7) İçteki Diktatör Ego Üzerine
Peşin peşin bir açıklama yapayım, bu ego-nefs-benlik konusunda sadece fark ettiğim birkaç gerçeği paylaşmak istedim. Belki olur da bir-iki kişinin farklı yönden bir şey fark etmesine yol açar, hayırlı bir işe yarar, amacıyla yazdım. Bu yapıyı tanımakta, açıklamakta gerçekten uzman birini okumak isterseniz tavsiyem Eckhart Tolle’nin eserlerinden biri yönünde olur. İnsanın kendini tanımlama çabasıyla geride bırakılan onca eser var fakat onca kitap arasından ego-nefs-benlik dediğimiz yapıyı Eckhart Tolle kadar açık tanımlayabilenine denk gelmedim. Farkındalığının yüksekliği kadar akademisyenlik geçmişi sebebiyle de olsa gerek. Ola ki onun eserlerinin size hitap etmediğini hissederseniz tam aksi taraftan, pasif bir öğreti değil de aktif bir öğreti sunan Osho’nun eserlerinden birini de okuyabilirsiniz, o da gayet iyidir. Ne mutlu ki hem farkındalığı hem de açıklama yeteneği yüksek insanlarla aynı yüzyıla denk geldik.
Aslında egonun ne olduğunu fark ettiğim kadarıyla Ben ve Benlik Üzerine bölümünde anlatmıştım. Ama daha detaylı incelemek, araştırmak için ayrı bir bölümün gerektiğini de düşündüm. Burada genel olarak, fark ettiğim, bildiğim kadarıyla konuşacağım. Fakat şunu da tekrar edeceğim ki bizi bizden iyi bilenler, bize bizi öğretecekler var. Yeri geldikçe söylediğim üzere bu işin ehli, uzmanı ruhsal rehberlerdir. Egoyu-nefsi-benliği ve dolayısıyla kendini bilmek isteyenin o ruhlardan birine teslim olması gerekir. Bu yazıdan öyle ciddi bir etki yaratmasını beklemeyin. Gerçi belki bir-iki kişi için güzel bir etki yaratabilir de, neden olmasın.
Ego-nefs-benlik nedir? Ego, kendimi anlattığım bölümden de anlayabileceğiniz üzere kabaca kendimizi tanımladığımız her şeydir, tanımlamalarımız, kimliğimiz, inandıklarımız; hepsi birleşerek benlik algısını bize sağlar. Kitaba çocukluğumu anlatarak başladım, önceki bölümlerde de geçmişimden birçok kere bahsettim, eğlenme ve dertleşme isteğim kadar bunun başka bir sebebi de vardı; çünkü egonun kendini çocuklukta öğretilenler üzerinden konumlandırdığını, sonra katılaştığını ve gelişimini durdurduğunu fark ettim. Yani ego aslında küçük bir çocuktur ve aşılmazsa hep de küçük çocuk olarak kalır, insan yetişkin yaşamında bile çocuklukta bellediklerine göre hareket etmeye, tepki çıkarmaya devam eder. Mesela yetişkinlikte öfkeli ve sağa sola çatan, sürekli güç gösterisinde bulunan insanlar çoğunlukla çocukluklarında devamlılık arz eden bir korku durumu içinde bulunmuştur, bilinen psikolojik bir durumdur bu. Geçmişteki o korku hâli onlara bölgesini savunan vahşi hayvan gibi kabarmayı, olduğundan büyük görünmeye çalışmayı öğretmiştir. Böylece diğerleri korkuya kapılır da karşılarında siner, kendilerine bulaşmaz, diye düşünür hayvan beden. Tabiatın kuralları böyledir ve bilinç olarak tabiat seviyesinde kalmış, ruhen yükselememiş insan da elbette ait olduğu bilince göre davranacaktır. Eğer bu kimse o kalıplaşmış davranışı fark edip aşamazsa daima çocukluktaki hareket tarzını sürdürür. Çünkü onu yöneten egodur.
İnsan olmak çaba gerektiren bir iştir. Âdem sureti verilir, gel gör ki insan olmak Âdemoğlunun kendisine kalmıştır. “Arayanların hepsi bulamadı ama bulanlar hep arayanlardı.” sözü buna paralel bir sözdür. İnsan olmak için çaba gösteren her kişi bunu başaramayabilir ancak insan olmayı, hayvansal varlığı aşmayı başaranlar da herhalde yalnızca çaba gösterenlerdir. Çaba sürekli çalışma anlamına da gelmez, kişi hiçbir şey yapmayarak da çaba gösterebilir. Budistler hiçbir şey yapmazlar, ancak tam da bu yolla insan olurlar. Umursamayarak, takmayarak, kabullenerek. Yani çabalamamak da insan olmak yolunda gösterilen bir çabadır, her ne kadar paradoks olarak görünüyorsa bile. Kişinin kendi içinde karanlığın büyümesine izin vermemesinden daha değerli çaba olabilir mi? Bunu başarabilen ister ibadet etsin ister etmesin, o zaten ibadetin özüne erişmiştir. İbadetin özü dünyanın ve içinde görülen, işitilen, tadılan, var olan her şeyin, yaşanan her tecrübenin geçici olduğunu anlamak, bunlara bağlanmak yerine tecrübe olarak görüp bırakmak ve dünyanın kalıcı olduğu algısını her an dayatan egonun-benliğin-nefsin sihrini bozmaktır. Zaten olması gereken çaba da egonun, o arsız sahtekârın, o güçlü büyücünün, an’ı çalan o maharetli hırsızın farkına varma çabasıdır. Bu çaba hangi yolla sağlanırsa, o yol takip edilmelidir, geri kalan doğru-yanlış inanç tartışmaları boş bir laf kavgasından öte değildir.
İki kesim bize iki yanlış inanç sundu. Dindar kesim esas meseleyi dindar olmak olarak gösterdi, dindar olmayan kesim ise esas meseleyi iyi olmak olarak gösterdi. Esas mesele dindar olmaktan da iyi biri olmaktan da ötedir. Esas mesele kendi içindeki asıl savaştan zaferle çıkabilmektir. Zorbaların, firavunların, diktatörlerin hası insandadır, onu yenmek Âdemliği aşmayı, ona yenilmek Âdemlikten düşmeyi getirir. Zaten işin aslı zahirdeki diktatörler de içteki diktatör yani ego-nefs-benlik baskın olduğundan ve baskınlığını ilan etme fırsatı yakaladığından diktatör olmuştur. İçteki diktatörün kazanması için “her dilediğini yap”mak yeterlidir. O kısmı neden tırnak içine aldın derseniz, onun bir sır olduğunu söylerim size. Şöyle birkaç ay deneyen olursa, içindeki azgınlığın, memnuniyetsizliğin, tatminsizliğin nasıl palazlandığını görebilir. İçteki diktatör yuları ele alır, dışarı çıkar; böylece her istediği yapabilme talihsizliğine uğramış kişi egonun-nefsin-benliğin kölesi olur, onun tahakkümü altına girer, artık onda konuşan, hareket eden, davranan nefs-ego-benlik olur. Bu da demektir ki ruhunu geliştirememiş kişi gücü eline aldığı an diktatörleşecektir; çünkü kendi içindeki diktatörün hükmüne boyun eğmiştir. Yani bakmayın siz milyonların diktatörlere sövdüğüne, sövenler aslında kıskançlıkla, onlar gibi olamadıklarından sövüyor, bu tutumu yanlış bulduklarından değil. Aynı güç onlarda olsa, onlar da diktatörleşir. Zaten diktatörler de böyle insanların yaygın olduğu coğrafyalarda, bölgelerde ve ülkelerde türer, hikmet gereği.
Yani çözüm ne; çözüm dışarıda bir diktatör aramadan önce her kişinin, kendi içinde, ona eziyet eden, boynuna demir halkalar takıp kalın zincirlerle onu istediği yere sürükleyen diktatöre karşı koyması, onunla savaşması, onu devirip gücü ruh olarak eline almasıdır. Ruhun krallığı önce kişinin kendi içinde doğacak, doğacak ki ruh “Gökteki Krallık”a girebilsin.
Bu arada içteki diktatör hep kötü olmak zorunda da değil, iyi bir diktatör görünümü de alabilir, hani siyaset biliminde ‘benevolent dictator’ diye bir tür de var. Bu ego tipi varlığını iyilik yapmaya bağlayarak hayatta kalır. O Tanrı olsun da ister iyi bir Tanrı olsun, ister kötü; onun nihai amacı Tanrılaşmaktır. Örneğin sokak köpeklerine neredeyse taparcasına bağlanan küçük gruplara bakın. İyiliğin öyle histerik yapılan bir iş olamayacağı açık değil mi? Zaten onların takındığı o histerik hâl insanda içsel bir alarmı uyandırır, o iyilik hâli biraz akla sahip hiçbir insanın gönlüne doğru gelmez.
Bu yüzden görülür ki, üzülerek ifade etmek zorundayım, insanların pek çoğu iyilikten falan anlamaz. Çünkü ego hayata kazanan-kaybeden ekseninden bakar ve etrafındaki diğerlerini sindirerek içinde bulunduğu derin korku hâlinden selamet bulmaya çalışır. Ona iyilik edeni vefa duyulacak, iyiliğine iyilikle karşılık verilecek biri olarak görmez, sindirdiği, kendisine hizmet edecek biri olarak görür. Bu hâli herkes kendinde fark edebilir; erkeklerin kaçı ona karşılıksız iyilik yaptığı kesin belki tek insan olan annesine karşı saygılı, düzgün davranır? Bilakis kadıncağız hizmet ettikçe daha fazla ezilir, çünkü oğul daha fazla hizmet bekler, aldıkça daha da fazla bekler. Bu yüzden İsa Mesih “Kardeşlerine hizmet eden yücelir.” der. Bu yüzden tasavvufta dervişten beklenenlerin başında hizmet etmesi gelir, hizmet ettirmesi değil. Ola ki kendisine hizmet ettiren birini gördünüz, ortamdan hızla uzayabilirsiniz, orada ruhsal bir durum yoktur.
“Öyleyse egosu şişkin insana iyilik etmek, etmemekten daha kaçınılası bir davranış?”
Aynen öyle! Zaten şişkin ego sahibi kendisine yapılan iyilik kesildiği anda yapılan iyiliği değil kesildiği anı göz önünde tutacak ve iyi ihtimalde darılacak, kötü ihtimalde ise düşman kesilecektir. Yani egoya yapılan iyiliğin sonu her zaman köleliğe doğru gitmek zorundadır, bu ister kendi egonuz olsun ister başka egolar. Sık sık duyarız “Bu ülkede kibar olunmaz, kibarları eziyorlar.” türevinden cümleleri. Doğrudur, ruh olarak hareket etmek yerine egonun kontrolü altındaki bilinçsiz insanların doldurduğu topluluklarda bu türden davranışlar olağandır. Kibarlık, iyilik gibi insana ait, güzel hasletler eziklik, güzelliği artırmaya yönelik çabalar boş iş veya enayilik olarak görülür. Çünkü ego ancak menfaatine kullanabileceği şeylere değer biçer. Doğada kibarlığa, asalete yer yoktur, hayvansal kabalık hüküm sürer ve dolayısıyla o değer görür. İnsanlıktan uzaklaşıp hayvansal doğasına meyleden insan da farklı şekilde davranmayacaktır.
İşte o hayvansal doğayla ego varlığını sürekli başkaları küçümseme, aşağılama üstüne kurar. Herhangi bir sosyal statüde, herhangi bir mesleğe mensup birinde aynısını görebilirsiniz, hiç fark etmez. Aynı adam zenginken fakirleri aşağıladığı gibi, fakirleşince de kıskançlıkla zenginleri küçümseyici cümleler eder veya fakirken zenginleri aşağılayan adam zenginleşince de fakirleri aşağılar. Aynı kişi!
Üstelik sadece başkalarını da aşağılamaz ego, bazı zaman ve durumlarda diğerlerini yüksek görür de kendini aşağılar. Çünkü yapısal olarak insan acısından beslenme yönünde şeytanın aracı ve dostudur, onun besini budur, negatif duygular; bir ruh acı çeksin de kim çekerse çeksin. Üst-ast ilişkisi kurar kendi kafasında, sosyal statüye, görünüme, paraya göre. Ona uygun olarak davranır insanlara. Kendini üstün hissettiği insanlara karşı alaycı, emrivaki tavırlar takınır, alçak hissettiği insanlara karşı ise kibar ve alçakgönüllü olmak eğilimindedir.
Ego öyle bir şeydir ki ona iyilik yaramaz, ezmek yarar. Egosu şişkin birinin önünden kibarlık olsun diye çekilin, yol verin, şöyle düşünür: “Benden korktu, o yüzden yoldan çekildi.” Aynı kişiye yol verme, eğer ondan güçlü, kuvvetli, belalı görünüyorsan kuyruğunu bacakları arasını kıstırıp kenara çekilir. Kibarlıktan değil elbette, egodan. İşte bu coğrafyanın insanları kendi benliklerine teslim olduklarından, egolarının oyuncağı olduklarından kibarı ezmeleri de doğaldır. Böyle insanlar da demokrasiyle, özgürlükle falan değil doğrudan zorbalıkla yönetilir. Anladıkları dil budur çünkü. İlkeller sopayla yola getirilir, inançları kurtarmaz onları. Bu yüzdendir ki coğrafyanın her tarafında diktatörler türemektedir.
Hepimiz çocuk olduk, hem geçmişimizde yaptıklarımızdan hem de karşılaştıklarımızdan insanların ne kadar zalim olabileceğini biliriz. Alaycılıkla dolu, aşağılama ve ezme üstüne kuruludur. Amerikan kolej filmlerinde falan da izlersiniz, koca bedenli koca koca herifler küçük birer çocuk gibi şımarıkça davranır. Çünkü şeytanıyla yeni tanışan ergenler bela, sıkıntı, dert, mihnet ile yanmadıklarından şeytanlar gibi davranırlar. Empati yanma yoluyla elde edilir. İnsan ancak kendi çektikçe başkalarının uğradığı azabı içinde hissetmeye başlar. Diğer türlü anlayamaz, zalimliği yeterince yanmadığı içindir. Yani gariptir ama insanın şeytanı aslında ateşle yola gelir. İşte bu yüzden benliğe iyilik yaramaz, onun çaresi zahmettir, çalışmaktır, açlıktır, boş tutmamaktır. Kendini ezmek üstüne kurulu ruhsal yollar var, bahsetmiştim bundan. Gerçi boş tutmamak dedim ama hiçbir şey yapmadan boş boş oturup kendi zihninle yüzleşmek üstüne kurulu ruhsal yollar da var, Zen Budizmi tamamen bunun üstüne kurulu.
Bu nedenlerle dünyada egonun esiri olan insana iyilik edersen nedensiz bir düşmanlık güttüğünü görürsün, buna karşılık kötülük eder, ezer, aşağılar, korkutursan sana yaranmaya çalışır, adeta hizmetçin olur. Bu kötümser bakış açısı değil, bu evrensel ve dönemsiz bir gerçektir. Mesnevi’de bile şöyle bir satır vardır: “Alçak birine cefa edersen sana çok vefalı bir kul olur.” Ben tecrübelerimden çıkarak bu sonuca varmıştım ama demek ki bu iş yalnızca bu dönemin insanına, yozlaşmışlığına özgü değil. İnsan her dönemde aynı işte. Bu yüzden iyi niyetli Musa’ya cefalar ederken onları köpekten daha değersiz gören firavunun yüzünü bir kere görebilmek için birbirlerini ezmişlerdi.
İki dünyanın kurallarının ters olduğuna dair bir delildir bu. Çünkü mantıken olması gereken bunun tersi değil midir? Yani mantık bize bir Âdemoğluna iyilik ettiğinde bunu bileceğini, iyiliğe iyilikle karşılık vereceğini, kötülük ettiğinde ise, her ne kadar doğru olmasa da, kötülükle karşılık vereceğini söylemez mi? Fareye bile eziyet etsen saldırır da neden insanların bir kısmına eziyet edilince yeri var ki kulluk etme derecesine gelir? İşte bu dünyaya ait mantık bizi yanlış yönlendiriyor, yanıltıyor. İster aşağı doğru olsun ister yukarı doğru; öte âlem ve kuralları bu dünyaya ait mantıkla anlaşılamaz, çözümlenemez. İnsan ruhu da etkilerini buralardan aldığına göre, onun da mantıkla çözümüne imkân yoktur. Ancak gerçekleşen ve gerçekleşecek olayların her birinin başını, öncesini, sonrasını sonunu görebilen akıl çözümleyebilir onu; yani külli akıl dediğimiz akıl, bütün ve bütünsel akıl. Kâinatı yaratan akıl, denilirse daha açıklayıcı olacaktır.
Diktatörlere hep sövülür ama her insanın içinde diğerlerini ona hizmet ettirmeye yeltenecek bir taraf vardır. Baktı, ona fazla düşkün, annesini ettirir, eşini ettirir, patronsa işyerinde sömürebildiği işçisini ettirir, işçiyse mesai arkadaşına yıkar işleri; ama bir şekilde herkes kendi benliğine hizmet ettirecek birilerini arar, bulur. Diktatörler bu işi devasa ölçeklere çıkarmış insanlardır, tek tük kişileri değil kitleleri kendilerine hizmetçi kılarlar. Onun zihin yapısına uygun şekilde yaşayacak, ona ‘uygun’ gelecek, ona hizmet edecek kitleler. Tıpkı bir tanrının istediği gibi… Firavun tarihte yaşamış tek bir adamdan öte ruhani bir hâldir. Çünkü ego-nefs-benlik tanrılık peşindedir, gücü ne kadarına yeterse o kadarını kendine hizmetçi eder, insan bir kişiyi bile kendine köle kılıyorsa gücü ele geçirdiği vakit çok daha fazlasını da kılacak demektir.
‘Nasıl Zorba Olunur’ diye bir belgesel var. Bir parça Batı propagandası içermiyor değil ama güzel, faydalı, soran olsa izlemesini tavsiye ederim. Belgesel şu cümleyle açılış yapar: “Siz de zorba (tiran) olmak istemez misiniz? Herkes ister! Sadece bunun yolunu bilmiyorsunuz. Henüz!” Fark ettim ki bu cümle ve belgeselin devamı yalnızca diktatörleri değil, egoyu da müthiş şekilde tanıtıyor. Tanrılık hayali kurması, gücü itirazla karşılaşmayacak derecede ele alıp her şeyi kontrol etme hevesi, etrafındakileri korkutarak, sindirerek kendini güvene almaya çalışması… Dünyaya karşı tamamen güvensiz, korku içerisinde… O zaman kesin olarak anladım ki ego-nefs-benlik dediğimiz yapı diktatörün ta kendisidir. Yani egonun firavun suretinde betimlenmesi boşa değildir; her ego güçlü veya zayıf, küçük veya büyük, kötü veya iyi birer diktatördür. Burada yine hakikatten bir haber iletmek isterim. Ruhsal gezilerimden birinde devasa bir adamın fabrika bandı gibi bir yer üzerinde elindeki birtakım aletlerle bizim bildiğimiz boyutta olan ancak bant üzerinde küçücük kalan insanlara bir şeyler yaptığını gördüm. Orada şu söylendi: “Buradaki diktatörler çok kötüdür. Ve bunun için sonsuz zamanları var (veya sonsuz zamana sahipler, denmişti, fark eder mi bilemedim).”
Mesela belgeselde geçen cümlelerden bazıları şunlardı: “Bütün diktatörler narsisttir.” “Kendilerini kurtarıcı olarak görürler.” Ek olarak bir de şu dikkat çekici: “Birçoğu çocukken zorbalığa uğramıştı.” Bunlar önemli. Yani diktatörlerin hiçbiri kendilerini kötü olarak görmüyor, hani bize sundukları o çocuksu super villain anlayışının tersine. Kimse kötülük olsun diye kötülük yapmıyor. Bu sonuca zaten varmıştık biz.
Madem tüm hırslar ego kaynaklı, buradan ortaya çıkıyor ki birinin başka insan üstünde baskı kurmaya, onu hâkimiyet altına almaya ve kontrol etmeye uğraşması egodan ileri geliyor; çapı veya gerekçesi ne olursa olsun. Ülkelerin başına geçen diktatörler yalnızca bunu açığa çıkarmak için gerekli çabayı sarf etmiş, gerekli fedakârlıkları -iyi anlamda değil- yapmış, onları harekete sevk eden itkinin tesiri altında arzularının peşinden inatla, gerekli bağlantıları kurarak, sağlayarak veya bir şekilde gitmiş olanlar. İç âlemde ise egonun, arzuların, isteklerin esiri olan her kişi bir diktatörün esiridir.
Diktatörlüğü herkes kendinde fark edebilir, egonun başta gelen özelliği kontrol saplantısıdır. Yaşam, çevre, insanlar, olaylar; her şey kontrolü altında olsun ister. Fakat böyle bir dünya yoktur, nasıl olacak, yolda yürürken ayağımız taşa takılabilir ve her şey bizim için hemen son bulabilir. İnsan bunun başına geleceğini düşünmez çünkü o güne kadar hiç gelmemiştir. Olayın saçmalığına bakar mısınız? Ego zaten her insanın başına hayatta sadece bir kere, ancak mutlaka gelecek, kurtulması imkânsız bir işi hesaba katmaz; çünkü o güne dek başına gelmemiştir! Bu saçma algılayış sebebiyle egosuna-nefsine-benliğine teslim olmuş, onun güdümünde hayat süren insan nazarında ölüm uzak, çok uzak bir şeydir. Bu yüzden insanlar “hiç ölmeyecek gibi” bir yaşam düzeni hâkim dünyada.
“Evet lan, öyle yaşıyorlar valla.”
Kendimizi hiç hesaba katmıyoruz, bakıyorum. Sen de öyle yaşıyorsun güzel kardeşim, kimsen ve her nerede yaşıyor veya yaşatılıyorsan. Arada istemeden Reha Muhtar’a selam çaktım ama diyeceğim şu ki “Ölüm var.” diye papağan gibi tekrar ediyor olman ölümün gerçekliğini idrak ettiğin anlamına gelmiyor. Bir sor kendine, bir yıl sonra öleceğin bildirilse, tam günü, saati haber verilse nasıl yaşardın? Hah, işte ölümü gerçekten idrak ettinse şu anda o şekilde yaşıyor olman lazım, çünkü önünde bir yılın bile bulunmuyor olabilir. Şu gerçeği her insan tam anlamıyla idrak etmek zorunda: Bu dünyanın çıkış kapısı ölüm, bundan kurtuluş yok. İster bir elin yağda bir elin balda yaşa, istersen bir elin dikende bir elin harda. Hepsi son bulacak. Herkes için son bulacak.
Yine diktatörlükle alakalı egonun ikinci hedefi büyümek, genişlemek, kaplamak, her şeyi kendisi gibi veya kendisinin yapmaya çalışmaktır. “Herkes ben gibi olsun.” Kendisi gibi olmayandan korkar ego, çünkü yalnızca kendisini tanımakta ve bilmektedir. Diğerleri onun için gizemdir. Matrix’teki Ajan Smith bu yönden egonun temsili olmalı, kolay bir çıkarım. Gerçi ikinci filmde herkesi kendisi yapması sanki biraz basit kaçmıştı, hani öyle derine gizlenmiş bir alt anlam değil, doğrudan kör göze parmak şeklinde. Zaten bence Matrix serisinde film kalitesi Yüzüklerin Efendisi aksine azalarak gitmektedir. Tabii bu kişisel bir yorumdu, gereksiz ve alakasız olsa da konusu geçince paylaşasım geldi. Matrix çok daha iyi bir ikinci ve üçüncü filmle taçlandırılabilirdi. İlk filmin ve Keanu Reeves abimizin mirasına biraz yazık edildi.
Diktatörlük ve ego arasındaki ilişkiye üçüncü kanıt egonun vicdan, merhamet ve adaletten uzaklığıdır. Ego ile hareket eden insan zalimdir, af nedir bilmez, intikamcıdır, hiddetle, nefretle, şehvetle doludur. Çünkü doğada hâkim olan benliktir ve kontrolü sağlamanın yolu budur. Bu yüzden egonun hizmetçisi olanlar rahat ve güvenilir zamanlarda iyi davranışlar gösterse bile ilk tehdit anında fabrika ayarlarına döner. Dolayısıyla bir insanda egonun ne derece baskın olduğu esas olarak zor zamanlarda ortaya serilir. Kişi ölüm tehlikesi karşısında vahşi bir hayvan gibi davranmaya başlarsa dışta nasıl biri olarak görünüyorsa görünsün özde egonun tutsağıdır. Ruha ölüm mü var, ruh neden ölümden korkacak, neden ölüm korkusuyla kendini bozacak?
Dördüncü alaka egonun açgözlülüğüdür, doymak bilmezliğidir. “Her şey benim olsun.” Milyonların servetlerini çalsa, kendinin yapsa ona yetmez. Çünkü yaşamını uzatabileceği kadar uzatmak için garanti aramaktadır. Oysa bir kedi karnı doyduğunda çeker gider, fazlasını depolamaya çalışmaz. En kan dökücü hayvanlar bile böyledir, acıkınca avlanmaya çıkar. İnsana ait bedenin de tüm ihtiyacı günde iki öğün, barınak ve ısınmadır. Buna bir de sağlık güvencesi ekleyebiliriz aslında. Başka neye ihtiyaç var? Bu yığma merakı niye? Bankadaki rakamlar bedeni birkaç yıl daha fazla yaşatmayı sağlayabilir belki, fakat sonda ölüm varsa ha altmış yıl yaşamışsın ha yetmiş yıl; aradaki fark nedir?
“On yıl!”
Vay anasını, matematik profesörleri bu satırları okuduğu için sevinçliyim. İşin şakası bir yana sonsuz olan ruh için o on yıl kıl kadar bile değil, sonsuzlukla on yılı karşılaştırsan, hiçbir anlam ifade etmediğini anlarsın. Ego-benlik-nefs içinse muazzam bir zaman dilimi, çünkü ego ölümü erteleyebildiği kadar erteleme peşinde. Ne çare ki kaçınılmaz olan gelecek, beden istediği kadar korksun.
Burada dikkat edilmesi gereken egonun daima korku içinde oluşudur. Tüm korkuların aslı, temeli ölüm korkusudur. Ego tüm bu negatif özelliklere sahip ve sebeptir çünkü ölüm, daha doğrusu yok olma korkusuyla doludur. Diğerini, kendine benzemeyeni, farklı olanı kendine tehdit algılayışı da bu yüzdendir. Doğadaki canlılar, neredeyse doğadaki her canlı birbirine düşman olduğundan böyle bir reaksiyonu otomatik olarak verir. İnsan da farklı değildir, gerçekten bilinç olarak kendini yükseltmediği sürece hayvansal faaliyetleri tarafından kontrol edilecektir.
Fakat insan bölgesini savunan hayvanla aynı zihin yapısına sahip olsa tek amacı karşısındakini yok etmek olur, karşıdakini yok edince dururdu; çünkü bölgesinde hakimiyeti tekrar sağlayıp emeline kavuşmuş olurdu. Oysa ego karşısındakini güçsüz gördüğünde ona eziyet etmekten (özellikle şehvetle doluysa) zevk alır. Başka bir varlığın güçsüzlüğünün ortaya çıkışı egoya neden tatmin verir? Böylece kendini daha ‘var’ mı hisseder? Bu nedenle mi ezilmekten / önemsiz görünmekten / sıradan olduğunu fark etmekten / başına her şeyin gelebileceğini, özel olmadığını idrak etmekten dehşet duyar? Şu hâlde kendini dünyanın en özel nesnesi, tek önemli varlığı gibi gören ego küçük bir tanrı temsilidir. Kendini eşsiz, benzersiz zannederek, daha doğrusu öyle görerek isyana mı sapar? Ego neden isyana meyillidir? Varlığını koruma dürtüsünden mi?
Ego tarafından güdülen insan ölmemek ve ölmeden önce her arzu ettiği zevki tatmak için her türlü sınırı çiğneyebilir, her türlü akla gelmez zulmü işleyebilir. Fakat kendisinin ruh olduğunun bilincine varmış olan daha ziyade haksızlığa girmekten, vicdan azabına düşmekten çekinir. Çünkü ruha düşen ateşin öyle bir ömür değil, sonsuza dek terk etmeyeceğini bilir. Dolayısıyla bazı insanlara şunu demek lazımdır: “Korkma artık. Sen dünyayı korkuyla izleyen o çocuk değilsin. Sen bir ruhsun. Olduğundan büyük görünmeye çalışmana gerek yok. Bedenin zarar görse bile sana bir şey olmayacak, bunu biliyorsun.”
“Fark ettim de egoyu şu kadarla tarif etsek yeter gibi: ‘Ben, ben, daha çok ben! Hep ben, hep ben!’”
Bravo, doğru! Ben, tam olarak bu, ben anlayışı! Bu nedenle Latincede Ego, Arapçada nefs olan bu kelimenin karşılığı Türkçede benlik; yani ben olma hâli. Hani Mevlana’ya sorarlar, aşk nedir, diye. “Ben ol da bil.” der. İşte söylediği üzere Mevlana’nın ben’i olursak, onun vücudunu, duygularını, düşüncelerini, davranış kalıplarını ve bunların altında yatan geçmişi ve tecrübelerinin tamamını da almış oluruz. O olmuş oluruz tastamam, noksansız olarak. Bu iş herkes için de aynıdır. Ben sen olursam da aynıdır, sen ben olursan da aynıdır. Dolayısıyla her benlik kendine özgüdür, diğer benlikler tarafından o olmadan kavranması neredeyse imkânsızdır. Yani bir kişinin vücudunu, beynini, zihnini devralıp onun geçmişini yaşamadan neden belli bir davranış tarzıyla hareket ettiğini tam olarak anlayamayız.
Ne var ki isteklerini elde etmek için kopardığı onca vaveylaya rağmen egonun-nefsin-benliğin tüm zevkleri kısa sürelidir ve üstelik çoğu da tek seferliktir. Bir kere elde etmek peşinde koşmakla geçen bir ömür; tatmini bunun üstüne kuruludur. Şimdi bir erkek çevirip hayalindeki en güzel kadını söylemesini istesek, sonra sınırsız dilek gerçekleştiren bir sihirli lamba ile kadını bu adamın yapsak beraberliklerinin ne kadar kısa süreceğine hepiniz şaşırırsınız. Bir kere kadının koynuna girmek, daha doğrusu tohumlarını içine saçmak başarısı onun olduğunda adamın gönlü kadından geçmeye başlar. Artık elde etmiştir onu zira. Daha çok kısa bir zaman evvel gözüne huri görünen kadın biraz birlikte zaman geçirdiklerinde gözüne cadı gibi görünmeye başlar. Sağının solunun kusuruna, eksiğine takılır gözü. Eskisi gibi davranmaz olur ona. Çünkü ‘elde etme başarısı’ onun olmuştur. Yani kadına ihtiyacı aslında egosunu tatmin etmek içindir, çokları adına penisini doyurma ihtiyacından bile önde gelir bu tuhaf arzu.
Hani bir fıkra vardır: Çok ünlü ve güzel bir modelle bizim Temel ıssız adaya düşerler. Adada yapacak bir şey yok, gerçi yapacak şey çok da insan fıtratı işte, bu ikisi de hâliyle düzenli olarak ilişkiye girmeye başlarlar. Bir gece olur, on gece olur, bir ay olur. Kadın Temel’in ondan sıkılmaya başladığını görür, yanaşmaya pek gönlü yoktur, onu geçiştirip durmaktadır. Artık Temel’de nasıl bir ışık, nasıl bir büyü veya kadında nasıl bir cinsel açlık varsa, Temel’e onu mutlu etmek için ne yapması gerektiğini sorar, adeta yalvarır bunun için. Temel başta mırın kırın eder, kadın ısrar edince ondan güzel bir sofra kurmasını ister, kendisi de kazadan kalan eşyaları araştırmaya gider. Akşama doğru elinde bir ceket ve takma bir bıyıkla teşrif eder. Kadından bunları takıp takıştırmasını ister. Kadın garipsese de arzusunu yerine getirir. Yemeğe otururlar, bardaklara alkol doldurulur. Temel ilk bardağı fondipler ve şöyle der: “Dursun aylardır kimi koynuma alıyorum, söylesem inanmazsın!”
Elbette bir Karadenizlinin bir kadınla birlikte olmayı ‘koynuna almak’ tabiriyle tarif etmeyeceği gerçeğini göz ardı ettiğinizde gayet gerçekçi bir fıkradır bu. Çünkü gerçekten de çoğu erkek için bir kadınla beraber olmak gönül arzusundan, hatta cinsel arzuların ittirmesinden bile öte işte bu ‘başarı’ meselesindendir. ‘Benim sevgilim fakültedeki en güzel kız.’ diyebilmek için. Bu yüzden aslında bu sevgililik kurumu bu çağda eski çağlardaki gibi değildir, yüksek oranda sevginin, aşkın tecellisi değil egoya hizmet kurumudur. Tabii gerçekten seven, sevgilisini art niyetten bağımsız seçen her kardeşimizi tenzih ediyoruz. Görücü usulü evlilik pazarlaması da yapmıyorum, lütfen kimse saçma sapan çıkarımlara girişmesin.
Aynı iş kadın tarafı için de geçerlidir. “Chris Hemsworth benim olsun, her gün ayağını yıkarım.” diye ağlaşan kızlara adamı getirsek en fazla birinci yılın sonunda leğendeki suyu kafasından aşağı döker, ayak havlusunu suratına fırlatır. Muhtemelen bundan çok daha önce de arkadaşlarına adamcağızın ayaklarının nasırlarından, çoraplarını sağa sola atmasından şikâyet ediyor olur. Çünkü o heves adamı elde edene kadardı ve gerekli tohumu aldı bile; artık şirretliğini içinde tutması için sebep kalmadı. Chris bunun dırdırından bunalıp hele bir boşanmaya kalksın bakalım, donuna kadar alır adamın. Şu anda tırnaklarını bilemeye başlamış feminist bacılar kızmasın, bunu yalnız bizim kadınlarımız adına söylemiyorum, aman yanlış anlaşılmasın, genel olarak kadın doğası böyledir. Gerçi bunu diyerek daha beter feminist öfkeye hedef olabilirim, sıvadım galiba.
İnsan için diğerlerinin onun hakkında ne düşündüğü, takdiri, yergisi neden bu kadar önemlidir? Neden sürekli kendimizi başkalarına kanıtlama çabasına düşeriz? Dünya muhteşem bir yer, içindeki kirlilik göz ardı edilirse, etrafımızda birbirinden harika hayvanlar, yaratıklar, bitkiler, ağaçlar var. Fakat insan bunlarla yaşamak yerine, diğerlerinin takdirini alabileceği işler peşinde koşar durur ömür boyu. ‘En büyük’, ‘en iyi’, ‘en namlı’, ‘en şöhretli’, kısaca ‘en’ olmak üzere amansız bir çaba gösterir. En büyük savaşçı, en iyi futbolcu, en şöhretli şarkıcı, en çok takipçili youtuber… Hep diğerlerini geçmek üzere kurulu kavgamız. Geçince ne oluyor? Düşün, futbolcu olmuşsun, sen geçerken herkes parmakla gösteriyor: “Bu öyle bir adam ki her vurduğunu 90’a takar.” Topa belli hızda, belli sertlikle, belli kesinlikte vurabilmek… Vay be, yeteneğe bak! Günümüz dünyası açısından çok önemli; oysa yüz yıl önce aynı yeteneğin on katına sahip olsan kafanı tokatlarlar, “Yürü madene.” derlerdi. Yani aslında gerçek bir değeri yok, insanlar bu türden işlerin ekonomik değerlerini yine kendileri belirliyor, sonra kendi belirledikleri değeri abartıp baştacı ediyor, yetmiyor, neredeyse tapınma seviyesine getiriyorlar. Doğada yalnız kalınca bir enstrümandan ne kadar iyi ses çıkarabildiğiniz önem arz etmez. Yanlış anlaşılmasın, insanın değer vermesi gereken tek şey karın doyurmak ve üremek değil elbette; yoksa hayvandan farksız olurduk. Fakat birtakım yetenekleri dolayısıyla bizimle aynı mayadan varlıkları aşırı yüceltmek saçma değil mi? Dünyanın en iyi sanatçısı olduğunda insanların göstereceği saygı egoyu şişirip insana önce hoş gelen sonra her zaman daha fazlasını aradığından zehir olan bir keyif sağlayabilir, ama bir kediyi içten şekilde on dakika sevdiğinde verdiği huzuru veremez.
“Ne acayip karşılaştırma bu? Bir insan hem dünyanın en iyi sanatçısı olmak üzere çaba gösterip hem kediyle oynayamaz mı?”
Amacına bağlı. Amacı ‘en’ olmak değilse gayet de mutlu, keyifli, huzurlu olabilir. Bir insanın ‘en’ olmak için hırsa kapılmış olması gerekir ve hırs insanın içindeki huzuru, mutluluğu elinden alır, hele de böyle bir hedefe takıntıyla bağlanmışsa artık dünyada huzur bulamaz olur. Yani amacı ‘en’ olmaksa oynar, oynar ama aynı şekilde değil. Gerçek bir canlıyla değil de bir kavramla oynuyormuş gibi oynar, onun canlı bir varlık olduğunu hissedemeden. Bir kedi düşüncesiyle oynuyormuş gibi. Veya Sims oyununda kediyle oynayan karakterini izler gibi. Kısaca düşünce dünyasında kayıp hâlde, kendinde uzakta olarak. Kelimelere dökünce kulağa saçma geldiğini biliyorum ama bir zaman düşüncelerin, hırsların, isteklerin, kederin, gamın esirliğine düşmüş olanlar yemekten aynı tadı almadıklarını, hatta çoğu zaman tat bile almadıklarını fark ederler; depresyona girmeden, deneyimlemeksizin söylediğimi anlamak imkânsızdır. Fakat neredeyse her insan, şu veya bu şekilde, bahsettiğim tuzaklardan birine bir gün zaten düşer ve huzuru da ancak oradan kurtulduğunda bulur, dolayısıyla demek istediğim herkes tarafından önünde sonunda mutlaka anlaşılacaktır.
Fakat darlıklar, zorluklar, dertler, acılar insana haddini hatırlatır. Bu yüzden hastanelere gittiğinizde fark edersiniz ki sanki oralar egoların yıkım merkezleri gibidir. Hastane odalarında hastalar veya hasta yakınları arasında birbirini hor görenlere denk gelmen çok ama çok zordur, hastalar birbirini olduğu gibi kabul eder, farklılık gözetmezler; çünkü acı çekmektedirler ve acizliklerini kavramışlardır. Dışarıda kasılarak yürüyen egolar orada cılız, korkmuş, sinmiştir. İnatçılıkları bitmiştir. Çektikleri acı nedeniyle egonun kimse ile uğraşmaya takati kalmaz, böylece hastalar da insanları başka başka değil kendileri gibi ‘hasta’ olarak görmeye başlar. Fakat bir kere acıdan ve sıkıntıdan kurtuldular mı kötü adetlerine geri döner, yine gruplaşmalara, birbirlerini farklı görmeye ve ellerine fırsat geçtikçe ezmeye başlarlar.
İnsanların birbirlerini aşağılayarak kendilerini yüceltme çabaları kimseye mi zavallıca mı gelmez? Eğitim durumu yüksek olan düşük olanı hor görüyor, o düşük eğitimli arkadaş geliri yüksekse az olanı küçümsüyor. Güzel olan çirkini aşağılıyor, çirkinlerden burnu düz olan yamuk olanla, burnu yamuk olan diş yapısı bozuk olanla alay ediyor. Neyse ki hâlâ bazı sınırlar mevcut, kimse kalkıp da tekerlekli sandalyeye mahkûm olana dokunmuyor. Acıyorlar onlara. Bu da ayrı acayip. Kendine yetebilen bir engelliye insan neden acır, hayır, saygı duyulması gerekli. O insan eksiğine rağmen vücut azaları tam fonksiyonel işleyen birçok insanın yapamadığı bir işi yapabiliyor, böyle insana nasıl saygı duymazsın? Anlamak güç.
Bazen tüm insanları şöyle bir köşeye çekip sorasım geliyor: “Sizin derdiniz nedir de birbirinize salça olup mutlu oluyorsunuz birader siz ya?” Belki bazıları “Sanane topraam?!” diye diklenirken bazıları da karşımda utançla boyun eğer ama ben cevabı biliyorum. Bunun nedeni insandaki şeytanî varlıktır. Zaten manada gördüğüm piramitle alakalı görüyü paylaştım. Şeytan insanoğlunu sevmez, insandan nefret eder. Hâliyle ona uyan insan da başkalarını ezmekten, aşağılamaktan, acılarından, üzüntülerinden, kederinden haz alır; çünkü şeytanın gıdası budur. Elbette beslenmek ona haz verdiği gibi onunla bağlanmış olana da haz verir. Şeytan bizden nefret eder ve nefretini kusmak için de eline geçirebildiği kim varsa onu kullanır. Fakat eline geçirdiğini de sevdiğini hiç zannetmem, doğasında yoktur bu, o sadece bir araçtır onun için. Onu başkasına musallat edince zevklendiği gibi başkasını da ona musallat ederek aynı hazza ulaşır. Kötülük ve zulüm olduğu sürece her şekilde besinini sağlar o.
Tabiidir ki biraz aklı olan şeytanına uymaz. İnsan ‘vücudumda yer alıyor, o da benim pir parçam’ diye kanserli hücreye besin sağlar mı? Neticede sonunda yok edeceği tüm vücut olacak, orası kesin. Ya da kemoterapi yapılıp o hastalıklı parça gitsin diye sağlıklı ve iyi hücreler de yok edilecek. Düşününce Hakk’ın gazabının belli bir bölgeye inmesine ne kadar benziyor değil mi? İyi-kötü demeden önünde ne varsa silip süpürüyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor; çünkü hastalıklı bölgenin tedavisi için yanmak zorunda. Bir yere gazap indiğinde de oranın kültürü, yaşam tarzı ve düşünme biçimleri komple yok olsun diye iyiler de kötülerin yanında gitmek zorunda.
Fakat kaybedenlerin hası egodur, o kazandığında bile kaybeder. Ne kadar kazanırsa kazansın hep açgözlülükle yeni bir hedefe yöneleceğinden elde ettiği zaferlerin keyfini asla çıkaramaz. Ve doğaldır ki insanın ayağı bir gün mutlaka taşa takılır ve o ego o güne kadar zafer kazanmış olsa bile onlara ulaştığında duyduğu tüm sevinci unutup müthiş bir azaba gömülür; geçmişinde ne kadar çok galibiyet varsa acısı da o kadar büyür. En ufak isteği gerçekleşmeyince çıldıran zengin çocukları gibi…
Bu da bize gösterir ki ego insan için bir diktatörden öte işkencecidir. Öyleyse düşmanımızı neden besleyelim? Özellikle gururun onun en dayanıklı kalesi olduğunu keşfettim. Gurura sığınan egoya kolay kolay zarar verilemez. Irksal gurur olur, dinsel gurur olur, bireysel gurur olur. Yeter ki gurur olsun.
Şu hâlde en mantıklı seçenek o bize eziyet etmeden bizim ona eziyet etmemiz, ona fırsat vermeyip sürekli onunla savaşmamızdır. Bunun yolu da elbette hayatın önem sıralamasında ruhu öne almak ve onu geliştirecek çabalar ile çalışmaları gereğince ortaya koymakla olur; başka nasıl olacak?
Yorumlar
Yorum Gönder