17) Türk Kültürü ve Milliyetçilik Üzerine

CHP’li bir ailede doğdum, büyüdüm. Babam Atatürk’ü aşırı severdi, hâliyle ben de severdim. Gelgelelim üniversitede siyaset okuyunca onun dönem solculuğunun etkisiyle Atatürk'ü pek anlamamış olduğunu fark ettim; Batı kültürünü Atatürkçülük zannediyordu. Yalnız onunla mı sınırlı; tüm CHP tabanı Atatürk sonrası gelenlerin etkisiyle Atatürkçülüğü hep Batı kültürüyle özdeşleştirmişti. Belki Atatürk’ün kendisinin de bazısı biraz fazla batıcı kalan reformlarıyla, işte düzenlediği balo türü kültürel faaliyetlerle buna katkıda bulunduğu söylenebilir; fakat politikaları incelendiğinde dönem şartları gereğince ülkeyi Batı kültürüne adapte etmeye çalıştığını anlamak zor değildir. Hiçbir şey olmasa 1929’da Büyük Buhran patlak verdiği gibi serbest piyasacı politikadan vazgeçerek devletçi politikaya yönelmesi belli bir politikanın uygulayıcısı ve zorlayıcısı değil de ülkenin menfaatleri adına dönem şartları ne gerektiriyorsa onu takip ettiğinin en net göstergesidir. Buna öldüğü güne dek takip ettiği ve hakkında araştırmalarını sürdürdüğü Türk kültürü dâhil değildir. Türk kimliği ve kültürü onun asli politikası olmuştur, diğer politikaları ülkeyi yıkıntı hâlinden kurtarıp yüksek medeniyetler arasında konumlandırmak, kısaca bir mucize yaratmak için araçtır.

Ne var ki bu milliyetçilik anlayışını kurduğu ülke sınırları içinde özümseyebilen fazla insan çıkmadı. Çünkü Türkiye’de savaştan dolayı yok olan bir aydın kesim vardı ve bunların yerine gelenler de Batı eğitimi alarak gelmişti, dolayısıyla milliyetçiliği Batı kültürüyle bir tutma yanlışında bulundular. Anadolu’da kalanlar zaten ideolojiden anlayacak kadar eğitimli bir kesim değildi, onlar dini bile onlara empoze edilen Arap kültürü sanıyorlardı, din olmayı Arap’a benzemekle özdeşleştiriyorlardı. 13. yüzyılda çıkıp 16. yüzyıla kadar devam eden ve Osmanlı’yı yükselten irfan kalmamıştı Anadolu’da. Düşünün ki neredeyse altı yüz yıl olmuş. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail kavgası sağolsun, daha Kanuni döneminde Araplaştırma politikası elinde heba oldu o irfan. Öyle ki 4. Murat döneminde gelen şeyhülislam artık selefi inanışlı bir adamdı, dönem hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız internete Kadızadeliler yazar, adamlar üstüne kısaca göz gezdirirsiniz. Şu kadarını söylesem yeter; haramdır diye kaşık kullanmayan türden adamlar. “Onlar yanlış biliyor / Gerçek İslam değil bu” diye türküsünü tutturdukları türden. Anlayacağınız o ‘gerçek değil’ dedikleri fundamentalist yani köktenci din anlayışı gökten zembille inmedi, daha dinin başından beri İslam’la hem iç içe hem karşı karşıyalar; düşünün ki köktencilik Ali gibi makamların en yücesine ulaşmış bir insanı dinden çıkmakla suçlayacak adamlar üretti zamanda. Ancak o konunun yeri burası değil.     

Bilen bilir, üniversitelerde milliyetçilik biraz hor görülür. Örneğin alanım olan siyaset biliminde hayali kimlikler diye bir teori vardır. Bu teoriye göre ulus devlet, millet kavramı hayali kimliktir. Bizim bir hocamız da muhafazakâr ve milliyetçilik karşıtı olarak bu teorinin taraftarıydı, pek çok derste üstünde durmuştu bu konunun. Fakat şunu asla dile getirmedi, aynı dili konuştuğun, birbirinizi anladığın adamla kurduğun birliktelik bir hayali kimlik ise, aynı dili konuşmadığın, fakat sonradan kurulmuş bir öğretiye inandığınız için zihninde ve kalbinde birliktelik hissetmekle oluşturduğun kimlik nasıl hayali kimlik olmaz? Irk mı icat edilmiştir yoksa din mi? Elbette ki din. İki Türk birbirini dilinden tanır, anlar, anlaşır da bir Yahudi ile aynı bölgede doğmuş olan Müslüman bir Arap'ı kıyafetlerinden, saç, sakal şekillerinden arındır, bir odaya koy; hangisi hangisidir ayırt edemezsin. Aslında onların birbirlerinden ayrılmaları da tamamen sonradan oluşturulmuş olan iki öğreti sebebiyle gerçekleşmiştir, o öğretiler olmasa aralarında ayrılık olmayacaktı. Şimdi bu kimlikler hayali kimlik değil mi yani? Bir adamı tüm kılları traş edilmiş olarak, kıyafetleri olmadan bir odaya koysak onun hangi inanca mensup olduğunu ağzını açana dek anlayabilir miyiz? Ama milletini aşağı yukarı tahmin edebilirsin, ilk seferde bilemesen bile.

Üniversiteyken bende milliyetçilik damarı pek yoktu. Sosyalist falan da değildim. Liberalizm taraftarıydım ama özgürlük benim için önemli olduğundan anarşizm üstüne okumalar yapıyor ve neredeyse sınırsız denebilecek bir özgürlük savunusunda bulunuyordum. İnsanları yeterince tanıyamamıştım çünkü, o zamanlar iyiliğin üstünlüğüne, insanların iyi olmak istediklerine fakat buna şartların ve çevrenin engel olduğuna inanıyordum. Eğitimli, dar bir çevrede büyüyüp hayatı ve insanları tüm yönleriyle tanımadığında böyle nahif biri olup çıkıyorsun işte, yapacak bir şey yok ona. Ne var ki laylaylom dönemi bittiğinde ve konu dünya makamı, unvanı, mülkü, parası olup menfaatler öne alındığında sudan çıkmış balığa dönmek var; ben de bunu yaşadım. İşte o zaman görüyorsun ki dışarıdaki hayat üniversitede okuduğun teorik hayat değil. Dışarıda Kant’ın ödev ahlakı değil Makyavel’in açıkladığı oportünist kurallar hâkim. ‘Soyut’ diye çağırdıkları değerler kimse adına anlam ifade etmiyor, ‘somut’ nesneler için herkes birbirinin arkasından her tür işi çevirebiliyor. İşte o zaman liberalizmin sunduğu değerlerin koca bir yalan sürüsünden ibaret olduğunu açık seçik şekilde görüyor, anlıyorsun. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” sözünün aynı zamanda “Bırakın istediğimiz puştluğu yapalım.” veya “Bırakın istedikleri puştukları yapsınlar, bize faydası dokunuyorsa.” anlamına geldiği yüzüne çarpıyor. Öylece bir tiksinti basıyor insanı bu sisteme karşı.    

Ve üstelik bu sistemin sahibi ve hâliyle en çok yararlananı olan Batılılar girip kaynaklarını sömürmek istediği ülkelerdeki direnci yok etmek için sahtekârca etnik ırkçılıkla milliyetçiliği özdeş gösteriyor. Çünkü milliyetçilik onların başka ülkelere girmesine, kaynaklarını sömürmesine engel teşkil ediyor. Buna kanmayın. Milliyetçilik ırkçılıkla özdeş değildir.

“Sözlerine bakılırsa, artık milliyetçisin yani?”

Sözlerime bakmaya gerek yok, aklı olup az buçuk ahlak taşıyan her insan şu rezil dönemde kültürünü koruma isteği duyar zaten. Kültürel milliyetçiyim, her halkın kültürünü koruması gerektiğine inanıyorum. Türklerin veya herhangi bir halkın diğerlerine üstünlüğüne asla inanmıyorum. Zaten beden değil ruh olduğumuzun bilgisi benim idrakımda mevcut, yani ruh olarak İngiltere’de, Japonya’da veya Uganda’nın herhangi bir kabilesinde bedene bürünebilirdim, biliyorum. İki seçenek var, Türk olmam ya Yaradan’ın kararıyladır ya da doğmadan önce bir ders öğrenmem için benim tarafımdan yapılmış bir tercihtir. Başka kararlar da verilebilirdi, mümkündür. Elbette asıl mesele insanlık son kertede, yapabilirsem tüm insanlığın faydasına olacak işler ortaya koymak isterim ki bunun için de çalışıyorum, emek ortaya koyuyorum zaten. Fakat bunu yapamazsam bile bu yaşamda Türk’üm, bu vatanın ekmeğini yedim, suyunu içtim, dedelerim bu topraklar uğruna can verdiler, dolayısıyla bu vatanın iyiliğine çalışmak, bu vatanın bekçiliğini yapmak bana vefa borcudur.

“‘Bir Türk dünyaya bedeldir.’ türünden bir üstünlük anlayışına da sahip değilsin o hâlde?”

Madem konusu açıldı, o sözün nasıl edildiğini hatırlayalım: Atatürk bir gün askerleri ve koğuşları teftişe çıkar. Orada bir asker “Bir Türk on düşmana bedeldir.” deyince “Bir Türk dünyaya bedeldir çocuk.” der. İşte bu söz, o söz. Açık konuşayım, ben de teftiş esnasında Atatürk’ün kafilesinde bulunsam, onun sevdiği, sözüne kulak verdiği biri olsam bir cesaretle Paşa’nın kulağına eğilip diğerlerinin duyamayacağı kısık bir sesle “Paşam on kişiyi çok da aşmasak?” diyebilirdim. Neticede hepimiz biliyoruz ki millet olarak herhangi bir üstünlüğe sahip değiliz. Dünyaya bedeliz desek, en önemsediğimiz konu futbol, ondaki en büyük başarı bile bir tane UEFA kupası, başka yok. Hani dünya kupalarına ambargo koymuş bir kadın milli voleybol takımımız var ama, Türk erkeklerinin çoğunluğu seyir zevki açısından kendi milli maçlarımız yerine gidip Ukrayna, Rusya kadın takımının milli maçlarını falan izliyordur; elimde sayısal bir veri yok ama buna eminim bak. Yani voleybolda gerçekten başarılıyız ama güzellik açısından gerideyiz, lütfen Filenin Sultanları alınmasın. Oysa güzellik de bir üstünlük çeşidi değil mi?

Ebet, “Bir Türk dünyaya bedeldir.” türünden bir sözü savunmam ama büyük bir savaş vermiş ve yeni devlet kurmuş bir milletin önderinin heyecanlı ve halkın moralini yükseltici söylevlerde bulunmasının gayet normal ve doğal olduğunu bilecek kadar siyaset bilgimin olduğunu tahmin edersiniz. Muhtemelen Atatürk de bana dönüş olarak “Ben de biliyorum ama bu halkla biz bu cumhuriyeti kurduk çocuk. Ne diyeyim, sizden öyle büyük işler çıkması biraz zor ama uğraşacağız, mı diyeyim?” derdi gibime geliyor. “Bizden bir iş çıkmaz, biz ara eleman ülkesiyiz.” diyen muhafazakâr bakan gibisi haricinde hiçbir devlet lideri kendi milleti hakkında buna benzer açıklama yapmaz; yaparsa lider olamaz.

Ancak şöyle de bir durum var: Biz ırksal üstünlüğe sahip değiliz, ancak ırksal olarak kimseden geride de değiliz. Hiçbir millet ırksal üstünlüğe sahip değil. Hitler’e sorulsa üstün olan Aryanlardı, ama ne hikmetse başkentleri onun nazarında ‘alt ırk’ olan Slavların ayakları altında ezildi. Eğer altlığı-üstlüğü savaşın belirlediğini varsayarsak Aryanlar Slavlar tarafından yenilgiye uğratıldığına göre ırk skalasında da onların altına girmiş oluyor. Yani tarihe baktığımızda görüyoruz ki öyle alt-üst ırk yok.

Gerçi bizde muhafazakârlara sorarsan üstün millet Araplar. Hatta cennette onların dili konuşuluyormuş. Ruh âleminden habersiz olduklarından öyle boş boş sallıyorlar işte. “Bir Türk dünyaya bedel.” sözüne karşı çıkanlar, neden muhafazakârların Araplar hakkında bu türden iddialar ortaya atmasını, hatta Araplaşmasını hiç eleştirmezler? Muhafazakârların iddiası bu dünyayı bile aşıyor neticede. Türk milliyetçisi olmak sorun da, Türk olup Arap milliyetçiliğine soyunmak neden sorun değil?

Atatürk’ün nasıl Türk milliyetçisi olduğunu biliyor olmalısınız. Bilmiyorsanız yazayım: Bir gün askerdeyken bir subay, Arap bir askere bir şey söyledi diye bir Anadolu gencini tokatlayarak şöyle der: “Sen kavm-i necip’ten (temiz kavimden) birine nasıl böyle dersin!” Bu Mustafa Kemal’in Atatürk olmak üzere ruhen yola çıktığı andır. Kendisi anlatır bu olayı. Ve ne hikmetse ders kitaplarında yer almaz. Belki de alınmaması iyi olabilir, ırkçılık Yaradan’ın yoluna aykırı, rezil bir düşünce tarzıdır; ancak şurası da gerçek ki medenî insanlar Arapları tanıdıkça ırkçılığa düşmemekte zorlanabilir. Irkçılık artmasın diye bu toplumların yaptıklarını ders kitaplarında geçirmemek bir ihtimal iyi bir seçenek olabilir, işe de yarayabilir; ta ki bu topluluktan milyonlarcası yaşadığınız yere doluşup sizi bazı kültürlerin düşük kültür olduğuna ikna edinceye dek.

“Hani üstünlükçü değilim diyordum? Şimdi düşük kültür diyorsun Arap kültürüne?”

Söylediğim doğru; ırk bakımından, insan yaradılışı bakımından üstünlük-alçaklık yoktur. Hepimiz biriz. Ne var ki kültür bakımından gelişmişlik ve ilkellik, yani üstünlük ve alçaklık vardır. Bu dünyada gelişmiş, insanları insanlığa daha çok yaklaştıran kültürler de mevcut insanları insanlıktan uzaklaştıran kültürler de mevcut. Şimdi herkese hoşgörülü davranalım diye yahut şirin görünelim diye bu gerçeği dile getirmeyecek miyiz, göz ardı mı edeceğiz? Şöyle sorayım: İlk dönemlerde bazı bölgelerde önemli birisi öldüğünde ev ahalisi, maiyeti de onunla birlikte gömülürdü. Madem üstünlük alçaklık yok, bu geleneği de ayakta tutalım? Niye kalktı ki? O da o kültüre has bir uygulamaydı. Size mantıklı geliyor mu?   

İşte Arapların kültürü elbette ilkel bir kültür değildir ancak geride kalmış bir kültürdür. Buna karşılık bizim muhafazakâr kesimin bilinçaltında Araplar kutsal, yani üstün olarak kodlanmış olduğundan, dille aksini iddia etseler bile gerçek bu yöndedir, Arap kavmini bir şekilde yüceltmeye mutlaka yol bulurlar. Bu kesimin bir kısmının din anlayışı da Arap’ı taklit üstüne kuruludur, Arap’ı taklit etmeden dinlerini yaşayamazlar. Gel gör ki Arapların gerçekten bu dünyaya bir şeyler kattığı iki dönem vardır; birisi Emeviler, diğeri Abbasiler; ve o zamanın sultanları da hiç alışık olduğumuz türden dinsel anlayışa sahip değillerdir. Yani Araplar dünyaya bir şeyler kattığında bugünkü türden dinsel anlayışları yoktur ve bugünkü türden dinsel anlayışa yakınlaştıkça dünyaya katkıları azalmıştır. Aslında azalmış demek az kaçar, Peygamber’in getirdiği o itiş gücü bir süre sonra söndüğünden ve bu iki imparatorluk çöktüğünden beridir Arapların dünyaya verdiği iyi olan hiçbir şey yoktur.

Anlayacağınız Araplar ırklarından dolayı bugün eleştiri alıyor değiller. Elbette bir kısım ırkçı vardır bunu yapan; ancak Arapların esas eleştiri alma ve istenmeme sebebi kültürlerinin geride kalmışlığı ve bunun yayıldığı yerlerdeki kültürleri de kötü yönlü olarak etkilemesi sebebiyledir.   

Fakat Siyasal İslam dedikleri, Arap emperyalizminin gönüllü koruyuculuğu geçmişte yaptığı üzere bugün de acayip inanışların yayılmasına yol açıyor, ‘kutsallık’ adı altında sınırsızca yalan saçıyor. Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarını okuyun örneğin, Anadolu romantizmi yaptığı bir dönemde Anadolu’da geziye çıkıp karşılaştıkları sonucunda uğradığı hayal kırıklığını görün. Mesela Suyu Arayan Adam’da şöyle bir olaydan bahseder: Bir köylüye gidip “Sen Türk müsün?” diye sorarlar. Aslında Türk’tür ama hakaret etmişler gibi “Estağfirullah.” cevabı verir. Yalnızca şu olay bile nasıl bir Arap emperyalizmi uygulandığını tek başına anlamaya yeterlidir. Gerçi bu sonuca mevcut Siyasal İslamcı iktidar dönemini inceleyerek de ulaşabilirsiniz artık. Güya ümmetçilik diye çağırdıkları politika, Türk kimliğini Arap kimliğinin içinde eritmek ve Türk’ü Arap’a hizmetçi kılmak, bunu da din zannetmek üstüne kuruludur. Bu da zaten her emperyalizmin ulaşmaya çalıştığı tipik hedeftir zaten. Anlayacağınız Siyasal İslam Arap emperyalizminin gönüllü köleliğini yapan bir ideolojidir.

Dahası sol kesimde de benzer bir durum var: Örneğin PKK tarafından Murat Karayılan da bir demeç vermiş, 5000 yıllık tarihiyle Kürtlerin üstün bir ırk olduğuna falan getirmişti sözü, bu sözde ‘solcu’, özde ırkçı. Ama ne hikmetse onun sözünü ırkçılık olarak görmediler! Şimdi bugün sözde solcu o üç harfli partilerin yine sözde solu destekleyen destekçilerinden birine gidin, Murat Karayılan’ın söylediğini o lafın kimden çıktığını belirtmeden Türklere uyarlayarak söyleyin; yani binlerce yıllık tarihiyle Türk üstündür falan deyin. Irkçılık da ırkçılık diye ne kadar kafa ütüleyecekler, dinleyin. Sonra sözün aslını ve kimin söylediğini açığa çıkarın. Göreceksiniz ki bu sefer o sözün ırkçılık olmadığını kanıtlamak için kendisini paralayacak. İşte bu türden iki yüzlüce davranışlarla iştigal etmemek için bile milliyetçilik tercih edilebilir; tek başına şu sebep yeterlidir.

Hayır, işin kötüsü söz de doğru değil. Murat Karayılan 5000 yıllık tarihin Türklerin kurduğu bir etnoğrafya müzesine sığdığını dile getirmiyor. Yani Türk devleti müze kurmasa ortada hiç tarih yok! Gelgelelim Türklerin tarihi en azından belli, geniş coğrafyalara yayılmış, her tür vesikada geçiyor, çok fazla kanıta sahip. Ama birincisi solculuk, ikincisi ırkçılık. Yersen!

“Bir dakika, bir dakika… Ümmetçilik politikasının Arap milliyetçiliği ve emperyalizmi olduğunu iddia ettin az önce? Bu büyük bir iddia, öyle atlayıp geçemezsin.”

İddia etmedim, gerçek bu, açık şekilde. Batı emperyalizmi ne kadar gerçekse Arap emperyalizmi de o kadar gerçektir. Türk muhafazakârların Araplara karşı taşıdığı içsel eziklik bile bunun bir kanıtıdır. Bunun nedeni elbette İslam diye öğrendikleri dinsel yolun Emevilerden başlayarak Arap’ın millî dinî olmasıdır. Yani evet, bugün İslam diye bize sattıkları, Peygamber’in dini değildir, Arap emperyalizmidir.

Örneğin şu ünlü muhafazakâr şairlerin, düşünürlerin sık sık dile getirdiği “Türkçe yetersiz bir dildir.” veya “Cumhuriyet dili değiştirerek bizim düşünce dünyamızı yok etti.” iddialarını ele alalım. Arapların şu son milenyumda, yani bin yılda çıkardığı düşünür sayısı kaç tane? Geriye bıraktıkları, dile getirmeye değecek eserleri kaç tane? Bir elin parmaklarını bile geçeceğini hiç zannetmem. Bugün de sayıları yüz milyonlarla ifade edilen bir Arap nüfusu var. Peki, bu nüfus arasında değerli yazarlar, şairler, bilim adamları kaç tane? Bulmaya zahmet etmeyin, onlar da çok çok azdır, on tane sayamazsınız. Ve zaten çıkanlar da klasik dinsel anlayışın ve dogmaların etkisinden kurtulmuş, zihinsel olarak özgürleşmiş kimselerdir. Yani bu veri bize hangi sonucu sağlar? Arap dili müthiş düşünme yollarına iletmektedir de Araplar mı düşük IQ sahibi bir topluluktur ki aralarından bu kadar az yetenekli kimse çıkmıştır? Bunu, ortaya o iddiaları atanlara sormak gerek.

Demek ki keramet dilde değil. Mesele dilse Yunus Emre 13. yüzyılda gayet güzel şiirler dile getirmiştir, henüz onu aşan bir Arap şair de ortaya çıkmış değil. Yok siz gerekli ruh yüceliğine, gerekli kabiliyetlere sahip biri değilseniz, yani şöyle diyeyim, eğer şoförlüğünüz yoksa elinizin altında Porsche olsa da kullanamazsınız. Bu arabanın suçu değil sizin suçunuzdur. Ama kalkar da Porsche’un sürmek için yetersiz bir araba olduğu gibi ahmakça bir iddiayı ortaya sürerseniz size gülerler. Türkiye’de ise gülmüyorlar maalesef. Çünkü bu ülkede cehalet kutsanıyor. Özellikle de muhafazakâr camiada. Hani bu kesimin ileri gelenleri arada zırvalar, “Eğitimli kesime güveneceğime eğitimsiz halka güvenirim, onların irfanları var.” falan diye. Yollarını sorgulayacak zihinler çıktığında temeli çürük öğretilerinin çöküvereceğini onlar da biliyor, bakmayın siz sahte özgüvenlerine.

Sevgili muhafazakâr kesim, sabah akşam övme ritüeli düzenlediğiniz, Türkçe-Arapça-Farsça’nın bir karışımını kullanan Osmanlı’dan kaç değerli eser kaldı bizlere? Bakın, çokça sayabiliyorsanız ne âlâ, sayamıyorsanız Türkçeden üstün bir yana sahip olmadığı çıkıyor ortaya, ‘harika’ dillerine rağmen. Üstelik bu noktada elinizde hiç veri olmadan Türklerin düşük kalitede bir topluluk olduğuna duyduğunuz inanç bize gösteriyor ki sizler sözde muhafazakârsınız ama özde ırkçısınız. Hem de ortaya böyle acayip teoriler atan o ünlü şairleriniz de kendi zekâ düşüklüklerini anadile bağlayarak gizlemeye çalışan sahtekâr, sinsi kimseler demek ki. Her iki koşulda da böyle teoriler dile getirenlerin düzgün bir karaktere sahip olma ihtimali yok.

“İnsanlar hayatlarını inançlarına göre düzenlemek istiyorsa?”

Düzenlesinler. Herkesin inancına saygı duyulması şarttır. Ama onların da başkalarına saygı göstermesi karşılığıyla. İnsanların özgürlüklerini kısıtlamaya kalkmasınlar. Kurallarını milletin boğazına basarak düzen hâline getirmeye çalışmasınlar. Hayat düzeni birtakım dinsel inanışlar empoze ederek sağlanamaz. Sağlanmaya çalıştığı yerleri görüyoruz, sonu hep hüsranla bitiyor. İnanmaları inançlarını politika hâline getirmelerini gerektirmez.

“İnançları o yöndeyse? Dinle belirlenmiş bir dünyada yaşamak istiyorlarsa? Herkes her şekilde yaşamak isteyebilir madem, onlar da böyle yaşamak istiyor olamaz mı?”

Yani dediğiniz şu mu; inançlarını genel hayat düzeni olarak herkese kabul ettirmeleri, onların inancı? Kısaca inacımız böyle diye din politikası güdecekler, ‘dincilik’ yapacaklar. Ne güzelmiş.

Fakat insanları ırka göre sınıflandırmak, bir ırkı üstün tutup diğerlerini küçümsemek kabul edilemez bir şey de insanları dinlerine göre sınıflandırmak, bir dini doğru ve üstün kabul edip diğerlerini bozuk, çarpık ürünler olarak göstererek küçümsemek neden kabul edilebilir? Etnik milliyetçilik kabul edilemezse dincilik neden edilebilir? Dincilik kabul edilebilir bir politikaysa etnik milliyetçilik neden edilemez? Bu nasıl bir çifte standart? Her ikisi de ta kabul edilebilirdir ya da kabul edilemez.

Yani birisi kalkıp “Tüm Türkler bir ailedir.” derse ‘rezil ırkçı’ olacak, liberaller hemen üstüne yüklenecek, dışlanacak ama birisi kalkıp da “Tüm Müslümanlar bir ailedir.” derse liberallerden kabul görecek, hatta buna teşvik edilecek, asla ‘rezil dinci’ olmayacak. Bu nasıl bir mantıktır çözen beri gelsin. Bir ırkı, kavmi, milleti, milliyeti aile edinmek ne kadar ayıpsa bir dinsel öğreti etrafında birleşip sağa sola savaş açarak aile olmak da o derece ayıptır.

Madem liberaller insanlık gereğince ırkçılığa karşı, dinsel simgelerle kullanarak sağa sola savaş açmak insanlık mıdır, önce buna cevap vermeliler. Haçlılar, gazacılar, cihatçılar hepsi süper insanlar mı yani? Bir ara mezhepçilik politikasının temel uygulayıcılarından Ahmet Davutoğlu Işid için “Öfkeli çocuklar” tabiri kullanmıştı, öyle bir şey mi? Nazilere de öyle diyebilir miyiz peki, o dönem Almanya’daki mevcut enflasyon yüzünden “öfkeli çocuklar” diye tabir edebilir miyiz? Onları da hoş görebilir miyiz, merak ediyorum? Keşke birileri bu soruyu Ahmet Davutoğlu’na ve onun gibi düşünenlere sorsa da öğrensek.

Hayır, ne derseniz deyin, insanları ayırarak birbirlerinin kanlarını dökmelerine sebep olmak şeytanlıktır. Dinsel simgeler şeytanlığı şeytanlıktan çıkarmaz. Çünkü şeytanlık insanları bölmenin, ayırmanın, parçalamanın kendisidir, dinsel simgeler bunu temize çıkaramaz, böyle bir işlevi yok kutsal sayılan şeylerin. Kutsal olan “Kutsal Yasa.” O yasada da haksız yere kan dökmek yasaktır. Bunun üstüne ne derseniz deyin, sizin uydurduğunuz şeyler olarak kalır.

Bununla ilgili bir anekdot anlatılır, paylaşayım: Zamanının velilerinden biri dindarların Allah’ın adını kullanarak günah işleyip durmalarından öyle yılmış ki şeytanı yakalayarak bunun hesabını ondan sormaya karar vermiş. Gezileri sırasında ruhani âlemde bir yerde denk gelmiş, hemen ensesinden tutmuş, “Her Allah diyen insanların tepesine daha beter biniyor! Yaptırdıkların yeter! O tertemiz ismi kendine araç edinmeyi kes.” diye kalayı basmış. Şeytan da kendini savunmuş, “Haklısın, ben insana Allah Allah dedirterek çok suç işletirim.” demiş, “Ama.” diye de eklemiş, “Ben şeytan şeytan desem kimse peşime takılmaz ki!”

Bu yönden düşününce o da haklı tabii. Yaradan kurduğu sistemin devamı için roller belirlemiş, her varlığa niteliklerine göre atamış; herkes kendi işinde gücünde. Şeytan şeytanlığını, melek melekliğini yapacak ki düzen devam etsin. İşte kimileri de şeytanın şeytanlık yapmasına engel olamazsa bile insanları kandırmasına engel olmaya çalışacak.      

İnsanların anlamadığı şu; şeytanlık dediğimiz ‘ben ve diğerleri’ anlayışının ta kendisi. Bu algılayışın temelinde şeytan yatıyor. Önceki kitaplarda konuştuk bunlar üzerine. Dolayısıyla kutsal veya değil hiçbir simge hak yemeyi, hakka girmeyi, haksızca kan dökmeyi meşrulaştıramaz. Kim aksine inanırsa inansın, gerçek değişmez. Bu fiilleri işleyen şeytanların elinde haç, hilal veya Davut yıldızı olması fark etmez, onları şeytanlıktan çıkarmaz. Dolayısıyla ayrımcılık üstüne kurulu ve çok kanlar dökülmesine yol açmış olan dincilik inanç olamaz. İnanç olmadığı gibi tarihte gördüğümüz kadarıyla ister İslam ister Hristiyanlık ister Yahudilik adına olsun, doğru bir politika değildi, bugün de doğru politika değildir. Din üstüne kurulu İsrail’in işlediği suçlara bakarak bunu kolaylıkla anlayabilirsiniz.

“Irkçılık tarihte daha büyük kötülüklere yol açtı.”

Dincilik de büyük kötülüklere yol açtı. Irkçılık yüz yıl kötülük getirdiyse dincilik neredeyse bin yıl kötülük getirdi. Avrupa ve Asya gazalarla, cihatlarla, Haçlı savaşlarıyla kana bulandı. Haçlılar daha mı az vahşiydi? Ellerinde nükleer silahlar olsa ırkçılar kadar çabuk kullanırlardı. Gaziler daha mı az açgözlüydü? Kaç yüzyıl Avrupa’yı talan ve yağma ettiler, savaşla perişan ettiler o toprakları. Ama bunlar görmezden geliniyor. ABD’li kapitalistler Avrupalı faşistlerle kavgaya girip kazandığından beridir aynı şekilde beyin yıkmaya devam ediyorlar; ünkü o dönem muhafazakârlarla işbirliği yapmışlardı. Bu yüzden statlarda “Let’s kick racism out of football.” yazılıyor ama “Let’s kick religionism out of football” yazmıyorlar. Yoksa Haçlılar ile cihatçılar ırkçılardan daha az kötü değildir.

Bizim ikisini de lanetlememiz, ikisini de durdurmamız gerekir. Ancak mademki dinciliği engellemek için dindarlığa kötü tavır alınmıyor, ırkçılığı engellemek için de milliyetçiliğe karşı tavır alınamaz.

“Fakat ırkçılık çok kötü noktalara varıyor. Nazizm gibi bir belayı dünyaya salan ırkçılıktı.”

Irkçılık Nazizm’e yol açtı, dincilik ise Işidçilik, Talibancılık, El Kaidecilik gibi vahşiliklere yol açıyor. Ama siz buna tamamsınız, normal geliyor size, öyle mi? O zaman bu bize gösteriyor ki siz şeytanlıktan kurtulmuş değilsiniz, sadece başka çeşit şeytansınız. Neden bir şeytana güvenelim ki?

Dinciler şeytanlığını inanç özgürlüğü, kutsallık savunusu arkasında iyice gizliyor, sistemleriyle beraber ortaya çıkan tüm kötülükleri örneğin “Gerçek İslam bu değil ki ya!” şeklinde bomboş savunularla yok sayıyorlar. Bir kişi de çıkıp demiyor ki “Gerçek İslam bu değilse, gerçek faşizm de bu değil. Aslında gerçek faşizm insanların el ele tutuştuğu, kardeş olduğu bir rejim. Almancada bir kelimenin en az dört-beş farklı anlamı var; bu yüzden Kavgam kitabı yanlış yorumlanıyor.” Demiyorlar çünkü faşistler ne olduklarını gizlemiyorlar, dinciler ise yeterince güçlendikleri güne dek esas niyetlerini gizliyorlar. Literatürde yeri var; ikiyüzlülüklerini ‘takiye’ diye savunuyorlar.  

Bu bağlamda düşününce peygamberler ve kendisine ilim verilenler arasında en mantıklısı ve en adaletlisi Hızır diye çağırdıklarıymış gibi geliyor bana. Hızır asla kimseyi ayırmıyor, iyi-kötü haricinde bir derdi yok, üstelik Yaradan’ın ona bahşettiği ilmi kendi bir şeyler elde etmek için değil insanların yardımına koşmak için kullanıyor.       

Ama dinciler Hızır meşrepli değil. Kendilerine üretmiş oldukları bir kimlik var ve o kimliği üstünlükçülük anlayışıyla ölesiye, öldüresiye savunuyorlar. Dinciye göre onun dini en üstün. Irkçıya göre de onun ırkı en üstün. O hâlde bir dinci hangi hakla kalkıp da etnik ırkçıya kızabilir? Açık ki dinciyle ırkçı birbirlerinin aynadaki yansımasıdır.   

Elbette bu gerçek, ırkçılığı doğru bir öğreti yapmaz; fakat dinlerin sözde doğal meşruiyetini yıkmaya yeter de artar. Dinin bir yönetim meşruiyeti yoktur. Dindarların iktidarı ele geçirmeye kalkışma sebepleri de ruhsal değil tamamen dünyasal sebepledir.

“Ama ırk seçilebilir bir şey değildir, din seçilebilir?”

Değişmesi, değişmemesi fark eder mi? Klüp taraftarlığı da seçilebilir, sizce bir klübün taraftarları diğerlerini öldürme hakkına sahip mi bu durumda? Birilerine göre yanlış tarafı seçtiğinde aşağı görülüp katledilmeyi hak ettiklerini düşünüyorsanız temelde Nazilerin yaptığı işi kendi zihinsel dünyanıza uyarlamışsınız demektir. Önemli olan sonuçtur; sonuçta aşağı görme ve öldürme var mı; var.  Örnek olarak İslam’da sonradan başka dine geçmenin cezası dört büyük mezhepte de ölümdür. Bu anlayış mafya anlayışıyla aynıdır; girmek var çıkmak yok. Ve işin kötüsü dinini de doğduğunda atıyorlar, sen seçmiyorsun, ırkçılıkla aynı biçimde. Bir şey olduğunu söylüyorlar, iddialar aksine sonradan değiştirme şansın yok, değiştirirsen öldürüyorlar. Aynı anlayışa göre doğru tarafta yer alırsan katletme hakkına sahipsin, yanlış tarafta yer alırsan katledilmelisin. Kaç yüzyıl böyle savaşlar içinde geçti, kana boğuldu millet, tarih kitaplarında okumadınız mı? Gerçi okudunuz, üstüne övünüyorsunuz da ‘ecdat şöyle yaptı, ecdat böyle yaptı’ diye. Fakat karşı taraf güçlenip aynı işi size karşı gerçekleştirdiğinde onları övmüyor ya da onlara övünme hakkı tanımıyorsunuz, bunun yerine kurban kimliğine sarılıyor ve kin oluşturarak kendinize daha fazla kan dökme hakkı biçiyorsunuz. “Dinimiz kinimiz” diyorsunuz açık açık her yerde, kimi yiyorsunuz siz?

Anlamadığım nokta şu: Sizin inancınız Hitler’in ayrılıkçı inancından ne kadar farklı ki?

“Biz milleti gaz odalarına sokmadık!”

Çünkü eski dönemlerde gaz odası icat edilmemişti henüz. Bunun yerine insanların sıra sıra kafalarını kestiniz, kadınlarını kızlarını, oğullarını kaçırıp köleleştirdiniz, her türlü açıdan istismar ettiniz. Köle olmamak için kendini öldüren nice insanlar oldu. Daha az zalim değilsiniz siz, yalnızca bu dönemde daha az güçlüsünüz. Ve güç elinize geçtiğinde ırkçılığın getirdiği aynı ayrımın aynısını getireceksiniz, o zaman görülecek ki bazı yerlerde ırkçılıkla aynı fiillere imza atılacak. Hitler çok kötü de Afganistan’daki Taliban o kadar kötü değil, öyle mi? Bunu düşünenler gerçekten çok zalim kimselerdir. Afganistan’da Taliban yönetimi altında kadın olmaktansa Yahudi olup gaz odasına girmek daha fazla merhamet içerir.

Dilerim Allah dincilerin eline güç vermesin. Hadi tarih okumadınız, ilginiz yok, bir iki Işid videosu açın da izleyin, ellerine güç geçince ne oluyor görürsünüz.

“Allah esas ırkçıların eline güç vermesin!”

Amin. Gerçekten dincilerin de ırkçıların da, her iki tarafın da eline güç geçmemeli. Fakat esas dikkat edilmesi gereken, insanları sömürecek hiç kimseye gücün geçmemesi gerektiğidir. Bugün Uzakdoğu’da devasa fabrikalarda köle işçi çalıştıranlar ne ırkçıdır ne dinci; o güya çok modern, insan haklarına saygılı kapitalist sistemin uygulayıcısı patronlar eliyle kölelik sistemi sürdürülür. Afrika’yı kim yağmaladı ve hâlâ yağmalamaya devam ediyor? Kapitalistler değil mi? Onlara karşı ne yapacağız peki?

Bu durumca akılcı olan seçenek yine milliyetçiliktir. Bir grup elit bir ülkenin vatandaşlarını bedava denecek rakamlara çalıştırıp zenginliklerini kendi anayurduna çekiyorsa, kendi refahları artar, yan gelip yattığı vakitler çoğalırken, o ülkenin vatandaşı tedavi olmaya hastaneye gidemiyorsa milliyetçilikten kaçınmaları ya birtakım bahaneler ardına korkaklıklarını gizlediklerini ya da tamamıyla gerizekâlı olduklarını gösterir; arası yoktur. Anlayacağınız en az bir parça milliyetçilik gerekliden öte şarttır.

Vaktiyle Arap ülkelerinde Cemal Abdülnasır rüzgârı eserdi. Döneminde Süveyş Kanalı’nın millileştirilme hamlesi vardır, Batı’nın pek hoşuna gitmemişti. Mesela bu güzel bir örnektir. Bu örnekte olduğu üzere bir ülkenin zenginlikleri sınırlar dışındaki sömürgecilere değil, sınırlar içinde, bir savaş durumunda kaçıp ülkeyi terk etmek yerine geride kalarak vatanlarını koruyacak insanlar arasında paylaştırılmalıdır. Çünkü hak onlarındır. 

Ben işin adaletindeyim. Kutsal Yasa’da geçtiği üzere “Eken kimse, biçen de o olmalı”dır. Bugün Ukrayna’nın insanları vatanları için canlarını veriyor, elleri kopuyor, kolları bacakları parçalanıyor, yine de onurlarından ödün vermiyorlar. Diyelim ki Ukrayna zaferle çıktı. Sonra ülkeye zengin bir Türk işadamı gidecek, topraklarını canını vererek kurtarmış Ukraynalılardan üstün olacak, öyle mi? Eğer ırkçı olsaydım açıktır ki emperyalist fikirlerle bunu savunurdum, oysa ben bunu kabul edemem, bu hiç adil değil. Hak olarak birinci sırada ailesinden birini vermiş Ukraynalı yer almalı, oraya giden Türk işadamı ise öncelikte ikinci sırada olmalı. Üstelik Türk vatandaşın, gittiği yerde ev sahiplerine karşı davranışlarında saygı sınırlarını koruması gerekir. Çünkü, tekrar ediyorum, o topraklar orası uğruna canlarını verenlere haktır; yani ev sahibi onlardır. Özgürlük demek gittiğimiz yerde kafamıza eseni yapabileceğimiz anlamına gelebilir ancak bu özgürlüğün kullanımında aşırıya kaçmaktır, bu sorumsuzluktur. Bizde şu öğreti yok mu: “Ev sahibi cömert olacak ama misafir de misafirliğini bilecek.” Türkiye’ye gelip yıllardır kültüre entegre olmamış, üstelik onlar için ekonomik olarak büyük fedakârlıklarda bulundurulmuş ev sahipleri karşısında Suriyeli topluluğun bir kısmının yaptığı üzere, minnet etmek şöyle dursun, arsızlığın, nankörlüğün gözüne vurmayacak yani. Suriyeli de yapsa Türk de yapsa buna hakkı yok.

“Irkçı değilim milliyetçiyim dedim, sığınmacı eleştirisine geçtin?”

Dediğim doğrudur. Sizin algınız yanlış. Haddini aşan sığınmacı sayısı ve bunların kültürümüze uygun olmayan davranış tarzlarını eleştirmeyi ırkçılığa eşitleyerek sizin aklınızı bulandırdılar. Emperyalist Batı, üçüncü dünya ülkeleri adına büyük kendi adlarına çerez parası olan fonlar dağıtarak hizmetine aldığı, değerlerini ve halkını paraya satmış aşağılık şahıslar, medya kurum ve kuruluşları yardımıyla sabahtan akşama bu algıyı yaymaya çalışıyor; çünkü ülkelerin milli kimliklerini yok ederek yağmalanacak pazarlarda karşılarına çıkacak dirençleri önden kaldırmak amacında. Benim karşı çıktığım ırk değil, ortak kimliğin yok edilmesi. Bunu yapmak için de yapılabilecek en kolay yol milyonlarca insanı bir anda ülkeye sokmak ki bunu yapıyorlar da zaten.

Ülkeni doldurup suç oranlarını tavana vurduran, insanların sokakta rahat gezmesini engelleyen cahil topluluklara karşı çıkarsan bir anda ‘ırkçı’ kartı devreye giriyor, Batı tarafından suçlanıyorsun. Uyuşturucu satıcılarına karşı birazcık sert yasalar çıkardın, hop, Batı ‘insan hakkı’ kartını çekip devreye giriyor. Ancak şu insan hakkı kavramı nedense asla tüm hak ve özgürlüklerin ayaklar altında çiğnendiği Suudi Arabistan gibi bir ülke için geçerli olmuyor. Batılı emperyalist devletler, bir ülkenin kadınlarını fuhuşa, çocuklarını uyuşturucuya itemediklerinde kuduruyor, ağzından köpükler saçarak harekete geçiyorlar. Bugün Türkiye’de oynanan oyun tam olarak böyle bir şey. Kızlar, fonlanan medyacılar aracılığıyla fuhşa yönlendirirse özgürlük. Karşı çıkarsan faşistlik! Böyle bir durumda her aklı başında insan affedersiniz gavat olmaktansa faşist olmayı yeğler, tercih eder. Irkçılıkla suçlanırız diye tüm ülke olarak kendi şehirlerimizde taciz korkusuyla yürümeyi kabul etmemiz tam bir çılgınlık, ahmaklık, aptallık. Sizce de öyle değil mi yahu?

“Milliyetçilik de insanları bölüyor, ayrıştırıyor ama?”

Tezinize destek vereyim; milliyetçilik kabileciliğin daha fazla insanı kapsayan, daha gelişkin versiyonudur. Peki insanları hiç bölmeyen öğreti var mı, onu da deyiverin hele? Milliyetçilik kalkınca barış, dostluk, kardeşlik, huzur mu gelecek? Ortaçağ’da milliyetçilik yoktu, dünyayı din yönüyle bölmek barış mı getirdi? Yüzyıllar boyu süren Haçlı seferlerini, gazaları, cihatları ne yapacağız? Dünya sürekli savaş hâlinde kaldı yüzyıllar boyu; bunun nedeni de işte bu “benim dinim doğru, senin dinin yanlış” anlayışıdır. Anlayacağınız insanlar kendileri bölünmek istiyor; bu suçu milliyetçiliğe yıkamazsınız. Tarihten açık şekilde görüyoruz ki ulus devlet anlayışı sınırları, gireni-çıkanı belirsiz, yalnızca belirli bir zümrenin veya belli ailelerin menfaatinin korunması üstüne kurulmuş sistemlerden daha adildir ve daha fazla güvenlik sağlar. Elbette dönem dönem kötüye kullanıldığı da olur, hiçbir şey komple iyi veya komple kötü değil neticede; fakat milliyetçilik güvenlik açısından diğer sistemlerden daha ileridedir, orası kesin.

“Amerika’daki gibi serbest bir düzen kursak ya?”

Amerikan düzeni dünyada başka hiçbir ülkede uygulanabilecek bir düzen değildir. Bedava toprak bularak dünyanın her yanında gelmiş topluluklar tarafından kurulmuş bir ülkedir Amerika, yani kimsenin hakkı yok orada. Gerçi Yerli Amerikalıların var ama onlar da katledilip yok edildi. Dolayısıyla daha kuruluşta belli kimlikler üstüne inşa edilmedi, edilemezdi de; resmen çalınmış topraklar çünkü. Bunun yerine şahsi teşebbüsler yoluyla kuruldu ve gelişti bir ülke. Bu ülkenin düzenini tutup da bin yıldır aynı yerde bulunan insanların kurduğu devlet yapısına uygulamaya çalışmak en hoşgörülü ihtimalle bile ahmaklıktır.

Üstelik Amerika bile o şekilde kurulmuş ve gelişmiş olmasına rağmen bugün hâlâ topraklarında düzeni ancak dünyayı sömürmesi sayesinde tutabilir. Bunu da beyaz ırkçılığına kayan bir tutum yoluyla yapar, milliyetçilik şöyle dursun. Üniversitede okuduğum verilerden hatırladığım kadarıyla siyahların %33’ünün malvarlığı 0’dı, yazıyla sıfır. Yıl 2011, bugünün zor şartları gibi değil. 2024’te daha da beter bir durum vardır, ona emin olun. Yani veriden anlayabileceğiniz üzere bir siyah olsanız o özgürlükçü Amerika’da yaşamaktasa milliyetçi, sağlık hakkı olan, güvenilir bir ulus devlette yaşamayı tercih edersiniz. Üstelik Amerika’nın bugün zorla ayakta tuttuğu düzenin en büyük yardımcısı elbette paradır, onu da dünyayı sömürerek sağlıyorlar. Devlet güçten düşüp hazineye giren para azaldığında ABD’nin dağılmama olasılığı yok. Hollywood’un yaydığı imaj sayesinde elbette bugün okuyanlara imkânsız geliyor öyle bir durum ancak; ancak işler değiştiğinde ABD’nin sonunun nasıl Yugoslavya’ya benzeyeceğini görecek ve ulus devletlere dua edeceksiniz.   

“Kimlikleri tamamen bırakalım o zaman?”

Milliyetçiliğe karşı çıkanların anlamadığı bir şey var: İnsan psikolojisi. Marksistler de aynı sorundan mustaripti. Kimse beşer toplulukların elinden kimliğini alamaz. Bu dünya egonun dünyası, kimlikler üstüne kurulu. Topluluk, kendini ait hissettiği kimliği elinden alırsan sahipsiz kalacağını bilir. Bunu bildiklerinden de o kimliklere sıkı sıkıya sarılırlar. Bu nedenle Almanya’da yaşayan gurbetçi Türkiye’de yaşasaydı olacağından daha milliyetçi veya daha ümmetçi bir tutuma sahip olur. Basit bir psikolojik gerçektir bu: Güvenlik arayışı.

İnsanları bir arada tutacak, dışarıdan gelecek etkilere karşı birlik yapacak ortak bir bağ şarttır. Lazımdır demiyorum bakın, şarttır. Milliyetçiliğin yaygın olmadığı Güney Amerika toplumlarına bakın, çeteler vardır, kendi halkının kadınlarını, kızlarını dışarı pazarlar. Çünkü onları bir arada tutan bir bağ yoktur. Uyuşturucu ve insan ticaretinden büyük paralar kazanan Batı da buna her karşı çıkışta ‘insan hakları’, ‘ırkçılık’ kartı oynayarak yanıt verir. Örneğin Bolivya’yı işitmişsinizdir. Kızları, hatta çoluk çocuğu bile porno filmlere satmak için kaçıran çetelerle kaynıyordu ülke. En son Naib Bukulele çıkıp hepsine layık olduğu muameleyi yapıp daracık hücrelere doldurmaya başlayınca Batı medyası adamı insan haklarına kast eden bir diktatör olarak göstermek için yırtındı durdu. Çünkü pek ‘insan hakkı’ sever Batı medyasına göre uyuşturucu bağımlısı, elinde kaç kişinin kanı olduğu belli olmayan çete üyelerinin insan hakkı vardı da evinde oturan kızcağızın, sokağında oynayan küçücük çocuğun yoktu.

Anlayabileceğiniz milliyetçilik Batı’nın bu iğrenç yozlaşmışlığına panzehirdir başta. Bu nedenle karşı çıkarlar. İsterler ki her ülkeyi, her halkı gönüllerince sömürebilsinler. Bu nedenle sınırları flulaştıran, hatta kaldıran politikalara, örneğin ümmetçilik, örneğin küresel yeni solculuk, yoğun destekler sağlarlar. Elbette bunun sebebi ne işçileri ne dini sevmelerindendir; Batı çıkarları haricinde hiçbir şeyi sevmez. Bireycilik ve hedonizm (zevketaparlık) üzerine konumlanmış bir medeniyet nasıl olur da başkasını sevebilir, Allah aşkına?    

İşte küreselleşme taraftarlarının emeli insanları birbirlerine bağlayan bağların ortadan kalkmasıdır. Bu nedenle halkların millî kimliklerini dejenere edecek adımlar atar, bu türden işlerini yapacak adamları fonlar, destekler, yükseltirler. Bu sayede hiç zora gelmeden, kanlarını dökmeden, canları yanmadan başka ülkelerde satılmış ahlaksızlar eliyle o ülkeleri yağmalarlar.

Önce milleti kimliksizleştir, köksüzleştir; sonra dilediğin gibi ormanlarını, madenlerini, toprağını, insanlarını sömür. Bir sokakta kadınlar kendilerini geçindirebilmek için bedenlerini pazarlasın, yan sokaktaki de, ırkçılıkla suçlanırım korkusu içinde “Milliyetçilik kötü ya” diyerek yerinde otursun. Reva mı? Bugün Batılılar milliyetçiliğini yok ettiği ülkelere akın akın gidiyor; ne için, iyilik için mi, kaynaşmak için mi? Sömürmek için, hatta değerlerini yeterince boşalttıkları Tayland gibi ülkere seks turizmi dedikleri iğrençlik için gidiyorlar. İşte vatanınızı, insanınızı “Yaaa, milliyetçilik insanları ayrıştırıyor ama, çok kötü bir şey milliyetçilik.” diye aşırı naiflikle böyle sahipsiz bırakınca varılacak son nokta orası oluyor.

Osmanlı’da ünü çağları aşan, deyyus-u ekber, gavat-ı Ekber diye çağırılan bir paşa vardır; İbşir Mustafa Paşa. Sultan İbrahim Sivas Beylerbeyi Varvar Ali Paşa’ya ferman gönderir, İbşir Mustafa Paşa’nın karısını kendisine göndermesini ister. Evet, padişahlık böyle bir rejimdir, başa karınıza-kızınıza göz koyabilecek tıynette bir adam geçtiğinde hiç şansınız yoktur, alır. Ama açık ki Varvar Ali Paşa sağlam karakterli adamdır, öyle bugünküler gibi her dönemin adamı değildir, müthiş öfkelenir, “Ben kavat mıyım başkasının elinden karısını alacağım? Müslüman’a yakışır mı?” diye ateş püskürerek gelenleri geri gönderir. Bilirsiniz, kadın satana pezevenk denirken, sattığı kadınlara ailesinden birini de ekleyenlere kavat denir İç Anadolu’da. Peki, Varvar Ali Paşa’nın isyanını kim bastırır, onu yakalatıp kim teslim eder biliyor musunuz? İbşir Mustafa Paşa! Karısına el sürmesinler diye isyan eden bu hasiyetli adama katılmak bahanesiyle ordusuyla yaklaşır ve onu öylece yakalattırır; yakalatışı bile kahpecedir anlayacağınız. Ondan sonra halk arasında Gavat-ı Ekber namıyla çağrılmaya başlanır. Tarihte Yahuda’nınkinden beter hainlik hikâyeleri var, haberdar bile değilsiniz. Garibim Yahuda’nın adı çıkmış.

Neden bu adam hakkında bilgi verdim. Çünkü günümüzde süregiden düzene ve bunun sebep olduklarına bakıyoruz; adaletsizlikler, hırsızlıklar, tacizler, tecavüzler ve daha ne rezillikler. Güvenlik namına bir şey kalmamış. İnsanlık, insanca yaşamak bu değil. Vahşi bir hayvan sürüsünde bile daha fazla düzen var. Üstelik utanmadan bir de sesi çıkacak gibi olan yerel halkları suçluyor, aşağılıyor, bastırıyorlar; sadece insan gibi, insanca yaşamak istediklerinden. İnsan olanın kanına dokunuyor, dokunmaz olur mu; insan olanın kanına dokunmak zorunda.

İşte bunlar birinin kanına şunlar dokunmuyorsa af edersiniz ama o kişide kesinlikle İbşir Mustafa Paşa’nın mayası vardır, bunun için anlattım. Bugün bunlara karşı çıkmayan yarın ortam daha kötüleştiğinde muhtemelen dünyalık menfaat elde etmek için karısını kendi elleriyle tepedekilere sunabilir de.

Diyeceğim odur ki: Ben kendimde bir onursuzluk, haysiyetsizlik sezmiyorum dolayısıyla bu dönemde aklı ve kalbi olan her kişinin yapacağı üzere milliyetçi bir tutumu tercih ediyorum. Günü gelince, milliyetçilik kötü ellere alet olduğunda ve ona da karşı çıkmak gerektiğinde o zaman da karşı safta yer alırım; onu da önden söylüyorum. Çünkü insanım ve insanca bir yaşamı arzu ediyorum. Bu dönem haklı olan da onurun safında yer alan da milliyetçilerdir. Günü gelir, bu durum değişirse ben de doğrudan haklı ve onurlu tarafın safına geçerim, bunu söylemekten çekinmiyorum. Çünkü insan olmak bu demek, üç beş günlük dünya nimetleri için birilerine eğilmek, yalakalık etmek, onursuzca yaşamak demek değil.

Batının hedonist, rezil yaşamı ve Arap’ın ruhta işe yaramayan, kerameti kendinden menkul geleneksel kurallarla dolu kültürel emperyalizmi karşısında ayakta dik durmak ve onurluca yaşam sürmek isteyenler için bu dönemde adres belli: Kendi kültürünü koruyacak bir milliyetçilik anlayışına sahip olmak. En azından kültürel milliyetçilik gerekli anlayacağınız.

“Peki ama neden Türk kültürü olmak zorunda? Ruhum, başka millette doğabilirdim, dedin?”

Diğer yazılarımı da okuduysanız bilirsiniz ki ben hiçbir şeyle değil ama ruhla ilgileniyorum ve yeri geldiğinde de oradan haberler veriyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki ruh âlemine en uygun kültürü Türk kültürü olarak gördüm. Hatırlayın, Osmanlı yükseldiğinde ahilik, alperenlik gibi tamamen Türklere ait tasavvuf kültürüyle yükselmişti. Şah İsmail – Yavuz Sultan Selim kavgası sonrası rota Arapçılığa çevrildi, düşüş de her ne hikmetse o zaman başladı. Size okullarda anlatmazlar, en parlak dönem olan Kanuni döneminde Anadolu tarihinin en kötü günlerini yaşadı. Yüz yıl boyunca isyan vardı; yüz yıldan bahsediyorum. Büyük kaçgun diye araştırın, uzun uzadıya girmeyeyim. Bunun nedeni hanedanın kendilerini yükselten kültürü terk etmiş oluşuydu. Zaten İslam da on altıncı yüz yıl itibariyle müthiş bir gerileme devrine girdi, Kadızadelilerin falan eline düştü.

Anlayacağınız Osmanlı ne zaman Türk kültürünü küçümsedi, o zaman aşağı doğru iniş hem Türkler adına hem din adına başladı. Oysa olan her türlü iş önce hakikat âleminde gerçekleşir, sonra dünyada surete bürünür, olur. Sünnetullah, yani Allah’ın sünneti dedikleri ama ne olduğunu bilmedikleri evrensel yasalara uygun hareket edilmezse sonu mutlaka gider. Türk kültürü bu açığı kapatacak en iyi kültürdür.

“Çok genel konuşuyorsun ya! Nerelerde üstün örneğin?”  

Örneğin nüfusun %50’sini oluşturan kadınları ele alalım. Bu yeterli olacaktır. Geleneksel Arap kültüründe kadının değeri yoktur; bırakın değeri adı bile yoktur. Muhafazakârların en önemli simgesi ne: Rabia diyerek dört parmak gösteriyorlar, değil mi? Neden biliyor musunuz: Rabia demek dördüncü demektir. Araplar kızlarını o kadar önemsememişlerdir ki kızlarına isim vermez, sayı verirler. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü (Rabia). Şimdi anladınız ki muhafazakâr kesimin en ünlü simgesi bile başlı başına kadının varlığına bir hakarettir. İyice Araplaşanlar artık öyle davranırlar ki sanki her şeyi milim milim hesaplayan Allah kadını yaratırken yanlış, eksik, kusurlu yaratmıştır. Oysa hakikat âleminde, ruhta görürsün ki kadınlar da gayet erkekler gibi orada gezmektedir. Üstelik bazı kadınlar var ki; Peygamber’in kızı Fatıma örneğinde olduğu gibi, ruhta öylesine yüksek yetkilere sahiptirler ki zamanı geldiğinde milyonlarca erkek cennete girebilmek için onun önünde baş eğmek zorunda kalacak. Öyle ki ondan üstün zannedilen iki oğlu da hakikatte ondan yüksekte değil, aşağıdadır. Bu sözüm hakikatten bir haber, yabana atmayın.

Modern Batı kültürü, kadını yok sayan Arap kültürü aksine olabiliğince öne çıkarır; fakat iyi niyetten değil, teşhir ürünü olarak kullanmak için. Modern Batı külütünde kadınlara biçilen pay da öğretilen yol da budur; çünkü öylece kapitalizm tarafından başarılı erkeklere ‘ödül’ niyetine sunulurlar. Hani çizgi filmlerde eşeğin önüne yürüsün diye uzatılan havuç var ya, tıpkı o şekilde. Çünkü kapitalizm yalnız kadını kullanmaz, erkeği de kullanır ve Batı kültürü de kapitalizm üzerinden şekillenmiştir. Çok batıya gitmeye gerek yok, televizyonu açarsanız, patronlu çalışanlı mafyalı dizilerde kızlarımızın beynine yerleştirilen kadın imgesini görürsünüz. Tekrar ediyorum, modern Batı kültüründe kadının insan olarak varlığı pek önemli görülmez, önemli görülen kadının cinsel yönü ve ‘ödül’ vasfıdır. Çok satırlar döşemeye de gerek yok, kafanızı kaldırın, kadının kendi ayakları üzerinde durabilen insan profili olmaktan ne kadar uzaklaştırıldığını göreceksiniz.

Bunlara karşılık Türk kültüründe ise kadın ne gizleniyor ne teşhir malzemesi olarak kullanılıyordu, insan olarak vardı, erkeğin yanında yer alıyordu. Çünkü göçebe kültür buna olanak sağlar; yerleşik kültürün aksine göçebe kültürde herkes ayakları üzerinde durmayı bilmek zorundadır. Kadın kendi üzerine düşen yurt-ev işlerini yapıyordu ama yeri geldiğinde savaşıyordu da. Tomris Hatun buna muhteşem bir örnektir. Göçebe kültürde kadın erkek ne yaparsa onu yapar. Avlanır, eker biçer, alışverişini yapar, sosyal hayata eksiksiz katılır.

Geçmişi bırakıp bugünkü gözle de bakınca, kadının bulunduğu konum bize gösteriyor ki yine bu konuda en haklısı, bu iki kültüre nazaran ortada duran Türk kültürüdür. Bugünkü yaşama da ruha en uygun olan yine Türk kültürüdür.

“En doğru olduğunu da nereden çıkardın?”

Tek tek inceleyerek sonuca varalım:

Batı kültürünün emperyalizmi doğru ise, o medyada, dizilerde, filmlerde gösterilen, bağımsız, hatta bol bol kazanan, sürekli bakımlı, çok güçlü kadın profilinden geçin bu ülkeyi, kapitalizmin vatanında kaç tane vardır? Bugün o dizilerin gösterdiği aksine kadınlara düşen, üç harfli zincir marketlerde günde on iki saate varan çalışmalar değil mi? Doğaldır ki bu çalışmalar epey yoğun ve zorlu olduğundan bakımlarına dikkat etme imkânı da pek yoktur. Şimdi bu kadınlar öyle aşırı süslenmiyor diye kadın değil mi yani? Üstelik nedense aynı dizilerde, filmlerde ayakları üstünde durmayı gayet iyi beceren, kadın kahraman profilimizin sonu hep zengin işadanın yatağında biter! Kadın böyle, bir işadamının koynuna girmeden kendi ayakları üstünde duramayacak bir varlık mı yani? Bu bir hakaret değil mi yahu? Nedense bir kere kendi gelir düzeyinin altında biriyle birlikte olmayan bir kadın profili çizerler. Özenilecek bir profil mi sizce? Hayır, ruhen bakıldığında kendi işini gören sıradan bir ev hanımı, medyada empoze edilen bu yozlaşmış sözde modern, özde “gold digger”, yani zengin arayıcı kadın profilinden çok daha saygındır.

Bir de Arap kültürünün gözleriyle de bakalım: Biri şimdi size kalkıp deseydi ki: “Nüfusun yarısını oluşturan bir insan topluluğunu evlere tıkalım, elinden her türlü imkânı alalım ve onları baskılayabildiğimiz kadar baskılayalım.” Muhtemelen ona faşist der ve delirmiş gibi bakardınız. Gel gör ki Arap kültürü tam da böyle işte. Fakat hadi, kadınları evlere tıkma işinin etik ve ahlakî sorunlarını görmezden gelip yaptığımızı hayal edelim. Ne kazanırız: İşsizlik azalır. Ancak kadınların işgücüne katılım oranı zaten düşük kaldığından yeterli oranda bir azalma olmaz. Ne kaybederiz: Nüfusun yarısının beyin gücünü.

Şu girdiye ve çıktıya bakınca bunu tartışmaya açmak bile mantıklı sayılmaz. Bugün tüm gelişmiş ülkelerde kadınlar her türlü önemli mevkide yer alıyor, aralarında milyonlarca Arap kültürü meraklısının dolduramayacağı derecede büyük katkılar sunanlar var. Bugün Ortadoğu cihatçısı kalaşnikofunu kaldırıp “Allahuakbar!” diye bağırarak koşarken, Amerika’da bir odada tek başına oturan bir kadın basit düğmelerin başında, hepsinin kökünü kazıyacak gücün sorumluluğunu üstleniyor. Bunlardan hangisi daha değerli? Düşünün ki bugün kadınlar, teknolojinin getirdiği kazanımlar sayesinde Ortaçağ’da kendilerine düşen görev dağılımından azade olmuş hâldeler ve Arap kültürüne özenen muhafazakâr anlayış tarihte ilk defa bu kadar boş vakte sahip olmuşlarken onları evde oturtmaya, birbirlerinin dedikodusunu yapıp kuyularını kazmaya itiyor. Hadi bunlar günah, yapmazlar, diye kabul etsek en iyisinden boş boş takılacaklar –ki maalesef muhafazakâr cenah içinde yaşadınızsa tüm hayatlarının ev işi, ibadet ve dedikoduyla geçtiğini bilirsiniz. Yani aslında muhafazakârlar kadınları kaçmaları gereken şeye kendi elleriyle itiyor; çünkü Kuran’a göre gıybet “ölü eti yemeye” benziyor, bir hadise göre ise “zinadan otuz üç kat” şiddetli bir günah. Şimdi anladınız mı Arap kültürü ideolojisinin neden ruha uygun olmadığını ve olamayacağını?

Müslüman muhafazakâr anlayış şu hâliyle Batı’ya karşı hiçbir şekilde üstünlük kuramaz, fakat Batı’ya karşı bir üstünlük kuramayacağı gibi Batı’yı taklit eden anlayışın bile gerisinde kalıyor, onlara karşı bile bir üstünlüğü yok, ne mantıken ne ahlâken. Teknolojik gelişmeleri es geçelim, bu kapanabilir bir farktır; fakat kapanması çok zor ve sancılı olacak bir süreç var ki o da o da ahlaksal açıdan geri kalmışlıktır. Kaç yüzyıl oldu, “tek hak din” sahipleri arasından bir “putperest” Mahatma Gandi kadar büyük adam yetişmedi. Bu tezat değildir de nedir? Arap emperyalizminin “din”miş gibi dayattığı bu ideolojisi bir reform geçirmediği sürece yetişmesini beklemek de akıl kârı değildir. Bu demektir ki Müslümanlar hep dünyaya kızgın, dünyaya kapalı, dünya ile kavga hâlinde insanlar çıkarmaya devam edip duracaklar; nereye kadar, algılayışları değişinceye, Yaradan’ın koyduğu evrensel kurallarla yani Sünnettullahla tekrar uyumlu hâle gelinceye kadar. Yoksa hiçbir zenginliğin faydası dokunmaz. Petrolün Suudilere ne kadar faydası oldu, teknolojik üstünlük mü sağladı yoksa o zenginlik ahlakî üstünlük mü yarattı? Cevabı hepimiz biliyoruz.

En azından kadının toplumdaki yeri konusundan baktığımızda bile şu açığa çıkıyor ki Türk kültürü ruh açısından referans alınabilecek en iyi kaynaktır. Bugün o sözünü ettiğim üç harfli zincir marketlerin çalışanları da, diğer mağaza ve ofislerde çalışan kadınlar da bu sözün doğruluğuna kanıttır. Tam da olması gerektiği gibi sosyal hayatın ne ötesinde ne gerisindeler, tam ortasında, içinde, erkeklerle beraber yan yanalar. Olması gereken buydu, böyle de oldu. Yani bugün aslında kadının konumu Türk kültürü anlayışına daha yakın zaten.

“Yalnızca kadın açısından iyiyse, erkek açısından ne var?”

Pek çok şey var. Size en önemli ruhsal uygulamayı söyleyeyim kardeşim: Kendini sınırlamak, yani kendini kontrol. Bu iş Türk kültüründe ‘az yemek, az konuşmak, az uyumak’ olarak tezahür eder. Gerçi ben hayatım boyunca üçüncüye pek alışamadım ama yalnızca birincisinin getirileri bile muazzam oluyor, kitap boyunca aldığınız bilgilerden anlamış olmanız lazım. Göçebe Türk, yaşamının getirdiği zorunluluklar neticesinde az yer, az konuşur ve az uyurdu. Ruhtaki getiriler şöyle dursun, Moğolların dünyayı o kadar hızlı fethetmelerini sağlayan sebeplerin başında bile az yemek gelir. Moğol atlıların üç dört gün yemek yemeden at sürdüğü, çok acıkınca atın bir damarını kesip oradan akıttıkları kanı içtikleri bilinir. Elbette kan içmek övdüğüm bir şey değil, İslam’a göre yasak neticede; ancak o kanın yerine bir çanak süt koyarsak övdüğüm taraf açığa çıkar. Az yiyip çalışmaya ağırlık verdiği zaman insan bu dünyada da ruhta da yükselir, yetkinleşir. Kendini sınırlamak, insanın kendisine yapabileceği en büyük iyiliktir. Türk’ün ana kültürü de işte bunu sağlar.

“Türk kültürü en yüce, en yüksek kültürdür!” diyerek hilal bıyıklarla ortalıkta koşturmuyorum, hayır. Fakat işin doğrusu Türk kültürünün ruha en uyumlu kültür olduğunun bilincindeyim. Bir iki ayarlamayla dünya koşullarına en uyumlu kültür de olabilir. Yaradan’ın dilemesiyle ve yardımıyla olacaktır da; bunu umuyoruz.

Yorumlar