her an o kuluyla birlikte bulunmasıdır; çünkü çocuklukta geçirdiği en ufak bir deneyim, kişinin elli yıl sonra ondan beklenmeyen bir davranış geliştirmesine yol açabilir. Bunu kişinin kendi bile bilmez, ama işin başından sonuna dek onunla birlikte gizlice bulunan ve onu gözlemlemiş olan Allah bunu bilir.

Bu teoriye kulak verin erenler. Sizi temin ederim ilk duyulduğunda kulağa gelenden çok ama çok daha mantıklı Allah’ın her kuluyla gizliden gizliye beraber bulunması, onun hissettiğini hissetmesi, hatta o olması.

Sahi, bilinç dediğimiz ne tam olarak? Çözen haber versin.

Ben de bu yazıyı bitirip gideyim de arka bahçede yavru kedi vardı, onu seveyim. Sevgi ibadetimiz nihayetinde.

Yorumlar