16) Adalet ve Haklar Üzerine
Tanımla başlayalım. Adalet nedir: Ortaya bir emek veya iyi bir iş koyan kişinin, hak ettiği güzel karşılığı hak ettiği ölçü kadarıyla alması, kötü bir iş koyan kişinin de hak ettiğini, hak ettiği kadarıyla bulması. Ali’ye zulüm nedir diye sorarlar, “Dikene su verip çiçeği susuz bırakmaktır.” der. “Adalet nedir?” diye sorarlar, “Çiçeğe su verip dikeni susuz bırakmaktır.” der. Gerçi gül gibi çiçeklerde diken çiçekle beraber olduğundan çiçeğe su verince dikene de vermiş olursun ama Ali’nin metafor ile ne anlattığı ortada, çıkıntılık yapmanın âlemi yok. Öyle durumlarda da çok istersen dikeni budar, çiçeği sularsın; çözüm gayet basit.
Hani bazı kimseler “iyilik dünyayı
kurtaracak.” derler. Öyle düşünenlerden misiniz bilmiyorum ama bu açıkça yanlış
bir söylemdir. Bir insan adına en güzel, en doğru iş herhalde iyi niyet sahibi,
iyilik gözeten ve insanlarda da daima iyilik gören birisi olmaktır, orası
kesin. Fakat diğer insanların hiç de iyi niyet taşımadığı, üstelik iyi niyeti
suistimal ettiği bir çevredeyseniz bu nasıl en iyi yol olabilir? İnsan sülük
dolu bataklığa biraz da onlara iyiliğim dokunsun, hayvancıklar kan emsin diye
girmez herhalde.
Bununla ilgili bir kıssa da vardır,
tasavvufî sohbetlerde sıkça anlatılır; bir de ben anlatayım, eksik kalmayım:
Zenginin biri konağında büyük bir sofra hazırlatır. Her isteyen bedava
yiyebilecektir. Fakat kaşıkların saplarını o kadar uzun yaptırmıştır ki her
gelen bir şey yiyemeden kalkmaktadır. Oradan bir de derviş grubu geçmektedir, bunlar
da içeri davet edilir. Her biri oturur ve kaşıklarla karşısındaki yol
arkadaşını beslemeye başlar. Hepsi de aynı işi yaptığından, hepsi doyar ve
kalkarlar.
Ne güzel öykü değil mi? Herhalde
insana en çok yakışanı bu anlatıdaki dervişler gibi yaşamaktır; bunda
hemfikirizdir diye umuyorum. Bu yüzden siyasal sistemlerin anlatıldığı veya
konuşulduğu bir ortamda biraz tasavvuf duymuş romantik biri bu öyküyü pat diye
önünüze çıkarabilir, aniden çıkarsa şaşırmayın. Aynı romantikler zaten genelde “Bütün
dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa / İnsanlar el ele tutuşsa,
birlik olsa, uzansak sonsuza.” tarzı barışsever konuşmalar yaparlar, kendimden
biliyorum. Tasavvufun insanı ittiği bir romantiklik vardır.
Gelgelelim bu öyküde değinilmeyen
‘ufak’ bir nokta vardır, bunu asla dile getirmezler. Anlatıdaki sistemin
işlemesi için sofradaki hepsinin derviş olması veya dervişçe davranması
gerekmektedir. O dervişler arasında yer alacak tek bencil derviş, tek açıkgöz,
amiyane tabirle tek çakal bütün sistemi çökertir. Bu derviş karşısındakine
kaşığı uzatmayıp kendi ağzına sokmaya yeltendiğinde, baktı işe yaramıyor
karşısındakine uzatmayı bıraktığında, ağzı boş kalan derviş de hâliyle aptal
olmadığından neden onu beslediğini kendine sorar ve o da bencilliğe yönelir,
yönelmek zorunda bırakılır. Diğerleri doyarken o aç kaldığından sağa sola salça
olur, belki küçük çaplı bir isyan çıkarır ve böylece önceki gruplarda da olduğu
gibi kargaşa çıkar, derviş takımı da sofradan aç kalkar. Ha derseniz ki derviş
kendi açken karşısındakini doyurandır, diğerlerini kendi benliğinden fazla
düşünür; ben de derim ki öyle derviş bir çıkar, iki çıkar; üç çıkmaz. Çıkması
da gerekmez; çünkü adalet de Allah’ın niteliklerindendir ve bana kalırsa,
merhametin ardından en erdemli davranış biçimidir.
Şu hâlde bize ya hepsi tek bir
kişiymişçesine hareket edecek bir grup ya da herkese uzun saplı kaşık dağıtarak
diğerini kendinden öne almaya mecbur bırakacak bir sistem gerekir. Fakat her ikisinin
de imkânsızlığı ortadadır; çok az insan benliğini aşmayı ve gerçekten başkasını
önemsemeyi başarabilir. Bu yüzden en iyisi insanı hem kendi ağzına hem
diğerlerinin tabağına hizmet edeceği bir tutumla eğitmektir,. Ne kapitalizmdeki
gibi “Hep ben, hep bana” ne de sosyalizmdeki gibi “Hep diğerleri, hep diğerlerine”
anlayışı tam olarak doğrudur. Orta yoldan gitmek neredeyse her konuda olduğu
gibi bu konuda da en iyi seçenektir. Nazarımca insanın doğasına en uygun olacak
sistem bu şekilde dizayn edilmelidir.
İşte bu anlayış adalete dayalı bir
anlayıştır. Romantik iddialar aksine dünyayı kurtaracak olan, dünyada düzeni
sağlayacak olan iyilik falan değildir, adalettir. Dolayısıyla toplumun ve
evrensel düzenin devamı adına en önemli erdem de adalettir. Gel gör ki bugün
ortalarda adalet namına bir düzen yoktur. Yalnızca Türkiye’den de
bahsetmiyorum, dünyada adalet algısı hiç kalmadı. Bu durum Doğu’da da, Batı’da
da aynı. Her yere çürümüş, hantal bir düzen hâkim uzun yıllardır.
“Batı’da adalet var, diye biliyoruz
biz. Nasıl yani, sence Batı kültürü de mi adaletsiz?”
Batı uygarlığı insanlara tanınması
gereken haklar üzerine güzel düşünceler ve oturmuş bir sistem üretti fakat konu
adalet meselesine geldiğinde değerlerini kesinlikle benimsemiyorum. Şuna eminim,
Batılılar adalet nedir, anlamıyor. İsa Mesih'in öğretisi affedicilik ve
yumuşak başlılık üstüne kurulu ve Batı da geçmişinde yarattığı ölümcül zamanlar ve
döktüğü kan için toplumsal vicdan azabı çekiyor veya çekiyor görünüyor. Bir
daha 2. Dünya Savaşı günlerini yaşamak istemiyorlar, anlıyorum. Fakat bu sebep
yüzünden adaleti çiğniyorlar.
Ceza sisteminden bahsedelim
örneğin. Doğrudan söyleyeceğim, tarihte yer edinmiş olan “Göze göz, dişe diş”
düsturu bugünün aşırı yumuşak sisteminden daha adaletlidir. Gerçi Mahatma
Gandi’nin bu kurala “Göze göz düsturu tüm dünyayı kör bırakır.” diye bir eleştirisi
vardır da; heyhat, belli ki o da insanları o kadar tanımamış. Eğer tanısaydı,
zalim insan evladının ne menem bir varlık olduğuna şahitlik etmiş olsaydı,
birinin gözünü çıkarmış olanı cezasız bırakırsan onun yaptığı işle övüneceğini,
hatta bunu kullanarak etrafına korku yayacağını ve ta ki bir engele çarpana dek
kötü işlerini artırarak devam ettireceğini az çok tahmin ederdi. Böylece o
kişiyi cezasız bırakmanın, suç işlememiş olanlara bir ceza olduğunu da çözerdi.
Ne yani, suç işlemiş adama merhamet göstereceğiz derken suç işlememiş olanlara
zalim kesildiğimizi görmezden mi geleceğiz? Bu iş bırakın adaleti, merhamete de
sığmaz.
Daha önce konuştuk, ego-nefs-benlik
dediğimiz yapı ejderha veya yılan ile temsil edilir ve her insanda gizlidir.
Bir ruh kalkıp da buna enerjisini artıracak karanlığı sağlamaya başladığında bu
yılan daha azıyla yetinmez, şişip genişler ve daha çoğunu, daha çoğunu, hep
daha çoğunu ister. Bu nedenle haddini aşan yılanın durdurulması gerekir, yoksa
kendi iradesiyle duracağı yoktur. ‘Alev püsküren ejderha’ metaforu egonun
cehennemden bir parça olması sebebiyledir, demek ki bu ejderha da aslı olan
cehennem gibi “Daha doymadım.” demek üzere yaratılmıştır. O da koynunda
bulunduğu ruhu helaka götürdüğü gibi diğerlerini de götürmeye çalışır; gücünün
yettiği yere kadar genişler. Tabiatı böyle, yapacak bir şey yok. Koynunda akrep
besleyip sokmamasını bekleyemezsin, bekliyorsan ahmaksındır.
Hakikat âlemine giden yolculukta
bazı insanların veya varlıkların saldırdığını görmek olağan bir iştir. İşte o
saldırılar ego-nefs-benliğin kendini kurtarma çabasıdır. Fakat bazı zamanlarda
saldıranlar bile ne olduğunu açığa serer. Ben bunlardan bir tanesine “Ben
kimseyi öldürmem, kan dökmem, zarar vermem.” türevinden sözler dökünce “Beni
öldür. Ben öküzden geldim.” diye karşılık almıştım. İkinci denk geldiğim de
“Benim boynumu kes.” demişti, üstelik bana saldırmaya devam ederken. Bunlar size
yardımı olabilecek haberler işte. Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz neticede.
Dahası Batılılar ego nedir biraz
bilmiş olsalardı büyük suçlar işlemiş insanları adalet diye öylece daracık
alana hapsedip boş boş bekleterek rehabilite edebilecekleri fikrine
yapışmazlardı. Çünkü adama o suçları işleten, kendi farkında olsun veya
olmasın, kafasından ona fısıldayan melun ses zaten. Böyle birisini boş bırakarak
ona iyilik etmiş olmazsın, onu çalıştırman, meşgul tutman, kafasındaki sesten,
şerden uzaklaştırman gerekir. Askerde yazısız bir kural vardır, askeri boş
bırakmazlar. İşte özünü bilmeseler de onlar yolu çözmüştür, zaten bu bilgelik
de binlerce adamı yüzlerce yıl aynı kışlalarda tutarak sağlanmıştır, yani uzun
uzun yıllar ve nesiller boyu denenmiş, doğrusu bulunmuştur.
“Adalet demek ceza mı demek sence?
Öyle der gibisin?”
Hayır, adalet demek ‘dengeyi
sağlamak’ demektir. Haksızlık edenin aleyhinde, haksızlığa uğrayanın lehinde
aşırıya gidilse yine adaletten sapılmış olur, intikam olur, bu sefer suçluya
karşı suç işlenmiş olur. Bir parmak kesmenin karşılığı olan ceza kol kesmek
olamaz, örneğin. Baklava çalan çocuğa 9 yıl hapis verilmez yani. Fakat benim
dediğim şu ki bunun aksine eğer suçlu lehinde aşırıya gidilirse ki tüm dünya
uzun yıllardır bu yolu tercih ediyor, yine adalet sağlanmamış olur. Yani bugün
Türkiye’de çokça uygulandığı üzere parmak keseni iyi niyet gösterip salmak
aslında parmağı kesileni cezalandırmak, üstelik parmak keseni bir kere daha suç
işlemeye teşvik etmektir. O kişi bir başkasına zarar verirse adalet nazarınca
onu salanın da suça ortakmış gibi yargılanması gerekmez mi sizce de? Cevabınız
hayırsa ben de şunu sorarım: Madem bir suçluya yardım etmek suç değil, neden
yasada ‘suçluya yardım ve yataklık’ diye bir suç tabiri var, hatta cezai
yaptırım uygulanıyor? O da serbest olsun?
Yanlış anlaşılmasın, milletin
sağını solunu kesmeye hevesli değilim, Ortaçağ’da yaşamıyoruz neticede. Onlar
sadece örnek. Benim nazarımda adaletle merhamet karışık olmalı, hem haksızlığa
uğrayana içini soğutacak bir çözüm sunmalı hem de mümkünse suçluya doğruyu
öğretecek bir yol bulmalı. İşte bu ikisi olabildiğince denge içinde olursa ona
adalet derim. Elbette her zaman olmayacak, ne kadar olabiliyorsa.
Ceza hukuku hakkında doğrudan
görüşümü söyleyeyim de içiniz rahatlasın: Her insanın hata işlemeye yatkınlığı
da düşünüldüğünde insanın, devletlerin mottosu şu yönde olmalı nazarımca:
Öncelikli olan merhamet, rehabilitasyon, fakat sonra kesinlikle adalet. Yani
ilk suçunu işleyen bir insan aynı suçu iki kere işlemiş olanla aynı cezayı
almamalı, birincide rehabilitasyon yoluna yönelinmeli, fakat aynı suçu ikinci
kere işleyen, ikincide ağır bir ceza almalı. İşte nazarımca merhametin de
adaletin de hası budur. Çünkü sürekli merhamet yolunu seçmek demek hakkına
girilenlere adaletsizlik ve onları mağdur etmek demektir. Baştan ceza yolunu
tutmak da insanı hata yapmayan, yapmayacak bir varlık, neredeyse bir robot
olarak görmek ve ele almak demektir. Adaletin simgesinde terazi bulunur. İşte
bir kefede merhamet diğer kefede adalet varsa ve bunlar dengedeyse, ideal olanı
budur.
Mesela bu denge anlayışına uygun,
yaşanmış güzel bir örnek verebilirim: Süper Lig'de oynayan Kerem Demirbay
isimli futbolcu şöyle bir beyanatta bulunmuştu “Kadınların futbolda yeri yok.”
Dava açtılar, kadınların maçlarında hakemlik yapma cezası aldı. Bu kararı veren
hâkimi kutlamak gerekir. Hakim modern bir görüşte olabilir, örneğin cezaevine
atmak gibi futbolcuya zarar verecek ama iyi yönde bir işe yararlığı bulunmayan
bir ceza türüne hükmedebilirdi ve bu yanlış olurdu. Ya da hâkim dindar bir yapıda
olup gizliden onunla aynı fikri paylaşıyor olabilirdi ve zaten epey zengin olan
bu futbolcuya bir miktar para cezasına hükmedip ne şiş yansın ne kebap tadında
işi geçiştirebilirdi. Fakat aldığı mevcut ceza ile futbolcumuz aldığı cezayla
hem kadınların bu sporu yaparken gösterdiği efora hem çektiği çileye hem de bu
işi yapmaktaki istek ve sevinçlerine tam orta noktadan şahit olacak, bu
gerçekten mantıklı bir iş. Eğer futbolculuk yaparken insanlığını bir köşede
bırakmadıysa, hâlâ koruyorsa görüşleri muhtemelen daha iyi yönde değişir, hatta
kadınlara hatalarında yardımcı olmaya çalışabilir bile. Yok çoktan şeytanlığa
kaymış da doğruyu yapmak, doğruyu işlemek falan gibi bir derdi kalmamışsa,
empati duyusunu yitirmiş ya da hiç öğrenmemişse o kibir onda hâlâ aynı
seviyede duruyordur. Hatta bu hâldeyse emin olun alaycılığına arkadaşları
arasında devam ediyordur. Çünkü kibir ve alaycılık şeytanlaşmış olanların
özelliklerindendir.
Buna karşılık günümüzde hâkim
anlayışı oluşturan Batı hukuku ve Batıcı hukuk adaletten uzaklaştı; çünkü
Batılı aydınlar hümanizm anlayışıyla beraber iki ayak üzerinde dik duran her
Âdem suretlinin eşit olduğu inancına saplandı ve dünyayı da buna inandırdı. Bu
kesinlikle doğru bir algılayış değildir. Bal arısı da arıdır, eşek arısı da arıdır.
Aynı tür ikisi de. Peki aynı haklara sahip olmalılar mı? Aynı hakları hak
ediyorlar mı? Ortalığı eşek arılarına bırakırsan da bir düzen oluşur elbet,
fakat en güçlünün her şeyi aldığı, diğerlerinin ona hizmet ettiği bir düzen
olur bu. Orman kanunu dedikleri düzen. Bu düzen insana yakışmaz, insanlık
değerlerini içermez, insana ait değildir. Bal arılarının hakkını korumak
istiyorsak eşek arılarına alan bırakmamak gerek, çünkü fıtratında var, fırsat
bulduğu anda katliama girişir.
Üniversitede hukuk derslerinden
birinde bize bahsedilen davayı hatırlıyorum: Bir adam bağında sanırım reşit
olmayan bir kıza tecavüz eder. Avukatı mahkemede gerekçe olarak kızın bağa
izinsiz girişini gösterir. Adam tahliye ederler. İşte buna benzer durumlarda
anlarsınız ki hâkim ya rüşvet almıştır ya da dava aralarında şeytana tapma
ritüelleri düzenleyen bir satanisttir, onur, namus, ahlâk gibi kavramlar ona
zerrece anlam ifade etmiyordur. Başka türlü böyle bir kararın çıkmasına olanak
yok. Gerçi üçüncü bir ihtimal daha var, tepeden emir gelmiş falan olabilir, bu
dönem oldukça yaygın ama o dönemde bu tip işler o kadar yaygın değildi; çünkü
güç tek elde toplanmamıştı. O nedenle es geçiyorum üçüncü ihtimali.
Belki kabul etmezsiniz, bir örnek de
Batı’dan vereyim: Zannedersem Almanya’da yaşanan bir olay vardı. Bir kadın
küçük kızını kaçırıp defalarca tecavüz eden adamı mahkeme salonunun orta
yerinde cebinden çıkardığı silahla defalarca vuruyordu; kayıtları internette
dolaşıyor, açın izleyin, ferahlarsınız. Bu dava aslında Batı'nın yozlaşmış
adalet anlayışına karşı bir çığlıktır, çünkü o kadın sırf merhamet ve
affedicilik adına adamın düzgün bir ceza görmeyeceğini biliyordu. İntikam mı
arıyordu, yüksek ihtimalle evet, fakat gerçek bir devlet yapılanması öyle olmalıdır
ki bu kadın adamın cezasını çekeceğini bilerek bu türden bir arayışa düşürmemeli.
Fakat elbette bildiğiniz üzere bu çağda şirketlerin çıkarları halkın çıkar ve
haklarının, hatta adaletin de üzerindedir. Sağlık sisteminde bile vatandaşların
şirketlerin eline düşürüldüğü, doktorların sırf para kazanmak adına milleti
kesip biçmeye yer aradığı bir şuursuzluktan bahsediyoruz, ne adaleti Allah
aşkına? Kapitalist anlayışa göre para ve mülk hakkı her şeyden önemli, aynı
topraklarda yaşadığımız ailelerin ve küçük kızlarının güvenliği bile bu hak
karşısında önemsiz bir detay. İnsanlık bu değil. İnsan olmak bu değil.
“Yalnız ortaya attığın örnekte bir
mesele var: Kimin bal arısı kimin eşek arısı olduğuna kim karar verecek?
Sosyaliste göre burjuva sınıfı, şeriatçıya göre ateistler, sekülere göre
dindarlar, faşiste göre devlet karşısında hak isteyen, hak arayan herkes eşek
arısıdır. Nasıl belirlenecek kim bal arısı kim eşek arısı? Herkese göre bal
arısı olan kendi, eşek arısı olan muhalifleri.”
Harika bir soru. Benim
gözlemlediğim şu ki her görüşün, her inanışın, her ideolojinin içinde bal
arıları da eşek arıları da mevcut. Üstelik her sistem öncelikle kendi eşek
arılarına güvenir çünkü eşek arıları olmasa sistem kurulamaz da korunamaz da.
Eşek arıları başkalarının haklarına çökecek, çalıp çırpacak, öldürecek, her
türlü kötülüğü yapacak kullanışlı maşalardır. Bunlar sayesinde bal arılarının
elleri temiz kalır; ama bunu kendilerine itiraf edemezler. Dolayısıyla aslında
siyasette bal arısı falan yoktur. Bal arısı dediğin, zaten tasavvufî
literatürde de öyle geçer ya, ancak derviş takımıdır.
Benim görüşüme göre mesele
sistemlerden öncelikli insan kalitesidir. Kaliteli insan uzlaşabilen ve
uzlaşılabilen insandır, tabii haksızlığın tarafında veya kesin bir haksızlığa
karşı değilse. Bir taraf haksızlıkta ayak diremekteyse onlara karşı tek seçenek
uzlaşılmaz olup doğrulukta ayak diremektir. Kaliteli insan olacağım diye de Hitler'le
uzlaşmazsınız, uzlaşınca ne olacak, açtırdığı çalışma kamplarını yarıya
düşürterek bir iş mi başarmış olacaksınız? Yine Ali'den örnek veresim geldi, çünkü
onun yaşamı güzel örnekler sunuyor. Ali büyük savaşçı olmasına rağmen hakkı
olan ne varsa elinden alınırken sesini çıkarmadı, kan dökülmemesini hayatında
öncelik aldı ama kan dökülmesinin kaçınılmaz olduğu zaman geldiğinde de kaçmak
veya uzlaşmak yoluna sapmadı. Uzlaşılacak insan vardır, uzlaşılmayacak insan
vardır; yerine göre hareket etmeyi bilmek gerekir. Eğer Ali yumuşak başlılık
adına, kan dökülmesin diye Haricilerle uzlaşsaydı bu bir kazanç olmazdı,
bilakis önce İslam sonra insanlık adına büyük kayıp olurdu.
İkna olmayanlar için bu konuya
Peygamber üzerinden de örnek verebilirim. Müslüman olmayanların Peygamber’e
eleştiri yönelttiği bir mevzu vardır, kısaca özet geçeyim: İki adam bir
çobanının konuğu olur. Çoban bunları hoşça karşılar, iyi davranır,
yiyecek-içecek sunar, dinlenecek yer verir. Fakat bu adamlar gördükleri onca
iyiliğe rağmen gece çöktüğünde çobanı öldürür ve devesini de çalarak kaçarlar.
Ele geçirildiklerinde Peygamber’in onlara biçtiği ceza sağ elleri ile sol
ayaklarının kesilmesi ve çöle atılmaları olmuştur. Tahmin edebileceğiniz üzere
buna getirilen eleştiri Peygamber’in ‘vahşiliği’ üzerinedir. Hatta politik doğruculuğa
saplanıp kalmış Müslüman inanırlar da bu olayı doğru kabul etmez, Peygamber’in
böyle bir iş yapmış olamayacağını savunur.
Doğru mudur değil midir kesin
olarak bilmiyorum. Hadisler arasında birçok sorunlu hadis mevcut, ‘sağlam’
dedikleri arasında bile durum böyle. Fakat adalet konusunu tartışıyor olduğumuzdan
bu olayı yaşanmış kabul ederek devam edeceğim. Şu cümlem muhakkak politik
doğrucu kesime vahşice gelecek, rahatsız edecek, buna eminim: Bence bu olay
doğru değilse bile yapılması gereken oydu.
Peki, şimdi sorma sırası bende:
Söylediğimden rahatsız olanlar nasıl bir ceza yolu seçerdi acaba?
“Adamları zindana atsalardı da toplumdan
uzak, orada çürüselerdi? Olmuyor muydu?”
Dönemimizin klasik anlayışı… Her
nedense şiddetsizliğin iyilik olduğuna inanıyorsunuz. Fakat dediğiniz ceza
adaleti sağlar mıydı? Bakın, farklı siyasi görüşlere sahip insanlar kaç kere
birbirlerini öldürdü, değişik inançların taraftarları birbirleriyle çatıştı, birbirlerinin
kanlarını döktüler. Ortada böyle bir durum olsa, eyvallah. Size hak veririm. Fakat
burada bahsettiğimiz o mesele bunlara benzemiyor, siyasi bir kavga değil bu. O
kadar adice ki bırakın hapis cezasını elektrikli sandalyeye oturtmak bile böyle
kimselere fazla merhamet olur. Bu türden iğrenç suçlara imza atabilecek başka
insanları önden sindirmek maksatlı ağır bir ceza daha tercih edilesi sanki?
Düşünün ki kışın karlı bir günde
aracınızla giderken yol kenarında bir adam görüyorsunuz. Hava soğuk, yardım
etmek istiyorsunuz. Duruyor ve alıyorsunuz, yiyecek-içecek ikramı yapıyorsunuz.
Biraz gidiyorsunuz ve kuytu bir bölgeye gelince bir anda değişiyor, belinden
bıçak çıkarıp savurmaya başlıyor, sağınızı solunuzu kesiyor fakat bir şekilde
kurtuluyorsunuz. Bakın, size merhametli davrandım, adamlar çobanı öldürmüştü. Peki
siz, iyiliğinize karşı sizi öldürmeye kalkışmış bu adama ne yapılsın
isterdiniz? Birkaç yıla çıkacağı bir hapis cezası yeterli mi sizce?
“Öncelikle adamı anlamaya çalışır,
neden böyle yapmış olabileceğine kafa yorarım. Biraz zaman geçince de
affederim.”
Sizi takdir ettim, elini ayağını kocaman
çivilerle delerek onu çarmıha gerenler için “Baba onları affet.” diye dua eden
İsa Mesih’in meşrebi var sizde. Umarım bu huyunuzu sürdürürsünüz. Ne var ki
şöyle bir durum mevcut; bunu es geçemeyiz. Bu suç yalnızca şahsınıza karşı
değil topluma karşı da işlenmiştir; çünkü adamın yaptığı toplumun iyiliğe olan
inancını zedeleyici bir harekettir. Eğer insanlar birbirinden korkmasa,
birbirine güvenebilse dünya bu kadar kötü bir yer olur muydu? Demek ki işlenen
her suçun bir de toplumsal yanı var; suçlar sadece bireyleri etkilemiyor. Cezalandırmadan
bıraksak nasıl tepkiler yaratır sizce?
Siz affettiniz, orası tamam. Bu
olayın haberlere çıktığını, adamın da düzgün bir ceza almadığını varsayalım. O
saatten sonra kaç kişi arabasına birini alır, alacak olanlardan kaçı gerçekten
zordakilere yardımdan vazgeçer, bir düşünün bakalım. Buna cevap beklemem, çünkü
oranın epeyce yüksek çıkacağını biliyorum. Peki, yardıma muhtaç kalan o
insanların ne suçu var ki bu aşağılık adamın adamın suçundan etkileniyor, zarar
görüyorlar? Eğer o haberler çıkmasa, belki de bu insanlara yardım edilecekti?
Yüksek merhametiniz adaletsizliği doğurmuş olmuyor mu bu durumda?
Bazı suçlar kişiseldir; bazı suçlar
da vardır ki kamuyu ilgilendirir. Mesela her kişinin evine misafir aldığı bir
yörede eve davet edilen bir misafir, ev sahibinin ailesinden birine tecavüze
yeltense, evden birini öldürüp kaçsa ne olacak zannediyorsunuz? Diğer ev
sahiplerinde bu yönde kuşku uyandırmayacak mı, yeni gelecek misafirlerin evlerde
ağırlanma şansını yüksek oranda düşürmeyecek mi? Peki, o yöreye gitmek zorunda
olan diğer masum insanların suçu ne de bir aşağılığın yaptığından dolayı zarar
çekiyorlar? Onları öylece bırakmak adalete sığar mı? Adaleti bırakın, kalacak
yeri olmayan diğerlerine merhametsizlik değil mi?
İşte böyle iğrenç, rezil eylemlerde
bulunanlar öyle cezalar almalıdır ki ibreti âlem olsun, başka potansiyel
suçluların içine korku salsın ve başka iyilikseverlerin içine kuşku düşmesini
engellesin. Öyle ki içine kötü niyetler doğabilecek her kişi bu cezayı işitince
aklına bile getirmekten korkmalı ve ev sahipleri başlarına kötülük
getirebilecek kişilerin karşılaşacağı kaderi bildiğinden kendilerini güvende
hissetmeli. Bu türden cezalar da yalnızca rezil, aşağılık eylemlerde bulunan, insanlıkla
uzaktan yakından alakası kalmamış, tamamen şeytanlaşmış insanlara uygulanmalı.
Zaten Peygamber de benim ‘olması
gereken bu’ diyerek normal karşıladığım cezayı ne savaşta en yakın akrabalarını
öldüren putperestlere ne de başka kimseye uygulatmış; o iki herif karşımıza
istisna olarak çıkıyor.
Kan dökülmesini sevmediğimi zaten
belirtmiştim. Gel gör ki kan dökülmesinin zorunlu olduğu yerde kaçınılmaması
gerektiğini de bilirim. Dünyaya pembe gözlükler ardından bakan politik
doğrucular aksine insanların ne menem, ne beter canlılar olabileceklerinin, ne
derecelere kadar vahşileşebileceklerinin farkındayım ben. Hadi çevreyi,
insanları gözlemeden yüzeysel şekilde yaşayıp gittiniz de tarih de mi okumadınız?
Güvenli ortamlarda insanların iyi göründüğüne bakmayın, o iyilik düzenin sarsıldığı
güne kadar geçerlidir. Düzen sarsıldığında ve kötü insanlar kötü eylemleri
yüzünden hiçbir sonucu göğüslemek zorunda kalmayacağını bildiklerinde,
içlerindeki canavar dışarı çıkıverir.
“Sen insanlara şeytanlarmış gibi
bakıyorsun yav!”
İnsanlara meleklermiş gibi bakmak
da şeytanlarmış gibi bakmak da yalnızca ahmakların işidir. Ben insanlara
oldukları gibi bakıyorum. Yani hem şeytanlaşma potansiyeline hem de melekleşme
potansiyeline sahip canlılar olarak. Şunu da biliyorum ki cezaların önü
kaldırılırsa şeytanlaşma oranı artar; cezalar ne kadar etkisizleşirse o kadar
şeytanlaşmaya meyil artar, şeytanların sayısı çoğalır. Adalet şart, yoksa
insanlar aksi örnekleri görüp dururken vicdanlarına uyup da melekleşme eğilimi
göstermez kolay kolay.
Peki sevgili politik doğrucu
kardeşim. Bu sefer ben sorayım: Diyelim ki en sevmediğin diktatörün, gerçi daha
kötüleri var ama medyanın etkisinden dolayı muhtemelen Hitler’den nefret
edersin, onu ele alalım, dönemine gönderdik seni. Onca film izledin işte, neler
yapağını önden biliyorsun, hapse atıldığı dönemde, hâlâ zararlı fikirlerini
yaymaya devam ediyor. Hatta belki bilmezsin o dönemi daha fazla taraftar
toplamasına yardım etmiştir. Seni de karar sahibi bir makama oturttuk. Cevap
vermeden şunu göz önüne al, doğru işi yapmazsan daha sonra işlenecek onca
vahşette pay sahibi sayılırsın. Ne yapardın?
“Hitler’i mi? Öldürtürdüm,
astırırdım, elektrikli sandalyeye oturturdum. Üçünü birden yapardım hem de!”
Senin de içinden ayrı bir Hitler
çıktı be politik doğrucu kardeş. Normal, “Canavarları avlayan kendisi canavar
olmamaya dikkat etsin.” der Nietzsche. Bir şeyden fazlasıyla nefret eden er ya
da geç ona benzemeye başlar. Peygamber boşuna “Başka kulu kınayan, kınadığını
yapmadan, yaşamadan ölmez.” demedi. Zaten Peygamber’in peygamberliğine dair
kanıtım olmasaydı bile bunu sunardım, yeterdi bence. Çünkü bu söz ancak çok
derin bir bilgeliğin veya mükemmel bir farkındalığın ve gözlemleme yeteneğinin
eseri olabilir, ancak insanlar yeterince fark edemedi bunu. O yüzden insan
hislerinde, hissettiklerinde, hele de emir organı olan dilinden çıkanlarda
dikkatli olacak; yoksa çok zorluk çeker.
Fakat bu bölüm altında meselemiz bu
değil. Biz adaleti sağlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla ne yapıyoruz, madem
verilen cevap, önerilen yöntem bu oldu; bu çözüm yöntemini alıp benzer türden
tüm vahşiliklere uyguluyoruz. Diğer türlüsü ayrımcılık ve adaletsizlik olur. Ne
yani, diğer vahşi suçlular Hitler gibi karizmatik otoriteyi oturtamadı,
peşlerinden kitleleri sürükleyemedi diye daha mı az suçlu olur? Emin olun
ellerinden gelseydi yaparlardı; yalnızca düşük kalibrede olmalarından yapamadılar.
Bu yüzden eğer Hitler’e biçtiğiniz kader buysa diğer vahşi suçluları da öldürtmemiz,
astırmamız, elektrikli sandalyeye oturtmamız gerekir. Bir farkla; üçünü birden
yapmayız. Adaleti sağlayacağız derken vahşice hislere yenik düşmek olur bu. Adalet
ararken adaletsizlik yapamayız; doğru olmaz bu iş.
“Politik doğrucu, politik doğrucu…
Hep aynı kesime yükleniyorsun ama.”
İyi de ne yapayım, bu döneme hâkim
olan akım politik doğrucu görüş. Ve adalet arıyorsak eleştirmemiz gereken de bu
anlayış. Politik doğruculuğun hüküm sürdüğü bir dünyada adaletin bozukluğundan
Nazileri mi sorumlu tutayım?
Bu politik doğrucu adalet
anlayışının en çok empoze edildiği mecralardan biri süper kahraman kültürü.
Biraz da oradan gidelim, başlığımız şenlensin en azından. Örneğin kimi ele
alalım; politik doğrucu karakterlerin başında Batman gelir, hadi onun üzerinden
konuşalım.
Batman’in ilginç bir özelliği
vardır: Politik doğruculuğa uygun şekilde asla kimseyi öldürmez. Kendine karşı
bu konuda öyle dürüsttür ki hapse attığı adamlar her seferinde hapisten yeniden
yeniden kaçarlar, yine de Batman’in umuru değildir. Çünkü o ölesiye politik
doğrucudur ve elbette öldürme işini yapmayacaktır. Ne var ki kaçan suçlular her
seferinde farklı farklı kötülükler yapar, bin türlü eylemler işler ve bunların
sonucunda sürekli ve sürekli kendi hâlindeki suçsuz insanlar ölür. Öyle ki
yaşananlar gerçek olsa muhtemelen Irak’taki savaştan fazla insan ölmüş olurdu. Fakat
Batman öyle bir adamdır ki asla ders çıkarmaz, süper kötü karakteri yine
yakalar, yine ve yeniden hapse veya akıl hastanesine gönderir, ötesini
düşünmez. Tabii süper kötü yine kaçar, benzer olaylar bir defa daha tekrarlanır
ve bu süreçte elbette yine yüzlerce, binlerce insan ölür. Bu döngü Batman
istese önden kırılabilir fakat bizim süper iyi Batman’imizin gözünde belli ki onca
insan figürandır, değeri yoktur. Okuyucu da olaylara onun gözünden baktığından
onca yitip giden hayat okuyucuya da önemli görünmez. Önemli olan Batman’in
yaymak istediği değer yargıları ve bunlara ne kadar bağlı olup olmadığıdır; gel
gör ki işe yarayıp yaramadığı zerrece önem arz etmez. Önem arz eden yalnızca ve
yalnızca tek şey vardır; Batman’in kendine ve okuyucuya kendi içinde tutarlı
olduğunu kanıtlaması. Anlayacağınız Batman kendini iyi hissetmek için binlerce
insanın ölümüne ve onca yıkıma, yalnız bina bazında değil, hayat bazında ele
alın, o yok olup giden insanlar bir de arkada yakınlarını bırakıyor, göz
yummaktadır. Evet, yalnızca kendini iyi biri olarak hissetsin diye.
Aslında başka karakterlere de göz
atabiliriz ancak demek istediğimi o tek paragrafta anladığınıza eminim. Sonuç
niyetine diyeceğim şudur ki, yere batsın zengin ve kapitalist Batman’i de
Justice League’i de. Söz konusu adalet olunca süper kahraman âleminde yalnızca
Punisher gerçek adamdır. Gerisi halkı, sıradan insanı yani seni beni zerre
önemsemeyen ikiyüzlü şovenistlerden oluşur.
“Kurgusal karakter gömmeye ne çok
edebiyat parçaladın birader ya!”
Doğru, fakat benim eleştirim karaktere
değil, o karakterin yaratılmasını ve öyle olmasını sağlayan arkadaki düşünce
sistemi olan politik doğruculuğa. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla.”
yöntemi bu. Dikkatinizi çekmiş olması gerek, benim eleştirilerim esas olarak fikirleredir,
şahısları, karakterleri, kişileri, olayları örnekleme yapmak amaçlı ele alırım.
“Sonuç olarak cezada şiddeti
savunuyorsun?”
Bakın, şiddet elbette iyi değil,
gereksiz şiddet her kutsal metinde Yaradan tarafından yerilmiş ve men edilmiştir.
Zaten hayvan değilsen, bırak hayvanı şeytan değilsen neden hoşlanacaksın
şiddetten? Bu konuda hepimizin aynı fikirde olması gerek. Fakat adalet de
Hakk’ın sıfatı ve her iki dünyada elzem, şart. Eğer işlenen suç her türlü
kültürde, her türlü ahlak değerini ezip geçecek kadar rezil ise bu işin
başkaları tarafından tekrarlanmasına önden engel olmak amaçlı, haddi aşmayan şiddet
uygundur nazarımda. Hatta kullanılmalıdır diyeceğim de dilim varmıyor.
Nedenini açıklayayım; dünyayı saran
onca güç delisi. Diktatörler aklıma geldikçe kendi fikrimden kuşkuya düşüyorum.
İnsanları az biraz tanımış her akıllı Âdemoğlu şiddeti kullanma yetkisini hak
gören bir yöneticinin bunu ilk olarak muhaliflerini sindirmek üzere
kullanacağını bilir. Öyle olunca da aslında ceza için şiddete maruz kalması
gereken kişiler şiddetin uygulayıcıları olur. İşte bu ihtimal öylesine korkunç
bir ihtimal ki sırf bu yüzden savunduğum fikri bile terk edebilirim. İyi
insanlara yoktan yere acı çektirilmesindense kötünden de kötü adamların bir bina
içinde yüzyıl boyunca takılmaları daha iyidir.
Anlayacağınız bu konuda gerçekten kararsızım,
tam bir karar veremiyorum aslında. Şiddet bazı zamanlar gerekli, fakat halk bir
kere şiddete alıştırılırsa bu gereç mutlaka kötü adamlar tarafından da menfaatlerini
korumak için kullanılacaktır da. Adalet dediğimiz işte böyle hassas bir terazi,
gerçekten dikkatli davranmak gerekiyor.
Anlayacağınız şiddeti kesinlikle ve
kesinlikle savunmuyorum, hoşlanmıyorum da. Savunduğum şey gerekliliği. Aradaki
farkı anlamaya çalışın lütfen. Örneğin İsa Mesih tam da istediğiniz kıvamda
şiddete uzak, yumuşak başlı, “Bütün dünyayı verseler karşılığında bir damla kan
akıtmaya değmez.” diyecek kişilikte biriydi. Gerçekten ona yaraşır bu söz. Buna
karşılık Muhammed kan da dökmüş, şiddeti de kullanmış; ona getirilen
eleştirilerin birçoğu da buradandır. Ben de bir zaman bu yüzden ona kızdığımı
gizlemeyeceğim. Madem peygambersin, insanları savaş alanları yerine sevgiye
çekmen gerek değil mi? Kesinlikle öyle. Fakat bir süre tefekkür ettikten sonra İsa
Mesih daha iyi bir insan olsa bile Muhammed’i daha haklı, yolunu daha doğru
buldum.
Şöyle düşünelim: Birtakım herifler
kabilesi güçlü diye tüm malı mülkü elinde tutacak, diğerlerini ikinci sınıf
insanlara indirgeyecek. Bazıları tefecilikle, faizcilikle geçinecek, parasını
ödeyemeyenlerin kızını, çocuğunu, karısını alıp köle yapacak. Birtakım
başkaları tanrıları kullanarak kendilerine adi bir düzen kuracak, diğer
insanların öte dünyasına bile mâl olacak bir düzen. Hani İsa Mesih de diyor ya,
ferisilere, “Siz ferisiler göklerin egemenliğine kendiniz girmezsiniz,
başkalarının da içeri girmesine izin vermezsiniz.” diye. Hatta o da bu türden
rezillikler görünce öylesine sinirlenmişti ki kendisinden beklenmeyecek bir
hareket yaparak tapınak avlusunda ticaret için kurdukları tezgâhları yerlere devirmişti.
Gerçi bu dönemde de benzer şekilde hep camiler altında mağazalar bulunur, pek
bir şey değişmedi din sömürüsünde. Ha kurulsa ne kurulmasa ne, din sömürüsü
öyle cami altına bir iki mağaza açmaktan çok çok daha diplere, derinlere uzanan,
çok çok kapsamlı bir iş; trilyon dolarlarla oynuyorlar.
İşte saydığım iğrenç işler belli ki
Muhammed'in kanına dokunmuştu. Bir durup düşünün bakalım, kimin dokunmaz? Basitleştirerek
örnek veriyorum, çevrenizde savunmasız kızları kötü yollara düşüren bir çete
var sayalım. Bu şerefsizler bir de yüksek mevkilerin koruması altında,
dilediklerini yapıyorlar. Şu mide bulandırıcı iş kanınıza dokunmaz mı? Bir adam
çıksa da bunları devirse desteklemez misiniz? Bu arada, “desteklemem” diyen
neyse, iyi sebepler sunabilir ama yazıyı okuyanlar arasında “yooo, hiç de
kanıma dokunmaz” diyen bir tip çıkarsa bir sonraki cümleye geçmeden kessin
okumayı. Ben bu seriyi onca yıl ne zahmetler çekerek ortaya koydum, her satır
muazzam emek içeriyor, hiçbiri de kavatlar için, kavatlara göre değildir. Kavat
demek İç Anadolu’da karısını pazarlamaktan bile utanmayacak meşrepte adam
demektir ve benim yazdıklarım doğru şeyler iseler böyle kimseleri çekmesi değil
aksine güneş gören vampir gibi tıslatıp kaçırması gerekir.
Hepsini tamamen geçtim, İsa'nın kendisi
kan dökmedi, bu doğru. Peki onun dini ne şekilde yayıldı, biliyor musunuz? Yine
aynı şekilde kılıçla. Putperestler ilk dönem Hristiyanlarına öyle eziyetler
ettiler, öyle eziyetler ettiler ki akıl almaz, vicdana sığmaz. Çarmıhlara
gerdiler, yaktılar, kestiler, astılar, aslanlara attılar ve seyredip güldüler.
Akla gelebilecek veya gelmeyecek daha nice şeytanlıklar yaptılar. Yazık değil
miydi o Hristiyanlara? Keşke İsa eline kılıç alsaydı da o işkenceler hiç
yaşanmasaydı.
“Bak kardeşim ben Hristiyanım. Sen
bilmiyorsun bizim yolumuzu. Göklerdeki babamız bizi krallığına alacak o
eziyetler karşılığında.”
Doğru söylüyorsun Hristiyan
kardeşim, herkesin yolu kendine, ‘benim yolum budur’ dersen istersen kendini
sabah akşam kırbaçlayabilirsin de. Tarihte de yapan Hristiyan tarikatlar
mevcut. Ama kendini savunamayacak kız çocuğunu iki elin, iki ayağın sapasağlam
dururken sen savunmazsan, ‘Gökteki Baba’ inançlı olduğun hâlde çevrende
süregiden adaletsizliğe neden bir şeyler yapmadığını, karşı durmadığını sormaz
mı sana? İsa, İncil’de bile demez mi ki: “O gün bana Rabbi, Rabbi diyen herkes
göklerin krallığına giremeyecek. Yalnızca babamın dileğini gerçekleştirenler
girecek.” Baba’nın dileği nedir? Zahmet etme, İsa Mesih ona da cevap vermiş: “Siz
ferisiler kurbanın ondalığını hesaplar verirsiniz de esas büyük olanları
unutursunuz; sevgiyi, adaleti, merhameti. Küçük sineği hesaplarsınız da deveyi
hamuduyla yutarsınız.”
Demek ki esas büyük ve önemli olan
nitelikler adaletmiş, merhametmiş, sevgiymiş; kurallar, ritüeller değilmiş. Ve etrafındaki
güçsüzlerin yoksunluklarına el uzatmayan, acılarına sırtını çeviren biri
açıktır ki bu önemli niteliklerden hiçbirine sahip değildir. Öyleyse şu durum
çıkıyor ortaya İsa'ya göre: İsterse ibadetlerini eksiksiz yerine getirsin,
kurbanlarını eksiksiz versin, sabah akşam ferisiler gibi cadde ortasında dua
etsin; deveye nazaran sinek değerinde. Öyle demeye getirmiş Ruhullah, yani
Allah’ın Ruhu.
Üstelik ‘o gün’ çoklarına şunu da
diyeceğini söyler İsa: “Uzaklaşın benden ey kötülük yapanlar! Ben sizi hiç
tanımadım.” Demek ki inancına göre kötülükler değil iyilikler yapman lazım ki
İsa Mesih orada seni tanısın, yoksa çevresine koymayacak bile. İyilik yapmak
için de başkalarının varlığına muhtaçsın. ‘Diğerleri’ olmazsa kime iyilikler
yapacaksın? Cömert olmak için uzattığını alacak bir elin varlığı gerekli değil
mi? Pati de olur, sormadan söyleyeyim. Ama ‘diğeri’ şart.
Anlayacağın bir yerde haksızlık
varsa, bir yerde haksızca bir düzen sürüp gidiyorsa birilerinin konfor
alanından çıkıp bunları en azından dile getirmesi gerekir. Muhammed de bunu
yapmış işte. Bir adamın hakkı olan parasını vermediğinde Muhammed’in gidip Ebu
Cehil'in yakasına yapıştığını biliyoruz ki kolay iş değil, o yerde güçlü bir
figür Ebu Cehil; yürekli bir adam olmak gerek. Hatta Ebu Cehil arkadaki deveden
korktuğundan Muhammed’i ikiletmediğini söylüyor, bilindik bir mesel bu. Gerçi
bu meseleleri hadis kitabından öğrenmek de Ebu Cehil’e bir miktar haksızlık;
adalet dediğin bir tarafın görüşü alınarak sağlanamaz, iki tarafın da savunusunun
alınması şarttır. Tam adalet için bu meseleleri bir de o adamdan dinlememiz
gerekir.
Hadi, etrafıma toplanın, size
hakikat aleminden aldığım bir haberi nakledeceğim. Edindiğim bilgiye göre
Muhammed’i bir kabiledeki kadının bir olayda haklı mı haksız mı olduğunu soruşturması
için gönderirler. Kabilesindeki güçlü adamların ondan beklentisi kadını haksız
çıkarmasıdır. Fakat Muhammed olayı objektif olarak ele alır ve kadını haklı
bulur. Bunun için kendisine epey kızarlar. Bir de 'mavi' falan gibi bir şeyler
hatırlıyorum ama o 'mavi' nedir, olayın neresinde var, onu hatırlamıyorum. Bu
olay bir hadiste var mıdır veya tarihsel kayıtlarda geçiyor mudur bilemem. Ben
bu olayı hakikatte öğrendim, bana söylenen bu kadardı. Belki bir gün birisi
böyle bir kayda ulaşır da o olay neymiş detaylarıyla ortaya serilir.
Bu meseleyi Muhammed'in karakteri tam
olarak anlaşılsın diye naklettim, kendi haklılığımı öne çıkarmak için falan
değil. Evet, Muhammed eline kılıç almış, kan dökmüş; hatta çok sevdiğim Ali
ondan da fazla kan dökmüş. Buraya kadar doğru. Ama bu insanların döktüğü kanı saltanat
sahipleri veya İslamî yönetimlerdeki adamlar gibi geçimini dinden sağlayan,
yağmacı, ganimetçi çıkar gruplarının akıttıkları kanla veya Hariciler gibi
fanatik cahillerin döktükleri kanla bir tutmak müthiş haksızlık olur. Bu iş 80
darbesinde askerin astığı insanları Atatürk’e bağlamak gibi olur. Söylemeye
gerek bile yok ama yine de diyeyim; bunların birbirleriyle hiçbir alakası
yoktur.
“Konuyu oradan buradan getirdin,
yine Peygamber’e bağladın?”
Atatürk’e de bağlayabilirim. Malumunuz, Atatürk
de pek çok insan astırdı. Aralarında haksızca olan var mıydı, varsa kaç tane
vardı, onun bilgisine Allah sahiptir ama asılanların çoğunluğunun hiç kuşkusuz
halkın kanını emen, Muhammed'in de kendi vaktinde düzenlerini yıkmış olduğu,
Ali'nin üstlerine gidip kırdığı, İsa'nın halkın ortasında azar bastığı türle aynı
türden gerici güruha dâhil olduğunu biraz tarih okumuş her kişi bilir. Fakat bu
noktada Atatürk’ün hatası yok değil ve ben bunun için kendisine eleştiri
oklarımı yönelteceğim: “Keşke gücü eline tam anlamıyla almışken daha fazlasını
halkın sırtından koparıp atsaydın. Senin vefatından kısa süre sonra hemen
palazlandılar, demek ki yeterincesini ortadan kaldırmamışsın. Yazık ettin be paşam.”
Anlaşılması gereken noktayı
anladınız zannediyorum: Şiddeti savunmuyorum, desteklemiyorum. Fakat… Adalet
kan dökmeyi gerektiriyor ise o kan dökülmelidir. Bunu insanların arasını açmak,
birbirlerine düşürmek için söylemiyorum; Allah tarafı haricinde taraf da
tutmuyorum zaten. Ancak şimdi anlamasanız bile bir gün başınıza gelen kötü bir
işin faillerinin adaletle tanışmadan gülerek gezdiklerini gördüğünüzde
anlarsınız. Şu konuda iddialıyım, Azazil’i İblis eden yalnızca kibir değildi,
aynı zamanda haksızlığa uğradığı fikri ve hissiydi. Fakat bunu sonra
konuşacağız.
“Yuh artık! İdamları da savunmazsın
be kardeşim!”
Bak sevgili hümanist kardeş, sana
uyarak ‘dünyayı iyilik kurtaracak yaaa’ demek ve ardından kalp emojileri
döşemek isterdim, ancak bu doğru olmazdı, hem de hiç doğru olmazdı. Dünyayı
iyilik düzeltmez, çünkü iyilik arttıkça bunu suiistimal edecek pek çok art
niyetli, pek çok şeytan çıkar. Deneyebilirsiniz. Elinize bir tomar para alın ve
kalabalık bir yerde “İhtiyaç sahiplerine dağıtıyorum” diye bağırın. Görelim
bakalım üstünüzdeki elbiselerin parçalanması kaç dakika sürecek. Ancak bu işe
girişmeden önce bir canlı yayın açın, bize de haber verin olur mu? Çok vaktim
olmuyor, film falan izleyemiyorum, bu nedenle şöyle kısa sürecek aksiyonlara
keyifle göz atarım.
Hoşunuza gitsin veya gitmesin,
gerçek şu: Dünyayı nizama kavuşturacak olan tek erdem adalettir, başka hiçbir
erdem bunu sağlayamaz. Peygamber “Adaletli devlet başkanının yeri
peygamberlerin yanıdır.” demedi mi? Bunu neden örneğin çok namaz kılanlar için
söylemedi? Veya çok oruç tutanlar için? Ya da çok sadaka verenler için? Çünkü
adalet öyle nadir rastlanır erdemdir ki ibadete, oruca düşkün pek çok kimse
bulabilirsiniz, aşırı cömert kimselere de denk gelebilirsiniz de adil insan
tipine kolay kolay denk gelmezsiniz. Bulunması en zor insan tipidir adil insan.
Çünkü adaleti anlamak, belirlemek ve sağlamak için vicdan yanında keskin bir
akıl da gereklidir. Üstelik o akılla her işi ve her olayı inceden inceye
irdelemek, tartmak zahmetine katlanmak lazımdır; ancak bu sayede kimin neyi, ne
kadar hak ettiği anlaşılabilir ve hak edene hak ettiği neyse verilerek adalet
sağlanabilir. Bu yüzden mahkemeler o kadar uzun sürüyor. Yoksa öyle kafaya göre
davranarak adalet sağlayamazsın.
“Tamam, adalet dediğin gibi
muhteşem bir erdem ama insan sınırlı anlayışıyla adaleti sağlamaktan, hatta
çoğu kere kavramaktan uzaktır. Kimin neyi hak ettiğini kim, nasıl belirleyecek;
bu son derecede subjektif bir konu. Üstelik adalet algısı kişiden kişiye gayet
değişebilir bir şeydir. Bunlara çözümün ne?”
Ne derece haklı olduğunuzu
kelimelerle ifade edemem. Gerçekten böyle de bir durum var. Hatta size destek
olmak için şöyle bir örnek vereyim: Canımız sıkıldığında hepimizin can sıkıntısını
gidermek için yaptığı birtakım işler vardır, değil mi. Bunların bence en güzeli
manzaralı bir yerde, ister denize ister ormana bakmak, doğal bir güzellik
karşısında sakin bir köşe bulup oraya kurulmak. Sıkıntım öylece geçer gider.
Fakat ya doğuştan kör olanlar ne yapsın? İnsanlar hep yemek-para derdinde
koştuğu için adalet deyince akıllarına ancak maddî adalet yani geçim geliyor,
oysa bir kör istediği kadar zengin olsun, göremediği onca güzelliğin
karşılığını kimden isteyecek? Kim bir sağıra duyamadığı kuşların, cıvıltıların,
muhteşem müziklerin bedelini ödeyecek?
İşte nazarımca burası dinlere karşı
çıkan materyalistlerin çöktüğü noktadır. Parayı istediğin kadar eşitle, hatta
daha fazlasını ver bedence eksikliği bulunan insanlara, ne fark eder? Hadi kalk
sağır bir insana bir tomar para uzat da “Al sana para, işte aramızdaki adalet
sağlandı.” de. İsterse her ay diğerlerinden fazla para alsın, adalet var mı
onun için? Ha bu kişi doğuştan öyle doğdu, daha önce hiçbir şeyi duymadı ise
yine daha ılımlı olabilir çünkü nasıl güzellikleri kaybettiğini bilmiyor; fakat
sonradan bu duruma düşen biri böyle terbiyesizce bir harekete müthiş
öfkelenecektir. Şöyle sorayım, devlet kör olanlara aylık bir ücret ödese, kirasız
ev verse, kaç kişi gözlerini vermeye kaç gönüllü çıkar? Siz verir miydiniz
örneğin?
Dikkat edin bu bir sosyalizm
eleştirisi falan değil, dinle insanları uyutup onların haklarının üzerine
oturan feodal hırsızlar gibi davranmıyorum. Adalet ve eşitlik yalnız parayla
konu edilebilir kavramlar değildir. Bunu açığa çıkaran bir soruydu o. Hatta
sorudaki çıkarımı daha ileri taşıyayım ben: İlahi adalet yoksa bizim adalet
çabalarımız bir oynayıştır, evrende adalet falan yoktur.
Ne var ki ilahi adaleti
sağlayamıyoruz diye dünyasal adaletten vazgeçmek gibi bir saçmalığa girecek de
değiliz, değil mi? Biz elimizdeki kadarıyla adaleti sağlamakla yükümlüyüz.
Çünkü bizi ancak bu iş Allah’ın El-Adl
ismini yansıtmaya ve hazineye ulaşmaya götürür. Aslında buna inanmayanlar bile
insan olmanın adaleti sağlamakla ilgili bir yükümlülük getirdiğine inanıyor
olsa gerek. Neticede toplum içinde yaşayan akıl sahibi bireyleriz, bireysel
yaşamla toplumsal yaşamı bir şekilde dengelememiz gerek. Bunun da tek yolu
adalet erdeminden geçer.
Üstelik yalnız insan mı; birtakım
deneylerle kayıtlı, laboratuvarda tutulan maymun bile adaletsizliğe tepki
verebiliyor. İzlediğim birinde kafesteki iki maymundan birine muz, diğerine
salatalık verilince salatalığı alan maymun çıldırıp fırlatıyordu. Eğer maymunun
Cesar gibi zekâsı ve farklı niyetleri yoksa, şuna inanabiliriz ki onların içinde
bile ufak da olsa bir adalet duygusu yatıyor. İnsan maymundan daha mı aşağı?
“Sen ilahi adalet kavramını
savunmak için örneğini bedensel engelliler üstünden verdin ama bilim hızla
ilerliyor, belki de birkaç on yıla kör-sağır kalmayacak. O zaman ilahi adalete
gerek kalmayacak mı yani?”
Bu çok yanlış bir düşünce, o zaman
bile ne kadar iyi niyetli olursak olalım adaleti tam anlamıyla sağlayamıyor
olacağız. Çünkü bir konu ve konunun tarafı insanlar hakkında tüm bilgilere
sahip olmamızın hiçbir imkânı yok. Neden öyle davrandı, o anda ne düşündü, daha
önce yaşadıkları onu oraya mı getirdi, bunlar kendi suçu muydu, çevrenin ne
kadar etkisi vardı… O kadar soru dizerim ki coşagelir, bu adalet işlerini
bırakalım, gidelim, dersiniz.
Hem o günler gelene dek bu
sorunlardan mustarip hâlde ölüp gidenlerin hakları ne olacak peki? Onların
hakları yitip gitti mi yani? Örneğin materyalist solda, fikirlerinin temelini
oluşturan materyalizme müthiş aykırı, meşhur bir jargon bulunur: Devrim
şehitliği. İlahi adalet yoksa kişi neden şehit olacak? O ölünce kim verecek ona
hakkını; Komünist Parti mi? Ne yapabilirler ki, en fazla bedenini mezardan
çıkarır mumyalarlar; Lenin’i mumyaladıkları gibi. Fakat Lenin’i mumyaladılar,
sergilediler de ne oldu? Lenin rahat etti mi acaba? Belki rahatsız oldu
etrafını saran onca kalabalıktan? Sorabildiler mi?
“Kardeşim sen adalet konusunda hiç
bu derece düşüncelere dalma. Bak ben de dindarım, Allah adaleti her türlü
sağlar, buna inan, çekil bir köşeye, izle.”
Siz beni anlamamışsınız. Tekrar
ediyorum, ilahi adalet anlayışı olmaksızın yeryüzündeki adalet anlayışı mutlak
surette eksik kalır. Fakat bu işi öylece bırakıp bir köşeye çekilemeyiz, bu
sınırlı dünyada üstümüze düşen görevler var. Belki de bizi Allah katında
değerli kılacak olan, ruhta hazineye ulaştıracak olan ‘gördüğümüz’,
‘bildiğimiz’ adaletsizliklere karşı çıkmaktır veya en azından bunları çözmek
için bir adım atmaktır? Ben gelsem desem ki, “Kardeşim bak ben dindarım, Allah
her türlü verir cenneti, bir şey yapmana gerek yok, çekil bir köşeye.” Çekilir
miydiniz? Yoksa şu sınırlı dünyada bir şeyler yapıp da ötelerde bir şeyler elde
etmek için çabalaya devam mı ederdiniz? Niye çekilmezdiniz, ilahi adalet var da
ilahi cömertlik yok mu? Peki, nasıl olsa ilahi cömertlik var, Allah fakirlere
bol bol verir diye elinizi cebinize atmaktan vaz geçer miydiniz? Böyle
yapmanız, sizde inancın değil cimriliğin kanıtı olurdu. Aynı şekilde adalet
meselesinde de öyle davranmak inancın değil korkaklığın kanıtı olur.
Muhammed dışında kimse ile kıyas
edilemeyecek yetkilere sahip Ali bu ilahi adalet ve yeryüzü adaleti ikilemini
bilmiyor muydu ki “Haksızlıklara karşı susan dilsiz şeytandır.” demişti? Ruhta
elinde Zülfikâr var iken niye meseleleri yaşam sonrasına ertelemedi de savaş
alanlarında elinde sıradan bir kılıçla oradan oraya koştu, Muaviye ile
çarpıştı? Sorumluluklarını bırakıp evine çekilseydi; adaletin ilahi planda
sağlanacağına güvenmiyor muydu? Oysa kendisi Âli Makam’dadır, Yüceler
Makamı’nda. Yani ilahi planda adaleti sağlayanlar arasında. Bu yüzden “Benim
hükmüm altında kimse bir karıncanın ağzından yiyeceğini alamaz.” demişti. Yoksa
sıradan bir Arap halifesi ile karıncanın hakkı, ne alaka? Bunu okuyanlar onu
mübalağa yani abartma sanatına baş vurdu sandılar ama aslında Ali abartma yapmıyordu,
hakikatinden haber veriyordu. Anlamadılar.
İşte bu gerçek bize gösterir ki
ilahi adalet bizi aşar ancak yeryüzü adaleti sorumlusu olduğumuz bir konudur.
Bunu ister yeterince kavrayabilelim ister kavrayamayalım. Adalette işi Allah’a
bırakan dindar arkadaş nasipte, rızıkta da işi Allah’a bıraksın, çekilsin evine
otursun. Allah rızka kefil nasıl olsa, onu doyuracak yemeği gönderir. Ya da
göndermez mi? Dindar arkadaşlardan deneyen olursa paylaşsın lütfen.
“Gerçek hayatın neresinde adalet
var ki? Diyelim iki kişi var, birinin eşi gül gibi, hem güzel hem iyi huylu, diğerininki
ise hem çirkin hem de huyları cadı kazanı sanki, kocasını haşlıyor, sözleri
devedikeni, boğaza takılıp kalıyor. Bunu ilahi adalet anlayışı da kurtarmaz sanki?”
Gelin, bakalım: Birinci eş mükemmel
eş, bunda hemfikirizdir. İnsanı huzurlu tutar, mutlu eder. Koşa koşa eve gidesi
gelir adamın. Öyle kadın bulursanız telefonun hemen ucundayım, sakın unutmayın.
İkincisi ise kaçılacak eş. Öylesiyle evleneceğine evlenmemek yüz kere daha
iyidir, en azından huzurun bozulmaz. Böylesini bulursanız telefonum kapalı, hiç
aramayın.
Fakat biz böyle yargılarken olaya
bu dünya gözüyle bakıyoruz. İşin ruh tarafını hiç ele almıyoruz. Eğer ele
alırsak, doğru şekilde anlaşıldığında ikinci eşin birinci eşten bile daha iyi
olabileceğini görürüz. Çünkü birincisi dünya için iyi ama ikincisi ruha alttan
almayı, sabrı, yumuşak başlılığı öğretir. Çünkü ego-nefs-beden dediğimiz yapı hakikatte
köpeğe benzer, huy olarak aynıdır. Karşısında kendinden sertini gördü mü
kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırır, pısar; zayıfını gördü mü havlar, ısırır,
ezmeye, sindirmeye çalışır. Kimi şişmiş ego sahiplerine bu ikinci eş acı bir
ilaç gibidir, onların eğitimi ancak bu türden eşle mümkündür. Bu yüzden biraz
düşününce ikinci eşe sahip olan adam ruhsal âlem adına daha şanslı bile
sayılabilir; çünkü sabah akşam uğrayacağı eziyet ona ruhsal açıdan hazineler
kazandıracaktır.
“Hazine kazanmak için eziyet çekmek
mi gerekir?”
Şöyle diyeyim, ruh âleminde bedeli
ödenmeden hiçbir şey alınamaz; bir damla su bile. O âlem dünya gibi değildir.
Allah dünya âleminde Rahman ismi gereğince nimetini herkese sunar,
sevdiği-sevmediği ayırt etmeden. Fakat ruhani âlemde Rahim ismi gereğince
davranır, O’nun hoşuna giden işlerden işlemeyen kimse zırnık kazanamaz. Aslında
şöyle açıklansa daha kolay: Allah dünyada sosyalisttir, herkese eşit muamelede
bulunur, ahirette ise serbest piyasacıdır, orada parasını ödemeden kimse hiçbir
şey alamaz. Yani zahmet, acı, meşakkat olmaksızın ruh bu hayatta bir şey
öğrenemez, kazanca erişemez, güzellik elde edemez.
Bu arada ‘Allah’ın hoşuna giden iş’
demekle ibadeti kast etmedim. Ömrünüz boyunca namaz kılabilirsiniz ve belki de
art niyetli biriyseniz, bu konuda da bir farkına varış yaşamamışsanız, eliniz
boş kalabilir. Ya da yeri gelir tek bir kere güzel bir işe imza atarsınız,
hatta niyet edersiniz, bu iş ibadet olabilir veya olmayabilir, fark etmez,
O’nun hoşuna gider de büyük nimetlere erişirsiniz. Her şey O’nun kontrolü
altında neticede, dolayısıyla her şey O’nun dileğince gerçekleşir. İnsanlar
dünyevî çıkarlar uğruna dinsel veya ideolojik öğretilerle size bir şeyler
empoze etmeye, kalıba sokmaya çalışırlar, bu yemi yutmayın. Diledikleri kadar
uğraşsınlar, hakikat eşittir bir din veya bir ideoloji demek değildir. O
alacağını her yerden çeker alır.
Buradan anlaşılır ki esas adalet
algılayışı ruhu ve bedeni birlikte ele aldığımızda ortaya çıkar ancak. Tabii bu
demek değil ki ruhu geliştireyim diye size tokat atana diğer yanağınızı dönün.
İsa Mesih böyle demiş ama o zaman dünyadaki adalet tümüyle sekteye uğrar,
ortada adalet namına bir şey kalmaz. Dünya zalimler ve mazlumlar, zulmedenler
ve zulümden keyif alanlar olarak ikiye bölünür. Bu konuda Muhammed’in yolu açık
şekilde adalete daha uygun.
Nazarımca önemli olan denge. Zaten
benim her tür konuda tuttuğum yolun bu olduğunu artık öğrendiniz. Merhametli
biriysen birinci hatayı affet, ikinci hatayı affet, hadi üçüncü, dördüncü
hatayı da affettin diyelim, geri kalanı affedemezsin. Çünkü oradan sonra roller
haksızlık yapan adına da haksızlığa uğrayan adına da belirlenmiş olur; öyle devam
eder. Emin ol, oradan sonra bir yerde canına tak etse, adalet istesen, affetmediğinden
suçlanırsın. Yani affetmek vazife hâline gelmiş olur, artık af değildir o, bir
görevdir. Eh, yaptığı kötü işlerin bedelini ödemeyen kimsenin kendini düzeltmek
için bir nedeni olmayacağından aynı işleri yapmayı sürdürecektir ne de olsa.
Esas kötülük bu değil mi? Bir
insanın uyuşturucuya alışır gibi kötülüğe alışmasını seyretmek, hatta buna
sebep olmak. Madem dünya arınma, temizlenme yeridir, cezalar da hâliyle
arındırma görevi görür, bu iş titizlikle yerine getirilmelidir. Onun iyiliği
için de başkalarının iyiliği için de durum böyledir.
Şimdi bu konuda İsa Mesih’e bir
eleştiri getireceğim. Kendisine hayranım, çok güzel adam, epey de seviyorum ama
adalet konusunda o kadar yetkin olmadığını düşünüyorum.
Bir havarisi İsa’ya sorar: “Birini
kaç kere affetmek gerekir? Yedi kere mi?” İsa şöyle cevap verir: “Ben derim ki
yetmiş kere yedi kere.” Sayısalcılar hesaplamalara girerek “Vay be demek ki İsa
Mesih dört yüz doksan kere affetmemizi istiyor bizden.” falan diye düşüncelere
dalmasın, ‘affetmenin sınırı olmasın’ demek istiyor İsa orada. Birini dört yüz
doksan kere affetsen ve o da gidip dört yüz doksan birinci suçu işlese -ki bir
suçu dört yüz doksan kere işleyip hiçbir karşılık görmeyen elbette dört yüz
doksan birinci suçunu da işler- ve gidip İsa’ya daha kaç kere affetmen
gerektiğini sorsan ‘Yetmiş kere yetmiş kere yedi kere’ gibilerinden bir cevap
verir muhtemelen.
Gel gör ki İsa aynı insanlara
kendine karşı o kadar şefkatli davranmamayı öğütlemiştir, demiştir ki: “Sağ
gözün günah işlemene sebep oluyorsa çıkar at, vücudun bir azasının kaybolması
tüm vücudun cehennemde yanmasından iyidir.”
Ne oldu şimdi? Kendimizi neden
affetmedik ‘yetmiş kere yedi kere’? Madem başkaları yetmiş kere yedi kere hata
yapma, günah işleme özgürlüğüne sahip biz neden olmayalım? İsa Mesih Cebrail,
Ruhullah’tır, Allah’ın Ruhu, peygamberler arasında en seçkinlerinden, öyle
yüksek bir makamda… Ne var ki bu durum özelinde çifte standart uygulamaktadır.
Peki, peygamberler içinde en yüksek
makamda bulunan Muhammed ne yaptı? Medine’de İslam’ın yükseliş dönemi
başlamadan önce kabilelerle bir sözleşme yaptı, Medine Sözleşmesi diye bilinir.
Bunda Yahudileri de ümmetten saydı ve şehir savunmasında hep beraber
çarpışacaklarının sözünü aldı. Gelgelelim hakkında birtakım değişik bilgiler bulunan
birtakım olaylarla birlikte ve bu olayların sonucunda, onları burada irdelemeyeceğiz,
üç Yahudi kabilesi farklı zamanlarda Muhammed önderliğinde savaşmayı reddetti.
Birinci kabile Muhammed tarafından sürüldü, ikinci kabile de yine sürgüne
gönderildi. Ancak üçüncü kabile, Beni Kureyza, farklı bir yaptırıma uğradı:
Erkekleri öldürüldü, kadınları, çocukları, mal-mülkleri ganimet olarak
paylaşıldı.
Buradan da ortaya çıkıyor ki eğer
Muhammed’in makamı İsa’nın makamından üstünse adalet de aşırı merhametten,
aşırı affedicilikten üstündür. Zaten adalet olmasa bir sistem kurmanın imkânı
olmazdı. Zulüm üstüne bile sistem inşa edilebilir, alın size Kuzey Kore; ancak
merhamet üstüne sistem inşa edilemez, edilse bile çöküşü çok çabuk olur. Bu
nedenle Kuzey Kore hâlâ ayakta duruyor ancak Batı’yı saran adaletsiz woke
kültür kısacık bir zamanda kültürlerini çöküşün eşiğine getirdi.
“Ne yani, merhametli olmayalım,
dağı taşı, kuşu böceği sevmeyelim mi?”
Deli misin sen?! Bak buraya kadar
siz siz diye hitap ediyordum, bu noktada sen diye hitap ettim çünkü çok saçma
bir çıkarım bu. İnsanlık bazında merhamet en değerli erdemdir. Sevmeyecek insan
yaşamasın, gerçi yaşamıyordur zaten. Ancak bu hayatta kişisel temelde gerekli
nitelikler ayrı, toplumsal temelde gerekli nitelikler ayrı. Kişisel olarak çok
cömert olabilirsiniz, cömertlik de erdemlerin en yücelerinden, ancak devlet
fazla cömert olamaz, çünkü bir kesime yapılan cömertlik diğerlerinden alınan
fazla para demektir ki aslına bakılırsa bu hırsızlığın bir başka türüdür.
Devlet adil olmak, adaleti sağlamak ve elinin uzandığı her noktada adaleti ayakta
tutmak zorundadır. Adaleti olmayan devlet, devlet değil, silah gücüne sahip bir
güruhun sistematik haraç kesmeyi kesintisizce sürdürmek için oluşturduğu zorbalık
düzenidir. Burada bu meseleye çok da dalmayalım, siyaset kitabında bol bol
konuşacağız ne de olsa.
“Hep devlet üstünden örnek
veriyorsun. Öyleyse adalet yalnızca toplumsal temelde geçerli bir erdem mi?”
Değil. adalet kişisel temelde de
çok önemli bir erdem. İçsel adalet diyorum ben buna. Kişinin kendini, kendi
içinde yargılaması ve kendine sınırlar çizmesi, bu sınırları ezip geçmemesi
demek içsel adalet. Örnek de vereyim: Diyelim küçük kardeşiniz var ve anne
babanız size bir tane Alman pastası alıp buzdolabına koydu. Bunu sizin alma
şansınız var ve kardeşinizin karşı çıkma şansı yok. Bu durumda onu tümüyle
kardeşe vermek fedakârlık, alıp gizliden yemek hırsızlık, ortadan ikiye bölerek
yemek içsel adalet olur. Bu toplumsal bir iş değil, kişinin kendini
sınırlamasıdır.
Dünyada kavgalar neden çıkıyor
biliyor musunuz? Çünkü hayat görüşü, dinsel inancı falan fark etmeksizin kimse içsel
adalet peşinde değil, yetinmeyi düşünmüyor. Mesela günümüzün gündeminden örnek
vereyim: “Öğretmenler ayda en fazla bir kere biftek yiyebiliyor kardeşim. Açız,
aç.” Şimdi muhtemelen sarayın artıklarıyla beslendiğinden sahibini korumaya
yeminli, görüntüde dindar özde dünya tapıcısı muhafazakâr kapıkulu gibi
görüneceğim; ayda bir kere biftek yemek bence gayet yeterli be kardeşim. Bence
et yemenin belli bir orandan fazlası, kim yaparsa yapsın, yalnız öğretmenlere
değil sözüm, hayvanlara zulüm. O etler gökten inmiyor, bir kere gökten hayvan
indiği söylenir, o da yine bütün koç, et değil. O hayvanlar kesiliyor, hatta
kesilmek için kıpırdayamadıkları daracık alanlarda yetiştiriliyor. O
hayvancıkların tüm hayatı o kadarcık bir alan. Bu zulüm değil de ne?
Bu arada İbrahim’e madde planda,
yani bu dünyada gökten gerçekten koç indiğini düşünen ciddi anlamda saftır.
Madem koç yoktu, o gün indi, o güne kadar koyunlar nasıl üredi, çoğaldı? “Allah
aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır.” Evet, aklını kullanmayanların
üstüne inecek tek şey vardır; o da pislik. Gerçi o bile mana âleminde iner,
dünyada değil, tıpkı koç gibi. İnsanların mucize diye adlandırdıkları
olaylardan neredeyse tamamı mana âleminde gerçekleşmiştir; belki bir iki
istisna dışında. Yoksa Musa’ya gökten inen sofradaki yiyecekler de bu dünyada
inmiyordu. “Bulutla sizi gölgelendirdik, kudret helvası ve bıldırcın indirdik,
'Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin.' dedik. Onlar bize
değil, fakat kendilerine yazık ediyorlardı.” (Bakara / 57) Temiz olan rızık bu
dünyanın rızkı değildir, bu dünyanın rızkı topraktandır, yedikçe ağırlaştırır.
O dünyanın rızkı öyle değildir. Yani ayette o söylenenler gök yarılıyor da
aşağı iniyor değildi, manada yediriliyordu.
Benim örneğimi sakın yalnızca
öğretmenler üzerinden ele almayın. Haberleri açın, her türden meslek erbabı
insanın, çalışan, emekli fark etmez, hep aynı şekilde yakındığını göreceksiniz.
Yapılan röportajlarda genelde şöyle söylerler: “Kendileri (milletvekilleri)
yiyor, bize gelince yok.” Söz doğru, ona lafım yok. Fakat sorun şurada:
Hepsindeki mantık yolu aynı, “Onlar sömürüyor, biraz da biz sömürelim.”
şeklinde. Bir tanesi de kalkıp şunu demiyor: “Allah'tan çekinceniz yok anladık
da, hayvan mısınız, şeytan mısınız, neden sömürme yolunu tuttunuz?” Çünkü bunu
derse açgözlülüğün, mal mülk yığmanın yanlış olduğunu kabul etmiş oluyor, fakat
onun istediği bunu durdurmak değil, o da lüksün, şatafatın, doyumsuzca, arsızca
yeme içmenin peşinde. Gel gör ki kolu milletvekilleri gibi uzağa uzanmıyor, derdi,
yakınışı bundan. Eğer o da sömürebilse yanlış görmeyecek, susacak. ‘Başkaları
açken ben ne hakla karnımı kusasıya dolduruyorum?’ diye sormayacak. Şunu
unutmayın, ego-nefs-benlik kontrolü altındaki her insan atanamamış bir Roma
imparatorudur.
İşte ben bunun yanlışlığını
söylüyorum. Bunları söylemek için onca zahmet çekip bunca şey yazıyorum. Dünya
kavgası, hepsi başkalarının omuzlarına basıp yükselmek isteyen grupların
çatışmasından ibaret, bunu görün istiyorum. Herkesi eşitlemeye çalışan sistem
var oldu ama adalet üstüne kurulmaya çalışılan bir sistem hiç var olmadı.
Hayır, size söylenen yalanlara kanmayın, liberalizm adalet değil özgürlük vaat
eder. Ben hak edene hak ettiğinin verildiği bir sistem, öncelik olarak kanaatkârlığı
temel alan bir halk hayali kuruyorum. Böyle bir sistem henüz var olmadı.
“Neden var olmadı peki? Hayal
olduğu için olabilir mi? Mümkün olmadığı için?”
Yeterince inanırsan ve O dilerse
her şey mümkün be paşam. Var olmadı çünkü adalet duygusu ruhta öyle nadir
rastlanan duygu ki başka coğrafyaların insanlarını bilmem ama bu coğrafyanın
insanlarında adalet anlayışı hiç yerleşmedi. Topu havaya dikmeyim, doğrudan
örnek vereyim: Bu ülkede imamlar asgari ücretin üç katını alır ve lojmanlarda
oturur, halka da şükrü ve sabrı vaaz ederler. Ne için alıyorlar bunca parayı?
Elbette halkı orta çağa ait muhafazakâr ideolojiyle doktrine etsinler diye.
Bunların bize anlattığı adalete göre bir imama camisinde beş vakit namaz
farzken yer altında ölüm riski içinde kol gücüyle çalışan maden işçisine de
namaz farzı beş vakittir, rekat sayıları aynıdır, kılmazsa cezaya girer.
Üstelik imama namaz kılsın ve kıldırsın diye diğerinin rüyasında göreceği
avantalar verilir.
Kesin hüküm vermiyorum, akla
dayanarak söylüyorum, işin adaletine bakarsak imamın belki bir aylık ibadetinin
maden işçisinin tek vakit ibadetine denk gelmesi gerekir. Yine aynı şekilde,
ramazanda imam serinlikte, camisi içinde takılır, emek sarf etmeden otururken,
sevkiyat elemanı yaz sıcağında onuncu kata kanepe taşır, ardından gider beşinci
kata baza, yatak çıkarır ve bize yine imamların anlattığına göre oruç her
ikisine de aynı saatler boyunca farzdır. Peki sevabı? Din adamı o konulara pek
girmez, “Allah bilir.” der, topu taca atar; oysa işin adaletine bakılsa, yine
kesin hüküm vermiyorum, sevkiyatçının bir günlük orucunun imamın bir aylık
orucuna denk gelmesi falan gerekir.
“Ben imamım kardeş. Sen imamlar
para almasın da ölsün mü istiyorsun, de hele?”
Hayatımda yurt dışına bir kere
çıktım, onda da Tacikistan'a bir aylığına gittim. Orada öğrendim ki imamlar
para almıyor, cemaat ne getiriyorsa onunla geçiniyorlar. İşte kutsal meslek
budur, daha doğrusu kutsal meslek yoktur, kişiler mesleklerine kutsallık
katarlar. Ama gözümde o adam kesinlikle kutsal bir meslek icra ediyordu, çünkü
imamlık yaparken aklında kazancı yoktu, aç kalmayacağına dair Allah'a
güvenmişti. Yani vaaz ettiğini önce kendi denemiş ve uygulamıştı, bu adamın
artık Allah'a güven duymaya dair vaaz etmeye hakkı vardır. Türkiye'deki imamlar
ise sırtlarını Allah'a değil devlete dayamışlardır, onların Allah'a güven
duymaya dair vaazlarından hayır gelmez, sen kendin Allah'a güvenmemişsin, sabit
aylık gelire güvenmişsin, bize ne hakla Allah'a güvenmemizi söyleyebilirsin?
Kimseye bir düşmanlığım yok. İmamları
da yoktan yere suçlamak istemem. Diyanet'ten ayrı olarak bir ibadethanede vaaz
vermek yasal olmayabilir. Bu ülkede Allah'ı anlamak ve anlatmak isteyenin
karşısında devlet duruyor ve bu insanları öğretiyi belli bir şekilde öğretmeye
zorluyor. Fakat yine de imamlar aldıkları gelirin en azından bir kısmını Allah
için bir yerlere verebilir, bağışlayabilir, dağıtabilir; fakat ben öyle bir
imama denk gelmedim henüz. Bu arada devleti de suçlamak istemem, İslam yanlış
anlaşıldığında gerçekten tehlikeli bir din olup çıkıyor, tüm o Haricilik,
Kadızadeler, Vahabilik, Selefilik akımları yoktan yere belirmedi, hepsi bir
kökene dayanıyor. Daha İslam’ın ilk döneminde ortaya çıktı Haricilik, çıkmadı
mı? Anladığım şu ki bu tip fanatiklere karşı dini kontrol etmek gerekiyor galiba,
ancak o şekilde başkalarına zarar vermeleri engellenebiliyor. Yoksa Ali’yi bile
dinden çıkmakla itham edebilecek kadar gözü dönmüş olanların kaynağı
tükenmez.
Kardeşim, kimse bu insanlar para
almasın demiyor zaten, bu insanlar da yiyecek içecek, elbette emeğinin
karşılığı varsa alacak. Ancak el insaf, bu kadar alınmaz, yaptıkları iş
aldıkları paranın karşılığı değil. Hakk katına çıktığımızda adalet sağlanacak,
hesap zor, onu biliyorum da dostça uyarıyorum. On iki saat çalışmak zorunda kalana
farz olan nasıl başkasının işi olabiliyor; üstelik nasıl üç asgari ücret maaş
sağlıyor? Adalet değil diyoruz, adalet değil. Bunun hak, onca paranın helal
olduğuna inanan keyfini bozmasın, yoluna devam etsin. Nasıl olsa herkesin yolu aynı
yerden geçecek. İmamların bunu biliyor olması lazım, ne de olsa bunları
anlatmak için onca parayı almıyorlar mı?
“İyi de bunun ne kadarının hak ne
kadarının helal olduğunu kim belirliyor? Neye göre hak, neye göre değil?”
Yaradan her insanda yukarıdaki
mahkemeden önce kendini hesaba çekecek içsel bir mahkeme kurmuştur; vicdan
deriz biz buna. Kendi vicdanınıza danışın. Fakat unutmayın orada vereceğiniz
her karar size karşı da uygulanacaktır. Bu hakikatten bir sırdır; o nedenle
lütfen dikkatli, dinleyin burayı: Diyelim birileri görüşlerine ters düşen
sözler eden birinin dövülmesini içten içe hak buluyor, üstelik çevresindeki insanları
buna teşvik edecek sözler ediyor. Gün gelip devran döndüğünde ve bu sefer o,
onların görüşlerine ters düştüğü için dayak yediğinde yukarıda hak talep edemez.
Çünkü kendisi vicdan mahkemesinde kararı bağlamıştır. Orada çifte standart
işlemez. Başkalarına karşı getirdiğiniz yargı neyse onunla yargılanırsınız. İncil’de
İsa Mesih der ki “Nasıl yargılarsanız, öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle
verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız.” (Matta / 7)
Ha, Allah herkese vicdan terazisinden
vermiştir ama herkes onu kullanmaz. İnsanların bir kısmı hayat boyu benliklerine
uyar, ona hizmet ederler. O da ‘hep bana, hep benim’ şeklinde programlı
olduğundan bu kimselerin vicdan terazisi kullanılmaya kullanılmaya
paslanmıştır. Öyle bir durum varsa eyvahlar olsun; o hâl bir arabanın freninin
tutmaması gibidir. O fren olmayınca insan elbet bir gün bir yerlere toslar veya
daha kötüsü bir yerden aşağı düşer. İşte o nedenledir ki vicdanı kurumuş kişi zaten
cehenneme girmiştir, sadece vaktini beklemektedir.
“Ne yapayım, işimi seviyorum, vicdan
olsun diye işimi mi bırakayım?”
Asla öyle bir şey demedim. Akıl
vermek bana düşmez; ama şöyle bir seçenek de mevcut: Eline geçen paranın bir
nedenle belirli bir miktarının kendisine hak olmadığını düşünen biri onun
hesabına çekilme riskini göze almamalı, gerçekten ihtiyaç sahibi birini bulup
fazla olduğuna inandığı miktarı ona bağlasa hiçbir şekilde zarar edemez.
Diyelim düşüncesi doğruydu, hesabından kurtarır; diyelim yanlış düşündü,
hepsini hak etmişti, o zaman da büyük hayırlar işlemiş olur. Her şekilde kâra
geçer yani. İmamlara hayır işlemeyi tavsiye ettim diye de suçlamazsınız beni
umarım?
İşte bu mesele, iki dünyada da çok
önemli olan kul hakkı meselesi. Ne var ki önemli bir mesele olduğundan, iyice
uzayan adalet başlığı altında değil de başka başlık altında inceleyelim, bu
konuyu da burada bitirelim artık.
Yorumlar
Yorum Gönder