16) Adalet ve Haklar Üzerine

Tanımla başlayalım. Adalet nedir: Ortaya bir emek veya iyi bir iş koyan kişinin, hak ettiği güzel karşılığı hak ettiği ölçü kadarıyla alması, kötü bir iş koyan kişinin de hak ettiğini, hak ettiği kadarıyla bulması. Ali’ye zulüm nedir diye sorarlar, “Dikene su verip çiçeği susuz bırakmaktır.” der. “Adalet nedir?” diye sorarlar, “Çiçeğe su verip dikeni susuz bırakmaktır.” der. Gerçi gül gibi çiçeklerde diken çiçekle beraber olduğundan çiçeğe su verince dikene de vermiş olursun ama Ali’nin metafor ile ne anlattığı ortada, çıkıntılık yapmanın âlemi yok. Öyle durumlarda da çok istersen dikeni budar, çiçeği sularsın; çözüm gayet basit.

Hani bazı kimseler “iyilik dünyayı kurtaracak.” derler. Öyle düşünenlerden misiniz bilmiyorum ama bu açıkça yanlış bir söylemdir. Bir insan adına en güzel, en doğru iş herhalde iyi niyet sahibi, iyilik gözeten ve insanlarda da daima iyilik gören birisi olmaktır, orası kesin. Fakat diğer insanların hiç de iyi niyet taşımadığı, üstelik iyi niyeti suistimal ettiği bir çevredeyseniz bu nasıl en iyi yol olabilir? İnsan sülük dolu bataklığa biraz da onlara iyiliğim dokunsun, hayvancıklar kan emsin diye girmez herhalde.

Bununla ilgili bir kıssa da vardır, tasavvufî sohbetlerde sıkça anlatılır; bir de ben anlatayım, eksik kalmayım: Zenginin biri konağında büyük bir sofra hazırlatır. Her isteyen bedava yiyebilecektir. Fakat kaşıkların saplarını o kadar uzun yaptırmıştır ki her gelen bir şey yiyemeden kalkmaktadır. Oradan bir de derviş grubu geçmektedir, bunlar da içeri davet edilir. Her biri oturur ve kaşıklarla karşısındaki yol arkadaşını beslemeye başlar. Hepsi de aynı işi yaptığından, hepsi doyar ve kalkarlar.

Ne güzel öykü değil mi? Herhalde insana en çok yakışanı bu anlatıdaki dervişler gibi yaşamaktır; bunda hemfikirizdir diye umuyorum. Bu yüzden siyasal sistemlerin anlatıldığı veya konuşulduğu bir ortamda biraz tasavvuf duymuş romantik biri bu öyküyü pat diye önünüze çıkarabilir, aniden çıkarsa şaşırmayın. Aynı romantikler zaten genelde “Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa / İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa, uzansak sonsuza.” tarzı barışsever konuşmalar yaparlar, kendimden biliyorum. Tasavvufun insanı ittiği bir romantiklik vardır.   

Gelgelelim bu öyküde değinilmeyen ‘ufak’ bir nokta vardır, bunu asla dile getirmezler. Anlatıdaki sistemin işlemesi için sofradaki hepsinin derviş olması veya dervişçe davranması gerekmektedir. O dervişler arasında yer alacak tek bencil derviş, tek açıkgöz, amiyane tabirle tek çakal bütün sistemi çökertir. Bu derviş karşısındakine kaşığı uzatmayıp kendi ağzına sokmaya yeltendiğinde, baktı işe yaramıyor karşısındakine uzatmayı bıraktığında, ağzı boş kalan derviş de hâliyle aptal olmadığından neden onu beslediğini kendine sorar ve o da bencilliğe yönelir, yönelmek zorunda bırakılır. Diğerleri doyarken o aç kaldığından sağa sola salça olur, belki küçük çaplı bir isyan çıkarır ve böylece önceki gruplarda da olduğu gibi kargaşa çıkar, derviş takımı da sofradan aç kalkar. Ha derseniz ki derviş kendi açken karşısındakini doyurandır, diğerlerini kendi benliğinden fazla düşünür; ben de derim ki öyle derviş bir çıkar, iki çıkar; üç çıkmaz. Çıkması da gerekmez; çünkü adalet de Allah’ın niteliklerindendir ve bana kalırsa, merhametin ardından en erdemli davranış biçimidir.

Şu hâlde bize ya hepsi tek bir kişiymişçesine hareket edecek bir grup ya da herkese uzun saplı kaşık dağıtarak diğerini kendinden öne almaya mecbur bırakacak bir sistem gerekir. Fakat her ikisinin de imkânsızlığı ortadadır; çok az insan benliğini aşmayı ve gerçekten başkasını önemsemeyi başarabilir. Bu yüzden en iyisi insanı hem kendi ağzına hem diğerlerinin tabağına hizmet edeceği bir tutumla eğitmektir,. Ne kapitalizmdeki gibi “Hep ben, hep bana” ne de sosyalizmdeki gibi “Hep diğerleri, hep diğerlerine” anlayışı tam olarak doğrudur. Orta yoldan gitmek neredeyse her konuda olduğu gibi bu konuda da en iyi seçenektir. Nazarımca insanın doğasına en uygun olacak sistem bu şekilde dizayn edilmelidir.      

İşte bu anlayış adalete dayalı bir anlayıştır. Romantik iddialar aksine dünyayı kurtaracak olan, dünyada düzeni sağlayacak olan iyilik falan değildir, adalettir. Dolayısıyla toplumun ve evrensel düzenin devamı adına en önemli erdem de adalettir. Gel gör ki bugün ortalarda adalet namına bir düzen yoktur. Yalnızca Türkiye’den de bahsetmiyorum, dünyada adalet algısı hiç kalmadı. Bu durum Doğu’da da, Batı’da da aynı. Her yere çürümüş, hantal bir düzen hâkim uzun yıllardır.

“Batı’da adalet var, diye biliyoruz biz. Nasıl yani, sence Batı kültürü de mi adaletsiz?”

Batı uygarlığı insanlara tanınması gereken haklar üzerine güzel düşünceler ve oturmuş bir sistem üretti fakat konu adalet meselesine geldiğinde değerlerini kesinlikle benimsemiyorum. Şuna eminim, Batılılar adalet nedir, anlamıyor. İsa Mesih'in öğretisi affedicilik ve yumuşak başlılık üstüne kurulu ve Batı da geçmişinde yarattığı ölümcül zamanlar ve döktüğü kan için toplumsal vicdan azabı çekiyor veya çekiyor görünüyor. Bir daha 2. Dünya Savaşı günlerini yaşamak istemiyorlar, anlıyorum. Fakat bu sebep yüzünden adaleti çiğniyorlar.

Ceza sisteminden bahsedelim örneğin. Doğrudan söyleyeceğim, tarihte yer edinmiş olan “Göze göz, dişe diş” düsturu bugünün aşırı yumuşak sisteminden daha adaletlidir. Gerçi Mahatma Gandi’nin bu kurala “Göze göz düsturu tüm dünyayı kör bırakır.” diye bir eleştirisi vardır da; heyhat, belli ki o da insanları o kadar tanımamış. Eğer tanısaydı, zalim insan evladının ne menem bir varlık olduğuna şahitlik etmiş olsaydı, birinin gözünü çıkarmış olanı cezasız bırakırsan onun yaptığı işle övüneceğini, hatta bunu kullanarak etrafına korku yayacağını ve ta ki bir engele çarpana dek kötü işlerini artırarak devam ettireceğini az çok tahmin ederdi. Böylece o kişiyi cezasız bırakmanın, suç işlememiş olanlara bir ceza olduğunu da çözerdi. Ne yani, suç işlemiş adama merhamet göstereceğiz derken suç işlememiş olanlara zalim kesildiğimizi görmezden mi geleceğiz? Bu iş bırakın adaleti, merhamete de sığmaz.

Daha önce konuştuk, ego-nefs-benlik dediğimiz yapı ejderha veya yılan ile temsil edilir ve her insanda gizlidir. Bir ruh kalkıp da buna enerjisini artıracak karanlığı sağlamaya başladığında bu yılan daha azıyla yetinmez, şişip genişler ve daha çoğunu, daha çoğunu, hep daha çoğunu ister. Bu nedenle haddini aşan yılanın durdurulması gerekir, yoksa kendi iradesiyle duracağı yoktur. ‘Alev püsküren ejderha’ metaforu egonun cehennemden bir parça olması sebebiyledir, demek ki bu ejderha da aslı olan cehennem gibi “Daha doymadım.” demek üzere yaratılmıştır. O da koynunda bulunduğu ruhu helaka götürdüğü gibi diğerlerini de götürmeye çalışır; gücünün yettiği yere kadar genişler. Tabiatı böyle, yapacak bir şey yok. Koynunda akrep besleyip sokmamasını bekleyemezsin, bekliyorsan ahmaksındır.

Hakikat âlemine giden yolculukta bazı insanların veya varlıkların saldırdığını görmek olağan bir iştir. İşte o saldırılar ego-nefs-benliğin kendini kurtarma çabasıdır. Fakat bazı zamanlarda saldıranlar bile ne olduğunu açığa serer. Ben bunlardan bir tanesine “Ben kimseyi öldürmem, kan dökmem, zarar vermem.” türevinden sözler dökünce “Beni öldür. Ben öküzden geldim.” diye karşılık almıştım. İkinci denk geldiğim de “Benim boynumu kes.” demişti, üstelik bana saldırmaya devam ederken. Bunlar size yardımı olabilecek haberler işte. Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz neticede.

Dahası Batılılar ego nedir biraz bilmiş olsalardı büyük suçlar işlemiş insanları adalet diye öylece daracık alana hapsedip boş boş bekleterek rehabilite edebilecekleri fikrine yapışmazlardı. Çünkü adama o suçları işleten, kendi farkında olsun veya olmasın, kafasından ona fısıldayan melun ses zaten. Böyle birisini boş bırakarak ona iyilik etmiş olmazsın, onu çalıştırman, meşgul tutman, kafasındaki sesten, şerden uzaklaştırman gerekir. Askerde yazısız bir kural vardır, askeri boş bırakmazlar. İşte özünü bilmeseler de onlar yolu çözmüştür, zaten bu bilgelik de binlerce adamı yüzlerce yıl aynı kışlalarda tutarak sağlanmıştır, yani uzun uzun yıllar ve nesiller boyu denenmiş, doğrusu bulunmuştur.

“Adalet demek ceza mı demek sence? Öyle der gibisin?”

Hayır, adalet demek ‘dengeyi sağlamak’ demektir. Haksızlık edenin aleyhinde, haksızlığa uğrayanın lehinde aşırıya gidilse yine adaletten sapılmış olur, intikam olur, bu sefer suçluya karşı suç işlenmiş olur. Bir parmak kesmenin karşılığı olan ceza kol kesmek olamaz, örneğin. Baklava çalan çocuğa 9 yıl hapis verilmez yani. Fakat benim dediğim şu ki bunun aksine eğer suçlu lehinde aşırıya gidilirse ki tüm dünya uzun yıllardır bu yolu tercih ediyor, yine adalet sağlanmamış olur. Yani bugün Türkiye’de çokça uygulandığı üzere parmak keseni iyi niyet gösterip salmak aslında parmağı kesileni cezalandırmak, üstelik parmak keseni bir kere daha suç işlemeye teşvik etmektir. O kişi bir başkasına zarar verirse adalet nazarınca onu salanın da suça ortakmış gibi yargılanması gerekmez mi sizce de? Cevabınız hayırsa ben de şunu sorarım: Madem bir suçluya yardım etmek suç değil, neden yasada ‘suçluya yardım ve yataklık’ diye bir suç tabiri var, hatta cezai yaptırım uygulanıyor? O da serbest olsun?

Yanlış anlaşılmasın, milletin sağını solunu kesmeye hevesli değilim, Ortaçağ’da yaşamıyoruz neticede. Onlar sadece örnek. Benim nazarımda adaletle merhamet karışık olmalı, hem haksızlığa uğrayana içini soğutacak bir çözüm sunmalı hem de mümkünse suçluya doğruyu öğretecek bir yol bulmalı. İşte bu ikisi olabildiğince denge içinde olursa ona adalet derim. Elbette her zaman olmayacak, ne kadar olabiliyorsa.

Ceza hukuku hakkında doğrudan görüşümü söyleyeyim de içiniz rahatlasın: Her insanın hata işlemeye yatkınlığı da düşünüldüğünde insanın, devletlerin mottosu şu yönde olmalı nazarımca: Öncelikli olan merhamet, rehabilitasyon, fakat sonra kesinlikle adalet. Yani ilk suçunu işleyen bir insan aynı suçu iki kere işlemiş olanla aynı cezayı almamalı, birincide rehabilitasyon yoluna yönelinmeli, fakat aynı suçu ikinci kere işleyen, ikincide ağır bir ceza almalı. İşte nazarımca merhametin de adaletin de hası budur. Çünkü sürekli merhamet yolunu seçmek demek hakkına girilenlere adaletsizlik ve onları mağdur etmek demektir. Baştan ceza yolunu tutmak da insanı hata yapmayan, yapmayacak bir varlık, neredeyse bir robot olarak görmek ve ele almak demektir. Adaletin simgesinde terazi bulunur. İşte bir kefede merhamet diğer kefede adalet varsa ve bunlar dengedeyse, ideal olanı budur.

Mesela bu denge anlayışına uygun, yaşanmış güzel bir örnek verebilirim: Süper Lig'de oynayan Kerem Demirbay isimli futbolcu şöyle bir beyanatta bulunmuştu “Kadınların futbolda yeri yok.” Dava açtılar, kadınların maçlarında hakemlik yapma cezası aldı. Bu kararı veren hâkimi kutlamak gerekir. Hakim modern bir görüşte olabilir, örneğin cezaevine atmak gibi futbolcuya zarar verecek ama iyi yönde bir işe yararlığı bulunmayan bir ceza türüne hükmedebilirdi ve bu yanlış olurdu. Ya da hâkim dindar bir yapıda olup gizliden onunla aynı fikri paylaşıyor olabilirdi ve zaten epey zengin olan bu futbolcuya bir miktar para cezasına hükmedip ne şiş yansın ne kebap tadında işi geçiştirebilirdi. Fakat aldığı mevcut ceza ile futbolcumuz aldığı cezayla hem kadınların bu sporu yaparken gösterdiği efora hem çektiği çileye hem de bu işi yapmaktaki istek ve sevinçlerine tam orta noktadan şahit olacak, bu gerçekten mantıklı bir iş. Eğer futbolculuk yaparken insanlığını bir köşede bırakmadıysa, hâlâ koruyorsa görüşleri muhtemelen daha iyi yönde değişir, hatta kadınlara hatalarında yardımcı olmaya çalışabilir bile. Yok çoktan şeytanlığa kaymış da doğruyu yapmak, doğruyu işlemek falan gibi bir derdi kalmamışsa, empati duyusunu yitirmiş ya da hiç öğrenmemişse o kibir onda hâlâ aynı seviyede duruyordur. Hatta bu hâldeyse emin olun alaycılığına arkadaşları arasında devam ediyordur. Çünkü kibir ve alaycılık şeytanlaşmış olanların özelliklerindendir.                        

Buna karşılık günümüzde hâkim anlayışı oluşturan Batı hukuku ve Batıcı hukuk adaletten uzaklaştı; çünkü Batılı aydınlar hümanizm anlayışıyla beraber iki ayak üzerinde dik duran her Âdem suretlinin eşit olduğu inancına saplandı ve dünyayı da buna inandırdı. Bu kesinlikle doğru bir algılayış değildir. Bal arısı da arıdır, eşek arısı da arıdır. Aynı tür ikisi de. Peki aynı haklara sahip olmalılar mı? Aynı hakları hak ediyorlar mı? Ortalığı eşek arılarına bırakırsan da bir düzen oluşur elbet, fakat en güçlünün her şeyi aldığı, diğerlerinin ona hizmet ettiği bir düzen olur bu. Orman kanunu dedikleri düzen. Bu düzen insana yakışmaz, insanlık değerlerini içermez, insana ait değildir. Bal arılarının hakkını korumak istiyorsak eşek arılarına alan bırakmamak gerek, çünkü fıtratında var, fırsat bulduğu anda katliama girişir.

Üniversitede hukuk derslerinden birinde bize bahsedilen davayı hatırlıyorum: Bir adam bağında sanırım reşit olmayan bir kıza tecavüz eder. Avukatı mahkemede gerekçe olarak kızın bağa izinsiz girişini gösterir. Adam tahliye ederler. İşte buna benzer durumlarda anlarsınız ki hâkim ya rüşvet almıştır ya da dava aralarında şeytana tapma ritüelleri düzenleyen bir satanisttir, onur, namus, ahlâk gibi kavramlar ona zerrece anlam ifade etmiyordur. Başka türlü böyle bir kararın çıkmasına olanak yok. Gerçi üçüncü bir ihtimal daha var, tepeden emir gelmiş falan olabilir, bu dönem oldukça yaygın ama o dönemde bu tip işler o kadar yaygın değildi; çünkü güç tek elde toplanmamıştı. O nedenle es geçiyorum üçüncü ihtimali.  

Belki kabul etmezsiniz, bir örnek de Batı’dan vereyim: Zannedersem Almanya’da yaşanan bir olay vardı. Bir kadın küçük kızını kaçırıp defalarca tecavüz eden adamı mahkeme salonunun orta yerinde cebinden çıkardığı silahla defalarca vuruyordu; kayıtları internette dolaşıyor, açın izleyin, ferahlarsınız. Bu dava aslında Batı'nın yozlaşmış adalet anlayışına karşı bir çığlıktır, çünkü o kadın sırf merhamet ve affedicilik adına adamın düzgün bir ceza görmeyeceğini biliyordu. İntikam mı arıyordu, yüksek ihtimalle evet, fakat gerçek bir devlet yapılanması öyle olmalıdır ki bu kadın adamın cezasını çekeceğini bilerek bu türden bir arayışa düşürmemeli. Fakat elbette bildiğiniz üzere bu çağda şirketlerin çıkarları halkın çıkar ve haklarının, hatta adaletin de üzerindedir. Sağlık sisteminde bile vatandaşların şirketlerin eline düşürüldüğü, doktorların sırf para kazanmak adına milleti kesip biçmeye yer aradığı bir şuursuzluktan bahsediyoruz, ne adaleti Allah aşkına? Kapitalist anlayışa göre para ve mülk hakkı her şeyden önemli, aynı topraklarda yaşadığımız ailelerin ve küçük kızlarının güvenliği bile bu hak karşısında önemsiz bir detay. İnsanlık bu değil. İnsan olmak bu değil.    

“Yalnız ortaya attığın örnekte bir mesele var: Kimin bal arısı kimin eşek arısı olduğuna kim karar verecek? Sosyaliste göre burjuva sınıfı, şeriatçıya göre ateistler, sekülere göre dindarlar, faşiste göre devlet karşısında hak isteyen, hak arayan herkes eşek arısıdır. Nasıl belirlenecek kim bal arısı kim eşek arısı? Herkese göre bal arısı olan kendi, eşek arısı olan muhalifleri.”

Harika bir soru. Benim gözlemlediğim şu ki her görüşün, her inanışın, her ideolojinin içinde bal arıları da eşek arıları da mevcut. Üstelik her sistem öncelikle kendi eşek arılarına güvenir çünkü eşek arıları olmasa sistem kurulamaz da korunamaz da. Eşek arıları başkalarının haklarına çökecek, çalıp çırpacak, öldürecek, her türlü kötülüğü yapacak kullanışlı maşalardır. Bunlar sayesinde bal arılarının elleri temiz kalır; ama bunu kendilerine itiraf edemezler. Dolayısıyla aslında siyasette bal arısı falan yoktur. Bal arısı dediğin, zaten tasavvufî literatürde de öyle geçer ya, ancak derviş takımıdır.   

Benim görüşüme göre mesele sistemlerden öncelikli insan kalitesidir. Kaliteli insan uzlaşabilen ve uzlaşılabilen insandır, tabii haksızlığın tarafında veya kesin bir haksızlığa karşı değilse. Bir taraf haksızlıkta ayak diremekteyse onlara karşı tek seçenek uzlaşılmaz olup doğrulukta ayak diremektir. Kaliteli insan olacağım diye de Hitler'le uzlaşmazsınız, uzlaşınca ne olacak, açtırdığı çalışma kamplarını yarıya düşürterek bir iş mi başarmış olacaksınız? Yine Ali'den örnek veresim geldi, çünkü onun yaşamı güzel örnekler sunuyor. Ali büyük savaşçı olmasına rağmen hakkı olan ne varsa elinden alınırken sesini çıkarmadı, kan dökülmemesini hayatında öncelik aldı ama kan dökülmesinin kaçınılmaz olduğu zaman geldiğinde de kaçmak veya uzlaşmak yoluna sapmadı. Uzlaşılacak insan vardır, uzlaşılmayacak insan vardır; yerine göre hareket etmeyi bilmek gerekir. Eğer Ali yumuşak başlılık adına, kan dökülmesin diye Haricilerle uzlaşsaydı bu bir kazanç olmazdı, bilakis önce İslam sonra insanlık adına büyük kayıp olurdu.         

İkna olmayanlar için bu konuya Peygamber üzerinden de örnek verebilirim. Müslüman olmayanların Peygamber’e eleştiri yönelttiği bir mevzu vardır, kısaca özet geçeyim: İki adam bir çobanının konuğu olur. Çoban bunları hoşça karşılar, iyi davranır, yiyecek-içecek sunar, dinlenecek yer verir. Fakat bu adamlar gördükleri onca iyiliğe rağmen gece çöktüğünde çobanı öldürür ve devesini de çalarak kaçarlar. Ele geçirildiklerinde Peygamber’in onlara biçtiği ceza sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi ve çöle atılmaları olmuştur. Tahmin edebileceğiniz üzere buna getirilen eleştiri Peygamber’in ‘vahşiliği’ üzerinedir. Hatta politik doğruculuğa saplanıp kalmış Müslüman inanırlar da bu olayı doğru kabul etmez, Peygamber’in böyle bir iş yapmış olamayacağını savunur.

Doğru mudur değil midir kesin olarak bilmiyorum. Hadisler arasında birçok sorunlu hadis mevcut, ‘sağlam’ dedikleri arasında bile durum böyle. Fakat adalet konusunu tartışıyor olduğumuzdan bu olayı yaşanmış kabul ederek devam edeceğim. Şu cümlem muhakkak politik doğrucu kesime vahşice gelecek, rahatsız edecek, buna eminim: Bence bu olay doğru değilse bile yapılması gereken oydu.  

Peki, şimdi sorma sırası bende: Söylediğimden rahatsız olanlar nasıl bir ceza yolu seçerdi acaba?

“Adamları zindana atsalardı da toplumdan uzak, orada çürüselerdi? Olmuyor muydu?”

Dönemimizin klasik anlayışı… Her nedense şiddetsizliğin iyilik olduğuna inanıyorsunuz. Fakat dediğiniz ceza adaleti sağlar mıydı? Bakın, farklı siyasi görüşlere sahip insanlar kaç kere birbirlerini öldürdü, değişik inançların taraftarları birbirleriyle çatıştı, birbirlerinin kanlarını döktüler. Ortada böyle bir durum olsa, eyvallah. Size hak veririm. Fakat burada bahsettiğimiz o mesele bunlara benzemiyor, siyasi bir kavga değil bu. O kadar adice ki bırakın hapis cezasını elektrikli sandalyeye oturtmak bile böyle kimselere fazla merhamet olur. Bu türden iğrenç suçlara imza atabilecek başka insanları önden sindirmek maksatlı ağır bir ceza daha tercih edilesi sanki?

Düşünün ki kışın karlı bir günde aracınızla giderken yol kenarında bir adam görüyorsunuz. Hava soğuk, yardım etmek istiyorsunuz. Duruyor ve alıyorsunuz, yiyecek-içecek ikramı yapıyorsunuz. Biraz gidiyorsunuz ve kuytu bir bölgeye gelince bir anda değişiyor, belinden bıçak çıkarıp savurmaya başlıyor, sağınızı solunuzu kesiyor fakat bir şekilde kurtuluyorsunuz. Bakın, size merhametli davrandım, adamlar çobanı öldürmüştü. Peki siz, iyiliğinize karşı sizi öldürmeye kalkışmış bu adama ne yapılsın isterdiniz? Birkaç yıla çıkacağı bir hapis cezası yeterli mi sizce?

“Öncelikle adamı anlamaya çalışır, neden böyle yapmış olabileceğine kafa yorarım. Biraz zaman geçince de affederim.”  

Sizi takdir ettim, elini ayağını kocaman çivilerle delerek onu çarmıha gerenler için “Baba onları affet.” diye dua eden İsa Mesih’in meşrebi var sizde. Umarım bu huyunuzu sürdürürsünüz. Ne var ki şöyle bir durum mevcut; bunu es geçemeyiz. Bu suç yalnızca şahsınıza karşı değil topluma karşı da işlenmiştir; çünkü adamın yaptığı toplumun iyiliğe olan inancını zedeleyici bir harekettir. Eğer insanlar birbirinden korkmasa, birbirine güvenebilse dünya bu kadar kötü bir yer olur muydu? Demek ki işlenen her suçun bir de toplumsal yanı var; suçlar sadece bireyleri etkilemiyor. Cezalandırmadan bıraksak nasıl tepkiler yaratır sizce?

Siz affettiniz, orası tamam. Bu olayın haberlere çıktığını, adamın da düzgün bir ceza almadığını varsayalım. O saatten sonra kaç kişi arabasına birini alır, alacak olanlardan kaçı gerçekten zordakilere yardımdan vazgeçer, bir düşünün bakalım. Buna cevap beklemem, çünkü oranın epeyce yüksek çıkacağını biliyorum. Peki, yardıma muhtaç kalan o insanların ne suçu var ki bu aşağılık adamın adamın suçundan etkileniyor, zarar görüyorlar? Eğer o haberler çıkmasa, belki de bu insanlara yardım edilecekti? Yüksek merhametiniz adaletsizliği doğurmuş olmuyor mu bu durumda?

Bazı suçlar kişiseldir; bazı suçlar da vardır ki kamuyu ilgilendirir. Mesela her kişinin evine misafir aldığı bir yörede eve davet edilen bir misafir, ev sahibinin ailesinden birine tecavüze yeltense, evden birini öldürüp kaçsa ne olacak zannediyorsunuz? Diğer ev sahiplerinde bu yönde kuşku uyandırmayacak mı, yeni gelecek misafirlerin evlerde ağırlanma şansını yüksek oranda düşürmeyecek mi? Peki, o yöreye gitmek zorunda olan diğer masum insanların suçu ne de bir aşağılığın yaptığından dolayı zarar çekiyorlar? Onları öylece bırakmak adalete sığar mı? Adaleti bırakın, kalacak yeri olmayan diğerlerine merhametsizlik değil mi?

İşte böyle iğrenç, rezil eylemlerde bulunanlar öyle cezalar almalıdır ki ibreti âlem olsun, başka potansiyel suçluların içine korku salsın ve başka iyilikseverlerin içine kuşku düşmesini engellesin. Öyle ki içine kötü niyetler doğabilecek her kişi bu cezayı işitince aklına bile getirmekten korkmalı ve ev sahipleri başlarına kötülük getirebilecek kişilerin karşılaşacağı kaderi bildiğinden kendilerini güvende hissetmeli. Bu türden cezalar da yalnızca rezil, aşağılık eylemlerde bulunan, insanlıkla uzaktan yakından alakası kalmamış, tamamen şeytanlaşmış insanlara uygulanmalı.

Zaten Peygamber de benim ‘olması gereken bu’ diyerek normal karşıladığım cezayı ne savaşta en yakın akrabalarını öldüren putperestlere ne de başka kimseye uygulatmış; o iki herif karşımıza istisna olarak çıkıyor.

Kan dökülmesini sevmediğimi zaten belirtmiştim. Gel gör ki kan dökülmesinin zorunlu olduğu yerde kaçınılmaması gerektiğini de bilirim. Dünyaya pembe gözlükler ardından bakan politik doğrucular aksine insanların ne menem, ne beter canlılar olabileceklerinin, ne derecelere kadar vahşileşebileceklerinin farkındayım ben. Hadi çevreyi, insanları gözlemeden yüzeysel şekilde yaşayıp gittiniz de tarih de mi okumadınız? Güvenli ortamlarda insanların iyi göründüğüne bakmayın, o iyilik düzenin sarsıldığı güne kadar geçerlidir. Düzen sarsıldığında ve kötü insanlar kötü eylemleri yüzünden hiçbir sonucu göğüslemek zorunda kalmayacağını bildiklerinde, içlerindeki canavar dışarı çıkıverir.

“Sen insanlara şeytanlarmış gibi bakıyorsun yav!”

İnsanlara meleklermiş gibi bakmak da şeytanlarmış gibi bakmak da yalnızca ahmakların işidir. Ben insanlara oldukları gibi bakıyorum. Yani hem şeytanlaşma potansiyeline hem de melekleşme potansiyeline sahip canlılar olarak. Şunu da biliyorum ki cezaların önü kaldırılırsa şeytanlaşma oranı artar; cezalar ne kadar etkisizleşirse o kadar şeytanlaşmaya meyil artar, şeytanların sayısı çoğalır. Adalet şart, yoksa insanlar aksi örnekleri görüp dururken vicdanlarına uyup da melekleşme eğilimi göstermez kolay kolay.   

Peki sevgili politik doğrucu kardeşim. Bu sefer ben sorayım: Diyelim ki en sevmediğin diktatörün, gerçi daha kötüleri var ama medyanın etkisinden dolayı muhtemelen Hitler’den nefret edersin, onu ele alalım, dönemine gönderdik seni. Onca film izledin işte, neler yapağını önden biliyorsun, hapse atıldığı dönemde, hâlâ zararlı fikirlerini yaymaya devam ediyor. Hatta belki bilmezsin o dönemi daha fazla taraftar toplamasına yardım etmiştir. Seni de karar sahibi bir makama oturttuk. Cevap vermeden şunu göz önüne al, doğru işi yapmazsan daha sonra işlenecek onca vahşette pay sahibi sayılırsın. Ne yapardın?

“Hitler’i mi? Öldürtürdüm, astırırdım, elektrikli sandalyeye oturturdum. Üçünü birden yapardım hem de!”

Senin de içinden ayrı bir Hitler çıktı be politik doğrucu kardeş. Normal, “Canavarları avlayan kendisi canavar olmamaya dikkat etsin.” der Nietzsche. Bir şeyden fazlasıyla nefret eden er ya da geç ona benzemeye başlar. Peygamber boşuna “Başka kulu kınayan, kınadığını yapmadan, yaşamadan ölmez.” demedi. Zaten Peygamber’in peygamberliğine dair kanıtım olmasaydı bile bunu sunardım, yeterdi bence. Çünkü bu söz ancak çok derin bir bilgeliğin veya mükemmel bir farkındalığın ve gözlemleme yeteneğinin eseri olabilir, ancak insanlar yeterince fark edemedi bunu. O yüzden insan hislerinde, hissettiklerinde, hele de emir organı olan dilinden çıkanlarda dikkatli olacak; yoksa çok zorluk çeker.  

Fakat bu bölüm altında meselemiz bu değil. Biz adaleti sağlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla ne yapıyoruz, madem verilen cevap, önerilen yöntem bu oldu; bu çözüm yöntemini alıp benzer türden tüm vahşiliklere uyguluyoruz. Diğer türlüsü ayrımcılık ve adaletsizlik olur. Ne yani, diğer vahşi suçlular Hitler gibi karizmatik otoriteyi oturtamadı, peşlerinden kitleleri sürükleyemedi diye daha mı az suçlu olur? Emin olun ellerinden gelseydi yaparlardı; yalnızca düşük kalibrede olmalarından yapamadılar. Bu yüzden eğer Hitler’e biçtiğiniz kader buysa diğer vahşi suçluları da öldürtmemiz, astırmamız, elektrikli sandalyeye oturtmamız gerekir. Bir farkla; üçünü birden yapmayız. Adaleti sağlayacağız derken vahşice hislere yenik düşmek olur bu. Adalet ararken adaletsizlik yapamayız; doğru olmaz bu iş.

“Politik doğrucu, politik doğrucu… Hep aynı kesime yükleniyorsun ama.”     

İyi de ne yapayım, bu döneme hâkim olan akım politik doğrucu görüş. Ve adalet arıyorsak eleştirmemiz gereken de bu anlayış. Politik doğruculuğun hüküm sürdüğü bir dünyada adaletin bozukluğundan Nazileri mi sorumlu tutayım?

Bu politik doğrucu adalet anlayışının en çok empoze edildiği mecralardan biri süper kahraman kültürü. Biraz da oradan gidelim, başlığımız şenlensin en azından. Örneğin kimi ele alalım; politik doğrucu karakterlerin başında Batman gelir, hadi onun üzerinden konuşalım.

Batman’in ilginç bir özelliği vardır: Politik doğruculuğa uygun şekilde asla kimseyi öldürmez. Kendine karşı bu konuda öyle dürüsttür ki hapse attığı adamlar her seferinde hapisten yeniden yeniden kaçarlar, yine de Batman’in umuru değildir. Çünkü o ölesiye politik doğrucudur ve elbette öldürme işini yapmayacaktır. Ne var ki kaçan suçlular her seferinde farklı farklı kötülükler yapar, bin türlü eylemler işler ve bunların sonucunda sürekli ve sürekli kendi hâlindeki suçsuz insanlar ölür. Öyle ki yaşananlar gerçek olsa muhtemelen Irak’taki savaştan fazla insan ölmüş olurdu. Fakat Batman öyle bir adamdır ki asla ders çıkarmaz, süper kötü karakteri yine yakalar, yine ve yeniden hapse veya akıl hastanesine gönderir, ötesini düşünmez. Tabii süper kötü yine kaçar, benzer olaylar bir defa daha tekrarlanır ve bu süreçte elbette yine yüzlerce, binlerce insan ölür. Bu döngü Batman istese önden kırılabilir fakat bizim süper iyi Batman’imizin gözünde belli ki onca insan figürandır, değeri yoktur. Okuyucu da olaylara onun gözünden baktığından onca yitip giden hayat okuyucuya da önemli görünmez. Önemli olan Batman’in yaymak istediği değer yargıları ve bunlara ne kadar bağlı olup olmadığıdır; gel gör ki işe yarayıp yaramadığı zerrece önem arz etmez. Önem arz eden yalnızca ve yalnızca tek şey vardır; Batman’in kendine ve okuyucuya kendi içinde tutarlı olduğunu kanıtlaması. Anlayacağınız Batman kendini iyi hissetmek için binlerce insanın ölümüne ve onca yıkıma, yalnız bina bazında değil, hayat bazında ele alın, o yok olup giden insanlar bir de arkada yakınlarını bırakıyor, göz yummaktadır. Evet, yalnızca kendini iyi biri olarak hissetsin diye.

Aslında başka karakterlere de göz atabiliriz ancak demek istediğimi o tek paragrafta anladığınıza eminim. Sonuç niyetine diyeceğim şudur ki, yere batsın zengin ve kapitalist Batman’i de Justice League’i de. Söz konusu adalet olunca süper kahraman âleminde yalnızca Punisher gerçek adamdır. Gerisi halkı, sıradan insanı yani seni beni zerre önemsemeyen ikiyüzlü şovenistlerden oluşur.

“Kurgusal karakter gömmeye ne çok edebiyat parçaladın birader ya!”

Doğru, fakat benim eleştirim karaktere değil, o karakterin yaratılmasını ve öyle olmasını sağlayan arkadaki düşünce sistemi olan politik doğruculuğa. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla.” yöntemi bu. Dikkatinizi çekmiş olması gerek, benim eleştirilerim esas olarak fikirleredir, şahısları, karakterleri, kişileri, olayları örnekleme yapmak amaçlı ele alırım.

“Sonuç olarak cezada şiddeti savunuyorsun?”

Bakın, şiddet elbette iyi değil, gereksiz şiddet her kutsal metinde Yaradan tarafından yerilmiş ve men edilmiştir. Zaten hayvan değilsen, bırak hayvanı şeytan değilsen neden hoşlanacaksın şiddetten? Bu konuda hepimizin aynı fikirde olması gerek. Fakat adalet de Hakk’ın sıfatı ve her iki dünyada elzem, şart. Eğer işlenen suç her türlü kültürde, her türlü ahlak değerini ezip geçecek kadar rezil ise bu işin başkaları tarafından tekrarlanmasına önden engel olmak amaçlı, haddi aşmayan şiddet uygundur nazarımda. Hatta kullanılmalıdır diyeceğim de dilim varmıyor.

Nedenini açıklayayım; dünyayı saran onca güç delisi. Diktatörler aklıma geldikçe kendi fikrimden kuşkuya düşüyorum. İnsanları az biraz tanımış her akıllı Âdemoğlu şiddeti kullanma yetkisini hak gören bir yöneticinin bunu ilk olarak muhaliflerini sindirmek üzere kullanacağını bilir. Öyle olunca da aslında ceza için şiddete maruz kalması gereken kişiler şiddetin uygulayıcıları olur. İşte bu ihtimal öylesine korkunç bir ihtimal ki sırf bu yüzden savunduğum fikri bile terk edebilirim. İyi insanlara yoktan yere acı çektirilmesindense kötünden de kötü adamların bir bina içinde yüzyıl boyunca takılmaları daha iyidir.

Anlayacağınız bu konuda gerçekten kararsızım, tam bir karar veremiyorum aslında. Şiddet bazı zamanlar gerekli, fakat halk bir kere şiddete alıştırılırsa bu gereç mutlaka kötü adamlar tarafından da menfaatlerini korumak için kullanılacaktır da. Adalet dediğimiz işte böyle hassas bir terazi, gerçekten dikkatli davranmak gerekiyor.  

Anlayacağınız şiddeti kesinlikle ve kesinlikle savunmuyorum, hoşlanmıyorum da. Savunduğum şey gerekliliği. Aradaki farkı anlamaya çalışın lütfen. Örneğin İsa Mesih tam da istediğiniz kıvamda şiddete uzak, yumuşak başlı, “Bütün dünyayı verseler karşılığında bir damla kan akıtmaya değmez.” diyecek kişilikte biriydi. Gerçekten ona yaraşır bu söz. Buna karşılık Muhammed kan da dökmüş, şiddeti de kullanmış; ona getirilen eleştirilerin birçoğu da buradandır. Ben de bir zaman bu yüzden ona kızdığımı gizlemeyeceğim. Madem peygambersin, insanları savaş alanları yerine sevgiye çekmen gerek değil mi? Kesinlikle öyle. Fakat bir süre tefekkür ettikten sonra İsa Mesih daha iyi bir insan olsa bile Muhammed’i daha haklı, yolunu daha doğru buldum.

Şöyle düşünelim: Birtakım herifler kabilesi güçlü diye tüm malı mülkü elinde tutacak, diğerlerini ikinci sınıf insanlara indirgeyecek. Bazıları tefecilikle, faizcilikle geçinecek, parasını ödeyemeyenlerin kızını, çocuğunu, karısını alıp köle yapacak. Birtakım başkaları tanrıları kullanarak kendilerine adi bir düzen kuracak, diğer insanların öte dünyasına bile mâl olacak bir düzen. Hani İsa Mesih de diyor ya, ferisilere, “Siz ferisiler göklerin egemenliğine kendiniz girmezsiniz, başkalarının da içeri girmesine izin vermezsiniz.” diye. Hatta o da bu türden rezillikler görünce öylesine sinirlenmişti ki kendisinden beklenmeyecek bir hareket yaparak tapınak avlusunda ticaret için kurdukları tezgâhları yerlere devirmişti. Gerçi bu dönemde de benzer şekilde hep camiler altında mağazalar bulunur, pek bir şey değişmedi din sömürüsünde. Ha kurulsa ne kurulmasa ne, din sömürüsü öyle cami altına bir iki mağaza açmaktan çok çok daha diplere, derinlere uzanan, çok çok kapsamlı bir iş; trilyon dolarlarla oynuyorlar.

İşte saydığım iğrenç işler belli ki Muhammed'in kanına dokunmuştu. Bir durup düşünün bakalım, kimin dokunmaz? Basitleştirerek örnek veriyorum, çevrenizde savunmasız kızları kötü yollara düşüren bir çete var sayalım. Bu şerefsizler bir de yüksek mevkilerin koruması altında, dilediklerini yapıyorlar. Şu mide bulandırıcı iş kanınıza dokunmaz mı? Bir adam çıksa da bunları devirse desteklemez misiniz? Bu arada, “desteklemem” diyen neyse, iyi sebepler sunabilir ama yazıyı okuyanlar arasında “yooo, hiç de kanıma dokunmaz” diyen bir tip çıkarsa bir sonraki cümleye geçmeden kessin okumayı. Ben bu seriyi onca yıl ne zahmetler çekerek ortaya koydum, her satır muazzam emek içeriyor, hiçbiri de kavatlar için, kavatlara göre değildir. Kavat demek İç Anadolu’da karısını pazarlamaktan bile utanmayacak meşrepte adam demektir ve benim yazdıklarım doğru şeyler iseler böyle kimseleri çekmesi değil aksine güneş gören vampir gibi tıslatıp kaçırması gerekir.

Hepsini tamamen geçtim, İsa'nın kendisi kan dökmedi, bu doğru. Peki onun dini ne şekilde yayıldı, biliyor musunuz? Yine aynı şekilde kılıçla. Putperestler ilk dönem Hristiyanlarına öyle eziyetler ettiler, öyle eziyetler ettiler ki akıl almaz, vicdana sığmaz. Çarmıhlara gerdiler, yaktılar, kestiler, astılar, aslanlara attılar ve seyredip güldüler. Akla gelebilecek veya gelmeyecek daha nice şeytanlıklar yaptılar. Yazık değil miydi o Hristiyanlara? Keşke İsa eline kılıç alsaydı da o işkenceler hiç yaşanmasaydı.

“Bak kardeşim ben Hristiyanım. Sen bilmiyorsun bizim yolumuzu. Göklerdeki babamız bizi krallığına alacak o eziyetler karşılığında.”

Doğru söylüyorsun Hristiyan kardeşim, herkesin yolu kendine, ‘benim yolum budur’ dersen istersen kendini sabah akşam kırbaçlayabilirsin de. Tarihte de yapan Hristiyan tarikatlar mevcut. Ama kendini savunamayacak kız çocuğunu iki elin, iki ayağın sapasağlam dururken sen savunmazsan, ‘Gökteki Baba’ inançlı olduğun hâlde çevrende süregiden adaletsizliğe neden bir şeyler yapmadığını, karşı durmadığını sormaz mı sana? İsa, İncil’de bile demez mi ki: “O gün bana Rabbi, Rabbi diyen herkes göklerin krallığına giremeyecek. Yalnızca babamın dileğini gerçekleştirenler girecek.” Baba’nın dileği nedir? Zahmet etme, İsa Mesih ona da cevap vermiş: “Siz ferisiler kurbanın ondalığını hesaplar verirsiniz de esas büyük olanları unutursunuz; sevgiyi, adaleti, merhameti. Küçük sineği hesaplarsınız da deveyi hamuduyla yutarsınız.”

Demek ki esas büyük ve önemli olan nitelikler adaletmiş, merhametmiş, sevgiymiş; kurallar, ritüeller değilmiş. Ve etrafındaki güçsüzlerin yoksunluklarına el uzatmayan, acılarına sırtını çeviren biri açıktır ki bu önemli niteliklerden hiçbirine sahip değildir. Öyleyse şu durum çıkıyor ortaya İsa'ya göre: İsterse ibadetlerini eksiksiz yerine getirsin, kurbanlarını eksiksiz versin, sabah akşam ferisiler gibi cadde ortasında dua etsin; deveye nazaran sinek değerinde. Öyle demeye getirmiş Ruhullah, yani Allah’ın Ruhu.

Üstelik ‘o gün’ çoklarına şunu da diyeceğini söyler İsa: “Uzaklaşın benden ey kötülük yapanlar! Ben sizi hiç tanımadım.” Demek ki inancına göre kötülükler değil iyilikler yapman lazım ki İsa Mesih orada seni tanısın, yoksa çevresine koymayacak bile. İyilik yapmak için de başkalarının varlığına muhtaçsın. ‘Diğerleri’ olmazsa kime iyilikler yapacaksın? Cömert olmak için uzattığını alacak bir elin varlığı gerekli değil mi? Pati de olur, sormadan söyleyeyim. Ama ‘diğeri’ şart.

Anlayacağın bir yerde haksızlık varsa, bir yerde haksızca bir düzen sürüp gidiyorsa birilerinin konfor alanından çıkıp bunları en azından dile getirmesi gerekir. Muhammed de bunu yapmış işte. Bir adamın hakkı olan parasını vermediğinde Muhammed’in gidip Ebu Cehil'in yakasına yapıştığını biliyoruz ki kolay iş değil, o yerde güçlü bir figür Ebu Cehil; yürekli bir adam olmak gerek. Hatta Ebu Cehil arkadaki deveden korktuğundan Muhammed’i ikiletmediğini söylüyor, bilindik bir mesel bu. Gerçi bu meseleleri hadis kitabından öğrenmek de Ebu Cehil’e bir miktar haksızlık; adalet dediğin bir tarafın görüşü alınarak sağlanamaz, iki tarafın da savunusunun alınması şarttır. Tam adalet için bu meseleleri bir de o adamdan dinlememiz gerekir.

Hadi, etrafıma toplanın, size hakikat aleminden aldığım bir haberi nakledeceğim. Edindiğim bilgiye göre Muhammed’i bir kabiledeki kadının bir olayda haklı mı haksız mı olduğunu soruşturması için gönderirler. Kabilesindeki güçlü adamların ondan beklentisi kadını haksız çıkarmasıdır. Fakat Muhammed olayı objektif olarak ele alır ve kadını haklı bulur. Bunun için kendisine epey kızarlar. Bir de 'mavi' falan gibi bir şeyler hatırlıyorum ama o 'mavi' nedir, olayın neresinde var, onu hatırlamıyorum. Bu olay bir hadiste var mıdır veya tarihsel kayıtlarda geçiyor mudur bilemem. Ben bu olayı hakikatte öğrendim, bana söylenen bu kadardı. Belki bir gün birisi böyle bir kayda ulaşır da o olay neymiş detaylarıyla ortaya serilir.

Bu meseleyi Muhammed'in karakteri tam olarak anlaşılsın diye naklettim, kendi haklılığımı öne çıkarmak için falan değil. Evet, Muhammed eline kılıç almış, kan dökmüş; hatta çok sevdiğim Ali ondan da fazla kan dökmüş. Buraya kadar doğru. Ama bu insanların döktüğü kanı saltanat sahipleri veya İslamî yönetimlerdeki adamlar gibi geçimini dinden sağlayan, yağmacı, ganimetçi çıkar gruplarının akıttıkları kanla veya Hariciler gibi fanatik cahillerin döktükleri kanla bir tutmak müthiş haksızlık olur. Bu iş 80 darbesinde askerin astığı insanları Atatürk’e bağlamak gibi olur. Söylemeye gerek bile yok ama yine de diyeyim; bunların birbirleriyle hiçbir alakası yoktur.  

“Konuyu oradan buradan getirdin, yine Peygamber’e bağladın?”

Atatürk’e de bağlayabilirim. Malumunuz, Atatürk de pek çok insan astırdı. Aralarında haksızca olan var mıydı, varsa kaç tane vardı, onun bilgisine Allah sahiptir ama asılanların çoğunluğunun hiç kuşkusuz halkın kanını emen, Muhammed'in de kendi vaktinde düzenlerini yıkmış olduğu, Ali'nin üstlerine gidip kırdığı, İsa'nın halkın ortasında azar bastığı türle aynı türden gerici güruha dâhil olduğunu biraz tarih okumuş her kişi bilir. Fakat bu noktada Atatürk’ün hatası yok değil ve ben bunun için kendisine eleştiri oklarımı yönelteceğim: “Keşke gücü eline tam anlamıyla almışken daha fazlasını halkın sırtından koparıp atsaydın. Senin vefatından kısa süre sonra hemen palazlandılar, demek ki yeterincesini ortadan kaldırmamışsın. Yazık ettin be paşam.”

Anlaşılması gereken noktayı anladınız zannediyorum: Şiddeti savunmuyorum, desteklemiyorum. Fakat… Adalet kan dökmeyi gerektiriyor ise o kan dökülmelidir. Bunu insanların arasını açmak, birbirlerine düşürmek için söylemiyorum; Allah tarafı haricinde taraf da tutmuyorum zaten. Ancak şimdi anlamasanız bile bir gün başınıza gelen kötü bir işin faillerinin adaletle tanışmadan gülerek gezdiklerini gördüğünüzde anlarsınız. Şu konuda iddialıyım, Azazil’i İblis eden yalnızca kibir değildi, aynı zamanda haksızlığa uğradığı fikri ve hissiydi. Fakat bunu sonra konuşacağız.

“Yuh artık! İdamları da savunmazsın be kardeşim!”

Bak sevgili hümanist kardeş, sana uyarak ‘dünyayı iyilik kurtaracak yaaa’ demek ve ardından kalp emojileri döşemek isterdim, ancak bu doğru olmazdı, hem de hiç doğru olmazdı. Dünyayı iyilik düzeltmez, çünkü iyilik arttıkça bunu suiistimal edecek pek çok art niyetli, pek çok şeytan çıkar. Deneyebilirsiniz. Elinize bir tomar para alın ve kalabalık bir yerde “İhtiyaç sahiplerine dağıtıyorum” diye bağırın. Görelim bakalım üstünüzdeki elbiselerin parçalanması kaç dakika sürecek. Ancak bu işe girişmeden önce bir canlı yayın açın, bize de haber verin olur mu? Çok vaktim olmuyor, film falan izleyemiyorum, bu nedenle şöyle kısa sürecek aksiyonlara keyifle göz atarım.

Hoşunuza gitsin veya gitmesin, gerçek şu: Dünyayı nizama kavuşturacak olan tek erdem adalettir, başka hiçbir erdem bunu sağlayamaz. Peygamber “Adaletli devlet başkanının yeri peygamberlerin yanıdır.” demedi mi? Bunu neden örneğin çok namaz kılanlar için söylemedi? Veya çok oruç tutanlar için? Ya da çok sadaka verenler için? Çünkü adalet öyle nadir rastlanır erdemdir ki ibadete, oruca düşkün pek çok kimse bulabilirsiniz, aşırı cömert kimselere de denk gelebilirsiniz de adil insan tipine kolay kolay denk gelmezsiniz. Bulunması en zor insan tipidir adil insan. Çünkü adaleti anlamak, belirlemek ve sağlamak için vicdan yanında keskin bir akıl da gereklidir. Üstelik o akılla her işi ve her olayı inceden inceye irdelemek, tartmak zahmetine katlanmak lazımdır; ancak bu sayede kimin neyi, ne kadar hak ettiği anlaşılabilir ve hak edene hak ettiği neyse verilerek adalet sağlanabilir. Bu yüzden mahkemeler o kadar uzun sürüyor. Yoksa öyle kafaya göre davranarak adalet sağlayamazsın. 

“Tamam, adalet dediğin gibi muhteşem bir erdem ama insan sınırlı anlayışıyla adaleti sağlamaktan, hatta çoğu kere kavramaktan uzaktır. Kimin neyi hak ettiğini kim, nasıl belirleyecek; bu son derecede subjektif bir konu. Üstelik adalet algısı kişiden kişiye gayet değişebilir bir şeydir. Bunlara çözümün ne?”

Ne derece haklı olduğunuzu kelimelerle ifade edemem. Gerçekten böyle de bir durum var. Hatta size destek olmak için şöyle bir örnek vereyim: Canımız sıkıldığında hepimizin can sıkıntısını gidermek için yaptığı birtakım işler vardır, değil mi. Bunların bence en güzeli manzaralı bir yerde, ister denize ister ormana bakmak, doğal bir güzellik karşısında sakin bir köşe bulup oraya kurulmak. Sıkıntım öylece geçer gider. Fakat ya doğuştan kör olanlar ne yapsın? İnsanlar hep yemek-para derdinde koştuğu için adalet deyince akıllarına ancak maddî adalet yani geçim geliyor, oysa bir kör istediği kadar zengin olsun, göremediği onca güzelliğin karşılığını kimden isteyecek? Kim bir sağıra duyamadığı kuşların, cıvıltıların, muhteşem müziklerin bedelini ödeyecek?

İşte nazarımca burası dinlere karşı çıkan materyalistlerin çöktüğü noktadır. Parayı istediğin kadar eşitle, hatta daha fazlasını ver bedence eksikliği bulunan insanlara, ne fark eder? Hadi kalk sağır bir insana bir tomar para uzat da “Al sana para, işte aramızdaki adalet sağlandı.” de. İsterse her ay diğerlerinden fazla para alsın, adalet var mı onun için? Ha bu kişi doğuştan öyle doğdu, daha önce hiçbir şeyi duymadı ise yine daha ılımlı olabilir çünkü nasıl güzellikleri kaybettiğini bilmiyor; fakat sonradan bu duruma düşen biri böyle terbiyesizce bir harekete müthiş öfkelenecektir. Şöyle sorayım, devlet kör olanlara aylık bir ücret ödese, kirasız ev verse, kaç kişi gözlerini vermeye kaç gönüllü çıkar? Siz verir miydiniz örneğin?   

Dikkat edin bu bir sosyalizm eleştirisi falan değil, dinle insanları uyutup onların haklarının üzerine oturan feodal hırsızlar gibi davranmıyorum. Adalet ve eşitlik yalnız parayla konu edilebilir kavramlar değildir. Bunu açığa çıkaran bir soruydu o. Hatta sorudaki çıkarımı daha ileri taşıyayım ben: İlahi adalet yoksa bizim adalet çabalarımız bir oynayıştır, evrende adalet falan yoktur.

Ne var ki ilahi adaleti sağlayamıyoruz diye dünyasal adaletten vazgeçmek gibi bir saçmalığa girecek de değiliz, değil mi? Biz elimizdeki kadarıyla adaleti sağlamakla yükümlüyüz. Çünkü bizi ancak bu iş Allah’ın  El-Adl ismini yansıtmaya ve hazineye ulaşmaya götürür. Aslında buna inanmayanlar bile insan olmanın adaleti sağlamakla ilgili bir yükümlülük getirdiğine inanıyor olsa gerek. Neticede toplum içinde yaşayan akıl sahibi bireyleriz, bireysel yaşamla toplumsal yaşamı bir şekilde dengelememiz gerek. Bunun da tek yolu adalet erdeminden geçer.

Üstelik yalnız insan mı; birtakım deneylerle kayıtlı, laboratuvarda tutulan maymun bile adaletsizliğe tepki verebiliyor. İzlediğim birinde kafesteki iki maymundan birine muz, diğerine salatalık verilince salatalığı alan maymun çıldırıp fırlatıyordu. Eğer maymunun Cesar gibi zekâsı ve farklı niyetleri yoksa, şuna inanabiliriz ki onların içinde bile ufak da olsa bir adalet duygusu yatıyor. İnsan maymundan daha mı aşağı?

“Sen ilahi adalet kavramını savunmak için örneğini bedensel engelliler üstünden verdin ama bilim hızla ilerliyor, belki de birkaç on yıla kör-sağır kalmayacak. O zaman ilahi adalete gerek kalmayacak mı yani?”  

Bu çok yanlış bir düşünce, o zaman bile ne kadar iyi niyetli olursak olalım adaleti tam anlamıyla sağlayamıyor olacağız. Çünkü bir konu ve konunun tarafı insanlar hakkında tüm bilgilere sahip olmamızın hiçbir imkânı yok. Neden öyle davrandı, o anda ne düşündü, daha önce yaşadıkları onu oraya mı getirdi, bunlar kendi suçu muydu, çevrenin ne kadar etkisi vardı… O kadar soru dizerim ki coşagelir, bu adalet işlerini bırakalım, gidelim, dersiniz.

Hem o günler gelene dek bu sorunlardan mustarip hâlde ölüp gidenlerin hakları ne olacak peki? Onların hakları yitip gitti mi yani? Örneğin materyalist solda, fikirlerinin temelini oluşturan materyalizme müthiş aykırı, meşhur bir jargon bulunur: Devrim şehitliği. İlahi adalet yoksa kişi neden şehit olacak? O ölünce kim verecek ona hakkını; Komünist Parti mi? Ne yapabilirler ki, en fazla bedenini mezardan çıkarır mumyalarlar; Lenin’i mumyaladıkları gibi. Fakat Lenin’i mumyaladılar, sergilediler de ne oldu? Lenin rahat etti mi acaba? Belki rahatsız oldu etrafını saran onca kalabalıktan? Sorabildiler mi?

“Kardeşim sen adalet konusunda hiç bu derece düşüncelere dalma. Bak ben de dindarım, Allah adaleti her türlü sağlar, buna inan, çekil bir köşeye, izle.”

Siz beni anlamamışsınız. Tekrar ediyorum, ilahi adalet anlayışı olmaksızın yeryüzündeki adalet anlayışı mutlak surette eksik kalır. Fakat bu işi öylece bırakıp bir köşeye çekilemeyiz, bu sınırlı dünyada üstümüze düşen görevler var. Belki de bizi Allah katında değerli kılacak olan, ruhta hazineye ulaştıracak olan ‘gördüğümüz’, ‘bildiğimiz’ adaletsizliklere karşı çıkmaktır veya en azından bunları çözmek için bir adım atmaktır? Ben gelsem desem ki, “Kardeşim bak ben dindarım, Allah her türlü verir cenneti, bir şey yapmana gerek yok, çekil bir köşeye.” Çekilir miydiniz? Yoksa şu sınırlı dünyada bir şeyler yapıp da ötelerde bir şeyler elde etmek için çabalaya devam mı ederdiniz? Niye çekilmezdiniz, ilahi adalet var da ilahi cömertlik yok mu? Peki, nasıl olsa ilahi cömertlik var, Allah fakirlere bol bol verir diye elinizi cebinize atmaktan vaz geçer miydiniz? Böyle yapmanız, sizde inancın değil cimriliğin kanıtı olurdu. Aynı şekilde adalet meselesinde de öyle davranmak inancın değil korkaklığın kanıtı olur.

Muhammed dışında kimse ile kıyas edilemeyecek yetkilere sahip Ali bu ilahi adalet ve yeryüzü adaleti ikilemini bilmiyor muydu ki “Haksızlıklara karşı susan dilsiz şeytandır.” demişti? Ruhta elinde Zülfikâr var iken niye meseleleri yaşam sonrasına ertelemedi de savaş alanlarında elinde sıradan bir kılıçla oradan oraya koştu, Muaviye ile çarpıştı? Sorumluluklarını bırakıp evine çekilseydi; adaletin ilahi planda sağlanacağına güvenmiyor muydu? Oysa kendisi Âli Makam’dadır, Yüceler Makamı’nda. Yani ilahi planda adaleti sağlayanlar arasında. Bu yüzden “Benim hükmüm altında kimse bir karıncanın ağzından yiyeceğini alamaz.” demişti. Yoksa sıradan bir Arap halifesi ile karıncanın hakkı, ne alaka? Bunu okuyanlar onu mübalağa yani abartma sanatına baş vurdu sandılar ama aslında Ali abartma yapmıyordu, hakikatinden haber veriyordu. Anlamadılar.

İşte bu gerçek bize gösterir ki ilahi adalet bizi aşar ancak yeryüzü adaleti sorumlusu olduğumuz bir konudur. Bunu ister yeterince kavrayabilelim ister kavrayamayalım. Adalette işi Allah’a bırakan dindar arkadaş nasipte, rızıkta da işi Allah’a bıraksın, çekilsin evine otursun. Allah rızka kefil nasıl olsa, onu doyuracak yemeği gönderir. Ya da göndermez mi? Dindar arkadaşlardan deneyen olursa paylaşsın lütfen.

“Gerçek hayatın neresinde adalet var ki? Diyelim iki kişi var, birinin eşi gül gibi, hem güzel hem iyi huylu, diğerininki ise hem çirkin hem de huyları cadı kazanı sanki, kocasını haşlıyor, sözleri devedikeni, boğaza takılıp kalıyor. Bunu ilahi adalet anlayışı da kurtarmaz sanki?”

Gelin, bakalım: Birinci eş mükemmel eş, bunda hemfikirizdir. İnsanı huzurlu tutar, mutlu eder. Koşa koşa eve gidesi gelir adamın. Öyle kadın bulursanız telefonun hemen ucundayım, sakın unutmayın. İkincisi ise kaçılacak eş. Öylesiyle evleneceğine evlenmemek yüz kere daha iyidir, en azından huzurun bozulmaz. Böylesini bulursanız telefonum kapalı, hiç aramayın.

Fakat biz böyle yargılarken olaya bu dünya gözüyle bakıyoruz. İşin ruh tarafını hiç ele almıyoruz. Eğer ele alırsak, doğru şekilde anlaşıldığında ikinci eşin birinci eşten bile daha iyi olabileceğini görürüz. Çünkü birincisi dünya için iyi ama ikincisi ruha alttan almayı, sabrı, yumuşak başlılığı öğretir. Çünkü ego-nefs-beden dediğimiz yapı hakikatte köpeğe benzer, huy olarak aynıdır. Karşısında kendinden sertini gördü mü kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırır, pısar; zayıfını gördü mü havlar, ısırır, ezmeye, sindirmeye çalışır. Kimi şişmiş ego sahiplerine bu ikinci eş acı bir ilaç gibidir, onların eğitimi ancak bu türden eşle mümkündür. Bu yüzden biraz düşününce ikinci eşe sahip olan adam ruhsal âlem adına daha şanslı bile sayılabilir; çünkü sabah akşam uğrayacağı eziyet ona ruhsal açıdan hazineler kazandıracaktır.

“Hazine kazanmak için eziyet çekmek mi gerekir?”

Şöyle diyeyim, ruh âleminde bedeli ödenmeden hiçbir şey alınamaz; bir damla su bile. O âlem dünya gibi değildir. Allah dünya âleminde Rahman ismi gereğince nimetini herkese sunar, sevdiği-sevmediği ayırt etmeden. Fakat ruhani âlemde Rahim ismi gereğince davranır, O’nun hoşuna giden işlerden işlemeyen kimse zırnık kazanamaz. Aslında şöyle açıklansa daha kolay: Allah dünyada sosyalisttir, herkese eşit muamelede bulunur, ahirette ise serbest piyasacıdır, orada parasını ödemeden kimse hiçbir şey alamaz. Yani zahmet, acı, meşakkat olmaksızın ruh bu hayatta bir şey öğrenemez, kazanca erişemez, güzellik elde edemez.

Bu arada ‘Allah’ın hoşuna giden iş’ demekle ibadeti kast etmedim. Ömrünüz boyunca namaz kılabilirsiniz ve belki de art niyetli biriyseniz, bu konuda da bir farkına varış yaşamamışsanız, eliniz boş kalabilir. Ya da yeri gelir tek bir kere güzel bir işe imza atarsınız, hatta niyet edersiniz, bu iş ibadet olabilir veya olmayabilir, fark etmez, O’nun hoşuna gider de büyük nimetlere erişirsiniz. Her şey O’nun kontrolü altında neticede, dolayısıyla her şey O’nun dileğince gerçekleşir. İnsanlar dünyevî çıkarlar uğruna dinsel veya ideolojik öğretilerle size bir şeyler empoze etmeye, kalıba sokmaya çalışırlar, bu yemi yutmayın. Diledikleri kadar uğraşsınlar, hakikat eşittir bir din veya bir ideoloji demek değildir. O alacağını her yerden çeker alır.    

Buradan anlaşılır ki esas adalet algılayışı ruhu ve bedeni birlikte ele aldığımızda ortaya çıkar ancak. Tabii bu demek değil ki ruhu geliştireyim diye size tokat atana diğer yanağınızı dönün. İsa Mesih böyle demiş ama o zaman dünyadaki adalet tümüyle sekteye uğrar, ortada adalet namına bir şey kalmaz. Dünya zalimler ve mazlumlar, zulmedenler ve zulümden keyif alanlar olarak ikiye bölünür. Bu konuda Muhammed’in yolu açık şekilde adalete daha uygun.

Nazarımca önemli olan denge. Zaten benim her tür konuda tuttuğum yolun bu olduğunu artık öğrendiniz. Merhametli biriysen birinci hatayı affet, ikinci hatayı affet, hadi üçüncü, dördüncü hatayı da affettin diyelim, geri kalanı affedemezsin. Çünkü oradan sonra roller haksızlık yapan adına da haksızlığa uğrayan adına da belirlenmiş olur; öyle devam eder. Emin ol, oradan sonra bir yerde canına tak etse, adalet istesen, affetmediğinden suçlanırsın. Yani affetmek vazife hâline gelmiş olur, artık af değildir o, bir görevdir. Eh, yaptığı kötü işlerin bedelini ödemeyen kimsenin kendini düzeltmek için bir nedeni olmayacağından aynı işleri yapmayı sürdürecektir ne de olsa.

Esas kötülük bu değil mi? Bir insanın uyuşturucuya alışır gibi kötülüğe alışmasını seyretmek, hatta buna sebep olmak. Madem dünya arınma, temizlenme yeridir, cezalar da hâliyle arındırma görevi görür, bu iş titizlikle yerine getirilmelidir. Onun iyiliği için de başkalarının iyiliği için de durum böyledir.

Şimdi bu konuda İsa Mesih’e bir eleştiri getireceğim. Kendisine hayranım, çok güzel adam, epey de seviyorum ama adalet konusunda o kadar yetkin olmadığını düşünüyorum.

Bir havarisi İsa’ya sorar: “Birini kaç kere affetmek gerekir? Yedi kere mi?” İsa şöyle cevap verir: “Ben derim ki yetmiş kere yedi kere.” Sayısalcılar hesaplamalara girerek “Vay be demek ki İsa Mesih dört yüz doksan kere affetmemizi istiyor bizden.” falan diye düşüncelere dalmasın, ‘affetmenin sınırı olmasın’ demek istiyor İsa orada. Birini dört yüz doksan kere affetsen ve o da gidip dört yüz doksan birinci suçu işlese -ki bir suçu dört yüz doksan kere işleyip hiçbir karşılık görmeyen elbette dört yüz doksan birinci suçunu da işler- ve gidip İsa’ya daha kaç kere affetmen gerektiğini sorsan ‘Yetmiş kere yetmiş kere yedi kere’ gibilerinden bir cevap verir muhtemelen.

Gel gör ki İsa aynı insanlara kendine karşı o kadar şefkatli davranmamayı öğütlemiştir, demiştir ki: “Sağ gözün günah işlemene sebep oluyorsa çıkar at, vücudun bir azasının kaybolması tüm vücudun cehennemde yanmasından iyidir.”

Ne oldu şimdi? Kendimizi neden affetmedik ‘yetmiş kere yedi kere’? Madem başkaları yetmiş kere yedi kere hata yapma, günah işleme özgürlüğüne sahip biz neden olmayalım? İsa Mesih Cebrail, Ruhullah’tır, Allah’ın Ruhu, peygamberler arasında en seçkinlerinden, öyle yüksek bir makamda… Ne var ki bu durum özelinde çifte standart uygulamaktadır.

Peki, peygamberler içinde en yüksek makamda bulunan Muhammed ne yaptı? Medine’de İslam’ın yükseliş dönemi başlamadan önce kabilelerle bir sözleşme yaptı, Medine Sözleşmesi diye bilinir. Bunda Yahudileri de ümmetten saydı ve şehir savunmasında hep beraber çarpışacaklarının sözünü aldı. Gelgelelim hakkında birtakım değişik bilgiler bulunan birtakım olaylarla birlikte ve bu olayların sonucunda, onları burada irdelemeyeceğiz, üç Yahudi kabilesi farklı zamanlarda Muhammed önderliğinde savaşmayı reddetti. Birinci kabile Muhammed tarafından sürüldü, ikinci kabile de yine sürgüne gönderildi. Ancak üçüncü kabile, Beni Kureyza, farklı bir yaptırıma uğradı: Erkekleri öldürüldü, kadınları, çocukları, mal-mülkleri ganimet olarak paylaşıldı.

Buradan da ortaya çıkıyor ki eğer Muhammed’in makamı İsa’nın makamından üstünse adalet de aşırı merhametten, aşırı affedicilikten üstündür. Zaten adalet olmasa bir sistem kurmanın imkânı olmazdı. Zulüm üstüne bile sistem inşa edilebilir, alın size Kuzey Kore; ancak merhamet üstüne sistem inşa edilemez, edilse bile çöküşü çok çabuk olur. Bu nedenle Kuzey Kore hâlâ ayakta duruyor ancak Batı’yı saran adaletsiz woke kültür kısacık bir zamanda kültürlerini çöküşün eşiğine getirdi.   

“Ne yani, merhametli olmayalım, dağı taşı, kuşu böceği sevmeyelim mi?”

Deli misin sen?! Bak buraya kadar siz siz diye hitap ediyordum, bu noktada sen diye hitap ettim çünkü çok saçma bir çıkarım bu. İnsanlık bazında merhamet en değerli erdemdir. Sevmeyecek insan yaşamasın, gerçi yaşamıyordur zaten. Ancak bu hayatta kişisel temelde gerekli nitelikler ayrı, toplumsal temelde gerekli nitelikler ayrı. Kişisel olarak çok cömert olabilirsiniz, cömertlik de erdemlerin en yücelerinden, ancak devlet fazla cömert olamaz, çünkü bir kesime yapılan cömertlik diğerlerinden alınan fazla para demektir ki aslına bakılırsa bu hırsızlığın bir başka türüdür. Devlet adil olmak, adaleti sağlamak ve elinin uzandığı her noktada adaleti ayakta tutmak zorundadır. Adaleti olmayan devlet, devlet değil, silah gücüne sahip bir güruhun sistematik haraç kesmeyi kesintisizce sürdürmek için oluşturduğu zorbalık düzenidir. Burada bu meseleye çok da dalmayalım, siyaset kitabında bol bol konuşacağız ne de olsa.  

“Hep devlet üstünden örnek veriyorsun. Öyleyse adalet yalnızca toplumsal temelde geçerli bir erdem mi?”

Değil. adalet kişisel temelde de çok önemli bir erdem. İçsel adalet diyorum ben buna. Kişinin kendini, kendi içinde yargılaması ve kendine sınırlar çizmesi, bu sınırları ezip geçmemesi demek içsel adalet. Örnek de vereyim: Diyelim küçük kardeşiniz var ve anne babanız size bir tane Alman pastası alıp buzdolabına koydu. Bunu sizin alma şansınız var ve kardeşinizin karşı çıkma şansı yok. Bu durumda onu tümüyle kardeşe vermek fedakârlık, alıp gizliden yemek hırsızlık, ortadan ikiye bölerek yemek içsel adalet olur. Bu toplumsal bir iş değil, kişinin kendini sınırlamasıdır.  

Dünyada kavgalar neden çıkıyor biliyor musunuz? Çünkü hayat görüşü, dinsel inancı falan fark etmeksizin kimse içsel adalet peşinde değil, yetinmeyi düşünmüyor. Mesela günümüzün gündeminden örnek vereyim: “Öğretmenler ayda en fazla bir kere biftek yiyebiliyor kardeşim. Açız, aç.” Şimdi muhtemelen sarayın artıklarıyla beslendiğinden sahibini korumaya yeminli, görüntüde dindar özde dünya tapıcısı muhafazakâr kapıkulu gibi görüneceğim; ayda bir kere biftek yemek bence gayet yeterli be kardeşim. Bence et yemenin belli bir orandan fazlası, kim yaparsa yapsın, yalnız öğretmenlere değil sözüm, hayvanlara zulüm. O etler gökten inmiyor, bir kere gökten hayvan indiği söylenir, o da yine bütün koç, et değil. O hayvanlar kesiliyor, hatta kesilmek için kıpırdayamadıkları daracık alanlarda yetiştiriliyor. O hayvancıkların tüm hayatı o kadarcık bir alan. Bu zulüm değil de ne?

Bu arada İbrahim’e madde planda, yani bu dünyada gökten gerçekten koç indiğini düşünen ciddi anlamda saftır. Madem koç yoktu, o gün indi, o güne kadar koyunlar nasıl üredi, çoğaldı? “Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır.” Evet, aklını kullanmayanların üstüne inecek tek şey vardır; o da pislik. Gerçi o bile mana âleminde iner, dünyada değil, tıpkı koç gibi. İnsanların mucize diye adlandırdıkları olaylardan neredeyse tamamı mana âleminde gerçekleşmiştir; belki bir iki istisna dışında. Yoksa Musa’ya gökten inen sofradaki yiyecekler de bu dünyada inmiyordu. “Bulutla sizi gölgelendirdik, kudret helvası ve bıldırcın indirdik, 'Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin.' dedik. Onlar bize değil, fakat kendilerine yazık ediyorlardı.” (Bakara / 57) Temiz olan rızık bu dünyanın rızkı değildir, bu dünyanın rızkı topraktandır, yedikçe ağırlaştırır. O dünyanın rızkı öyle değildir. Yani ayette o söylenenler gök yarılıyor da aşağı iniyor değildi, manada yediriliyordu.   

Benim örneğimi sakın yalnızca öğretmenler üzerinden ele almayın. Haberleri açın, her türden meslek erbabı insanın, çalışan, emekli fark etmez, hep aynı şekilde yakındığını göreceksiniz. Yapılan röportajlarda genelde şöyle söylerler: “Kendileri (milletvekilleri) yiyor, bize gelince yok.” Söz doğru, ona lafım yok. Fakat sorun şurada: Hepsindeki mantık yolu aynı, “Onlar sömürüyor, biraz da biz sömürelim.” şeklinde. Bir tanesi de kalkıp şunu demiyor: “Allah'tan çekinceniz yok anladık da, hayvan mısınız, şeytan mısınız, neden sömürme yolunu tuttunuz?” Çünkü bunu derse açgözlülüğün, mal mülk yığmanın yanlış olduğunu kabul etmiş oluyor, fakat onun istediği bunu durdurmak değil, o da lüksün, şatafatın, doyumsuzca, arsızca yeme içmenin peşinde. Gel gör ki kolu milletvekilleri gibi uzağa uzanmıyor, derdi, yakınışı bundan. Eğer o da sömürebilse yanlış görmeyecek, susacak. ‘Başkaları açken ben ne hakla karnımı kusasıya dolduruyorum?’ diye sormayacak. Şunu unutmayın, ego-nefs-benlik kontrolü altındaki her insan atanamamış bir Roma imparatorudur.

İşte ben bunun yanlışlığını söylüyorum. Bunları söylemek için onca zahmet çekip bunca şey yazıyorum. Dünya kavgası, hepsi başkalarının omuzlarına basıp yükselmek isteyen grupların çatışmasından ibaret, bunu görün istiyorum. Herkesi eşitlemeye çalışan sistem var oldu ama adalet üstüne kurulmaya çalışılan bir sistem hiç var olmadı. Hayır, size söylenen yalanlara kanmayın, liberalizm adalet değil özgürlük vaat eder. Ben hak edene hak ettiğinin verildiği bir sistem, öncelik olarak kanaatkârlığı temel alan bir halk hayali kuruyorum. Böyle bir sistem henüz var olmadı. 

“Neden var olmadı peki? Hayal olduğu için olabilir mi? Mümkün olmadığı için?”

Yeterince inanırsan ve O dilerse her şey mümkün be paşam. Var olmadı çünkü adalet duygusu ruhta öyle nadir rastlanan duygu ki başka coğrafyaların insanlarını bilmem ama bu coğrafyanın insanlarında adalet anlayışı hiç yerleşmedi. Topu havaya dikmeyim, doğrudan örnek vereyim: Bu ülkede imamlar asgari ücretin üç katını alır ve lojmanlarda oturur, halka da şükrü ve sabrı vaaz ederler. Ne için alıyorlar bunca parayı? Elbette halkı orta çağa ait muhafazakâr ideolojiyle doktrine etsinler diye. Bunların bize anlattığı adalete göre bir imama camisinde beş vakit namaz farzken yer altında ölüm riski içinde kol gücüyle çalışan maden işçisine de namaz farzı beş vakittir, rekat sayıları aynıdır, kılmazsa cezaya girer. Üstelik imama namaz kılsın ve kıldırsın diye diğerinin rüyasında göreceği avantalar verilir.

Kesin hüküm vermiyorum, akla dayanarak söylüyorum, işin adaletine bakarsak imamın belki bir aylık ibadetinin maden işçisinin tek vakit ibadetine denk gelmesi gerekir. Yine aynı şekilde, ramazanda imam serinlikte, camisi içinde takılır, emek sarf etmeden otururken, sevkiyat elemanı yaz sıcağında onuncu kata kanepe taşır, ardından gider beşinci kata baza, yatak çıkarır ve bize yine imamların anlattığına göre oruç her ikisine de aynı saatler boyunca farzdır. Peki sevabı? Din adamı o konulara pek girmez, “Allah bilir.” der, topu taca atar; oysa işin adaletine bakılsa, yine kesin hüküm vermiyorum, sevkiyatçının bir günlük orucunun imamın bir aylık orucuna denk gelmesi falan gerekir.

“Ben imamım kardeş. Sen imamlar para almasın da ölsün mü istiyorsun, de hele?”

Hayatımda yurt dışına bir kere çıktım, onda da Tacikistan'a bir aylığına gittim. Orada öğrendim ki imamlar para almıyor, cemaat ne getiriyorsa onunla geçiniyorlar. İşte kutsal meslek budur, daha doğrusu kutsal meslek yoktur, kişiler mesleklerine kutsallık katarlar. Ama gözümde o adam kesinlikle kutsal bir meslek icra ediyordu, çünkü imamlık yaparken aklında kazancı yoktu, aç kalmayacağına dair Allah'a güvenmişti. Yani vaaz ettiğini önce kendi denemiş ve uygulamıştı, bu adamın artık Allah'a güven duymaya dair vaaz etmeye hakkı vardır. Türkiye'deki imamlar ise sırtlarını Allah'a değil devlete dayamışlardır, onların Allah'a güven duymaya dair vaazlarından hayır gelmez, sen kendin Allah'a güvenmemişsin, sabit aylık gelire güvenmişsin, bize ne hakla Allah'a güvenmemizi söyleyebilirsin?

Kimseye bir düşmanlığım yok. İmamları da yoktan yere suçlamak istemem. Diyanet'ten ayrı olarak bir ibadethanede vaaz vermek yasal olmayabilir. Bu ülkede Allah'ı anlamak ve anlatmak isteyenin karşısında devlet duruyor ve bu insanları öğretiyi belli bir şekilde öğretmeye zorluyor. Fakat yine de imamlar aldıkları gelirin en azından bir kısmını Allah için bir yerlere verebilir, bağışlayabilir, dağıtabilir; fakat ben öyle bir imama denk gelmedim henüz. Bu arada devleti de suçlamak istemem, İslam yanlış anlaşıldığında gerçekten tehlikeli bir din olup çıkıyor, tüm o Haricilik, Kadızadeler, Vahabilik, Selefilik akımları yoktan yere belirmedi, hepsi bir kökene dayanıyor. Daha İslam’ın ilk döneminde ortaya çıktı Haricilik, çıkmadı mı? Anladığım şu ki bu tip fanatiklere karşı dini kontrol etmek gerekiyor galiba, ancak o şekilde başkalarına zarar vermeleri engellenebiliyor. Yoksa Ali’yi bile dinden çıkmakla itham edebilecek kadar gözü dönmüş olanların kaynağı tükenmez.  

Kardeşim, kimse bu insanlar para almasın demiyor zaten, bu insanlar da yiyecek içecek, elbette emeğinin karşılığı varsa alacak. Ancak el insaf, bu kadar alınmaz, yaptıkları iş aldıkları paranın karşılığı değil. Hakk katına çıktığımızda adalet sağlanacak, hesap zor, onu biliyorum da dostça uyarıyorum. On iki saat çalışmak zorunda kalana farz olan nasıl başkasının işi olabiliyor; üstelik nasıl üç asgari ücret maaş sağlıyor? Adalet değil diyoruz, adalet değil. Bunun hak, onca paranın helal olduğuna inanan keyfini bozmasın, yoluna devam etsin. Nasıl olsa herkesin yolu aynı yerden geçecek. İmamların bunu biliyor olması lazım, ne de olsa bunları anlatmak için onca parayı almıyorlar mı?  

“İyi de bunun ne kadarının hak ne kadarının helal olduğunu kim belirliyor? Neye göre hak, neye göre değil?”

Yaradan her insanda yukarıdaki mahkemeden önce kendini hesaba çekecek içsel bir mahkeme kurmuştur; vicdan deriz biz buna. Kendi vicdanınıza danışın. Fakat unutmayın orada vereceğiniz her karar size karşı da uygulanacaktır. Bu hakikatten bir sırdır; o nedenle lütfen dikkatli, dinleyin burayı: Diyelim birileri görüşlerine ters düşen sözler eden birinin dövülmesini içten içe hak buluyor, üstelik çevresindeki insanları buna teşvik edecek sözler ediyor. Gün gelip devran döndüğünde ve bu sefer o, onların görüşlerine ters düştüğü için dayak yediğinde yukarıda hak talep edemez. Çünkü kendisi vicdan mahkemesinde kararı bağlamıştır. Orada çifte standart işlemez. Başkalarına karşı getirdiğiniz yargı neyse onunla yargılanırsınız. İncil’de İsa Mesih der ki “Nasıl yargılarsanız, öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız.” (Matta / 7)

Ha, Allah herkese vicdan terazisinden vermiştir ama herkes onu kullanmaz. İnsanların bir kısmı hayat boyu benliklerine uyar, ona hizmet ederler. O da ‘hep bana, hep benim’ şeklinde programlı olduğundan bu kimselerin vicdan terazisi kullanılmaya kullanılmaya paslanmıştır. Öyle bir durum varsa eyvahlar olsun; o hâl bir arabanın freninin tutmaması gibidir. O fren olmayınca insan elbet bir gün bir yerlere toslar veya daha kötüsü bir yerden aşağı düşer. İşte o nedenledir ki vicdanı kurumuş kişi zaten cehenneme girmiştir, sadece vaktini beklemektedir.

“Ne yapayım, işimi seviyorum, vicdan olsun diye işimi mi bırakayım?”

Asla öyle bir şey demedim. Akıl vermek bana düşmez; ama şöyle bir seçenek de mevcut: Eline geçen paranın bir nedenle belirli bir miktarının kendisine hak olmadığını düşünen biri onun hesabına çekilme riskini göze almamalı, gerçekten ihtiyaç sahibi birini bulup fazla olduğuna inandığı miktarı ona bağlasa hiçbir şekilde zarar edemez. Diyelim düşüncesi doğruydu, hesabından kurtarır; diyelim yanlış düşündü, hepsini hak etmişti, o zaman da büyük hayırlar işlemiş olur. Her şekilde kâra geçer yani. İmamlara hayır işlemeyi tavsiye ettim diye de suçlamazsınız beni umarım?

İşte bu mesele, iki dünyada da çok önemli olan kul hakkı meselesi. Ne var ki önemli bir mesele olduğundan, iyice uzayan adalet başlığı altında değil de başka başlık altında inceleyelim, bu konuyu da burada bitirelim artık.   

Yorumlar