9) Ruhsal Güç ve Ruhsal Zayıflık Üzerine
Bu bölümde insanları şeytanlaştıran veya şeytanın kucağına iten huylar ile alışkanlıklar hakkında konuşalım istedim. “Yea, ne şeytanı, yıl olmuş iki bin yüz.” diyenlere de cevabımı zaten vermiştim. Daha da açayım, gönlü tam anlamıyla razı olmayanlar için.
Bakın güzel kardeşlerim, hakikat âleminden bir bilgi aktarmak isterim. İlk isyancının kendisi bile gerçekten görülebilir, ruhen biraz yükselince elinde bir kitapla çıkagelir. Evet, kitabı da vardır, yani onun da bir öğretisi, bir yolu vardır. Nesimi’nin “İblis’in talim ettiği yola minnet eylemem.” deyişi edebiyat parçalamasından değildir, belli ki görmüş, öyle söylemiştir. Yani gerçekten vardır, görülebilir, hatta konuşulabilir. Tasavvufta, şu şunun simgesi, bu bunun simgesi denip durur, ben de bir zaman öyle zannettim, sanki hiçbir şey yok, her şey simge anasını satayım. Meğer o sözler halk her söyleneni kaldıramaz diye öyle söylenirmiş, bilemedim.
Madem böyle bir konuya girdik, şurasını özellikle vurgulamak isterim, saçma sapan filmlerde çizilen portre şeytana ait değildir. Şeytan kalkıp da The Exorcist'teki gibi küçük küçük çocukların içine girerek dünyayı ele geçirmeye falan çalışmaz, zaten küçük çocukla nasıl ele geçireceksin dünyayı? O türden filmlerde bir mantık yoktur, madem dünyayı ele geçirmek istiyorsun git bir dünya liderinin içine gir, insanları iyiliklerini istediğine ikna et, küçücük çocuğun bedenine girip saçma sapan hönkürüp milleti parçalayınca ne elde edeceksin?
Yol göstermek gibi olmasın ama bakın, takip edilmesi gereken mantıklı yol şu: Önce bir kere bile yargı yüzü görmemek için gerekli ilişki ağlarını bir şekilde kuracaksın, yeterince itibar, güç ve bir de yüksek makam sahibi olduktan sonra siyasete girip canının dilediğini yapabilirsin, hiç bir şeycikler yapmazlar. İnsanoğlunun çoğunluğu böyle işte, adalet, hak falan umursamaz, güçlünün önünde el pençe divan durur; şeytancığım bak bu konuda sen haklısın. Gerekli bağları kurduktan sonra her türlü yozluğa, en rezil işleri normal gösterecek türden eylemlere imza atabilirsin, hiç sıkıntı yok, dert etme. Nasıl olsa yargılanmayacaksın ve bir zamanın ardından millet senin yaptığın rezillikleri normal görmeye başlayacak. Yani hiç öyle küçücük çocuklarla uğraşmalara, meslek lisesi ergeni gibi duvarlara tırmanmalara gerek yok, ortalama bir politikacı olsan gayet yeterli. Hatta kendini masum göstermek için kutsallara sarılabilirsin, bu din olur, ideoloji olur, ülkenin kurucu lideri olur, hepsini kullanabilirsin ve türlü kirli işte emellerine alet edebilirsin. Hele bir de bu coğrafyadaysan milletin gözüne gözüne soka soka ibadet ettikten sonra istediğin gibi devleti, ülkenin kontrolünü ele geçirip istediğini yapabilirsin. Ha dinsel ibadet olmak zorunda da değil, törensel olarak sürekli tekrar edilen, önemli sayılan hangi iş varsa olur, hiç canını sıkma, makas aralığı çok geniş.
Gerçi şeytana yol gösterilmiş gibi oldu ama bence o bunları zaten biliyordur, dünya üzerindeki ülkelerin çoğunda da bu taktikleri uyguluyordur. Yoksa kurnazlığı tanımlamak için ‘şeytan gibi’ deyimini kullanmazlardı değil mi?
“Kardeşim anlatıp duruyorsun sen de biz niye hiç görmedik ya?”
Eh, zannedilmesin ki öyle sigorta poliçesi için ikna etmeye uğraşan sigortacı misali elinde kâğıtlarla herkesin peşinde koşar. Niye yapsın ki, efektif değil. Ancak ruhla uğraşan ve ruhen yükselen kimselerin karşısına bir noktada onları eve geri dönmekten alıkoymak için mutlaka çıkar, dünya dediğimiz sahte cennetin tekliflerini sunar. ‘Mutlaka’ diyorum çünkü onun işi bu ve tarihe baktığımızda anladığımız kadarıyla işini de çok seviyor, sevmiyorsa bile çok tutkun şekilde bağlı işine, öyle 9-5 çalışan devlet memuru gibi yan gelip yatmadığını en yakın TV’den bir haber kanalı açarak gayet iyi anlayabilirsiniz. Herhalde o teklifleri kabul edenler de oluyordur, çünkü onun da kendine yardımcılar bulduğu söylenir, o kadarına dair kesin bilgim yok. Muhtemelen sunduğu teklifleri de yerine getiriyordur çünkü bu kimseleri yükseltip diğerlerinin gözüne sokmak hiçbir şey olmasa bile stratejik bir hamledir. Hani dizi, filmlerde gösterilir, şeytan gelir, bir teklif sunar, ama sözünü hiç bozmadan en kötü şekilde yerine getirir, nasıl örnek vereyim, mesela birisi ondan çok altın ister de onun kendisini som altın hâline getirir falan ya, işte bu doğru olamaz; çünkü mantıklı, rasyonel bir iş değildir, işine yaramaz. Yani ironiye bakın ki şeytan insanoğlunun çoğundan daha bağlıdır sözüne muhtemelen. İşte geri kalan halkın büyük kısmı da bu tekliflerden kabul ederek dünyada güzel ve değerli şeyler elde etmiş olanları görür, özenerek onlara erişmek, onlar gibi olmak, onlar gibi yaşamak için hayat boyu debelenir, ömürlerini heba eder. Böylece şeytanın onların peşinden koşmasına gerek kalmaz, çünkü onlar ömürleri boyu şeytanın peşinden koşar hâldedir. Dolayısıyla başkalarının elindeki dünyaya ait nesne ve ayrıcalıklara özenmek, onlardan aşağıda görünmemek için hayatla saçma sapan bir kavgaya girişmek, yalnız kalmaktan korkarak veya beğenilmek, onay görmek telaşıyla hiç ait olmadığın ortamlara uyum sağlamaya çalışmak insan adına muazzam derecede tehlikeli huylardır. İnsanı şeytanın peşine düşürür de haberi olmaz.
Bağımlılıkların en kötüsü hırstır, özellikle de güce duyulan hırs. Diğer günahlarla mukayese edilmeyecek derecede büyük suçların, günahların işlenmesine sebep olmuştur, alkoliklik, hatta zina falan hikâye kalır yanında. Dünya üzerinde kanın çoğu hep daha fazla güce erişmek, daha fazla güç ve etki sahibi olabilmek için döküldü, savaşların çoğu hırs yüzünden çıktı, üzerine yapıştırılan kutsal, dinsel etiketlere bakmayın hiç. O etiketler günahlarını gizlemek içindir. Bildiğimiz anlamıyla tüm diktatörler hırslarının kurbanı olmuş kimselerdir. Kutsal kitaplarda bir iki zina edildi diye hiçbir yere gazap indiği yazılmaz, gelgelelim hırs şehirleri değil ülkeleri mahvetmiştir. Hitler hırsıyla sürükledi Almanya’yı felakete. Firavun Musa’ya onca mucize görmesine rağmen alkolik olduğundan falan karşı çıkmadı, tahtı ve sözde tanrılık makamı elden gidiyordu da ondan karşı çıktı, hem kendini hem halkını yaktı. Gelgelelim nedense hırsa dindar kesim tarafından kötü bir günah nazarıyla bakılmaz, herhalde hırslı kimselerle sarılı olduğundan normal geliyor olsa gerek. Sadece dindarlarda yok elbette, hatta dindar olmayanlarda daha da beter bir dünya hırsı vardır, ellerinden gelse son damlasına kadar sıkar içerler dünyayı. Nedendir anlamıyorum, hırs psikolojik bir bozukluk, ruhsal bir hastalık türü olarak değerlendirilmiyor, adeta normal karşılanıyor dünyada. Kapitalizm yol açıyor buna, yoksa hiç normal değil. Şuradan bile gerçekte hasta olanın bu dünya olduğunu anlamak mümkün, bu yüzden dünyada geçerli normallik anlayışı çarpıktır, doğru değildir. Normal sayılan birçok şey anormalliğin bizzat kendisidir.
Aslında paragrafın devamı olarak bu dünyadan örnekler sunmam gerekirdi ama bu sefer canım farklı bir şey yapmak istiyor, fantastik takılalım. Yüzüklerin Efendisi’nden Saruman’ı ele alalım. Orta Dünya'ya nasıl ihanet ettiğini hepimiz biliyoruz. Amacı neydi, derin ve gizli bilgilerde ilerlemek mi, iktidar ve güç hırsı mı veya her ikisi de mi, her neden yaptıysa yaptı. Varsayalım ki işler arzuladığı yönde gitti, Sauron’u da devirmeyi başardı, en tepeye çıktı. Peki ya ondan sonrası için planı neydi? Dünyayı yönetecekti? Evet. Ama geride kalan insan köylerini, ork klanlarını yöneterek nereye varacaktı? Bir de bunlar ayaklandı mı ayaklanmadı mı, onlarla uğraşacak, hem huzurundan hem zamanından olacaktı. İhanetinden önce de yeterli güce sahipti ve çalışmalarını yürüttüğü fildişi kulesi vardı zaten. Bunun daha ötesinde ne olabilirdi, Tanrı mı? Adam maia, yani lesser god dedikleri alt tanrı türünden; tanrısal özüne dönmek için ihanet etmemesi yeterliydi. Başka neye ihtiyacı vardı? O kadar üstüne kafa yordum, hiçbir şey çıkmıyor ortaya. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Fakat daha fazla güç, daha fazla güç derdindeydi hep. Neden, diye sor, cevap alamıyorsun. Hırs işte, nedeni yok. Anlaşılması lazım, hırs nedenlere dayanan bir hastalık değil. Cengiz Han'ın neden milyonlarca kilometrekare toprağa ihtiyacı vardı? Yoktu, ama diğerlerini boyunduruğuna almak muhtemelen onda muazzam bir güçlülük hissi uyandırıyordu; diğer han, şah, sultan, padişah ve krallarda olduğu gibi. Oysa en başarılısı olsan bile o güçlülük hissi toprağa girince sönüp gidiyor, yani onca zahmete ve günaha yalnızca toprak üstünde geçirdiğin o çok kısa sürede güçlü hissetmek için girdiler. Sahiden biraz olsun aklına başvuran tüm maceraların sonunun hiçlik olduğunu apaçık biçimde idrak eder. Fakat işte o hırs duygusu Saruman'ın ve neredeyse tüm 'büyük' fatih ve işgalcilerin gönlüne yaptığı gibi onu arazisine sokan her gönlün ekinini gizliden sıçan sürüsü gibi kemirir, mahveder. Hırsın oranı ne kadar yüksekse sürüdeki sıçanların sayısı da o kadar fazladır. Hırslılar her zaman huzursuz ve mutsuzdur ancak o hırs kara bir perde gibi gözleri önüne çekilir, akıllarının gerçeği onlara göstermesine engel olur.
Korkulsun veya korkulmasın, kabul edilsin veya edilmesin, yok sayılsın veya sayılmasın, bu dünyanın tek gerçeği vardır, o da ölüm. Ölüm tüm başarıları ve başarısızlıkları siler. Gerçekleşsin, gerçekleşmesin, her isteğin sonu hiçliğe varır. Öyleyse elimizde yalnızca ne vardır: İçinde bulunduğumuz an. O kadar, hepsi bu. Akılla bakınca anlaşılır ki içinde bulunduğumuz anda ne yapmaktaysak, ne tecrübe etmekteysek, ne hissetmekteysek gerçeğimiz yalnızca o olabilir.
Öyleyse an, ölümden de öte olan tek gerçektir. Çünkü ölümü de içinde bulunduğumuz anda tecrübe edeceğiz.
Peki ama neden bir insan başkalarının sorumluluğunu üstüne alma ihtiyacı hisseder de makam-mevki hırsına kapılır? Huzur isteyen her insanın yönetici sorumluluklarından, çatışmalardan, patırtı-gürültülerden, kargaşalardan gördüğü yerde kaçması gerekmez mi? Fakat işte hırs öyle bir illet ki gören gözü kör eder. Sonu hiç olan maceralar için insanlar hayatını da kendini de yakar, mahveder. Dünyadaki tüm bu gürültü, kavga, patırtılar ne için? Tanrılığa heves etmiş, Tanrı olacağını sanan, etten, kemikten, kandan, sinirden ibaret, bağırsakları dışkıyla dolu zavallı bedenin ahmakça takıntısı. Sonunda ayağımız altında ezilen toprağa karışınca yok olsun diye. Yani bir hiç için! Şuradan bakınca bile insanın aslında yalnızca bir imaj olan kimlik duygusu dışında bir şeye hizmet etmediği anlaşılır.
Sahiplik hırsı da hırs felaketinin bir başka çeşididir. Tarihte kötü adamlar olarak bildiğimiz kişiler işledikleri tüm suçları bir şeyleri ele geçirmek ve/veya onlara ait olduğuna inandıklarını korumak için işlemişlerdi. Klasik bir diktatör veya taht-taç sahibinden, hatta ev-bark sahibinden farksız olarak. Sıkça gördüğümüz bir örnek üzerinden gideyim: Miras davası yüzünden kardeşini tüfekle vuran köylü Ortaçağ’ın Moğol yağmacılarından daha mı iyidir? Köylünün elinde Müslüman dünyanın lanet ettiği adamlardaki güç olsa onlardan farklı mı davranırdı? Şöyle bir sağınıza solunuza bakın, her siyasi fırka, dinsel ve inançsal grup, her dünya-mal-mülk düşkünü, öylesi bir güç için birbirinin kanını içmeye hazır beklemekte, fark edin bunu. Elbette bu iddiamı reddederler, kendilerini aklayacak sebepler öne sürerler; zaten aklı başka ne için kullanıyorlar? Fakat onlar istediği kadar reddetsin, aklı olan işin özüne bakar ve baktığında anlar ki firavun tek kişiden öte ruhun içine düştüğü bir hâldir ve kafasını çevirdiği her yerde mini-firavunlar dolanmaktadır. İnsanları biraz olsun tanıyan, eğer korkuları olmasa bir parça dünya faydası için neler yapabileceğini bilir.
İnsanın bakışını, görüşünü hırstan bile beter değiştiren bir şey varsa o da öfkedir. Öfkenin zararlarını sayıp dökmeye hiç gerek yok gerçi, haber kanallarını biraz takip etmek gayet yeterli. Fakat zaten istemesek de günlük denk geliyoruz anasını satayım, hiç onlardan bahsetmek gelmiyor içimden. Günlük hayatın berbat ötesi durumunu, haberleri falan boş verelim, içimiz kararmasın.
Haberi hakikatten vereyim: “En büyük pehlivan rakiplerini yenen değildir, öfkesini yenendir.” der Peygamber. Söylediği mecaz değildir, kendini kontrol etmek üzere çaba gösteren insanlar ‘başarılı’ olduğu ölçüde kaslanmış görülür hakikat âleminde, ‘pehlivan’ diye seslenilir onlara. Çok zor çabalara giren insanlar bunu da aşar, kendini gerçekten pehlivan olarak görür ve görünür o âlemde. Çünkü insanın kendi duygularını kontrolü altına alması, onlarca rakibinin önüne geçmesinden veya onları yeryüzünden silmesinden daha zordur. Tarihte birinci kesimden halk tarafından ‘başarılı’ diye nitelendirilen pek çok seçkin insan vardır, ama bu insanlar arasından bile ikinciyi başarabilen pek kimseye rast gelemezsiniz. Genelde böylelerinin en ufak kıvılcımda ortalığı yakıverme eğilimleri bulunur. İşin kötü yanı bunu ‘güç’ zannedilir, güç gösterisi olarak algılanır; oysa zayıflığın ta kendisidir. İşte Kratos da tam olarak Thor’u affetmeyi seçtiği anda artık kendinin efendisi olan bir savaşçıya evrildiğini kanıtlamıştır, artık Ali gibidir yani. Boddhidarma’da bu hâl ‘altın yeleli aslan olmak’ şeklinde tanımlanmıştır. Anlayacağınız Ali’ye Allah’ın aslanı denilmesi boşa değildir, her ne kadar bunu diyenler olayın hakikatinden habersiz olsa da. Demek ki inanç da değişse coğrafya da değişse arada bin yıllar da oynasa hakikat hakikattir, değişmez, bir oradan ses verir bir buradan, bir o zamanda ses verir bir bu zamanda.
İnsanlar öfkeyi güç sanıyor dedim, orada kaldı. Bu konuyu öylece geçmeyelim, God of War ve Kratos üzerinden ele alalım da biraz daha derin incelenmiş olsun. Çünkü bu epey yanlış ve epey insanı yanlışa sürükleyen bir algı; bunun açığa vurulması lazım.
Sevgili God of War bilmeyenler… Kratos gibi bir efsaneyi ben birkaç paragrafta nasıl anlatayım, bilmiyorum. Ama kabaca söyleyebilirim ki Kratos God of War oyununda savaş tanrısı olmaya niyetlenen bir Antik Yunan yarı-tanrısıdır ve bazı olaylar onun çok ama çok öfkeli biri olmasına yol açmıştır; öyle ki bu siniri yüzünden genç yaşlı, erkek kadın demeden Yunan panteonunun tamamını Olimpos yüzeyinden siler, Antik Yunanistan’ın yok olmasına sebep olur. Üstelik babası olacak hayırsız Zeus’a da el kaldırır; ‘hayırsız da olsa baba babadır’ demez hiç. Gelgelelim ülkemizde özellikle annelerimiz tarafından ısrarla tekrar edildiği aksine eli taş kesilmez, demek ki annelerimiz o kadar da doğru söylemiyor. Bunun yerine yalnızca bir iki kere cehenneme düşer; demek ki anne-babaya saygı şart, Zeus gibi karaktersizin bayrak taşıyanı, hatta bayrağı Olimpos’un zirvesine dikeni olsa bile, demek ki annelerimiz doğru söylüyor. Fakat Kratos bir yolunu bulup azgın gibi oradan da kaçar.
Sevgili God of War oyuncuları, oyunların hepsini oynamış veya izlemişseniz, yani Kratos’un yolculuğuna baştan sona tanıklık ettiyseniz siz de bilirsiniz ki Kratos’un gerçekten en güçlü olduğu zaman dilimi Yunan panteonunu doğradığı dönem değildir. O dönemde başa çıkılamayacak derecede bir kas gücüne sahiptir ama bu güç gerçek gücü değildir, çünkü üzerinde kontrolü yoktur. Onu da yok edebilecek derecede düzensiz, kaotik, tehlikeli bir güçtür bu; zaten kendi canına kast etmişliği de vardır. Ne zamandır Kratos'un en güçlü olduğu zaman dilimi: Öfkesini ve kinini yenebildiği, artık intikam peşinde koşma ihtiyacı hissetmediği beşinci oyundur. Kratos bu oyunda eskisi gibi dehşetli bir kas gücüne sahip değildir ama esas güçlü olduğu zaman işte bu zamandır, oyuncu bunu hisseder. Beşinci oyunda daha önce sürekli onu tüketmiş ve başını beladan belaya sokmuş olan öfkesine hâkimdir. Artık öfkesinin kontolü altında hareket etme boyunduruğundan sıyrılmış, kendini kontrol altına almayı başararak beden dediğimiz hayvanın kontrolünden kurtulup özgürleşmiş, kısaca dengelenmiştir. Ve son olarak kendisiyle de yüzleşip savaş tanrısı olmayı gerçekten hak ederek savaş tanrısı olur. Gerçi savaş tanrısı olmak yerine Türkiye’de bir bakanlık elde etse daha fazla kazanabilirdi, hem altına çakarlı bir araç çeker, oraya buraya yürüye zıplaya gitme zorunluluğundan kurtulurdu. Gelecekte oğlu Atreus’un işi de hazır olurdu ne güzel, elçi falan atanırdı o kuzey topraklarına. Neyse, moral bozmaya hiç gerek yok, belki kıyak emekliliği yoktur ama savaş tanrılığı da iyidir. Buradan Kratos’un yeni makamını kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz.
Şu gerçeğin her insanın kafasına çakılması gerekir: Gerçek güç içsel boyunduruklardan azat olmaktadır. Bu duygular olsun, takıntılar olsun, huzuru bozan, insanın içini kaosa sürükleyen her türlü koşul ve durum adına geçerlidir. Öfkeli bir adama öfkesi her şeyi yaptırabilir, şehvetli bir adama şehveti her şeyi yaptırabilir. Kadınları da es geçmeyelim, kıskanç bir kadına kıskançlığı her şeyi yaptırabilir. Aklınıza gelecek, insanın boynuna dolanıp onu bir yerlere çekiştiren her türlü şeyi oraya koyabilirsiniz. Gerçek güç özgürlüktedir.
“Öyleyse senin gerçek güç dediğin de özgürlük dediğin de oturup hiçbir şey yapmamak?”
Değil işte. Tembel birine de hiçbir şey yaptıramazsınız, yapması gerekiyorsa bile. O da zıt yönden yanlış. Günde 12 saat duraksız çalışmak gerekiyorsa bunu yapabilmek gerçek güç, yapamamak zayıflık değil mi? Yapabildiğin yere kadar güçlüsündür. Öyle ağırlık kaldırmalardan falan bahsetmiyorum, isterse bu iş temizlik gibi kadın işi olarak görülen bir iş, yapan da kadın olsun, ne fark eder. Bedenine boyun eğdirip böylesi işi kotarabilen kadın güçlü, iki yüz kilo kaldırabilen ama bedenine sözünü geçiremeyen halterci zayıftır. O haltercinin gideceği yol bir yere kadardır, oradan sonra çöker. Ama bedenini dilediği gibi kullanan, istediği yöne sürebilen kadın yol elverdiğince ilerler, onu koşullar, şartlar falan durduramaz.
Bakın, ruhun asıl, bedenin araç olduğu idrakindedir gerçek güç. Bunu fark eden bedenin kendisini sürüklemesine engel olur, kendisi bedeni yönlendirir. Oturmak mı gerekiyor, oturur meditasyonunu yapar. Çalışmak mı gerekiyor, saatlerce, duraksız işini yapar. Gerçek güç gereken neyse onu yapma yeteneğini elde edebilenindir. Bu yeteneği elde edemeyen baştan aşağı kas da olsa sahte, geçici bir güç sahibidir. Bir yerde mutlaka takılır, göçer o.
Güçlülük-zayıflık meselesini biraz daha açalım. Mesela ülkemizde yaygın şekilde her zaman öfkeli bir insan tipi vardır. Ben çevremde gözlemlediğim kadarıyla bu insanların içlerinde hep bir eksiklik çektiğini, bu yüzden sürekli acı ve mutsuzluk içinde bulunduklarını gördüm. Özünde kötü değiller, acı onları bulundukları hâle getiriyor. İçsel acı insanı pek çok yere sürükler, hiçbiri de iyi değildir. İşte o sürekli acıya karşı duramayan insan birtakım bağımlılıklar üretir. Tüm bağımlılıklar o acının dindirilmeye çalışılmasıdır. Sadece öfke değil; alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, yiyecek bağımlılığı… Ağır Yaşamlar diye bir program vardı, 250-300 kilo üstü insanları gösteriyordu. Hâlâ var mı bilmiyorum, internette bulabilirseniz rastgele bir bölümünü açıp izleyin, o insanların hepsi yemeğe bağımlılık geliştirdikleri nokta olarak mutlaka bir travmadan bahsediyor olacak. İstisnasız. O zaman anlayacaksınız ki yemekle içlerindeki acıyı bastırmaya veya bir eksikliği doldurmaya uğraşıyorlar sadece. Çok kısa süreler etki sağlar elbet; ama hayatın bütününe bakıldığında bunun boş bir çaba olduğu açıktır. Yine de kendinizi bu insanların yerine koyup onları gerçekten anlamaya çalıştığınızda otomatik olarak kızmayı bırakırsınız, bunun yerine onlar adına üzülür, merhamet duyarsınız. Tabii ki kişisel sorumlulukları yok demiyorum; bir yerde hayatlarının kontrolünü ellerine almalı, o içsel acı duygusuna ve geliştirdikleri bağımlılıklara karşı dik durmayı öğrenmelidirler. İşte ancak o zaman güçlenecekler. Yaptıkça, devam ettikçe güçleri artacak, zayıflıktan kurtulacaklar.
Dışsal, bedensel güç deyince akla ilk gelecek isimlerden olan Mike Tyson da bir belgeselde onun boksör olmasına ve hapislere girip çıkmasına yol açan sürekli öfkesini çocukken tacize uğramasına bağlıyordu. O anda hissettiği ve geri kalan hayatında içinde yer tutup sürekli onu rahatsız eden o zayıflık hissini hep güçlü, bulaşılmaz biri olmaya çabalayarak dindirmeye çalışmıştı. Fakat Mike Tyson belli ki içsel açıdan da gerçek güç sahibi veya gerçek güç sahibi olmaya yakın bir adam ki gerçek sorununu fark etmiş, kendine de itiraf edebilmiş, bu sayede zararlıyı tespit edebilmişti. Emin olun sorununu anladığı ve kendine itiraf edebildiği anda düzelmeye başladı, öyle kalmayacaktır, Kratos gibi öfkesini yenecektir. Çünkü sorunu bulmak ve kabullenmek düzelmenin büyük kısmını oluşturur.
Kendini akıllı sanan yarım akıllılar bu tür zor deneyimler geçirmiş insanlara öğütler verirler, hep aynı ve boş öğütler. “Hayatı akışa bırak, sal, rahatla.” ve bunun gibileri. Bunları demek kolay, herkes der, fakat bu insanlar şunu düşünmüyorlar ki bir sorunu gidermek için önce sorunun ne olduğunun tespit edilmesi lazımdır. İnsan kendisini neyin rahatsız ettiğini bilmezse, bulamazsa, neyi bırakacak da rahatlayacak? Önce onu rahatsız ettiğini bulacak, bilecek ki onun sebep olduğu kötü alışkanlıkları bırakabilsin. Şöyle hayal edin; bedenin bir tarafında bir zararlı yuvalanmış, ısırıp duruyor; insan nasıl bunu boş verip de rahatlayabilir? Bir süreliğine başarsa bile bu iş yüzeysel, kısa süreli olur, gerçek çözüm olmaz. Hayır, en önce zararlı tespit edilecek, yakalanıp koparılacak, ancak ondan sonra o acıyı bastırmaya yardımcı olan alışkanlıkların üstüne gidilip onda da başarılı olunca gerçek rahatlamaya ulaşılır.
Demek ki ruha yuvalanan zararlıyı bulmak için önemli olan bir şey de kişinin kendine karşı dürüstlüğüdür. Bu noktada da engel olarak sözde ahlak kriterleri öne çıkar genelde. İnsan ona empoze edilenleri aşarak utanmayı, kendini veya başkalarını suçlamayı, kınamayı bırakmadan neye karşı eksiklik hissettiğini kolay kolay çözemez. Mike Tyson gibi kuvvetli bir adam namını göz önüne alarak geçmişinde hissettiği zayıflığı sergilemeye utanabilirdi; ancak o zaman yanlış yolu seçmiş olur ve rahatlamaya giden yolu asla bulamazdı. Kendi içine döndü, “şu sebeple, şuna kızgınım.” diyebildi, doğruyu yaptı. Kimsenin muhtemel eleştirisini, yargısını, yargılamasını zerrece takmadan yapabilmeli bunu. Yoksa diğer insanlar inanışlarıyla, yargılayışlarıyla kişinin önündeki en büyük engeller olur çıkar. Belki de bu yüzden kendini tanımak isteyenler neredeyse insanlığın başlangıcından beri inzivaya çekilmiştir; oysa düşününce insanlar arasında bulunup onları takmamak daha etkili bir yöntemdir. Zaten hakikat âleminde makamı en yüksek olan Muhammed de inziva geleneğine istisna oluşturdu ve onun gününe dek görülmemiş müthiş başarılı bir işe imza attı. Kendisi de inzivaya çekilmedi değil, evet bir zaman çekildi ama o asıl olarak kendini halkın içinde tanımayı başarmıştı. Ondan önce veya sonra kime bakarsanız bakın, ruhaniyetle madde planı bu kadar birleştirmiş, bu kadar bir araya getirmiş olanını bulamazsınız. Kelimenin tam anlamıyla iki âlemi ‘bir’leştirdi o.
Kendisini güç gibi gösterip özünde zayıflık olan daha yoğun bir hâl de nefrettir. Nefret hakkında şurası ilginçtir ki hani insan sevince, kadın-erkek olması şart değil, sevdiğiyle birlikte her şey ona güzel gelir, her şeyi sever olur ya, işte nefret ettiğinde de aslında bilmese bile nefreti tek hedefe yönelik değildir, her şeyden nefret etmektedir. Şöyle örnekleyeyim: Hitler’in Yahudi nefreti meşhurdur ancak bence bu nokta fazla ‘kişisel’ algılanıp hataya düşülür. Hitler’in nefreti yalnızca Yahudilere değildi, farklı olan her türden, her cinsten insanaydı. Eğer ülkede Yahudilerden başka büyük bir dinsel veya etnik bir topluluk bulunuyor olsaydı onlar da nefretinden nasiplerini alacaktı. Eğer Hitler Alman yerine Yahudi olsaydı –ki fizyolojik olarak kafasında karikatürize ettiği sarışın, renkli gözlü, atletik vücutlu Almanlardan çok Yahudilere benzer zaten- nefreti Almanlara olacaktı. Sebep olarak da ezildiklerini, ayrımcılığa uğradıklarını öne sürecekti o zaman. Belki doğru da olabilirdi fakat gerçek sebep yine o olmayacaktı. Yani Hitler’in Almanlardan nefret etmiyor olmasının tek sebebi kendisinin de Alman olmasıydı. Onun içindeki nefret yönelecek hedef ve/veya hedefler arıyordu, Yahudilerde ifade buldu, bedenlendi. Zaten ‘başka’ olmadan, başkalık olmadan, öteki olmadan nefret kendini nasıl surete bürüyecek? Öfke ve nefret hâli insanın hayattan veya diğer insanlardan beklentileri karşılanmadığında veya kendinden duyduğu hayal kırıklığı sebebiyle önce içinde yükselir, oradan hedeflere akar. İnsan bir şeye kızar da gider duvarı yumruklar, oysa duvar ona bir şey yapmış değildir, olamaz; ben durduk yere birine söven duvara hiç denk gelmedim. Ha, duvarı kızdırdıysanız o başka, zaten bir duvarı dile getirecek kadar kötü bir iş işlemişseniz o küfrü de hayli hayli hak etmişsinizdir.
Peki Hitler özünde neyden nefret ediyordu da hıncını Yahudilerden çıkardı? Belki alkolik olduğu ve onu sürekli dövdüğü söylenen otoriter babasına belki kocasına engel olmayan ve/veya oğluna sevgisini göstermemiş olabilecek annesine belki ressam olamayışına, hayatta hiçbir işi rast gitmiyor diye belki doğrudan dünyanın kendisine kızgındı, haksızlığa uğradığını hissediyordu, hatta belki gerçekten de haksızlığa uğramıştı. Sebepler değişebilir, çeşit çeşit sıralanabilir fakat nefret genellikle insanın kendisi ile ilişkilidir. Örneğin ressam olamadı diye kızgınsa, kendisinin başarısızlığına kızıyor demektir, bu da demektir ki kendini başarısız olamayacak kadar büyük, üstün görüyordu, en azından görmek istiyordu veya hiç yoktan yere kendini başarısız olmaması gereken biri olarak vazifelendirmişti. Oysa başarı abartılan bir şeydir, herkes başarısız olabilir. Belki de şu an dışarıda eğer futbol oynasaydı en üst seviyede olacak ama bir sebepten bu oyuna hiç başlamamış olan adamlar geziyor? Futbol olmasaydı Messi veya Cristiano Ronaldo aynı başarıyı nerede elde edecekti? Belki de birer fabrika işçisi olacaklardı; örneğin James Vardy başarılı bir futbolcu olmadan önce fabrikada çalışıyordu zaten. Gerçi Ronaldo kendini azim, mücadele ve hırs üstüne inşa etmiş bir adam, futbol olmasa da basketbol, atletizm, jimnastik, hatta askerlikte bile yürür giderdi ama Messi öyle değil. Messi sanki futbol için doğmuş, insan izlerken büyüleniyor; doğuştan bu oyuna yetenekli olduğunu anlıyorsun ama başka bir yol olur muydu ondan, bilmiyorum. Belki de İşkur Arjantin müdavimi olurdu, bilemiyoruz. Ama şunu kesin olarak biliyoruz ki eskinin İşkur müdavimi olarak Ronaldo-Messi tartışmaları üzerine çok değerli görüşlerimi sunmaktan da geri kalmadım.
Hitler’e geri dönelim, kendini dışlanmış hissetmesin, hissettiğinde neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Şu ihtimal de var, Hitler belki de ailesinden görmediği sevgiye duyduğu açlığı peşine kalabalıkları takarak dindirmeye çalıştı; nefret yalnızca o sevgiyi elde etmenin veya ettiğini hissetmesinin bir yoluydu. ‘Herkes beni sevsin.’ İşte bu düşünce biçimi öyle tehlikeli, öyle tehlikeli ki en iyi insanı bile hiç olmadığı birine çevirebilir. Gerçi herhalde küçük Adolf’un almış olduğu bir ‘en iyi insan’ ödülü yoktur, varsa da rakipleri biraz sıkıntılıdır, yarışmaya kesin Vlad Dracul gibi yarışmacılar katılmıştır. Bence yüksek ihtimalle çocuklukta babasının davranışları yüzünden kendini zayıf hissetmiş olmalı, bu yüzden zayıflıktan nefret ediyor ve başka insanları ezmeyi seviyordu; başkalarını ezmek, egoya güçlü hissettirir. Tahminim böyle çünkü zorbaların psikolojisi genelde aşağı yukarı bu yönde eğilim gösterir. Zaten en berbat günahların temelinde hep bu güçlü hissetmeye duyulan şehvetli arzu yatar. Egonun başkaldırmaya olan düşkünlüğünden olacak. Peki ego neden başkaldırmaya düşkünlük hisseder? Çünkü şeytandandır; şeytan benlik-ego-nefsin babasıdır. Şeytan egonun kendisidir, ‘ben ve o’dur, ayrılık hâlidir.
Büyük şiddetler yaratabilecek potansiyelde insanların peşine takılanları anlamakta zorlanıyorum. Birisi durduk yere sağa sola vursa, bağırıp çağırsa biliriz ki akıl yönünden eksiği vardır. Fakat başka biri, muhtemelen bir politikacı veya bir topluluğun lideri planlayarak, sıra sıra hamlelerle, yavaş yavaş şiddet yaratır ve giderek hırslarını büyütürse onu akıllı diye överler. Tezata bakar mısınız? Mesela bir herif vardı, ismini de ne zaman yaşadığını da hatırlamıyorum ama çok da önemli değil zaten. Bir tren deviriyor, devrilen trenin yakın çevresinde yakayı ele veriyor. Söylediğine göre, yapmıştı çünkü acı çeken insanların çığlıkları onu orgazma ulaştırıyordu. Hepimiz bu adamın hasta olduğunu anlıyoruz. Fakat karar mekanizması içinde yükseklerde yer alan bir politikacı şahsi menfaatleri için tren devirtirse, otobüs bombalatırsa veya siyasî jargonda false flag diye bilinen işi, yani genelde birçok kişinin canına mâl olan rezil bir eylemi bunu üstüne yıkmak istediği siyasî taraf, görüş, kişiler olduğundan yaptırırsa “politik hamle”, “politik strateji”, “stratejik hamle” diye çağırıyor, oturup ciddi ciddi bu konular üstüne programlarda konuşuyor, yazılar yazıyor, tartışmalar yapıyorlar. Birinci adamın davranış çeşidiyle hiçbir farkı yok! Birinci adam cinsel menfaati için öyle hastalıklı bir yola başvurmuştu, politikacı ise maddî menfaat sağlamak için öyle bir ‘politikal hamle’ yaptı, muhtemelen elde etttiği maddî güç ile de cinsel menfaatini satın alacak, normalde olsa asla ulaşamayacağı güzellikte kadınlara ulaşacak! Pardon, aslında aralarında küçük de olsa bir farklılık mevcut; politikacı peşin peşin orgazma ulaşmıyor. Fakat vardıkları sonuç açısından birebir aynılar. Gel gör ki toplum gözünde ikisi asla mukayese edilmez, birisi hastadır, diğeri büyük adam. Ve bu çarpık algı her toplumda geçerli.
Ben doğduğumdan beri tedavülde şöyle bir laf dolaşır: “Çalıyorsan büyük çal, büyük çalana dokunmazlar.” Demek ki deliriyorsan da büyük delireceksin, büyük delireni övüyorlar. Şiddete eğilim bir hastalıktır, akıl hastalığıdır, ruh hastalığıdır. Başka varlıkların acıları bir insanı keyiflendiriyorsa o kesinlikle hastadır, lamı cimi yok. Ne kadar büyük politikacı, savaşçı, devlet adamı, falan filan olursa olsun fark etmez. Toplumların suçları arasında en büyüklerinden biri de böyle insanları büyümsemek ve böylece hastalığın yayılmasına katkıda bulunmaktır. Bu sözü doğru bulmayan arkadaşları en yakın hastaneye gidip ağlayan, çığlık atan çocukların, inleyen kadın ve erkeklerin acılarından zevk almaya davet ediyorum.. Almıyorlarsa ki ruhsal ve mental yönden büyük sıkıntıları yoksa pek tabiidir ki almayacaklar, buradaki savın doğruluğuna gelmiş olurlar.
“Çalıyorsan büyük çalacaksın.” sözü geçmişken… Rüşvet ve bunun gibi makamı-mevkiyi kullanarak kolay para sağlama yöntemleri açık seçik şekilde hırsızlıktan daha onursuzcadır; İsa Mesih öğrencilerine tavsiye verirken “Rüşvet alan idarecilerle, fahişelerle birlikte gezin.” der; tabii egonun aşınması için, yanında yandaşlık etsinler diye değil. Yani koca peygamber fahişeyle rüşvet alan idareciyi bir tutmuştur. Bu işler öyledir ki diğer günahlardan pişman olup tövbe edebilirsiniz, Amatem’e yatıp uyuşturucu bağımlılığından kurtulabilirsiniz ama ben sonradan tövbe edip dürüstlüğü seçen kolay para bağımlısı memura veya idareciye denk gelmedim henüz. Gelen var mıdır onu da bilmiyorum, ama tahminim olmadığı yönünde. Demek bu pislik Venom gibi bir şey, içine girdiği, etrafını sardığı insanı tamamen değiştiriyor, kalbini karartıyor, insanlıktan çıkartıyor. Önce rüşvetle başlar, sonra bir bakarsınız en yüksek makamlarda halkın çocuklarının kanını köşeye biraz daha para yığmak için pazarlık malzemesi olarak kullanıyor. Adam öldürse bir kişinin kanına girerdi, hatta belki o suçtan duyduğu vicdan azabı onu yiyip tüketebilirdi; ama milyonların günahına girerken kılı kıpırdamaz; çünkü günahın büyüklüğünden vicdanı kurumuş, insanlık değerleri yerle yeksan olmuştur. Emin olun böyleleri dıştan çok iyi görünür de içte durum öyle değildir işte, ruh Yedikule zindanlarından beter bir hücrede, elinde, ayağında, boynunda prangalar, en ufak bir ışık huzmesi olmaksızın, inleye inleye bekliyor. Ego-benlik-nefs firavunu artık tamamen şeytanlaşmış, bırakın Musa’nın kavmini, Musa’yı bile boğmuş içte. Bir günaha adım atmadan önce şunu akılda tutmak gerek, karanlık taraf çekicidir ama insanlığı yitirdikten sonra geri dönüş çok zor.
Hani bazı filmlerde başlamadan önce epilepsi sorunu olanlara yönelik uyarı verilir. Ben de cümleye başlamadan uyarıyorum, şu söylediğim ufak çaplı bir infial yaratabilir, hatta bazı aşırı uçlardaki arkadaşlar yere düşüp kriz geçirebilirler. Bazı açılardan Hitler’e, firavuna ve türevlerine müteşekkir olmalıyız aslında. Onlar ve onlar gibiler olmasaydı insanoğlunun ne türden kötülüklere ve ne büyük potansiyellerde gebe olabileceğini nasıl bilecektik? Onlar olmasaydı insanın kendi uydurduğu kavramların körü körüne nasıl fanatiği olabileceklerini, kendi koydukları kurallara nasıl tapınabileceklerini ve bu yolda ne beter canavarlara dönüşebileceklerini nasıl bilecektik?
İşte bu insanlarda serbest kalan veya bu insanların serbest bıraktığı o canavar içimizde, hepimizde. O iğrendiğimiz, aşağı gördüğümüz en beter suçlular hep içimizde; hırsız, katil, tecavüzcü… Suçluları suçlulara çeviren suçluların hası hepimizin içinde. Sadece yuları eline almayı bekliyor, sinsice. İnanmayan, denemek isteyen sadece birkaç aylığına vücuduna her istediğini versin. Yemek mi istedi, en etlisini versin, tatlı mı istedi, hiç esirgemesin, cinsel ilişki mi istedi, koşsun. Koşsun, deyince yanlış anlaşılma olmasın, kendine yatacak kadın-erkek bulsun anlamında; yoksa yolda çırılçıplak koşarken yakalanıp “Neden yaptın?” diye sorularına “Bir kitapta dene diye yazıyordu, denedim.” diyen olursa sorumluluk kabul etmem. Yalnız bunları deneyecekler dikkatli olsun, haddi hududu biraz aşınca geri toplaması zor olur çünkü. Yular bedenin eline birkaç aylığına geçsin, izleyin görün değişim nasıl sert. Müthiş akılsız ve haşarı bir çocuğa dönüşen bedene o saatten sonra yok diyemezsin, yok desen de anlamaz, istediği olmazsa olmaz. Koşul bilmez, şart bilmez, müsaitlik bilmez; yalnızca arzusunun tatmin edilmesini bekler. Eh öyle olacak tabii, ne de olsa artık efendi o, ruh da köle. İşin gücün yoksa koş dur arzuları tatmin peşinde, ömrü anlık hazları tatmin peşinde tüket. İşte böyle bir yaşam insanı mahveder, yok eder, ünlü ve zengin sosyetede uyuşturucu kullanımının yaygın olması bu sebepledir. Geriye artık tüketecek yeni şey kalmayınca o istekler, arzular insanı tüketir. Gerçi her yeni deneyimden sonra daha yeni bir deneyime geçme açgözlülüğüyle zaten insanı tüketmekteydi de insan tüketildiğinin farkında değildi, yeni deneyimin verdiği heyecanla. Gerçek, heyecan duygusu tükenince açığa çıktı.
İşte burası Peygamber’e tam olarak katılamadığım, “İçki tüm kötülüklerin anasıdır.” sözüne buruk bir karşı çıkış sergilediğim nokta olacak. Kötülüklerin hepsinin ama hepsinin anası egodur. Dünya hırsını, gururu, kibri, kini, nefreti, şehveti insandan silin de sonra isterseniz alkole boğun; tek zararlı iş çıkmaz ondan. Buna karşılık ortalık ultra dindar olup bir gram alkol tüketmeyen ama her türden rezilliğe batmış insanla dolu değil mi? Olumsuz cevap vermek için mağarada yaşıyor olmak gerek ki o mağara Afganistan taraflarında falansa verilen cevap hiçbir şekilde olumsuz olamaz. Peygamber bunu bilmiyor muydu; gayet biliyordu. Neden böyle bir şey dedi peki? Kesin bir yanıtım yok. Fakat şurası kesin ki dünya hırsı, dünya ve onun kısa süreli zevk ve faydalarına düşkünlük alkolden kat kat tehlikeli ve yıkıcıdır. Zaten alkol de insanların gizlediği bu huyları ortaya çıkarmaya yardımcı olduğu için yasaktır. Yoksa şarap içen peygamberler de vardı; başta İsa Mesih’i biliriz. Peki dünyaya düşkün bir tane (sayıyla 1) peygamber var mıdır tanıdığınız, bildiğiniz? Mümkün değil! Birbirine taban tabana zıt sevgiler bunlar. Ne deniyor Mesnevi’de: “Mey sarhoşu sabaha ayılır ama dünya sarhoşu ebediyen ayılmaz.” Mevlâna kelime oyunu yapmamıştır, hakikatten haber vermektedir; dünyaya fazla düşkün insanı hakikat âleminde gerçekten sarhoş görürsünüz. Yani geçin göstermelik takva, ibadet, ar, namus, şeref işlerini de özünüzde dünyaya ne kadar bağlısınız veya ne kadar dünyaya bulanmadınız, onun hesabını tutun. Çünkü gizlenen her şeyin surete bürünerek açığa çıktığı o âlemde insan başkalarıyla falan değil içindekilerle uğraşmak zorunda kalacak; içte gizlenen ne varsa karşısına dikilecek. Bu yüzden Luka İncili’nde “Örtülü olup da açığa çıkarılmayacak, gizli olup da bilinmeyecek bir şey yoktur.” denir. Ne deniyordu God’s Gonna Cut You Down şarkısında: “What’s done in the dark will be brought to the light.” yani; “Karanlıkta yapılan ışığa getirilecek.” İşte takip eden İncil ayetidir ve bahsettiğim düzenden haber verir.
Alkolü temize çekmiyorum elbette. Ara ara alkol tüketen biri olarak söylüyorum, içki rezil, girdiği her yeri yozlaştıran bir şeydir. Kendini kontrolü düşmanı. Kendi üzerindeki kontrolü bırakan, yuları bedenin eline terk eden insan saatli bombadır. Üstüne en rezil sıfatların yapışması anlık tahrike bakar. Örneğin yolda giderken birisi uygunsuz bir laf, söz eder, gözü kararır, eli ayağı boşanır, hem yok eder hem yok olur. Bizden kötü olduğundan değil, kontrol bedende olunca, o da hayvan olarak var edildiğinden bu tip durumlarda yapacağı iş hep bellidir. Bölgesi tehdit edilen hayvan ne yapıyorsa onu yapar. Hayvan şiddete başvurur, yuları bedenin eline bırakan insan da şiddete başvurur. O şiddet bir anlık olabilir ama sonucunda insanı bir ömür katil diye dolaştırmaya yeter, çok daha kötüsü nihai hesaba katil etiketiyle göndermeye yeter. Alelade bir tecavüzcü için de aynı durum geçerlidir, yalnız tecavüzcü o yuları tamamen kaybetmiştir, ruhun kontrol üzerinde hiçbir etkisi kalmamıştır. Yani artık onda gezen tozan insandan çok hayvandır. Bu sözleri kimseyi küçümsemek, aşağılamak için söylüyor da değilim. Ruh âleminde bu türden insanlar dönüştüğü hayvanın görüntüsüyle dolanır. Köpek olabilir, tavşan olabilir, kan dökücü hayvanlar olabilir. Kast ettiğim budur.
Maalesef insanlar arasında çok azı kendini kontrol için çaba gösterdiğinden veya çok azı çabayı sıfıra indirgeyerek meditasyon yoluyla egoyu tanıyarak kendini kontrolü sağladığından, toplum saatli bombalarla doludur. İnsanların büyük büyük sözlerle, öyle düşmüş olanları linçleyerek kendilerini yüceltmelerine kanmamalı, müsait vakti ve gerekli fırsatı yakaladığında çirkin işlere imza atmayacak insan sayısı öyle çok da fazla değildir. Elbette vardırlar ama sayıca epey azlardır. İnsanın gerçek hâli gizlide, kimsenin onu görmediğini sandığı anda ve yerdedir, diğerleriyleyken değil, oysa insan bilsin bilmesin onu her an gören ve işiten biri her zaman onunla beraberdir. Bu günümüz toplumuna veya toplumlarına yönelik bir eleştiri değil, tarihte kaydedilmiş hadiseler gösteriyor ki insanlık dönem-çağ, millet-milliyet, din-inanç fark etmeksizin hep aynı olmuştur. İnsanlık içinde sayılı kimseler arzularına gem vurmuş, bedeni-nefsi eğitmiş, dizgini ruha vermiş. Geri kalanlar beden olduğu kabulüyle, beden için, bedenin istekleri doğrultusunda yaşamış ve yaşamaya devam ediyor.
İşin özüne bakıldığında dünyada tüm kavganın insanların burada sonsuza dek kalacağını zannetmesinden çıktığı görülür. İnançların en ahmakçası akıp giden bir nehir üstünde sürüklenip giderken sırf sen sürükleniyorsun diye o akarsuyun senin olduğu zannına kapılmaktır herhalde. Eh, sonsuza dek aynı hayatta kalacağına inanan da ne yapar: Elde edebileceğinin en fazlasını elde etmek için kamplar oluşturur, taraflara ayrılır ve birbirlerine girerler. Kamplar farklı farklı görünür ancak temellerinde hep aynı amaç yatmaktadır; dünyadan çıkarabileceği maksimum yağı çıkarmak, yapabilirse en ufak noktasına kadar ele geçirmek, her şeye sahip olmak, elde ettikleri imkânları dibine kadar, son damlasına varıncaya, nihayet tamamen tüketinceye dek kullanmak. Fakat asla vermek, paylaşmak, bölüşmek, huzur içinde yaşamak değil. Ha vermez de değiller, fakat verirken işi gösterişe vurur gururunu şişirir ondan da egosal kazanç sağlarlar; veren üstün hisseder ya. Gerçi üstün el olmasa zaten veremez, değil mi? Fakat bunu şova dökenler özünde şunu demeye getirirler: “Bakın, ben ondan üstünüm.” Böylece egonun üstüne koyar, gösterişle yaptığı işin değerini hiç ederler. İsa Mesih bunun için “Sol elle verdiğinizi sağ eliniz bilmesin.” demişti. Muhammed Peygamber de bunu yüzyıllar sonra neredeyse aynı kelimelerle tekrar etmişti; diğer onca meseleyi etmezken, çünkü en üst derecede önemli konudur bu.
Bu konu önemlidir çünkü kavganın esası başkalarıyla değil insanın kendisiyle ettiği kavgadır. Ne demişti Peygamber savaşın ardından: “Küçük cihadı bitirdik, büyük cihada geçiyoruz.” İnsanın asıl kavgası onu diğer insanlardan ayıran, üstünlük-alçaklık, büyük-küçük, güzel-çirkin diye zıtlık ve ikilik algısını yaratanla olmalıdır, Latince ego, Arapça nefs, Türkçe benlik ismiyle çağrılan, Eckhart Tolle’ün “sahte benlik” diye tanımladığı bedensel ve dünyasal algılayışla. Herkesin kavgasını dıştan içten taşıdığı bir dünya hayal edin, herkesin sorunu kendinde arayıp bulduğu bir dünya, tek bir sorunumuz kalır mı düşünün. Cenneti dünyada var etmiş olurduk. Demek ki cennet-cehennem diye adlandırdığımız boyutlar da öncelikle insanın şuurundadır.
Zaten kavgacı insanların ezici, baskın kısmının kızgınlığı esasında başkasına, tepki gösterdiklerine değil de kendinedir. Örneğin şehvetle dolu, kadın arzusunu giderememiş, en fazla bastırmış bir adam kadınlara kızgınlık duyacaktır ancak o her ne kadar öyle zannetse dahi öfkesi kadınlara değil, ihtiyacının karşılanmamasınadır. Yani bu öfke bedenin öfkesidir. Kadın bu durumda bir ayna işlevi görür. Bu adam ıssız bir adada yalnız kaldığında da aynı kızgınlığa sahip olacaktır, çevresinde hiç kadın bulunmamasına rağmen. Gerçi aynı adam ıssız adaya bir kadınla, hele de güzel bir kadınla düşerse o kızgınlık kalır mı bilemedim. Demek ki kadınların hiç etkisi yoktur da denemez, kadın arzusu çeken adam çevresini saran kadınlara, eli de erişmeyince, günlerdir aç bir adamın gözü önünde yemek yiyenlere duyduğu kızgınlıkla yüklenmesi doğaldır. Doğaldır derken normaldir anlamında değil, doğaya uygun, tabiatsal anlamlarında, çünkü hayvan olan bedene uyuyor. Bu iki türden ‘aç’ adamın da kızgınlığının sebebi egonun-benliğin-nefsin hayvan bedenin istekleriyle sıkı sıkıya bağlanmış olmasından ileri gelir. Ruh âleminde bakarsan demirden zincirlerle bağlanmış olarak görürsün, çünkü ruhu bedene kıstıran her türlü istek, arzu, hatta kimlik obsesyonu (aşırı takıntı) ruha vurulmuş, özgürlükten alıkoyan demirden zincirlerdir. “Boyunlarında demirden halkalar ve zincirler olduğu hâlde sürüklenirler.” (Mümin/71) İşte burada bahsedilen demirden halkalar ve zincirler bu zincirlerdir, yoksa kimse gelip sonradan halka, zincir takacak değil. Kişi dünyadayken kendi zincirini, halkasını kendi takar, kendi sağlamlaştırır. Ruh ne zaman bu demir zincirleri çıkarır atar, bedenin üzerinde kontrolü ele alır, kızgınlık o zaman biter. Ruh dış etkenlere aldırmadan huzurun kaynağı olur.
Özünde tüm ibadetler, çalışmalar ruhun beden üzerinde dizgini ele alması, kimilerinde her an devam eden içsel kavgayı bitirmek, içsel düzensizliği, kaosu düzene kavuşturmak, durulmak içindir; yoksa sayı saymayı öğrenmek için değil. Amaç olmazsa iş sayı tapıcılığına dönüşür. “Şu kadar şu ibadeti yaptım, şu cümleyi şu kadar tekrar ettim.” derler, “Eee? Sonuç?” dersin; bir şey yoktur çünkü ortada. Önemli olan yaptıklarının insanda neyi değiştirdiğidir. İnsanda çalışmaları hiçbir şey değiştirmiyorsa böyle kimse İncil’de anlatıldığı kadarıyla o dönemlerde epey hor görülen vergi görevlilerine benzer; sadece sayılarla uğraşmış olur. Peygamber “Nice namaz kılanlar vardır ki tek kârları yanlarına kalan yorgunluktur.” sözünü bu insanlar için söylemiştir. Çalışmalar sonucunda insanın gerçek kendisi bir şey kazanmıyorsa ego kazanıyor demektir, demek ki efendi de ego olacaktır. Fakat çalışmaları insanı iyi yönde değiştiriyorsa, dönüştürüyorsa, negatif ve karanlık tarafından, düşüncelerinden, işlerinden, eylemlerinden uzaklaştırıyorsa, ruhen sakinleşip durulmayı sağlıyorsa müthiştir, iki elle sıkı sıkıya sarılmak gerekir. Her halükarda önemli olan çıktıdır, sonuçtur, ulaşılan, elde edilendir; eylemin kendisi değildir.
Özet olarak, insan olmanın yolu belli bir inanca bağlılıktan öte ruhsal eğitim ve terbiyeden geçer, yoksa tek sözüyle tüm âlemleri yokluktan varlığa geçirenin toz zerresi hükmündeki bir canlının hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur. Bu eğitim de ancak canlı kaynak olan ruhsal rehberlerden alınır, fakat ruhsal rehberle karşılaşıncaya dek her kişi yoğun ve zorlu çabalar yoluyla kendini geliştirmelidir. Yol alınmazsa yolda rehbere de rastlanmaz zira. Kervanın yol üstünde dizildiği gibi rehberler de genelde yol üstünde bulunur.
Yol almak demek öyle koştur koştur bir yerlere gitmek demek değildir, yanlış anlaşılmasın. Ruha yatırım yapmak demektir. Ruhta neşeyi, mutluluğu artıran her eylem yol almaktır anlayacağınız. Öyle dinsel olmak zorunda değil, çocukluğumuzdan beri kafamıza kazınan bu türden şartlamaları bırakmak gerekir. Çünkü bizi şartlandıranlar da bir önceki nesil tarafından şartlandırılmış kimselerdir ve ruhtan haberleri yoktur, yalnızca kendilerine empoze edilenleri aktarmaktadırlar. Asıl olan ruhtur, ruhun neşeyle, mutlulukla ve her türlü ruhsal nitelikle kabarması, coşmasıdır. Ağlamak da buna dâhil, hatta içten ağlamak bunlardan da ötedir. Fakat bu uğraşılar gösterilmediği veya yanlış bilgiler yüzünden yanlış şekilde gösterildiği takdirde varılacak sonuç bellidir: Karanlık duygular.
Bu nedenle bizim insana dair incelememiz gereken, öncelikle bizi yükselten ve dibe çeken duygulardır.
Yorumlar
Yorum Gönder