12) Ali ve Ali Makamı Üzerine

Bir gün ben öylece evde otururken Peygamber çıkıp gelse, çay-çorba içerken oturup sohbet etsek ve o muhabbet esnasında bana “Bizi dışladılar, konuşmadılar, bir şeyler satmadılar, aç bıraktılar, eziyetler ettiler.” diye yaşadığı günlerden anlatmaya başlasa “Sevgili peygamberim, bir durun Allah aşkına, bir şey diyeceğim.” diye hemen lafa karışırdım. “Tarih okumayı severim, ne büyük zorluklar, zahmetler çektiğini biliyorum ama bu zorluklar sayesinde Ali gibi bir dost edinmiş olmadın mı? Değil birkaç uyduruk Arap kabilesi, tüm dünya seni kabul etmese, dışlasa, alay etse ne olur? Artık sonsuza dek, sen istediğinde soru bile sormadan senin için ölmeye yatmış bir dostla yan yana bulunuyor değil misin? Eziyetlere uğramasanız, dışlanmasanız, aç kalmasanız; dostu düşmandan, sadığı yalancıdan, adanmışı menfaatçiden nasıl ayırt edecektin? Sen kaybetmedin ama kaybetseydin bile dünyadan çıkartılabilecek en güzel şeyi, dostluğu elde edip gitmiş olacaktın zaten.” Düşünür, hak verir de “Doğru söyledin.” mi derdi yoksa “Bırak Allah aşkına, sen de kafana göre iş yapıyorsun.” mu derdi, orasını bilmem. Fakat dünya üzerine benim düşüncelerim tam olarak böyledir. Dostluk nedir, sevgi nedir, sadakat nedir, benliği aşmak nedir; kısaca insan olmak, beşerliği aşmak nedir öğreneceksin; dünyanın başka ne anlamı var ki?  

Ali baştan ayağa erdemdir. Tek bir olayla bile anlaşılır bu: Hani savaşın en sıcak anında silahsız kalan rakibi yüzüne tükürür de Ali onu öldürmez. Dünyada çok affedici kimseler olmuştur, İsa Mesih veya Gandi gibi, eline silah almaz, kan dökmez, kan dökülmesinden hoşlanmaz, intikam aramaz. Fakat Ali'nin sınavı daha çetindir, o zaten mezbahanın, kan banyosunun ortasındadır, en yakınlarının öldürüldüğünü görmüş, hatta en yakınlarıyla savaşta karşı karşıya gelmiştir, buna rağmen öfkesini kontrol edebilir. Bunun ne kadar muhteşem bir özellik olduğunu görebiliyor musunuz? Kılıç karşı taraftayken ve karşı taraf sana eziyet ederken affetmek zordur, ama kılıç, güç sendeyken ve karşı taraf sana eziyet ederken affetmek çok daha zordur. Ali bu sınavdan başarıyla geçmiştir; hem de bir kere değil, tarih okuyanlar bilir ki defalarca ve defalarca bu türden sınavları başarıyla vermiştir. Muhteşem adamdır Ali. Arap topraklarından dışarı çıkmamıştır ama Uzakdoğu bilgeliğine sahiptir. Dinginliği ve savaşçılığıyla tam bir samuray imgelemidir. Yalnız kalışı da bu yüzdendir, etrafını sarmış, erdemliliği zayıflık olarak algılayan pespaye bedevi topluluk tarafından kolay lokma görülmüş, yalnız bırakılmıştır. Oysa dünya şöhreti kovalasa aynı güruh onun kölesi olurdu, ironiye bak! Araplar o dönemde erdemli Ali yerine sayıları, bağlantıları, sahip oldukları ve her an yapabilecekleri ahlaksızlıklar yüzünden dünyevî yönden daha güçlü Emevi sülalesinin hizmetine girerek yaşadıklarını hak etmiştir. Oysa Ali'yi takip etseler daha kuvvetli olan Ali olur, adil bir düzende, huzurla yaşarlardı. Yani yine kendilerine hizmet etmiş olurlardı anlayacağınız. Fakat erdemi değil de can korkuları yüzünden diktatöre kul olmayı seçtiler. İnsan gibi yaşayabilirlerdi, onlar insanlığı terk ettiler. Ondan sonra ne kadar yaşadılar, uzun ömürleri onlara mutluluk getirdi mi orası da meçhul.

Ali o kadar iyi bir dosttur ki iyi-kötü herkes yakınında Ali gibi biri olsun ister. Hiç düşünmeden onun yerine ölüme bile yatabilecek, gururuna en ağır gelecek kararları bile dostunun hatırı için itirazsız kabullenecek, örneğin büyük savaşçı olmasına rağmen Peygamber’in savaşa giderken arkada bir tek onu bıraktığı zamanki gibi, en ağır koşullar altında, en tehlikeli ve zorlu durumlarda bile hiç geri adım atmaksızın dostunun yanında duracak biri. Ali’nin hayatı tek başına dostluğun tanımıdır.

Üstelik dostluk tek vasfı da değildir. Sağlamdır, inandığına tam anlamıyla inandığını, sadece inandığı için yaşadığını açık şekilde göstermiştir. Gücü suiistimal etmez, uğradığı onca haksızlığa rağmen iktidar ona geçtiğinde intikam arayışına falan girişmemiştir. Yönetimi zamanında adaletini göstermiştir, kimseye iltimas geçmemiştir, hakkından fazlasına hiç el uzatmamış, kimsenin hakkına girmemiştir. Dünya yok olduğu gün hepimizin önüne dünya ile ilgili raporlar sunulsa ve orada “Dünyada dostuna hiçbir zaman sırt çevirmeyecek tek kişi yaşadı.” yazısı görsem, bu ismin Ali olduğunu kesin şekilde bilirim. Hayatı bugünkü başarı kriterleriyle incelendiğinde o kadar da başarılı görünmez, gerçekten, dünyasal anlamda pek de başarılı değildir. Gel gör ki insanî değerler temel alınarak incelendiğinde harika bir hayat sürdüğü, muhteşem bir adam olduğu açıktır.

Bunun en açık kanıtlarından biri de şudur ki herkes Ali gibi bir dost ister ama kimse Ali olmak istemez. Çünkü hayatı büyük zorluklar içerisinde geçmiştir ve kimse onun yaptığı fedakârlıklarda bulunmaya yanaşmaz. Bu da bize tek bir şey gösterir; insanlar ruhlarına uyuyor değildir, yalnızca nefslerine hizmet edecek kimseler arzularlar. İsa Mesih bunu fark etmişti ki “En yüceniz kardeşlerine en çok hizmet edendir.” diyerek bu benliğin aşılmasını istemiş ve bizzat kendisi havarilerinin ayağını yıkayarak dediğini uygulamıştı. Dolayısıyla dostlukta asıl yücelik hizmet etmekteyse eğer, demek ki asıl yüce olan da Ali gibi olmaktır. Bu da efendilikle değil ancak hizmet etmekle olur.

“Ali gibi olmak mı? Ali’nin çok kerametleri vardı, bir insan nasıl Ali gibi olabilir?”

Sevgili Alevi kardeşim, işte bu noktada ayrı düşüyoruz. Keramet anlatılarını batın yönüyle ele alman gerek. Yoksa geri kalan hikâyedir, mittir. Bu insanlar insanüstüydü, müthiş kerametler gösteriyordu, onu bunu yapıp duruyordu, gibilerinden düşünceleri lütfen bir sil. Bilakis, bu insanlar batında o müthiş makamlara insan hâlleriyle çalışıp çabalayarak, muazzam fedakârlıklarda bulunarak, inançlarından vazgeçmeyerek, insanlığa ait değerleri bir bir özümseyerek ve dünyaya bunları hazine misali saçarak geldiler.

Kötü haber veren kişi olmak istemem ama kötü bir haberim var sevgili Alevi kardeş: Ali’nin kılıcı 70 arşın uzamazdı mesela. Evet, öyle anlatıyorlar fakat uzamaz işte, imkânı yok, dünyadaki fizik kanunlarına aykırı. Hadi diyelim, fizik kanunu falan daha o dönemde icat edilmediydi, Dungeons and Dragons dünyası gibi sihirli kılıçlar vardı, büyücülerin dövdüğü kılıçlar öyle bir parça uzuyordu ama en çok Ali’nin kılıcı, 70 arşına kadar çıkıyordu olsun. Şu saydıklarım gerçek olsa emin ol daha kötü, çünkü o zaman Ali savaşçılığı, cesareti ve kahramanlığı üzerinden edindiği namı hak etmezdi; çünkü 70 arşın uzayan kılıcı eline aldığında bir çocuk bile koca koca orduları kolaylıkla kırıp geçirebilir. Ali’nin cesareti nerede kaldı o zaman? Bu hikâye anlatıcılığıyla onu büyüttüğünü sanıyorlar oysa yanlış, küçültüyorlar, farkında bile değiller. Ali’nin sıradan bir kılıçla imza attığı kahramanlıklar, 70 arşın uzayan bir kılıçla orduları durdurmasından kat be kat değerli ve makbuldür.  

İşin hakikatini açayım: Zülfikar vardır, evet ama maddesel bir kılıç değildir. Zülfikar batında dili, yani Ali’ye verilen emir yetkisini gösterir. Yani aslında bize aktarılan doğru, “göktendir” ve denir ki Peygamber tarafından verilmiştir. Fakat dünyada değil mana âleminde verilmiştir, yanlış anlaşılan taraf burası. Çift uçlu sembolize edilişi iki sebepledir: Birincisi söyleyen büyük dili ve geride gizli olan, sırları tutan küçük dili işaret eder. İkincisi affetme ve cezalandırma yönünü ifade eder. Anlaşılması gereken şu ki bu yetki maddede verilen bir yetki olmadığından Ali’nin halifelik hakkı konusu bundan bağımsız, ayrı bir tartışma konusudur; fakat Zülfikar Ali’nin ruhanî âlemdeki muazzam yetkisinin işaretidir. Ve bu yetki öyle bir yetkidir ki dünyanın tamamını tüm zamanlar boyunca eline verseler manada emir sahibi yapılmanın yanında çocuk oyuncağı kalırdı; çünkü başka başka nice âlemler mevcut ve Ali bu âlemler üstünde de yetki sahibi. Zülfikâr işaret dediysem yanlış anlaşılmasın, öylece bir sembol değil, ruhanî âlemde cisimleşmiş olarak gayet de görülebilir. Üstelik Ali’den başka kimselere de verilebilir, belki Ali bizzat kendisi verir, fakat kimin elinde olursa olsun aynı yetkiyi ifade eder. Yani bırakın 70 arşını falan, Zülfikâr’ın hükmü sınır ve mesafe tanımaksızın her yerde, her mekânda geçerlidir. Şu bilinsin ki kâinatta emir sahibi Ali’dir. Ruh âleminden haberi bulunmayan Alevi kesim de bunu efsaneleştirmiş, yaşatmış ama işin hakikatini bilmediklerinden aslından koparmışlardır. 

“Zülfikâr’ın maddede veya ruhsal âlemde olması bilgisi neden önemli olsun ki? Sonuçta var mı, var?”

Böyle düşünüyorsanız epey yanlış düşünüyorsunuz. Bu bilgi bizim açımızdan çok ama çok önemli. Şimdi bu bilgiye uygun olarak İslam içerisinde anlatılan diğer mitleri, efsaneleri, mucizeleri aklınıza getirin ve aslında çoğunun yine aynı şekilde maddede anlam ifade etmediğini, bunun yerine ruhanî âlemden haberler verdiğini hesaba katarak bir kere üstlerine düşünün. Kuran’daki hikâyeler, kıssalar bu gerçeğe uygun okunur veya en azından okunmaya gayret edilirse, bu şekilde incelenirse Ortaçağ hikâyelerine bağlı, tekrarlamaya dayalı dinsel anlayış değişmek zorunda kalır. Aslında Kuran’ın ruha, yani her çağa seslendiği ancak o zaman ortaya çıkar. Ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz, değil mi? Yoksa zahirdeki hikâyeleri bilmek kişiye pek bir şey katmaz; ne katacak? Yok o uçmuş, o kaçmış, meteorlar yağmış, deniz yarılmış. Bu mucizelerden bazıları maddesel âlemde yaşanmış da olabilir bu arada, fakat bizim aramızda bunları yapabilecek olan var mı, daha önce çıktı mı? Yok. Öyleyse biz ruh âlemindeki işlere odaklanıp ona göre hareket edeceğiz. Yoksa Peygamber de mucize bekleyip durabilirdi kabilesinde, fakat eyleme geçmeyi tercih etti. Çalıştı, çabaladı, gayret etti, dünyaya nasıl davranılması gerektiğini gösterdi. Yoksa Musa için mucize yaratan, Muhammed için yapamıyor muydu?

Ha, ben hikâye seviyorum diyorsanız size hikâyeler içeren başka kitaplar da önerebilirim: Sadi Şirazi bu konuda en iyilerden biridir mesela, Bostan’ı, Gülistan’ı eksik etmeyin, onun kitapları da hikmetle doludur. Fakat yine de bu türden kitaplar okurken diğer yandan Kuran’da bedenlere değil ruha seslenildiği gerçeğini idrak eder ve öyle anlayabilirsiniz. Üstelik bu, tüm İslam coğrafyasında bu şekilde anlatılmalı ki dinsel anlayış şu Ortaçağ bağlılığından kurtulsun da tüm zamanlara, tüm mekânlara, yani ruha ait yönü ortaya çıksın.

Beşer hayatında müthiş onurlu bir yaşam sürdürdü Ali. Korkusu yoktu, yalnızca Muhammed’in yerine yatağa ölüme yatmasıyla, üstelik sabaha kadar korku içinde bekleyip değil de horul horul uyumasıyla bile bunu tek seferde kanıtlamış oldu. Cesur, güvenilir ve sağlamdan da sağlamdı, üstüne bir o kadar yumuşak başlıydı ki bu zıt özellikleri çok çok nadiren bir insanda yan yana görebilirsiniz. Çok haksızlıklara uğramıştı ama güç eline geçtiğinde bir kere olsun intikam aramaya kalkışmadı. Hep sessiz hep dingin hep derindi. Dostluğunu dile getirmeye gerek yok, düşmanlığı bile saygı duyulası ve güvenilir türdendi. Her peygamberden bir özellik onda da vardı. Muhammed’in vicdanına, İsa’nın sevgisine ve teslimiyetine, Musa’nın sertliğine, Davut’un hükmetme becerisine sahipti. Süleyman gibi olabilirdi, önünde zenginlikler yığılıyken sade bir hayatı tercih etti. Müthiş bir akla sahipti; fakat kimseyi aldatmak, kimseye hile yapmak için kullanmadı bunu. Bu dünya için fazla dürüst, fazla temizdi. Daima inandığı değerlerin arkasında, daima dik durdu. Neye inandığı davranışından bilinirdi, dilinin söylediğiyle elinin işlediği farklı olanlardan değildi. Sahip olduğu özelliklerle her dilediğine ulaşabilecek bir siyaset üstadı olabilirdi; o onurlu bir yaşamı tercih etti. 

Gerçi ben geçmiş zaman eki kullanıyorum da tarihteki kişiliğini tarif için, yoksa Ali her dönem sağ ve diridir. Sabah akşam hakkı yenirken sesi soluğu bile çıkmadı fakat bunu pasiflikle karıştırmak ayıp olur; çünkü Ali açıkça hakkını yiyen insanlara asla kin tutmadı, Peygamber’in öğretisi zarar görmesin diye sesini yükseltmez. Eşi Fatıma, arazilerini elinden aldığı ve babasının cenazesinde onları yalnız bıraktığı için en yakın arkadaşlarından Ebubekir ile vefat edene dek konuşmaz; buna karşılık Ali Ebubekir vefat edince üç yaşındaki oğlunu sahiplenerek manevi oğlu yapar. Yüce gönüllülük demek Ali demektir. “Suskunluğum asaletimdendir.” diye post atanların yalanı aksine Ali gerçekten asaletinden susar. Ruhta yerden göğe kadar yetki sahibi olmasına rağmen sırf taşı toprağı kutsal belleyenler ikna olsun, bari birazcık o nedenle saygı göstersinler diye “Kâbe’de doğan tek kişi benim.” der. Alçak gönüllüğünden asıl kutsal olanı gizler yani, asıl esas kutsal olan kendisidir çünkü. Ali Kâbe içinde doğdu diye Ali değil, fakat Ali’nin ayağını bastığı yer Kâbe’dir.

Yalnız yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için ayrı bir paragraf açarak Ali’nin Ali Makamı’na yani Âlilik, Yücelik Makamı’na ulaşmış olması sebebiyle bu derece yüce olduğunu belirtmek isterim. Yani asıl yüce olan o makamdır ve Ali de o makama ulaşmış olduğundan bu yüceliği elde etmiştir. Bu nedenle 'Ali çoktur şah-ı merdan bulunmaz' diye deyiş vardır. Orada kast edilen, Ali ismine sahip olanların çokluğu değil, Ali Makamı'na mensup olanların çokluğudur; çünkü her dönem Ali Makamı'nda insanlar bulunur.

“Yok artık! Bir sen biliyorsun bunları, çevresindekiler bilmiyor muydu?”

Üzgünüm, çok çok azı haricinde bilmiyorlardı. Ali kendisini gizlemiştir, sırf onunla aynı dönemde yaşıyor diye kimseye de istisna uygulamadı belli ki. Her dönemde olduğu gibi onun döneminde de çevresi insanlık bilincinin ilk aşamasında takılı kalmış olanlarla doluydu. İlk aşamadaki insan ilkokul öğrencisi gibidir. Kutsallık algısı vardır, bunu hisseder fakat gerçek bilgi eksikliği dolayısıyla kutsallığı maddede, surette, beden gözüne görünenlerde arar. İnsan, gözüne sıradan bir nesne olarak göründüğü içindir ki onda kutsallık aramaz. Bu nedenle Kâbe’nin kutsallığını kabul edebiliyor ama Ali’nin kutsallığını kabul edemiyorlardı. Çünkü görüşlerine göre Ali de iki ele, iki ayağa sahip, günlük ihtiyaçlarını gidermek zorunda olan, kendileri gibi, alelade bir insan evladıydı. Oysa görüşün çarpıklığına bakın ki taş kutsal sayılıyor da insan kutsal sayılmıyor, ne acayip.

"Nasıl insanlar başka insanlarda kutsallık aramaz? Firavun’a tanrı diye taptı ya insanlar? Bugün sahte şeyhlere, pirlere, şuna buna tapan milyonlar var? Sen kendin de 'kıtsal olan insandır' diyordun. Herkes arıyor işte."

Benim dediğim o insanların dediğiyle aynı değildir, kutsallık üzerine bölümünü iyice okuduysanız bunu anlamış olmanız gerekli. İşte sizin dediğiniz insan tipini ilkokulu aşmış, ortaokula gelmiş, ama orayı geçememiş insan olarak ele alın. Bu tip bilinç sahibi insan, kutsallığın insanda olduğunu kabul etmiştir; fakat kutsala ulaşmış ve kutsal olmuş olan ile sırf kabuktan ibaret, yani bedenin hâkimiyeti altında, kof, aldatıcı olanı ayırt edemediğinden tuzağa düşer. Eğer liseye geçerse artık o bilgiye de ulaşır ve kutsal ile boş olanı ayırt edebilecek hâle gelir, gerçekten kutsal olan insanı arar bulur ya da kutsal olan rehberler onu bulur. Bu aşamayı da geçip bilinçsel olarak üniversite aşamasına yükseldiğinde ise kâinatta tüm işlerin insan tarafından çekip çevrildiğini görür.

“Yuh artık! Yıldızları, gezegenleri çekip çeviren de mi insan?! Sallıyorsun sanki biraz!”

Hayır, sallamıyorum. O koca koca galaksiler genişlemeyi başaran ruha küçücük toplar kadar görünür. Fakat herkesin gerçek olarak kabul edemeyeceği bu gerçek bir yanda dursun, ben size şunu hatırlatayım: Allah ismiyle çağırdığımız Yaradan, meleklerine daha en başta kendine ne yaratacağını söylemişti: “Halife.” Bu bilgi kabul, değil mi? Peki bir padişah, şah, han, kral, imparator, görevden elini eteğini bir süreliğine çekecekse, işleri kim yönetir onun adına? Vekili. Naibi. Veziri. Halifesi. Hangi kelimeyi seçerseniz. Peki Allah’ın halife olarak yaratıp secde edilmesini istediği, yetki verdiği kimdi: Âdem. Sırf bu yüzden biri krallığında isyan etti ya! Âdem demek insan demektir güzel arkadaşım. Âdem Allah tarafından halife olarak tayin edilmiştir. Daha ne diyeyim?        

Bakın, kitaplardan konuşmuyorum, bizatihi bildiğimi açık şekilde dile getiriyorum. Ruh âleminde yetki açısından Ali’nin eşiti yoktur. Ali Muhammed dışında tüm peygamberlerin üstüdür, üstündedir. Hakikat budur, ancak ruhtan habersiz cahiller onu diğer halifelerle karşılaştırmaya kalkar. Sünni din adamları örneğin, neymiş, büyüklük sıralaması ilk halifeden son halifeyeymiş. Bunu söyleyerek ancak ruh âlemindeki gerçek durumdan haberleri olmadıklarını yani ruhtaki cehaletlerini açığa çıkarıyorlar. Ali ruh âleminde makam olarak Ebubekir, Ömer, Osman’ın kıyas kabul etmeyecek derecede üstündedir, bu isimler o yüce varlıkla kıyaslanamaz bile. Yalnızca Sünni kesim değil, üzgünüm ama Aleviler de bu hakikatten bihaber, özellikle küçük oğlunu Ali’den üste çıkarırcasına severler. Şu kadarını diyebilirim, Ali ile oğlunu sırf aynı ailedendir diye yan yana koymaya kalkmak, biraz abartarak örneklendireceğim ama sırf aynı familyadandır diye aslanla yaban kedisini yan yana koymaya benzer. Muhammed haricinde sayıp sayabileceğiniz ne kadar isim varsa hepsi ruhta Ali’nin altındadır. Bu isimlere seri boyunca pek çok çeşitli yerde övgüler dizdiğim İsa Mesih bile dâhildir. Bu da demektir ki benim tarafımdan seviliyor olmak kimseyi hakikatte Ali’nin üstüne geçirmiyor; ilginç bir aydınlanış benim açımdan.


Yüce dağlar coşkun coşkun
Kul Himmet’im aşka düşkün
Cümle meleklerden üstün
Ben dedem Ali’yi gördüm

 

Herhalde bu dörtlüğü kimin yazdığını söylemeye gerek yoktur, parçanın içinde geçiyor zaten. Fakat söylediğinin hakikat açısından doğru olduğunu söylemeye gerek var. Ne diyor, “Cümle meleklerden üstün.” Meleklerin tamamından üstün; yani vahiy meleği Cebrail’den bile. Ali’nin makamının ne yüksekte olduğunu anlayabiliyor musunuz? Üstelik bu bilgi yalnızca bir şiirden çekip çıkardığı bir bilgi değil, yanlış anlaşılmasın. Eminim bundan. Hakikat âleminde Ali Makamı hükmünü yürütür. İnsanlar ister bilsin ister bilmesin.

Muhammed ile Ali arasındaki ilişkiyi tarihsel detaylara dikkat kesilerek inceleyince şunu fark ettim ki ya Muhammed bile Ali’nin kendisiyle birlikte ne kadar yücelerde olduğunu aşama aşama kavramış ya da onun derecesini, insanların kavrayamayacağından çekinmesinden dolayı olsa gerek, açığa vurmakta epey temkinli davranmış. Ta ki Gadir Humm’a kadar. Başlarda “Kardeşim.” diyor Ali’ye, “Sen bana Harun’un Musa’ya olduğu gibisin ancak benden sonra peygamber gelmeyecek.” Sonraları “Toprağın babası” hitabında bulunuyor. O dönemin hakikatten habersiz sığırları onun bu lakabıyla onlarca yıl dalga geçiyor, “Tozun, tozun babası” diye alaya alıyorlar. Oysa hakikatten bir parça haberdar olsalar hakikat âleminde baba sıfatının ‘var eden’ olduğunu bilirler ve bu hitabı işitince karşılarındaki varlığın mertebesi karşısında şaşkına döner, önünde eğilirlerdi. İsa Tanrı’ya neden “Baba” diye sesleniyordu, sebepsiz değil, işte bu nedenden. “Baba”, ruhta doğurandır, var edendir. Dünyada “anne”, hakikat âleminde “baba” getirir insanı o âleme. Daha sonra “Ben sendenim, sen bendensin.” diyor Ali’ye Peygamber. Eğer o dönemin insanları yaratılan ilk varlığın Muhammed olduğu ve her şeyin ondan, onun nurundan, yani ışığından yaratıldığı bilgisine sahip olsalardı, “Ben sendenim.” önermesinin ta nereye vardığını biraz olsun çıkarabilirlerdi. “Ben sendenim.” İlk yaratılan ışık eğer birindense düşünün bakalım Ali hangi derecede olabilir? Ve nihayet Gadir Humm’da, konaklamaya pek de elverişli olmayan bir noktada Peygamber herkesi durduruyor, belki o noktada Ali’nin ne olduğunu tam olarak fark etti veya bildirildi veya artık açığa vurmak gerektiğini hissetti, orasını kendi bilir. İnsanları çevresine toplayıp onlara şöyle diyor: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” Mevla ne demek? Kelime anlamı olarak ‘Kutsal efendi’ anlamına gelir fakat genellikle ‘Tanrı’ anlamına işaret eder. Hatırlayalım bakalım, nasıl hitap edilir Muhammed’e İslamî jargonda: “Kâinatın efendisi.” Mevla, efendi, aynı zamanda ‘sahip’ anlamına gelir. İki âlemin onun yönetiminde, hatta onun mülkü olduğuna işaret eder bu sıfat. Gel gör ki Peygamber’e atıfta bulunmak için sık sık bu sıfatı kullananların haberi bile yoktur böylesine bir üstünlüğü ifade ettiğinden. Anlayacağınız Muhammed bizzat kendisi şunu açığa vurmuştur: ‘Muhammed makamca bütün kâinatın mevlası (sahibi ve yöneticisi) olduğuna göre Ali de makamca bütün kâinatın mevlasıdır (yani sahibi ve yöneticisidir)’.

Tekrar vurguluyorum, bu hadisleri ve çıkarımları belli tarihlerde yaşamış iki şahıstan ziyade onların ruhtaki makamları olarak ele alınırsa anlaşılır ki hakikatte tüm kâinat, tüm âlemler, tüm yaradılış iki makam tarafından idare edilmektedir: Muhammed ve Ali makamları. Bu düzen her şey yok olup geriye yalnızca Allah kalıncaya dek de değişmez. Neden değişecek ki? Yaradan en başta meleklere “Ben kendime halife yaratacağım.” dememiş miydi? Bu düzen oluşsun diye yaratıldı âlem. “Ey Muhammed, sen var olmasan âlemleri yaratmazdım.” diye bunun için dendi. Şahıs olan Ahmed için değil.

Dindarlar ondan bahsederken sürekli aynı tamlamayı kullanıp duruyorlar: Emir-ül müminin. Oysa esas doğru olan Ali’yi şöyle ifade etmektir: Emir-ül bütün alemlerin. Gramere uygun olmadığına gayet emin olduğum bir tamlama kurmuş bulundum ama Arapçayı pek seven, Arapçasız yapamayan arkadaşlara Ali’nin ne olduğunu böylelikle onların dilinden de anlatmış olduğumu umuyorum. Tüm âlemlerin sahibi ve yöneticisi, evet.

İşte anlayacağınız Ali öyle bir makamdadır, öyle bir hilafetin sahibidir ki Arap topraklarında birkaç yüzyıllığına kurulmuş olan imparatorluklar onun mülkünün gölgesi bile olamaz. Hatta dünyadaki gelmiş geçmiş tüm imparatorlukların hepsini bir araya toplasak tüm âlemler üzerinde emir sahibi olan Ali’nin sultanlığı içindeki tek bir binanın tuğlasına veya damındaki tek bir kiremide denk gelebilir belki. Bu nedenle Ali’ye aslında hakkı olan halifeliği isteyip istemediklerini sorduklarında “Bana kalırsa sizin dünyanız bir keçinin aksırığından daha değersizdir.” demişti. İşin korkutucu kısmı şu ki abartmıyordu. Ali Muhammed ile dilediği gibi dünya kurup dünya yıkabilir; onlar adına bu işler hiç de zor değildir. 

İşte hakikatten haberdar olmayan halk böyle ulu, böyle âli bir varlığı yalnızca beşer yönüyle görerek hataya düştü. Ellerinden muhteşem fırsatlar kaçtı bu yüzden. Uyduruk bir taht için Ali’nin hakkı olana çökenler bu hakikati idrak etselerdi sahip oldukları her şeyi yalnızca gönlü hoşnut olsun diye ayaklarının dibine sererler, kabul etsin diye de sabah akşam dualar ederlerdi. Ali’nin hakkına tamah etmek gibi büyük bir suça imza atmak şöyle dursun eteğini bir an olsun bırakmazlar ve bu sayede cennet dedikleri yere hiç şüphesiz ulaşırlardı.

“Sen daha önce İsa’yı övmek için de onun cennet kapılarından biri olduğunu söylemiştin. Maşallah her övdüğün istediğini cennete alıyor. Nasıl iştir bu?”

Doğru, ben yalnızca hakikati dile getiriyordum; İsa Mesih cennet kapısıdır. Cennete girmenin bir yolu onun gönlüne girmekten geçer. Fakat Ali makam açısından onun üstündedir. Şöyle anlatayım anlaşılsın diye: İsa Mesih o âlemde makamı en üstün olan emir kuludur. Ali ise o âlemde emir sahibidir.

Bize bugüne kadar anlatılanlar ancak Ali’nin beşer hâli ve beşer hâliyle yaptığı işlerdi. Beşer olarak azı açık çoğu gizli öyle güzellikte ve öyle çok işler yaptı ki ona yetişmek elbette mümkün olmayacaktır. Bu dünyadan bir tane Ali geçti; başka da ona denk veya onu geçecek biri çıkar mı; zannetmem. Geçmişte yüceler arasına kabul edilmiş bir ruh tekrar bedenlenip dünyaya gelirse belki o başarır. Fakat esas önemli olan konu dünyadaki beşer hâli değildir. Yapıp ettikleri elbette önemli fakat Ali’nin esas önem taşıyan tarafı ruhtaki tarafıdır, daha açık söylemek gerekirse hakikat âleminde ulaştığı makamdır.  

Ali hakikatte öyle yükseklere yükselmiş, öyle bir makama oturmuştur ki o makamın eşi benzeri yoktur. O makam aynı adla çağrılır: Ali Makamı. Ali Makamı Âdem’in uğruna yaratıldığı halifelik yani yönetim makamıdır. “Ben arzda kendime bir halife yaratacağım.” İşte burada sözü geçen makam Ali’nin makamıdır. Elbette Ali göçeli bin yıldan fazla oluyor fakat bu makam hâlâ aktif ve görevdedir. Her dönemde mutlaka birisi bu makamda bulunur; makam boşta kalsa, kâinat işlemez. Bir devlet, başında yönetici olmadan nasıl idare edilsin, bir idarecinin başta olması şart değil mi? İşin özü insanlar yanlış biliyor, dünya iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönmüyor, dünya Ali makamı tarafından döndürülüyor.

“Sen bu Ali’yi iyice Allah yaptın ha?!”

Ali, Ali Makamı'nın ilkidir. Dediğiniz gibi tarihte Ali’nin Allah olduğuna inanan topluluklar çıktı. Fakat neden sadece Ali bu kadar yüce görüldü? Gerçi İsa ve Muhammed hakkında da böyle söylemler yayıldı evet ama neden diğer peygamberler hakkında bu türden söylemler yayılmadı, düşündünüz mi hiç? 

Bir kere baştan şu atasözünü hatırlamak ve hatırlatmak gerekir: “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” Bu sözler Ali'nin ne derece yücelikte olduğundan, Ali’nin hakikat âlemindeki makamından, yani Ali Makamı'ndan haber veren sözlerdi. Allah dediğimizi tam olarak kavrayamadıklarından makama Allah dediler.

Hutbelerinden birisinde Ali’den hakikatte kim olduğunu açıklamalarını isterler. Ali önden uyararak “Kaldıramazsınız. Kaldırsanız da anlayamazsınız.” der; fakat ısrar ederler. Böylece hakikatte kim olduğunu, görevlerini ve yetkilerini tek tek açığa sermeye başlar. Oradakilerden birinin çığlık atarak can verdiği, bir diğerinin ise artık dayanamayıp “Haşa Ali Allah oldu çıktı.” diye tepki gösterdiği yazılıdır. Ali ise konuşmaya başlamadan önce söylediğini tekrar eder, kaldıramayacaklarını söyler, hutbeyi sonlandırır.

Bu olayda dikkat edilmesi gereken iki durum vardır: Birincisi Ali’nin neden Müslümanların genelince gerçekte olduğundan çok daha küçük, çok daha zayıf, çok daha aşağıda algılandığını gösterir; çünkü Ali kendini gizlemiştir. Ve kendini gizlemekte, ne derece yüce ve yüksekte bir ruh olduğunu açıklamamakta baştan aşağı da haklıdır; çünkü anlayamazlar. Mescidi dolduran topluluk hakikat âleminden falan haberi bulunmadığından Ali’yi yalnızca karşılarında oturan bir adam olarak algılamaktadır; kendilerinden farksız olarak. Oysa bilmedikleri şudur ki benliklerinden sıyrılarak yeterince gayret gösterirler, yeterince fedakârlık yaparlar, yeterince inanırlar da bu işleri Hakk katında kabul görürse, yani sundukları ‘kurban’ kabul edilirse her âdemoğlu yücelere karışabilir, yücelerden olabilir. Çok mu zordur; çok zordur, evet. Fakat mümkündür. O hazine hepimizin içinde gizlidir. İşte o dönemin Müslüman topluluğunun ezici kısmı Sünni İslam öğretinin vaaz ettiği aksine bu türden bilinçsel düzeyde henüz yükselmemiş insanlar tarafından oluşturulmaktadır.

İkinci dikkat edilmesi gereken kısım, neden birinin çığlık atarak öldüğü. Arka dörtlü, ortada ölünecek bir mesele mi var, varsa söylesin, hepimiz ölelim. Aynı şekilde İsa ferisiler ile, yani Yahudi din adamlarıyla tartışırken “Size doğrusunu söyleyeyim. Ben hakikatte İbrahim’den önce vardım.” dediği an ferisinin biri yenini, gömleğini yırtar, “Küfür. Küfür.” diye kendinden geçercesine haykırır. İncil’de okurken de İsa’nın Tutkusu filmini izlerken de bu iş beni hep güldürür. Koyu dindarlar neden böyle histeriktir? Neden aşırı kontrolsüz davranırlar? Düşünün ki bir Atatürkçü buluyoruz, “Cengiz Han Atatürk’ten büyük komutandır. Fatih Sultan Mehmet de ondan daha iyi bir devlet adamıdır. Gandi de daha iyi bir ruhsal rehberdir.” diye sıralıyoruz, çığlıklar atarak elbisesini parçalıyor, kalpağını yerlere atıyor, bayılıyor. Mümkün mü; sanki değil. Fakat bu olay bir yerlerde gerçekleşse izleyen herkes gülme hakkına sahip olurdu.

Sevgili putperest bilince sahip güruh, bu mesaj size: Histerik olmayın lütfen. Histerik olduğunuzda komik göründüğünüzü unutmayın. Şunu da unutmayın, Ali Arap topraklarında çıkmış, yaşamış, öylesine bir adamdan çok daha ötesidir. 

 

Adem Baba Havva ile
        Hem allemsel esma ile
        Çarhı felek sama ile
        Ali göründü gözüme
 
        Hazreti Nuh Neciyullah
        Hem İbrahim Halilullah
        Sina'daki Kelimullah
        Ali göründü gözüme
 
        İsa-ı Ruhullah odur
        İki alemde şah odur
        Cümlemize penah odur
        Ali göründü gözüme


Diyor ki: “İki âlemde şah odur.” Çünkü ta Âdem’ yaratıldığından beri yönetici Ali makamıdır. Ali Makamı’na gelen Ali’nin kendisi olur. Bu nedenle Nuh ile İbrahim ile Musa ile İsa ile gizliden gelen Ali’dir. Peygamber’in şöyle bir hadisi vardır: “Tüm peygamberlerle gizli gelen benimle açığa çıktı.” Peygamberler ile, hem de hepsi ile, gizli gelen kim veya ne olabilir?

“İyi de madem Ali bu kadar yüce bir makamdaydı nasıl oldu da halifelik ona geçtiğinde öyle başarılı bir yönetim gösteremedi? Kurnaz bir Arap ile bile baş edemedi? Tarihe baktığımızda Muaviye’nin ondan baskın çıktığını görüyoruz. Önceki paragraflarda sen kendin ima ettin dünyasal açıdan çok başarılı işler çıkarmadığını. Bunları nasıl açıklıyorsun?”

 Çok güzel bir soru, gerçekten. Burada sorgulamamız gereken ‘başarı’ anlayışının ne olduğudur. Siz neye başarılı diyorsunuz? Ali, Cengiz Han gibi milyonların hakkına tecavüz ederek, kanını dökerek, canlarına kıyarak, mallarını mülklerini yağmalayarak, evlerini barklarını yakarak devletine milyonlarca kilometrekare toprak katsa başarılı mı olmuş olacaktı? Başarıdan kastınız bu mu?

Gerçek başarı nedir, Ali üstünden ele alalım. Doğrusu tarihe bakınca Ali devlet başkanı olarak sıradan bir yönetim göstermiş gibi görünüyor, kimileri başarısız da diyebilir. Hatta kimileri pek siyasetten anlamadığını da söyleyebilir. İşin aslı siyasetten ve yönetimden gayet iyi anlıyordu da onuruna yediremediğinden, kendine yakıştıramadığında dolambaçlı ve kirli yollara meyletmemişti. Muaviye'nin savaş sırasında Amr’dan aldığı akılla Kuran sayfalarını mızraklara taktırma hamlesine karşı ordusuna bunun bir tuzak olduğunu söylemesi gayet de iyi bir kanıttır. Esas sorunu siyasetten anlamaması değildir, liderlikti ki o da yönetemediğinden değil, kendisinden haksızca ayrıcalıklar bekleyen güçlü kimselere adalet gereği o ayrıcalıkları sağlamamış olmasındandı.

Bir savaşçı olarak Ali muazzamdı, kısa boyuna rağmen insanlar karşısına çıkmaktan kaçıyordu. Fakat yumuşak başlıydı, bu nedenle bu özelliğini gündelik hayatına çok az yansıtmış, kendisine yapılan haksızlıkları ve saygısızlıkları sineye çekmişti. Onu başarısız gösteren bir parça da bu özellikleriydi.

Sözün özü ben de dünyasal başarıya örnek verecek olsam Ali'yi seçmem. Cengiz Han seçerim, İskender seçerim, Napolyon seçerim hatta Muaviye seçerim ama Ali'yi seçmem. Zaten insanlar arasında bu yüzden çok da takipçisi yoktur, insanlar kat kat başarılı olan Muhammed'i sever, hatta ruh âleminde üstü olmayan Ali'nin önüne bilip bilmedikleri pek çok ismi geçirir, Ali'yi olduğundan kat kat küçük görürler. Şiiler bile Ali'yi en azından küçük oğlunun adını bir kere geçirmeden pek anmaz, genelde de yanına on bir tane imam getirirler. Oysa Ali içinde yaşadığımız dünya sahnesinin gelmiş geçmiş en onurlu adamlarının başında gelir, dengi olan peygambere bile rast gelmek mümkün değildir. Fakat dünyasal başarısı yüksek olmadığından bu gerçeği kimse görememiştir.

İnsanlar dünyada başarılı görüneni sever, başarısız görünene ise genelde hor bakar. Veya büyük azim gösterip fedakârlıklarda bulunmuş ya da hasbelkader bir topluluğun başına geçmiş de kaybetmiş birini hikâyesi kurban rolüne uymaya yetecek kadar güçlüyse bayrak adam yapar, vicdanlarına katık eder. Gel gör ki başarının ve başarısızlığın ötesine bakmak akıllarına gelmez. Gerçek başarı ve gerçek başarısızlık, dünyasal başarı ve dünyasal başarısızlığın gölgesinde kalır. Bir adam dünyada çok başarılı oldu diye gerçek başarı sahibi olduğu kesin değildir. Detaylar için Gerçek İnsan Bu Değil kitabına bakabilirsiniz, orada gerçek başarı nedir, ne değildir diye üzerine konuştuk zaten. Kabaca gerçek başarı, dünyasal başarıyla tanımlanabilir bir şey değildir.

Ali’yi övmelere doyamadım. Son olarak bir de nazire yapayım, bu bahsi kapatayım. Şöyle bir sözü var kendisinin, beyite dönüştürülerek Türkçeye çevrilen:

“Sen kendini sandın bir parça, küçük.
İçinde âlem gizli en büyük.”

Burada parça ve küçük birlikte okunur ve parça miktar anlamında anlaşılır genelde; oradaki parçanın cüz anlamına geldiğini söylemek gerek. Yani Ali diyor ki sen bir bütünde parça değilsin, beden değilsin, senin içinde en büyük âlem, kâinat saklı olduğuna göre sen ondan da büyüksün.

Nazirem de burada:

“Sen Ali’yi sandın bir parça, küçük.
O öyle bir varlık oldu ki en büyük.”

Benim nazirede ne dediğim zaten açık, onu da açıklamayayım bir zahmet. “En büyük”, doğru; o kelime yoktan yere seçilmedi. Ali’nin küçük oğlunun artık pek fanı sayılmam ama Hüseyin’in kendi oğluna Ali Ekber, yani Ali En Büyüktür diye isim koyması boşa değildi. Ali En Büyük demek tam olarak ne anlama geliyor düşünün bakalım. Dedesi Muhammed’den de mi büyük? Bu kişi dedesi Muhammed olduğu hâlde Ali’nin ondan büyük olduğunu ima etmiş ise neden böyle yaptığı üzerine düşünmek gerekmez mi? Ali en yüksek makamdaki Allah elçisi olan Muhammed’den hangi konuda veya ne açıdan daha büyük olabilir?

‘Düşünmekte fayda var.’ diye karizmatik şekilde sonlandırmak isterdim yazıyı, fakat düşünmekle bulunabilecek bir gerçek değil ki bu. Ya tanık olup bilmek gerek ya da olunamıyor ise şuna inanmak: Ali en büyüktür.

Yorumlar