5) İyilik – Kötülük İkilemi Üzerine
İnsanlarda iyilik ve kötülük hakkında gayet dar bir bakış açısı hâkim. Birine yardım ettiniz mi, tamam bu iyilik, diye düşünülür. Gerçekten öyle midir? Örneğin aşırı koruyucu bir babanın çocuğunu evden çıkarmaması, her ihtiyacını sağlaması iyilik midir? Çocuğa kalsa öyle. Çocuğun aklı sınırlıdır, geleceği hesaba katmaz ancak her yetişkinliğe erişmiş kişi bilir ki babanın yaptığı kötülüktür. Hem de büyüğünden. Çocuğu yaşamdan soyutlamakta, ayakları üstünde durmasını engellemektedir. Çocuk vakti gelip yaşama entegre olmaya çalıştığında bunu anlayacaktır; fakat o arada koca bir yaşam elinden kayıp gitmiş olacaktır.
Askerlerini zorlayan disiplinli bir komutan, askerin gözünde kötüdür. Fakat savaş zamanında kurtulma ihtimali en yüksek olanlar da bu komutanın askerleri olacaktır, yani yaptığı iyiliklerin en büyüğüdür. Asker bunu algılayamaz çünkü bedenin gelişmesi aklın gelişmesi değildir. Çocuk iyiliği kötülüğü nasıl değerlendirir ise aklını geliştirmemiş, çocukluk aklının üstüne koymamış yetişkin de öyle değerlendirir, günlük, hatta anlık olarak. O an zevk alacağı bir şeyse, iyidir; onu yoran, zahmet çektiren bir şeyse kötüdür. Oysa bir işin iyi mi kötü mü olduğu ancak geniş zamana yayıldığında ortaya çıkar.
Hani kendini iyi sananlar var, onlara söylüyorum: Sadece birkaç ay bedene her istediğini verin, her yanlışta öfkelenin ve size karşı bir hata yapıldığında çok ters tepki verin. Aman dikkat edin tabii, o kuyuya bir kere yuvarlanınca çıkmak çok zordur, öneri olarak değil, her insanın neye dönüşebileceğinin farkına varalım diye söylüyorum. Birkaç ay sonra düşünceler tamamen öfkeyle şekillenmeye başlayacak; o zaman aslında içinizde ne aşağılık bir varlığın uyuyor olduğu ortaya çıkacak. Şimdi cezaevinde yatanlarla dışarıdakiler arasında sadece bir kötü olay yatıyor, hepsi bu işte. Başımıza gelecek ters bir iş bizi de aynı hâle düşürebilirdi ama Yaradan’ın merhametinden o iş başımıza gelmedi. Kim bilir kaç kere… Bunu bilmiyoruz. Sadece yaşayıp gidiyoruz işte. Yanlış anlaşılmasın, suç işleyip cezalarını çekenleri aklıyor değilim. İnsanların başına gelenler de çoğunlukla kendilerine çektikleridir, boşuna dışarıda suçlu aramaya, kurban psikolojisine girmeye gerek yok; ama bizim onlardan daha üstün falan olmadığımızı anlatmak istiyordum. Suç işleyemeyen, suç işleyenden her zaman daha temiz değildir, suç işleyen de işlemeyenden her zaman daha kirli değildir. Kim benliğine daha fazla hizmet ediyorsa, kötü olan odur, ister bunun için hapse girsin, ister girmesin. Kötülük bedenin hayvanî arzularına uymaktadır, çünkü beden hayvandır, sen onu kontrol edemezsen o seni kendi kurallarına uydurur ve kötülüğe çeker. Nedir kötülük? Doğada kuralsız bir rekabet vardır, doğada kan akıtmak vardır, doğada diğerlerini öldürüp sahip olduklarını almak vardır, tecavüz, şiddet; hepsi doğada normaldir. Kötülük dediğimiz bunlar değil mi zaten? Ruhta bunlar yoktur. Ruha uyarsan, ruhu beslersen, bu iyidir.
İşte tarihte, en çok kınadığımız adamlar da aynı durumdaydılar. Kötü olarak doğduklarından değil, bedenin isteklerine, benliğin isteklerine fazla uymaktan o hâle geldiler. Kimi güç kimi para pul kimi mal mülk kimi şan şöhret kimi kadın derdindeydi. Aslında aradıkları güvenlikti, bunları elde ederek güvende olacaklarını zannetmişlerdi. Bunu kendileri bilsin bilmesin, daha da özünde ölümden kaçmaya çalışıyorlardı. Benliğin en büyük oyunudur bu. Ölümden o kadar korkar ki bunun için kendine taştan kaleler yaparcasına korunaklar, sığınaklar bulmaya, kurmaya kalkar. Ama isterse dünyayı eline alsın, insanın ömrü sınırlı değil mi, ölüp gidecek neticede. Bunu düşünmez, daha doğrusu düşünmek istemez, bu gerçekle yüz yüze gelmek istemez. İşte o hırsların altında yatan temel sebep budur. Tüm kötülüklerin sebebi budur; benliğe uymak. Gerçi Peygamber “İçki tüm kötülüklerin anasıdır.” dedi, bu da doğrudur, alkol tüketiminin arttığı bölgelerde her türlü yozluğun da beraberinde yükseldiği açıktır. Fakat onun takipçilerinden milyonlarcasının içkinin az içildiği bölgelerden içkinin su gibi aktığı bölgelere yaşamak için canını tehlikeye atarak kaçmaya çalışıyor olması bile kötülüğün gerçek kaynağının alkolden öte benliğe uymak olduğunun yeterli delilidir. Zaten egosu tarafından yönetilen ile ruhun bedeni yönettiği iki insana alkol ayrı şekillerde tesir eder. Biri kan dökücü varlığa dönüşür, çünkü derininde o yatmaktadır, içindeki hayvanı ehlileştirememiştir gerçekte, bu ortaya çıkar; diğeri ise aynı şekilde insan olarak kalır; ondan zarar gelmez. Fakat yine de saçmalama, sağa sola kusma potansiyeli yüksektir. İçkinin iyi bir yanı yoktur.
Güvercinler kimseye zarar vermek istemeyen ponçik canlılar olduklarından mı barışın simgesidir? Hadi hiç güvercin beslemediniz, bilmiyorsunuz; biraz oturup bir güvercin sürüsünü izleyin, sivri dişleri veya pençeleri olsa birbirlerini büyük kedilerden bile kolayca öldürüp atacaklarını görürsünüz. Bunu yapamamalarının tek sebebi gerekli gereçlere sahip olmamalarıdır. Yoksa hiçbir yerde bir yardım kurumu için bağış toplayan güvercine denk gelmeniz mümkün değildir. Kan dökücü hayvanlar beyaz barış güvercinlerinden daha kötü değildir, yalnızca gerekli gereçlere sahiptirler ve bunları kullanırlar. Hayvanlık şuurundaki hiçbir varlık diğerinden iyi veya kötü değildir. O yalnızca hayvandır. Belli davranışsal kalıpları tekrar etmek zorundadır. Aynı şekilde, hayvanlık şuurunda kalmış, insanlığa ulaşamamış Âdemoğlu’na da iyilik veya kötülük yönüyle bakmak insanı yanıltır. Daha iyi davranıyor olması, daha insan olduğu anlamına gelmez, hayır, yalnızca pasif bir hayvanın suretine büründüğünü gösterir. İnsanın şu hayatta birincil emeli hayvanlığını aşmak olmalıdır. Bundan sonra da hayvan tarafla uzlaşmak gelir. Keşişler gibi dağa çekilip sabah akşam ruhsal uygulamalarla uğraşacaksak, melekler gibi yalnızca ışık olacaksak o zaman başta bu dünyaya neden geldik ki? Karanlığı tanımalı ve aşmalıyız.
“Zorla yolladılar da geldim, yoksa neden gelecektim şu rezil dünyaya?”
Cık, yollamış olamazlar. Biz ancak kendimiz istemiş, gelmiş olabiliriz. Bakın, eğer sonsuz, sınırsız güçlü bir yaratıcı mevcutsa, kimseyi hiçbir şey için zorlamış görünmesi gerekmez zaten. Çünkü dilediği her neyse doğrudan yaptırma gücüne sahiptir. Yani sana başka bir ağızdan soru sorar, sonra senin ağzından cevap verir, kabul ettirir; bu iş O’nun için zor olmasa gerek. Kuklacı görünürde kuklaları hiçbir şey için zorlama ihtiyacı duymaz, zaten elinde, oynatan kendisi iken. Zorluyor görünürse bile o da iradesi, arzusu dâhilinde, belki senaryo gereğidir. ‘İnsanları zorlayan tanrı’ figürü ancak egonun tanrı anlayışına dâhildir. Yani Zeus gibi, Thor gibi, Ra gibi bir şeydir o. İnsanın dışında, insansı bir tanrı figürü. İradesinin ve emrinin menzili sınırlı, dışında bulunan öteki bir figüre kadar, o yüzden zorlamak zorunda kalır. Her şeyin içinde var olan için böyle bir sınırın varlığını düşünmek saçma olur.
Her ne kadar insanlık, özellikle bu dönemin insanı, bir konfor alanına sahip olmak için çabalayıp dursa da dünyanın, bedenen değil ruhen bakıldığında insanın gelişimi adına var olduğu ve gelişimine yardımcı olduğu açıktır. Bu anlamda sıkıntılar, dertler, belalar ruhun gıdasıdır; insan çocukluktan yaş almayla değil, dertle, sıkıntıyla kurtulur -dikkat edin keder demedim; keder ruhu karartır, kötü kötü kokutur-. Bu savımı kendiniz de gözlemleyebilirsiniz fakat denemesi biraz masraflı olabilir. Çocuğunuzu ele alalım. Eğer ona kötülük yapmak isterseniz, yol göstermek gibi olmasın, çocukluktan başlayarak her istediğini verin. Emin olun daha büyük kötülük yapamazsınız.
Geçmişime döneceğim yine: Babam affetmeyi bilen bir adamdı, sık sık sözlü olarak birbirimize girerdik, barışma çağrışma gırla giderdi ama beni bir kere bile bu yüzden evden atmış değildi. Belli aralıklarla bir şeyler üstüne sertçe tartışır, sonra bir şekilde patlamalar yaşayan ben hep olageldiği üzere, odama çekilir yatar, sonra da kalkar bilgisayar oyunu oynardım. Yıllar böyle böyle geçti. Daha doğrusu ben yılları böyle yedim. Bu süreçte tek kârım, özellikle Championship Manager sağolsun, İngilizce öğrenmek oldu; İngilizce dünya görüşümün genişlemesinde muazzam yardımda bulundu ama maalesef onu da maddî bir getiriye çeviremedim. Ha bir de D&D araclığıyla uzun yıllardır süren iki güzel arkadaşlık kurdum, onu atlamayayım. Bunun dışında birtakım çalışmalar, sınavlara girmeler, araştırmalar yapmalar, yazılar yazmalar vaktimin geri kalanını aldı. Hiçbiri tutmayınca 30’umdan sonra iş hayatına atılmak zorunda kaldım ve o akademik hayatta gördüğümüz, liberallerin süslü püslü sözlerle, rakamlarla, tablolarla, geçmişte kalmış sahnelerle karşılaştırarak övdüğü sistemin ne kadar insan sömürüsüne dayalı olduğunu bir güzel gördüm, yaşadım. Fakat konumuz bu değil, o tartışmalar siyaset başlığı altında uzun uzun yer alacak. Hele bir de özel sektöre öyle geç yaşta girdiğimden epey zorlandım. Uzun çalışma saatleri, sürekli işçinin kendinden ödün vermek zorunda olması ve ‘bu sektör böyle’ kabullenişleri arasında çalışmaya devam ettim. Anılarımı anlatabilirim elbette; mesela günde on dört saat ancak üç kişinin halledebileceği bir işte bir hafta kadar geçirdiğimi… Nereden o sonuca ulaştığımı söyleyeyim; bildiğin denedik. İş şuydu: Yemekli üniversite öğrencisi yurdunda iki yüz öğrencinin bakıcılığı ve her türlü işlerinin halledilmesi; hem de ramazan zamanı. İki yüz adamın sahurunu hazırlamak, tabldotların temizliği, iftarda aynı işlem, arada da yurdun günlük işleri. Ben üçüncü veya dördüncü gün “Bu tek kişinin işi değil” diyerek işten çıkıyordum, gündüz bakan beni ikna edip yardıma geldi, o tek günde “Bu iki kişinin de işi değil.” dedi, ertesi gün üçüncü bir kişiyi yardıma çağırdı. Ve o bir hafta sonunda işi bıraktığımda ‘deneme süresi’ diye beş kuruş para vermediler. Allah ahlaksız adamların eline düşürmesin; fakat kapitalistlerin sözde icaret ahlaki anca artık ileriyi düşünmelerini gerektirmeyecek kadar parayı ve gücü elde ettiklerinde ortaya çıktığından, bu düzende sömürülmeme ihtimali imkânsız gibi bir şey. Daha da anlatırım da konuyu dağıtmayalım, siyaset kitabı öylece, öylesine yazılmadı, bunu önden bilin.
Ben bir yerden sonra geçmişe dair düşündükçe şu fikirlere kapılmaya başladım: Benim babam gerçekten iyi niyetliydi, affediciydi de. Ben de bu iyi niyeti sonuna kadar kullanmış, onun gelir ağacına koala gibi sarılarak, yıllarca evde biraz yatarak biraz okumalar yaparak biraz yazılar yazarak biraz bilgisayar oynayarak biraz dizi-film izleyerek vakit geçirmiştim. Baba parası ezdiğim şeklinde anlaşılmasın, babam cömertti, istesem istediğimden çok verirdi ama ben o yaşta babama avuç açmamak için zorunlu kalmadıkça ya da artık iyice bunalıp kafamı duvarlara vuracak hale gelmedikçe insanlarla buluşmaz olmuştum. Genelde kapı dışına çıktığımda etrafta amaçsız yürüyüşler yapar, evin marketini falan hallederdim. Benim de hoşuma gitmiyordu, birkaç yıldan sonra bu zoraki gönüllü tecrit öylesine ağır geliyordu ki kafamı, deyim olarak değil gerçekten, duvara, demir ranzaya vurup “çıkarın beni buradan” diye inlediğim günlere düştüm. Suç atmak gibi olmasın, ben yalnızca konuyu sorguladığımız için soracağım, sizce babam çocuklukta bana biraz ‘kötü’ davransa da beni zorla bir yerlerde çalıştırmış olsa, sonradan bu kadar zor hâllere düşer miydim? Kesinlikle hayır. Gerçi o zaman da nakit paranın tadını alıp okumayı bırakmak gibi bir seçenek karşıma çıkardı ama ben her halükarda kendine yeten biri olurdum. Tekrar ediyorum, şikâyet falan etmiyorum, sadece konuya örnek olarak dile getirdim. Soracağım şu: Babam iyi biriydi, bana da iyilik yapıyordu; fakat o iyilikler benim iyiliğime mi olmuştu?
Anlatmak istediğim anlaşıldı zannederim. Buradan ortaya çıkar ki iyilik-kötülük ekseninde düşünürken, görülebileceği üzere hep kısa vadeli niyetler üstünden çıkarımda bulunuluyor ama esas iyilik bütüne bakılarak anlaşılır. Mevlana’nın da dediği üzere akıl işin başından bakıp sonunu görmektedir. Bir dedenin torununa her gün çok sevdiği şeker ve çikolatalardan avuç avuç veriyor olması iyiliğindendir; fakat çocuğun iyiliğine değildir. Dede belki görmez ama çocuk bu iyiliğin acısını çekmeye yıllar sonra başlar, belki dişleri çürür belki onca şeker birtakım duygudurum bozukluklarına yol açar hatta belki diyabete sebep olur; çocuk da bu hastalıkları ölümüne dek çeker.
Benim anlayışımca iyilik ikiye ayrılır: Duygusal iyilik ayrıdır, akılsal iyilik ayrı. Çocuğunuza para verir, sevindirir, sevinciyle sevinirsiniz, bu duygusal iyiliktir. Fakat sürekli ve fazla fazla cep harçlığı vermenin onu bağımlı kılacağını fark eder, ya kendi parasını kazansın diye basit bir yerde, kısa süreler de olsa çalışması için onu teşvik eder veya ona birtakım işler gördürüp harçlık olarak karşılığını verirseniz, bu akılsal iyiliktir. Duygusal iyiliğin karşılığı hemen alınır, akılsal iyilik geleceğe yönelik yatırımdır.
Bu söylediklerim çocuğunuza baret taktırıp çamurlu toprakta, dikenli teller altından süründürmenin iyi olduğu anlamına mı gelir? Spartalı değilseniz hayır, zaten Spartalıysanız da baret değil miğfer kullanması gerekir. Fakat biz iyilik-kötülük ekseninde sohbet ediyoruz, konu çocuk eğitimi değil, ben de pedagog değilim zaten. Sadece hayattaki tecrübelerinden ulaştığı çıkarımları paylaşan biriyim. Amacımız iyilik nedir, kötülük nedir, öyle kabul edilegeldiği anlamlarıyla değil de gerçeğiyle anlamaya çalışmak.
Daha fazla oyalanmadan, buraya kadar anlattıklarımdan çıkanı tepside sunayım öyleyse: İyilik ancak ruhu geliştiren işlerdedir, bunlar halk nazarında, zahirî surette kötü olarak görünebilir de. Örneğin oruç tutmak. İster yemek ister konuşma orucu olsun, bedene eziyet gibi görünürse de büyük bir iyiliktir. Bedeni kontrol etmeye müthiş yardımı dokunur, zaten iyiliklerin en büyüğü de kendini kontrolü öğrenmek ve âdet hâline getirmektir. Algılayışını tamamıyla maddeye bağlamış, denizde dibe çöken yoğun kıvamlı, kirli nesnelere benzeyen şu madde planının ötesini dışlamış insanlara dediğim elbette ters gelecektir. Fakat bu âlem ile öte âlemin kuralları terstir zaten. İkna olmadıysanız, şöyle düşünün: Etrafınızdaki insan tipi hangisi olsun isterdiniz; kendini kontrol edebilen, her zaman güvenebileceğiniz insanlar mı, yoksa şehvete, öfkeye ne zaman kapılacağını kestiremeyeceğiniz yarı-deli kişilikler mi? Kendiniz de bir yarı-deli olsanız bile yine de hiç kuşkusuz ilk tip insanı tercih edersiniz. Kimse eşine sarkabilecek bir adamı evine sokmaz. Öfkenin her an aklını perdeleyebileceği, ilk yanlış sözde bıçak çekip saldırabilecek adama yaklaşmazsınız. Düşen bir uçakta kurtulan yolcu olsanız, hayranı olduğunuz fakat üç günlük açlıkla nevri dönünce sizi öldürüp etinizle karnını doyurmaya çalışacak şöhreti değil, zaten normal hayatında da kendini haftalarca aç bırakan, söz konusu kendi canı olduğunda bile Yaradan’ın çizdiği sınırları aşmayacak derviş meşrepli insanlar yanında olsun istersiniz. Tabii az biraz aklınız varsa veya Hababam Sınıfı’ndaki Şaban gibi etinizden çok iyi külbastı çıkacağına inanmıyorsanız.
Yukarıdaki savların her biri kendini kontrolün esas iyilik olduğuna kanıttır. Fakat ne hikmetse herkes etrafındakiler kendini kontrol edebilsin isterken, bu kişinin kendisi olmasını asla istemez –veya istese bile uygulamaya geçmez veya geçse bile uzun süre sürdürmez. Şu son yazdığım Bilbo’nun yaş gününde davetlilere attığı nutukta geçen o anlaşılması zor cümleyi andırır gibi oldu biraz ama kasıtlı bir iş değildi.
“Aslında kötü, hatta eziyet gibi görünen bazı işler gerçek iyilik madem, demek ki kırıcı, aşağılayıcı, hakaretamiz sözleriyle, kaba, ezici tavırlarıyla üzen adamlar, hatta sırtımıza sırtımıza kırbaç indirenler bize iyilik yapıyorlar.”
Hayır, yahu; bu insanlar bize gerçekten kötülük ediyor, fakat yaptıklarına eğer doğru şekilde sabredilirse uzun vadede insanı kötü sözlere, tavırlara, hatta acıya bile daha dayanıklı kılar, diye bunu iyiliğe ulaşmak adına aşılması gereken bir yol olarak görebiliriz, aradaki farkı ayırt edebiliyor olmanız lazım. Yani durduk yere gidip kendinize sövdürmeyin, kendinizi aşağılatmayın ya da kırbaçlatmayın ama kötü sözler eden bir adama öfkeye kapılıp geri yansıtmazsan kendin üzerinde kontrol sağlamış ve ego karşısında zafer elde etmiş olursun. Gerçi kırbaç konusu biraz özele giriyor, ne amaçla vurdurduğunuza bağlı, kimsenin özel hayatına o kadar müdahil olmak istemem doğrusu.
Demek iyiliği ve kötülüğü ayırt etmede bir kriterimiz daha var: Niyet. Hastasını iyi edeceğini düşündüğü bir ameliyatı üstlenen doktor, daha başta teşhisi yanlış koyarak hata yaptı ise bu onu kötü yapmaz, apandisiti kötülüğünden almış olmaz. Gelgelelim ameliyatı para almak için yapıyorsa ve teşhisi koyarken seçici filtresi ‘ameliyatlık iş olsun da şu yeni aldığım arabanın taksiti çıksın’ ise, kötü olduğu açıktır. Buradan yine anlaşılır ki, kötülük kendi çıkarını, menfaatini, kendi benliğini öne koyup ona göre davranmaktadır. Neticede engelli çocuklar üstünde deneyler yapan Nazi bilimadamları onlara kötülük olsun acı çeksinler de bizler de eğlenelim diye yapmıyorlardı bu işleri. İnsan vücudu üzerinde yeni şeyler öğrenerek ‘kendilerini’ düşmanlarından üstün hâle getirmek amacındaydılar.
Bakın, dikkatinizi çekiyorum, ‘kendileri’ dedim, ben yerine biz koydum. Hani tüm kötülüğün kaynağı ‘benlik’ idi? Şimdi buradan çıkardığımız, bireysel egonun yanında bir de kitlesel egonun bulunduğudur. Kişi kendini dâhil olduğu grubun çıkarları için feda edebilir, dâhil olduğu grubu yükseltmek için her türlü rezilliğe imza atabilir, en büyük delilikleri yapabilir. Bireysel egosunu, kitlesel ego için feda etmesi iyilik değildir, aksine kötülüklerin en büyükleri hep bu yolla ortaya çıkmıştır. Yoksa savaşların hiçbiri bireysel egoyla yürütülemez, öyle olsa krallar, generalleri komutanlar hep teke tek çatışır, savaş biter, kazanan diğerlerinin sahip olduklarını alır, geri kalan insan nüfusu hayatlarına güzel güzel devam ederdi. Hayır, savaşların yürümesi için kendi egosunu kitlesel egoya feda edecek olan kalabalıklar gerekir. Ve ne yazık ki güçlü, zengin ve kötü niyetli kimseler tarih boyunca bu türden toplulukların eksikliğini hiç çekmedi.
Sınırlar netleşiyor gibi. Demek ki kötülük diye tanımladığımız eylem benliğe, egoya, nefse (hangi kelimeyi seçeceğiniz sizin kararınız) bağlı olarak hareket etmekte yatar, bu bireysel olduğu kadar kitlesel de olabilir. Sonuçta kaplan gibi bireysel avlanan hayvan da var, kurtlar gibi sürü hâlinde avlanan hayvan da. Bir karınca kendini koloni için feda etti diye karıncalıktan çıkar mı? Esas olan iş hayvanlığı aşmaktır. Hayvanlar gibi yalnızca kendi benliğin veya sürün için yaşamak kötülüktür, hem kendiniz hem çevreniz adına.
Öyleyse hayvanlar kötü müdür? Değildir. Hayvan doğadaki gerekli dengenin devamı için, olması gerektiği gibidir, ne fazla ne eksik. Canlı türleri arasından nadiren keyfî yere öldüreni çıkar. Diğerlerinin vahşiliği, kan dökücülüğü ya karnını doyurmak ya alanını ya sürüsünü ya da sürüdeki konumunu korumak içindir. İnsanda bu durum makamını, unvanını, parasını, malını, mülkünü, düzenli gelirini korumak olarak tezahür eder. Hayvanla benzer şekilde yaşayan insanın da gördüğünüz üzere sebepleri neredeyse aynıdır; ancak hayvanın aksine bu durumdaki insan kötüdür, çünkü insan bunları yapmama seçeneğine sahiptir. İnsan başkasının kanını dökmek zorunda değildir, ancak kendi benliğini öne koyarsa öldürür, entrika çevirmek zorunda değildir, ancak arzularına uyarsa yapar.
“Kimileri dünyada kötülük yoktur, mademki Tanrı iyidir, başımıza ne gelirse iyidir, diyor. Senin dediğin de buna yakın bir şey mi?”
Hayır, ben öyle söylemiyorum. İyilik de vardır, kötülük de vardır; yalnız bize öğrettikleri, yaygın anlaşılan şekilde değil, diyorum. İyilik ve kötülük öyle yüzeysel yargılayışlar yoluyla değil de dünyanın dershane olarak görüldüğü bir inanışla gerçekten anlaşılabilir ancak. Yani şu konu üstünde anlaşma sağlamamız şart: Dünya bir dershane, iyilik ve kötülüğün -hayır ve şer de diyebilirsiniz- ayırt edilmesi de derslerden biri. Dolayısıyla siyah ile beyaz öyle ayrı ayrı köşelerde değil de iç içe, tonlar hâlinde yer alıyor. Öyle de olması lazım ki biz bunları aklımızı ve yüreğimizi kullanarak ayırt edebildiğimiz kadar edelim, bu süreç zarfında almamız gereken dersleri alalım. Fakat insanlar iyilik ile kötülüğe çok dar, kısıtlı bir çerçeveden bakıyor, bu yüzden de çoğunlukla yanılıyor, doğru davranamıyor.
Daha devam edeceğiz ama buraya dek vardığımız sonucu derleyip toparlayalım bakalım: ‘Kötü’ sayılmak için yolda kendi hâlinde yürüyen yaşlı teyzeleri tokatlamak ve paralele evrende Gotham’ı yok etmeye çalışmak gerekmiyor. Benliğinin her türlü çıkarına, diğerlerinin varlığını hiçe sayarak her tür fiil ve eylemde bulunmak, kötülük olarak adlandırılabilir. Örneğin mesleği gereği yalan söyleyip insanlara bir şeyler satan, yani insanları kandırarak yaşamını kazanan biri nasıl ‘iyi’ sayılabilir? Ona sorsanız, kanunda suç olan bir iş yapmadığından kendini iyi biri olarak addeder muhtemelen ama insanların güvenlerini sarsarak onları kötülüğe iten çarkın bir parçası olarak nasıl iyi olabilir? “Bozuk düzende düzgün çark olmaz.” der Pir Sultan Abdal. Kendi işini, kendi yoluyla halleden bu insanı kötü saymazsak Nazi erlerini nasıl kötü sayacağız? Onlar da emir üzere hareket ediyordu. Onlar da hayatlarını kazanmak için yaptıklarını yapmak zorundalardı. Biz şanslılardanız; kötülüğümüzü ortaya serecek bir Hitler gelmedi başımıza.
Mademki kötülük benliğe bağlıdır, bu demektir ki benliği güçlendiren her şey de kötülüğe hizmet eder, yani kötüdür. Benliği güçlendiren ne varsa: Nefret, kin, intikam hırsı kötüdür, Kendini diğerlerinden üstün görmek veya iyi saymak, yani kendini diğerleriyle karşılaştırıp temize çıkarmak kötüdür. Diğerlerini kendi menfaati doğrultusunda kullanmak kötüdür. Mal-mülk-para stoklamak kötüdür. Çiftleşmek üzere hayat sürmek kötüdür. Benliği tatminle ömür tüketmek kötüdür. Dolayısıyla halkın çoğunluğu kötülükle iştigal etmektedir zaten.
Yanlış anlaşılma olmasın, kendini öne almak, hayatı istediğin yönde yaşamak değil kötü olan. Hayat bize verilen bir hediye, saçmalığın daniskası bunu başkalarının aklına göre yaşamaya çalışarak heba etmek. İnsan elbette mutlu olacağı şeyleri yapacak, yapmalı; bu birilerini rahatsız edebilir de. “Açık saçık geziyorlar, başımıza taş yağacak”çılar hâlâ haksızlar dolayısıyla. Zaten neden Yaradan taşı açık saçık gezenlere değil de evinde, kendi hâlinde oturan, namazında niyazında yaşlı teyzelere, cami ve cami bahçesi müdavimi yaşlı amcalara yağdırsın o da ayrı merak konusu. Herhalde onlar da taş gibi kızcağızlara baktıkça “Tanrı bunlara kıyamaz, taş maş atmaz, döner dolaşır yine bize atar.” diye düşünüyor da bu yüzden endişeleniyor olmalılar. Düşününce, haklı olabilirler de.
Eh, kötülük böyleyse iyilik de bunun zıddı demektir. Yani benliği, egoyu, zayıflatan ne varsa o iyidir. İyi demek ruhtan olan, ruhta olan demektir. Çünkü insanın kendisi ruh, ruha ait, ruha gıda vermek nasıl iyi olmayacak? Ruhun gıdaları da neşedir, mutluluktur, huzurdur; akla gelen tüm pozitif hissiyatlar ruha aittir. Zaten bir kere tatmış olan insan bunların hepsinin ruhtan, ruha ait, kısaca ‘iyi’ olduğunu bilir, üzerine konuşmaya bile gerek yok. Ve üstelik saçar da. İnsan mutlu, huzurlu, neşeli olduğunda hayatı da diğerleri için o derece kolay kılar. Severseniz, sevilirseniz ortada bir karanlık, negativite kalmaz. Dolayısıyla da ‘iyilik’ ancak insanın mutluluğuna, huzuruna, neşesine ulaşmasına hizmet eden fiil ve eylemlerdedir. Kişi neyi seviyorsa o anlayacağınız. Herkes için ayrı olabilir.
“Öyleyse toplumla uyumlu olmakta iyilik yok? Veya var mı?”
Toplumuna göre değişir. Peygamberlerin hiçbiri toplumlarıyla uyumlu değildi. Çoğu putperestti, peygamberlere de eziyet ettiler, o nedenle; diyecek olsan, örneğin putperestler İsa’ya içinden çıktığı Yahudi toplumu kadar beter davranmadı. İsa onlarla dindar oldukları hâlde aykırı düştü, zaten onca eziyeti de o yüzden çektirdiler, dinden uzak olduklarından falan değil. Demek ki ‘peygamberler tek tanrıya tapan toplumlarla uyum içinde olurdu’ diye bir iddiada bulunamayız; üstelik ‘dindarlık eşittir iyilik’ formülü de bu duruma bakınca geçersiz kalıyor. Ancak bu formülün geçersiz kalması aksi iddiaları geçerli de kılmıyor, diğer peygamberlerin bazıları da inançsız topluluklar elinde zulümler görmüştü. Yani anlıyoruz ki iyilik, geneli egoya uyan, benliğin kontrolü altındaki topluluklarla, o toplum hangi dine, hangi örfe tâbi olursa olsun, uyumsuz olmaktır. Yok, toplumun geneli en azından ruha meylediyorsa o zaman da o toplumla uyumsuz olmak kötülüktür.
Gel gör ki ruha meyleden bir topluluğa kolay kolay denk gelme imkânı pek bulunmaz. İnsan yaradılış gereği ruhtur ve beden gibi zıt bir varlıkla dünyada yaşamını sürdürür. Bu ikisi birbirlerine zıt yaradılışta olduklarından bir arada bulundukları süre boyunca sorun çıkar. İnsan bu dünyada ruh ve beden birlikte olduğuna göre insan olan bu iki zıddı uzlaştırmayı başarmış olandır. Ve böyle bir araya gelen iki zıt kutbu hakkıyla barıştırabilenler de anca bir çıkar, iki çıkar, üç çıkmaz; nerede kaldı ki topluluk oluşturacaklar. Toplum dediğimiz de insanların bir araya gelmesiyle oluştuğuna göre, toplumlarda ruh ehli genele yayılma imkânı bulamaz. Fakat toplum elbette tek parça olmadığından ruh ve benlik kontrolündeki insanlar bir oran üzeredir. Ruha meyleden insan oranı arttıkça o toplumda iyilik ve iyi işler artar. Çünkü oradaki insanlar kendi varlıklarına tapmadıklarından diğer insan ve canlıların da haklarını gözetir olurlar. Benliklerinin kontrolündeki insan sayısı arttıkça kötülük ve kötü işler artar. Orada insanlar sınır tanımadan kendi menfaatlerine çalıştıklarından yozluk, yozlaşmışlık yayılır. Düzgün kanunlar koyup uygulamadıklarından suç oranları düşük kalsa bile temelde kötülük alır başını gider. Bu insanlar kendi menfaatleri için kötülüğe saparlar ama başkalarına ettikleri kötülük sonra dönüp dolaşıp kendilerini vurduğundan aslında kendi aleyhlerine hareket etmiş olurlar; böyle de bir oksimoron vardır.
“Ha, şu karma dediklerinden bahsediyorsun? Milleti kandırmak için söylüyorlar onları hep, adalet arayanlar teselli bulsun diye.”
Bunun için karmaya inanmaya gerek yok, zaten karma kelimesi açıklama olarak Mevlana’nın “Cihan bir dağdır, biz ona nasıl seslenirsek öyle yankı yapar.” dediğinden daha farklı bir kavram, şu son yarım yüzyılda şimdiki kullanıldığı anlamı alıyor. Fakat uzakdoğu kökenli o inanışın adı ister karma olsun ister zurna, teknik detaylara fazla girmeden söylemek isterim ki vallahi insanları, hayatı izleyip, bakalım sonu nasıl olacak, diye bazı bilgileri aklının bir köşesine yazınca yirmi-otuz yıl geçse bile mutlaka cezasının bir şekilde dönüp dolaşıp kişiyi bulduğunu görüyorsun. Yalnızca sabırlı olmayı bilmek gerekiyor. Bunu hayatta birçok kereler gördüm. O zaman anlıyorsun ki insan kötülüğü başta kendine ediyor, sonra bir de dönüp bunun cezasını çekiyor. Akıl kârı bir iş değil küçücük dünya menfaatleri için hakikatte hoş kabul edilmeyecek yollara sapmak.
“Sayısız kötülükler yapan onca diktatör, taht sahibi vardı, çoğu da günahlarının bedelini ödemeden ölüp gittiler. Bunlar hep hikâye.”
Doğru. Ve bu işin kendileri için çok daha kötü olduğunu size garanti ederim, öldüklerinde o günahların hepsini dünyadayken ödemiş olmayı dileyecekler. Fakat ben ne anlatırsam anlatayım, hakikatten haber de getirsem yaradılışın yalnızca şu daracık, küçücük dünyayla sınırlı olduğuna iman etmiş birine laf anlatmanın hiçbir yolu yok. Aslında burada hakikatten verecek bilgilerim ve haberlerim var ama böyle düşünen kimseleri inandıramam ki boşa dökeyim. “Sonuçta adaleti ötelere bırakıp kolaycılığa kaçıyorsun.” der, çıkar işin içinden. Sanki adalet başka nerede sağlanabilecekse. Burada da adalet var, yok değil; ama esas adalet burada değil, orada. Ha, hesabını gerçekten merak eden varsa ruha yönelebilir, yapılan işlerin iyi ve kötü olarak farklı renklerde kayda alındığı, yolda süt verilen kedinin teşekkürünü de amacı dışında veya hor kullanılan organın şikâyetini de içeren o hesap defterini bugün bile görebilir ve belki bu sayede kendine çekidüzen verir. Hesap ticaret defteri gibi her gün tutuluyor, yarın önümüze getirecekleri defter başka bir yerde, mekânda veya başkalarının ellerinde değil, bunu bilin.
Hadi öte dünya hesabını da boş verelim, bu dünya üzerinden inceleyelim, yine benzer bir sonuca çıkacağımızı göreceksiniz. Diyelim toplumumuzda bir lokantacı var, gıda teröristi, ama bu yolla da hızla zenginleşti. Bunu çevreden bir taksici fark ediyor ve bu adam artık lokantacı ile yakınlarını uzun yollardan götürecek, çünkü artık dolandırıcıyı dolandırıldığını düşünecek; yani kendisini sınırlayan ahlaki sebep lokantacıya karşı yok olacak. Fakat kolay paranın tadı farklı olacak ki bir alışanın dürüst yollara geri döndüğünü geri döndüğünü görmek mümkün değil, dolayısıyla taksicimiz de zaman geçtikçe kendi içinde kendini aklayacak birtakım bahaneler bulacak ve başkalarını da uzun yollardan götürmeye başlayacak. Taksicinin dolandırdığı esnaf mallarını daha yüksek fiyattan satacak, esnaftan daha pahalıya alan tesisatçı da yine aynı yola saparak müşterisine ekstra ekstra söyleyip fazla para koparacak. İşte bu böyle yayıla yayıla tüm toplumu saracak, zehirleyecek. Eğer ortalıkta dürüst biri kalırsa yük onun sırtına binecek, toplum onun sırtına bindiği için bir noktada o da ya kaçacak ya da onlar gibi delirecek. Namuslu filmini ve o sondaki “Namusluymuş namussuz” repliğini hatırlayın, aslında çok realist bir filmdir, içinde yaşadığımız topluma ve hayata muazzam bir eleştiridir. En sonunda dürüst bir kişi bile kalmadığında herkes arzu ettiği ve uğruna doğru yoldan saptığı üzere daha fazla kazanacak, ancak aynı zamanda daha fazla da ödeyecek; çünkü herkes birbirini kazıklıyor olacak. Yani dolaşımdaki para artacak ama alım güçleri aşağı yukarı aynı kalacak, üstelik artık herkes ‘namussuz’ olduğundan kimse birbirine güvenmiyor olacak, bir gram huzurları kalmayacak. Kendileri edip kendileri bulacaklar.
Elbette örnek vermek için fazlasıyla basite indirgeyerek anlattım, bu tip durumlarda fırıncı çok zengin olup yurtdışına yerleşerek o parayı çatır çatır yiyebilir de; ancak siz genel mantığı kavradınız diye düşünüyorum. Birkaç kişi kesesini doldurup bu âlemi zengince ama onur niteliğinden yoksun terk eder, geride kalanlar içinse durum aynen bu şekilde olur. Şurası kesin; kimse kimseye güvenemeyecek ve yaşadıkları yerde huzur muzur kalmayacak. Elbette bu yoz toplumun çöküşü de pek uzak olmaz o zaman. Bahane olarak dışsal sebepler ortaya çıkabilir fakat onlar tam da söylediğim üzere ‘bahane’ olacak, gerçek sebepse toplumun genelinin kötülüğü olacak. İnanılsın inanılmasın kâinatın işleyişi bu yönde: İşler önce hakikat âleminde gerçekleşir veya gerçekleştirilir, sonra dünyada ortaya çıkar. Bu hakikatten bir haber.
Tekrar etmek istiyorum, hakikatten haber bu, önemli: İşler ve oluşlar önce hakikat âleminde gerçekleşir veya gerçekleştirilir, sonra dünyada bir vesileyle, bir bahaneyle surete bürünür. O verilen karar belki kötü bir adamın eliyle gerçekleşir belki iyi bir adamın elleriyle; belki insanın kendinin elleriyle gerçekleşir belki de kimsenin elleri olmadan; ama bir şekilde mutlaka başa gelir.
Hah, tam yeri, bu hakikati açacak bir bilgi daha aktarmak isterim: Tanışıklığımızın epey uzun zamandır devam ettiği bir arkadaşıma neredeyse bir yıl olmuş ulaşamıyordum, aklıma da takılıyordu ara ara. Sağ olsun ruhta bana öğretmenlik eden bir ruhsal rehber beni gezdirirken onu bana gösterdi. Elbette madde bedeninde değil de ruhtaki durumuyla görüyorsun orada. O âlemdeki vücudunda derisi pul pul olmuş dökülüyordu, tıpkı cüzzamlılar gibiydi. Müthiş şaşırarak “Buna ne olmuş böyle?” diye neredeyse bir nida koyurmuştum. Zina yaptığı, yedi yıl boyunca o hâlde kalacağı söylendi bana. Dünyada da birkaç ay sonra görüşme fırsatı bulduk, ikişer bira içip sohbet ediyorduk, bana o görüşmediğimiz dönemde bir kadınla birlikte yaşadığını, kadının ara ara gelip ara ara gittiğini, ama geldiği gecelerde nasıl zevke düştüklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Bu durumun onu, yani gerçek onu, ne hâle getirdiğinden habersizdi. Eğer bilseydi, kendini görmüş olsaydı öyle bir işten uzak durmakla yetinmez, meyledebileceği her türlü ortamdan koşarak kaçardı. Elbette bir zaman rahatlığı devam etti, cezalar öyle suç işlendiği anda gelmez. Fakat sonradan ardı ardına belalar üstüne yağmaya başladı. En zorunu söylesem yeterli gelir: Bel fıtığı ameliyatından enfeksiyon kaptı, yalnız yaşadığı evinde neredeyse üç ay yatalak kaldı. O zor dönemleri atlattıktan sonra, iki üç yıl falan geçmişti aradan, tekrar görüşme fırsatı bulduk; bu sefer bana zinayı tümden bıraktığını, nihayet huzur bulduğunu, evine bereket geldiğini, tam olarak bu kelimelerle anlatarak şükrediyordu.
Şu haberi verdim ya, pek çok modern arkadaşın beni geri kafalılıkla yaftalayıp okumayı keseceğine adım gibi eminim. Fakat ne yapayım, gördüğüm, kesin olarak bildiğim bir bilgiyi alaylara, suçlamalara hedef olurum diye korkarak gizlese miydim? Yapamam, karakterimde yok.
İşte iyiliği ve kötülüğü belirlemekte göz önüne almamız gereken kıstas tam olarak budur: Kötülük, kâinattaki gerçek, enerjisel, ruhani, nasıl çağırırsanız artık, işleyiş sistemine aykırı her tür fiil ve eylemi tanımlamak için kullanılması gereken bir sözcüktür. İyilik ise kâinatın işleyiş sistemine uyumlu her tür hâl ve harekettir; çünkü sonunda esas bizin, ruhun iyiliğinedir.
Toplumun ahlak diyerek koyduğu kurallar bir hayaldir, bir oyundur, üretilmiş şeylerdir, hakikatle o kadar da alakalı değildirler. Esas olan Kutsal Yasa’dır. Cezasını kabullendiğiniz ve katlanabildiğiniz sürece her şeyi yapabilirsiniz; fakat Peygamber’in de söylediği üzere: “Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah işleyin.” Müslümanlar öteleyici bir dinsel anlayışa sahip olduklarından Peygamber’in sözünü anlamadılar. Günah işlendiği anda ateş ruhta belirir, yani işle sonucu arasında zaman farkı yoktur. Osho buna çok güzel bir örnek verir, “Kim elini ateşe uzatır da yanışı öte dünyada olacak diye bekler?” diye sorar. Doğru, elinizi ateşe uzattığınız anda yanar, fakat bu yanış hakikat âleminde olur, madde âleminde işlerin surete bürünmesi zaman aldığından o belalar başa bir müddet sonra gelir. Muhtemelen o gecikmenin altta yatan esas sebebi de şudur: “Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı kalmazdı.” (Nahl / 61) Hatta belki ceza aynı yaşam içinde gelmeyebilir de, fakat bir sonraki yaşamda mutlaka bedeli ödetilir, Yaradan bir nedenden aksini dilemediği sürece cezadan kaçış olmaz. Neticede Hakk katı Türkiye gibi değil, vazifeliler yakaladıklarından borçlarının hepsini, hatta diğerlerinin borçlarını da tahsil etsin de yakalayamadıklarının borçlarını affa sokarak adaleti yerle bir etsin.
Gerçeği açık şekilde bir kere daha dile getireyim: Dileyen dilediği kişiyle ilişkiye girmekte elbette özgür, bence de özgür olmalı. Fakat şurası kesin, isteyen kabul etsin isteyen etmesin: Cezası kesilecek, bedeli mutlak surette ödetilecek. Çünkü hangi eylemlerin ceza, hangisinin ödül getirdiği bizim paşa gönlümüze bırakılmamıştır. Kâinatta geçerli kurallar ezelden belirlenmiştir ve Kutsal Yasa adı altında sabittir. Kutsal Yasa’ya göre de zina yasaktır, beğenelim veya beğenmeyelim, geri kafalıca bulalım veya bulmayalım; hakikat budur.
“Yani arkadaşının başına gelenler hep evlenmeden ilişkiye girdi diye geldi, öyle mi? Pek inanılır gelmedi bana?”
Bu sefer ben soru soracağım o zaman, fakat klasik pozitivist algılayışın öğretisine ters, modern insanı rahatsız kılacak bir soru olacak bu; gerçi bu bölümde modern kesime biraz fazlaca ters düştük ya hayırlısı: Hayatınıza bakın, diye başlayacaktım ama insanın kendini yargılamaktaki isteksizliği yüzünden vazgeçtim. Çevrenizdekilere, yakınlarınıza biraz bakın bakalım. Onların başlarına gelen ‘kötü’ dediğimiz türdeki işlerin başlarına gelmesinin arkasında yatan bir sebep yok mu? Hani o altta yatan sebebi egonun gölgelemesinden dolayı kendinde fark etmek zor olabilir de başkalarında tespit etmek daha kolaydır. Yoksa başımıza her şey öyle rastgele mi geliyor? Mesela yolda yürürken kafaya saksı düşse, nedeni üstünde düşünmeyeceğiz, saksı gelip bizi buldu, deyip geçeceğiz öyle mi? Oysaki aynı yolda belki bin defa yürüdüğümüz hâlde, bir adım önde veya bir adım arkada veya bir adım sağda veya bir adım solda olsak, o noktadan beş saniye erken veya beş saniye sonra geçiyor olsak o saksı bizi bulmayacağı hâlde tam yerinde, tam anında saksı gelip bizi buluyor. Ya da şöyle mi demeli, saksı zaten düşecek de biz mi gidip saksıyı buluyoruz acaba? Hani olayın gerçekleşebilmesi için o kadar fazla değişken var ki. Hepsinin o tek olayda bir araya geliyor olması biraz tuhaf değil mi?
“Olasılıklar üstüne çok kafa yoruyorsun. Tesadüf işte. Dünya değil mi zaten, her şey tesadüf. Saksı dediğin kuş misali, oradan oraya uçuşup duruyor.”
Öyleyse, saksıların göç yollarının altından çok geçmemek gerek. Fakat işin açığı insan eğer dünya için koşturmayı en azından her gün kısacık bir süre terk eder de oturur kendi hayatı üstüne, gördükleri-yaşadıkları, geçmişte yaptıkları-yapmadıkları üstüne biraz tefekkür ederse her zaman olmasa bile genelde başına gelen kötü bir olayın kendi eliyle yaptığı bir şeyin karşılığı olduğunu mutlaka fark ediyor. Biraz tefekkür etmeyi bilen insan dünyanın öyle yesin-içsin-eğlensin, mal-mülk biriktirsin, başkalarıyla tuhaf yarışlara girsin diye var olmadığını fark eder. Dünyada yaşadıklarını gözlemlemeyi az buçuk öğrenince başa öyle sebepsiz, nedensiz, tesadüfî iş gelmediğini anlar. İşte bunlara hikmet diyoruz, geri kalanaysa çocukluk. Ancak çocuklar kendi kurdukları komik oyuna aşırı anlamlar yükler.
“Sebepsiz yere insanlara zarar veren nice adam çıktı, onca seri katil falan var. Kurbanları hep geçmişte yaptıkları yüzünden karşılaştı bunlarla, öyle mi? Yani hak ettiler mi kaderlerini? Ölümden bahsediyoruz!”
Birincisi, cinsiyetçilik yapmayalım, niye adam, kadınlar da seri katil olabilir. Kadınlar istedikleri her şey olabilir, lütfen zihinlerde yer etmiş eril sınırlamaları aşalım. Gerçi şurada iyi kötü Meriçlik yapalım derken böyle diyerek feministleri acayip kızdırabilirim de, vallahi bilemedim.
Bak kardeşim, dediğin doğru. Zevk için işkence edenler, öldürenler yok değil mi, var; nice insan çıktı ve hâlâ var. Fakat bunların birçoğu çarpık psikolojilerinin tatmini adına, o psikolojinin itkisiyle bu türden eylemler gerçekleştiriyor. Böylelerinin geçmişinde genelde büyük travmalar yatar. Sağlıklı değillerdir yani, psikolojik ve ruhsal açıdan, hasta bu insanlar. Onda bir anlaşalım.
“Yaptıkları temelsiz değil diye onlara kötü demeyecek miyiz yani?”
Gayet de diyeceğiz. Yaptıkları sebepsiz midir; hayır, altta, derinlerde yatan sebepleri vardır. Yaptıkları kötülük müdür, açık şekilde evet. Zaten kötülükler sebepsiz yere falan yapılmaz, ‘süper kahraman-villain çatışması’ gibi çocuksu bir mantıkla algılamayın şu dünyayı. Kötülüklerin altında hep bir sebep yatar. İblis kötülüğü sebepsiz mi yayıyor? Almak istediği bir intikam var, hem de ne büyük arzu ve istekle, hayal edemezsiniz, üstelik Âdem’i tercih edip onun üstüne geçiren yaratıcısına kanıtlamaya çalıştığı bir iddiası var; insanın buna değmeyeceği. Kötülüğün babası bile kötülüğü sebepsiz yaymıyor ki.
Fakat eğer söylediklerimi ‘kurbanları hak etmiş demek ki’ çizgisinde algılamışsan, dediklerim çok da anlaşılmamış demektir. Kurbanları arasında eliyle yaptıklarının sonuçlarını çeken de olabilir, haksızca canına kıyılan da. Esas anlaşılması gereken nokta ise şu: Dünya bir dershane, yaşam da ders başlangıcıyla son zil arasındaki süre. Bu süre bitince, ayrılmamız için bir bahane mutlaka ortaya çıkmak zorunda. Bu bahane trafik kazası olur, hastalık olur, boğulma veya yanma olur, kafana saksı düşmesi olur, eh, seri katil de olur. Ne fark eder ki?
“Yani yukarıda söylediğinin aksine her saksı sebepli düşmüyor mu kafaya?”
Bizi dünyadan ayırmak için sebep oluyor ya, o sebep olarak yetmez mi? Bu durumda sebep olduğundan düşmüyor, sebep olmak için düşüyor. Bu da var. O saksının düşmesinde arkada yatan bir sebep yok ama, gerçekleşecek bir iş için sebep gerek, o da saksı oluveriyor işte.
“Madem başa gelen her şey hep sebepler yüzünden, o zaman başımıza gelen hiçbir şeyi kötülük olarak adlandıramayız. Kötülük yok o zaman? Ceza sistemi var yalnızca?”
İnsanın başına gelen her şeyin bir sebebi vardır diyorum; sebebin olması, kötülüğün olmadığı anlamına gelmez. Ceza olabilir, evet, örneğin o kötülük başına belki de geçmişte yapılan bir kötülüğün karşılığı olarak gelmiştir. Olabilir, fakat yalnızca böyle algılanmaması gerekir. Belalar insanın başına çeşitli sebepler yüzünden, çeşitli sebepler için ve çeşitli sebeplere bağlı olarak gelebilir. En önemlisi, bu dünyanın dershane olduğunu unutmamak. Kişinin öğrenmesi gereken ders vardır, o nedenle başına kötülük gelebilir. Neticede dünyanın var olma sebebi bu, gerekli dersleri öğrenmemiz lazım, bunun için kurulmuş. Başımıza gelenler ya öğrenmemiz gerekenleri bize sağlar ya da öğrenmemiz gerekenlerin tedarikçisi konumundadır, yani bir şeylere yol açarak öğrenmemiz gerekenlerin bize gelmesini, açığa çıkmasını, gerçekleşmesini sağlar. Haksızcadır, fakat bizim bir ders öğrenmemiz adına belki de o haksızlığa uğramamız gerekiyordur. Üstelik dersler bu yaşama bağlı olmak zorunda da değil, geçmiş yaşamdan kalan borçlar yüzünden ceza olarak ve hatta madde âlemde henüz gerçekleşmemiş geleceğe engel olsun diye de gelebilir. Anlayacağınız başa her gelenin bir nedeni vardır ama o nedeni bulmak, bilmek hiç de kolay değildir Hatta bazen mümkün de değildir. Çünkü o kadar geniş bir zaman aralığı ve o kadar fazla sebep ihtimali mevcut ki ayırt et ayırt edebilirsen.
Geçmiş yaşamda veya yaşamlarda işlediğimiz işlerin bedeli olarak elbette hepimiz birtakım borçlar taşırız. Evet, bu dünya tekâmül süreci için var, insan olarak da muhtemelen birden çok kereler bulunduk burada. Ancak diğer konularda yapabileceğim üzere bu gerçeği mantık üstünden yürüyerek kanıtlamanın imkânı yok. Çünkü bu dünyayı aşan bir gerçek bu. Geçmiş hayatlarını bilmek isteyen varsa yolu şu: Ruhsal uygulamara, ruha ağırlık verecek, kayıtlar var, onları soracak veya bulacak ve geçmiş hayatlarında yaptıklarını satır satır okuyacak. Mesela hayatının başından beri taşıdığı belirli bir korku neden var, geçmiş hayattan mı taşımış, öğrenir; başka yol bilmiyorum ben. Saçma sapan medyumlara cep dolusu paralar saçıp öğrenmeye çalışmayacak yani, onlar külliyen yalan. 90’larda böyle saçma sapan bir furya vardı, her ünlü bir tane medyuma gidiyor ve genelde Mısır’da firavun eşi, bir yerlerde kraliçe veya dengi pozisyonlarda çok önemli biri olarak geçmiş yaşamlar sürdüğünü öğrenip gurur yapıyordu. Gel gör ki bu ünlüleri toplayınca dünyada var olmuş önemli pozisyonların sayısından fazla çıkıyorlardı.
Bu hayatı yalnızca geçmiş de etkilemez, madde dünyada ‘henüz gerçekleşmemiş’ geleceğin de bu an üstünde etkileri bulunur. Yaradan bir kuluna merhamet ederse o kişinin başına gelecekte işleyeceği kötü bir işi gerçekleştiremesin diye kötülük gelebilir. Veya henüz gerçekleşmemiş daha büyük bir kötülük önden daha küçük bir kötülükle savuşturulabilir, yine merhamet gereği. Elbette kimisi kalkıp “İnsanın başına işlemediği işten bela erişir mi, bu nasıl adalet?” diye isyan edebilir; fakat isyanı bu kimsenin olaya bu âleme ait gözlerle bakmasından olur. Burada henüz işlenmemiş olan hakikat âleminde zaten işlenmiş olarak görünüyor ki İsa Yahuda’nın ona ihanet edeceğini o daha etmeden biliyordu ve dile de getirmişti. Aklı olan insan, olur da böyle bir durumla yüz yüze kalırsa, isyan edip kurban kimliğine sarılmak yerine belanın büyüğünden sıyrıldı diye sevinir. Çünkü anlar ki ona yapılan aslında kötülük değildir, akılsal iyiliktir, ona gösterilmiş merhamettir.
Mesnevi’de bu türden bir iyiliği anlatan çok güzel bir hikâye bulunur: Musa ile hayvanların dilini öğrenmek isteyen adam. Bir adam Musa’ya giderek ondan hayvanların dilini öğretmesini ister. Musa birincide reddeder, ikincide tekrar gelir, reddeder, üçüncü sefer yine gelince Allah’a ne yapması gerektiğini danışır. Allah ise kereminden kimseyi geri çevirmeyeceğini, öğretmesi gerektiğini bildirir. Musa sonunda yalnızca adamın kendi hayvanlarıyla sınırlı olmak üzere dileğinin kabul edildiğini söyler. Mevlana burada değinmez, fakat ben dikkat çekeceğim: Neden Allah duaya kendisi cevap vermez, hatta Musa sorduğunda bile kendisi kabul etmez de Musa’ya kabul etmesi gerektiği yönünde öğütte bulunur? Gerçekleştirecek olan kendisi halbuki?
Hakikat âleminden büyük bir sır veriyorum, lütfen iyi dinleyin: Çünkü, binyıllardır yerleşmiş kabuller aksine Allah yokluk sıfatı taşır, yani Allah yok’tur. Allah yok olmasaydı eğer hiçbirimiz var olamazdık zaten, her yanı O kaplar ve var olan yalnızca O olurdu. O yok oldu ki her şey var olabilsin. Yani Yaradanımız için şöyle bir slogan kullanabilirdik: “Olsaydın, olmazdık.” Dolayısıyla O yok ise karar mercii olarak kim kalıyor bu durumda: O dönem Musa. Bu dönemde ise Musa yok ama o makamı dolduran başka insan ve insanlar var.
Sözün özü kâinatı çekip çeviren insan’dır. Hani insan nedir, diye soruyorduk ya; işte gerçek cevap tam olarak budur: Allah adına kâinatı yöneten. “Kendime bir halife yaratacağım.” sözünün ifade ettiği anlamı karşılıyor değil mi? Müslüman dünya bu sözü bilir ama bilinçsizce kullanır, anlamazlar. Oysa o kadar basit, o kadar göz önünde ki: Halife sözcüğü Türkçede kabaca ‘yöneten’ anlamına gelir.
Adam dileği kabul edilince gider, kümes hayvanlarına kulak verir. Horoz ile köpeğin diyaloğundan eşeğinin yarın öleceğini işitir. Hemen pazara gider ve eşeği satar. Ertesi gün köpek horozu yalancılıkla suçlayınca horoz, ölümün artık eşeğe değil de kölesine geleceğini söyler. Adam hemen pazara gidip onu da satar. Tekrar kümese döndüğünde, köpeğin artan suçlamalarına karşı horozun söyle dediğini işitir; eli altındakilere isabet edecek bela artık adamın kendisine vuracaktır. Paniğe kapılır, Musa’nın yanına gider, onu ölümden kurtarması adına yalvarır fakat Musa atılan okun geri çevrilemeyeceğini, ancak onun için dua edebileceğini söyler. Adam oracıkta can verir.
Bu hikâyeden çıkarılacak birkaç ders vardır: Bir, tüm canlılar tek bir mayadan oluştuğundan eğer aradaki perdeler olmasaydı hepsi birbirinin dilinden anlayabilirdi. İki, kimseye kaldırabileceğinden fazla güç ve yetki verilmemesi gerekir, ister ruhta ister dünyada, fark etmez, her iş liyakate göre işlemelidir. Üç, horozlar şehvetli hayvanlar olabilir ama yalancı değillerdir, bir horoz bir şey diyorsa kulak verin.
Dördüncü çıkarılacak ders bölümle epey alakalı olduğundan ayrı paragrafta açıyorum. O ders şudur ki: “Olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, o sizin için hayırlıdır. Yine olabilir ki siz bir şeyi seversiniz, o sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara / 216); yani gerçek iyilik ve kötülük, bizim iyilik ve kötülük olarak etiketlerimizle bir değildir. Denk gelebilir, ama genellikle aynı değildir. Gerçek iyilik ve kötülük genele, bütüne bakıldığında anlaşılır. Bu hikâyede adam da isteği kabul edilince epey sevinmiş, iyilik elde ettim, sanmıştı. Dışarıdan bir gözle o tek ana bakılınca gerçekten iyi bir şey elde ettiği düşünülür. Oysa elde ettiği kötülüktü. Kişi önce ruhça olgunlaşacak ki öyle ruhta yetki, özellik sahibi olsun. Yoksa ruhsal akılca olgunlaşmamış adama böyle güçler vermek bir delinin eline silah vermeye benzer; o deli o silahla gider ya kendini ya başkasını vurur; her iki şart gerçekleşirse gerçekleşsin zarar görecektir neticede.
“Sen ne söylersen söyle. Kötülük de var, kötü adamlar da. Amerikan filmlerinde hep izliyorum ben!”
Heh ya, şu medyadan bize itelenen kötü adam profilini de boş geçmeyelim. Bakın, günümüzde medyadan bize yansıtılan o ‘köpkötü adam’ algısı hiç şüphesiz çocuksu bir algıdır. Mesela kötü haber getiren adamını öldüren kötü lider portresini aklınıza getirin. Filmlerin baskın kısmında tekrar eden o tuhaf sahne bile ortalama insanın iyi ve kötü hakkında ne kadar sığ düşüncelere sahip olduğu hakkında fikir vermeye yeter. Kötü haber getiren adamını canı öyle istedi diye öldüren başkötü, olsa olsa kötülükte kötüdür; çünkü kötü adamlar, kötü olsalar bile aptal değildirler. Tarihten kötü liderleri açın okuyun, adamlarını rastgele, canları sıkıldıkça öldüren biri çıkacak mı karşınıza. Bilakis iyilerden çok daha geniş alan bırakır kötü adamlar kendi adamlarına. Çünkü iyi bir adamın ahlaki sınırları bulunur, kötü adamın böyle dertleri bulunmaz. Kötü adam emri altındakileri onun emirlerini yerine getirdikleri sürece canlarının istediği her şeyi yapması konusunda serbest bırakır genelde, ne kadar yanlış, ne kadar ahlak dışı, ne kadar canavarca olursa olsun. Bağını böyle sağlamlaştırır takipçileriyle zaten. Yalnız tek husus haricinde elbette; emeline, arzusuna, iradesine, planlarına ayak bağı hissetmeyecek. ‘Kötü adam’ tipi yönetici bir tek diğerleri arasında sivrilenleri, yani sahip olduklarına, olmak istediklerine tehlike gördüklerini, makamı için tehdit saydıklarını kolaylıkla ortadan kaldırır. Ve zaten neden yapmasın ki bunu? Adamın kötü olma sebebi bu, makam-mevki, para-pul, şan-şöhret, toprak veya arzusu neyse işte o gerçekleşsin istiyor, ne yolla olursa olsun. Yoksa neden kötülük yolunu tutsun? Yani kötü bir adamı takip edecekseniz bir tek bu sivrilme kısmında çok dikkat etmeniz gerek; yoksa sonunuz Hitler’in veya Stalin’in etrafında sivrilenlere benzer. Resimlerden bile silerler, değil yeryüzünden. Geri kalan her şey serbest olacaktır; her türlü şey; işkence falan da dâhil!
Oysa iyi adamlara bak, öyle mi? Yok eziyet etme, yok kadınlara ilişme, yok masumları öldürme, yok adaletli davran; bin türlü çiğnemeyeceği kuralı vardır, etrafındakileri ve takipçilerini de buna uymaya zorlar.
“Kardeşim hayırdır, sen bir diktatörden propaganda bakanlığı teklifi falan mı aldın ne yaptın, kötü adam olmaya mı özendiriyorsun milleti?”
Sahiden yukarı kısmı tekrar okuyunca ben de biraz öyle durduğunu fark ettim ama öyle değil vallahi, yalnızca meseleyi anlatmaya çalışıyorum. Ya aslında kariyer planlamamı da yapmış değilim, hani öyle bir teklif sunacak diktatör arkadaşlar ve genç diktatör adayı kardeşlerimiz falan çıkarsa çekinmelerine hiç gerek yok; diktatör de ne kadar çekinecekse artık. “
Kötü adam-iyi adam türünden liderler arasındaki farkı tarihten bir örnekle açıklasam daha anlaşılır olabilir: İlk dönem Müslümanları arasından birkaç kişi düşman kabileden birilerinin koyun sürülerini otlatmakta olduklarını görür. Oradaki adamlar da Müslümanları görür, kaçar; tek çoban kalır. Yanlarına gittiklerinde çoban İslam’a geçtiğini söyleyerek kelime-i şehadet getirir, fakat aralarından biri ona inanmaz ve öldürür. Peygamber bu olayı işittiğinde hoşlanmadığını “Kalbini yarıp baktın mı?” diye faili azarlayarak gösterir. Savaş dönemidir, Cenevre kuralları henüz icat edilmemiştir, düşmanın bir şeyi bulunursa yağmalanır; o dönemin savaş ahlakında ve anlayışında bu türden eylemler gayet ‘normal’ olarak algılanırdı. Fakat dönemin ahlak normlarına göre ‘normal’ bir olay bile Peygamber’i rahatsız etmeye yetmiştir; çünkü iyidir.
Buna karşılık 1937’de Nankin’de bulunan Japon ordusunun askerleri komutanlarının ağzından buna benzer bir azar işitmeyeceğini gayet iyi biliyordu; bu yüzden önlerine çıkanı öldürdüler, insanlara türlü türlü işkenceler yapıp çarmıhlara gerdiler, kadınlara sıra sıra tecavüz ettiler. Hiç öyle insanî kurallar falan gibi dertleri yoktu. Kötülerin böyle sınırları olmaz. Kötüler kendilerini sınırlamazlar, canları ne çekiyorsa onu yapabilirler. Ne kadar yanlış olduğu hiç fark etmez; menfaatlerine olduğu, istek, arzu ve heveslerini karşıladığı sürece öyle doğru-yanlış ayrımı yapma zahmetine girmezler. Zaten o yüzden kötüler ya.
Bakın buradan çıkan iki sonuç iyiliği ve kötülüğü anlamamız açısından çok önemlidir. Birincisi, madem kötüler iyi nedir kötü nedir ayrım yapmadan yalnızca isteklerini takip ediyor, o hâlde aklı bir kenara koyup her türlü istek ve arzunun peşinden koşmak kötüdür. Dolayısıyla akıl iyiliği belirlemede birincil önemdedir. İkincisi, madem kötü dediğimiz insan canının çektiği her şeyi kendine hiçbir sınırlama koymadan yapabilecek insandır, canının çektiği her şeyi yapan insan da, henüz kötü bir işe imza atmamış olsa bile, kötüdür. Yani kötülük kendini sınırlamamakta, iyilik ise kendini sınırlamaktadır. Kendini sınırlamak demek kendini kontrol etmek demektir. Şu hâlde iyilik ancak kendini kontroldür.
Kötü adam diyorsunuz ya, sığ konulu sinema filmlerini bir köşeye koyun, Nankin’de, Ruanda’da, Srebrenitsa’da canavarlaşan sıradan insanlara bakın. Bol bol göreceksiniz kötü adam. Hatta oraları da bırakın, kalabalık yerde çevrenize şöyle bir bakının. Etrafta eline fırsat geçmemiş yeterince kötü adam göreceksiniz, canlarının her istediklerini kendilerine hiçbir sınırlama getirmeden yapıp duruyorlar. Birçoğu kendileri de bilmiyor kötü olduklarını, gerçeğin ortaya çıkışı yalnızca ortalığın bir defa karışmasına bakıyor. İşte o zaman nice ‘sıradan’, ‘düzgün’ insanların insanlıktan çıktığı görülür, yani inşallah görülmez ama görülecek bu olacak. O katliamları yapanlar da gayet normal insanlardı, fakat ruhen yeterince gelişmemiş, diğerlerini anlayacak kapasiteye ulaşmamışlardı. O yüzden ortalık karışınca kendi safından olmayanı, kendine benzemeyeni zihinlerinde vahşi hayvanlardan farksız bir statüde görür oldular ve o katliamlara imza attılar. Ama daha koyu ama daha açık, hepimizin içinde bulunan karanlık, otoritenin sarsıldığı, kimsenin kimseyi denetleyemeyeceği kargaşa zamanlarında kendini yıkım ve yok etme güdüsü olarak açığa vurur. İşte o nefret aslında içimizdeki şeytanın insana, insana ait her türlü güzelliğe ve ışığa karşı duyduğu amansız nefrettir. Kötüyü kötü yapan da karanlık tarafın kontrolü ele gerçimesine izin vermesi, dinsel tabirle söylenirse, şeytanın peşine takılmasıdır. Fakat yanlış anlaşıldığı üzere şeytan dışarıda bir yerde değil her insanın içindedir.
Dolayısıyla kötülüğe düşmemek için tek yol insanın kendi egosunu aşması, nefsini yenmesi, benliğini bilmesi, tanıması, dinsel tabirle şeytanını Müslüman yapmasıdır. Bunu başaramamış insan her an o kötülük dediğimiz, egonun-nefsin-benliğin kulluğu statüsüne inme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
“Bir şeytan tutturmuşsun, şeytan şeytan deyip duruyorsun. Yıl olmuş iki bin yirmi üç, şeytan mı kalmış ya?”
İşsizlik dönemlerimde riyazeti klasik bir tutum hâline getirmeyi başardığım bir zaman aralığını Yaradan kuluna nasip etmişti. O dönemlerde tanığı olduğum bir mana görüntüsünü paylaşayım: Gözümü karanlık bir ortamda açıyorum. Belimi biraz aşacak büyüklükte siyah bir küp duruyor az ötemde, küpten kaslı bir kol çıkmış, yere bastırarak kendini çekiyor. Biraz ileride bir yapının oluştuğunu görüyorum, bu önümden geçen küpün en tepeye oturuşuyla, ince, uzun, kapkara bir piramit tamamlanıyor. İnkaların piramidini andırıyor şekli fakat küçük, daha dar; ancak bir insanın sığabileceği boyutta bir kapısı var. Kapının iki yanında meşaleler yanıyor. Piramit tamamlanınca bir ses işitiyorum: “Âdemoğulları böcekler gibi, birbirinin üstüne binmeyi çok seviyor.” Sıradan bir erkek sesi ancak öyle bir tiksintiyle, iğrenmeyle, alayla dolu ki… Hiçbir dile ait kelimelerle ifade edilemez, tüylerim diken diken oluyor. Nefretten öte bir şey… Anlatamam. İnsanoğlunu gerçekten böcekten farksız gördüğü çok açıktı ve bundan zevk alıyordu. Ruhen geziler yapmak her zaman iyi şeyler göstermeyebilir ama insan gördüklerinden ders alır da yolunu düzeltirse çok şeyler kazanabilir. Bu gördüğüm, bazı şeyleri anlamayı kolaylaştırdı bende.
En önemlisi şu: Bu varlığın açıklanamayacak kadar yoğun olan tiksintisi ‘Âdemoğulları’na yönelikti. Müslüman’a, Hristiyan’a, Budist’e, Türk’e, Kürt’e, İngiliz’e, Amerikan’a, Japon’a değildi. “İnsanoğlu böcekler gibi…” Hepsine birden. Ayırmadan. Bu demektir ki insanoğlu düşmanı ortak tek bir ailedir. Karanlığa düşen de ailedendir; düşmanımız o değil, onu karanlığa çekendir. Hani şöyle derler ya: “Düşman günahkâr değil, işlediği günah.” Yalnızca şu anlaşılabilseydi tüm dünyada huzurlu bir hayat yaşanıyor olurdu. Kavgalar, çekişmeler yine olurdu elbet; fakat sonları hiçbir zaman tarihtekiler ve bugünküler kadar büyük nefretlere, yıkımlara varmazdı.
Bu satırları okuyan insan kardeşim! Bu dünyanın ötesinde nice âlemler, nice varlıklar var; kimisi iyi niyetli kimisi değil. Belki kendi gözünle görmediğin için dediklerime inanmayabilirsin ama istersen riyazet oruçları tutarak veya ruhu güçlendirecek başka uygulamalar deneyerek sen kendin de bazılarına şahit olabilirsin. Şunu bil sevgili kardeşim: Aradaki farklılıkları vurgulayan, göze büyükmüş gibi gösteren, sende nefreti uyandıran biri var. Karşındaki insanın eksiğini, kusurunu görüyorsun; bazen sende de ona karşı tiksinti oluşuyor ya… İşte o anda seni dürten bir varlık var, bunu bil. Ne yapacağını da söyleyeyim; çekişmeye, çatışmaya yol açmaya çalışacak. O, senin karşındakine duyduğun nefretin çok daha yoğununu ikinize birden hissediyor, sana da ona da; fakat seni araç olarak kullanmak derdinde. Nefret aracını kullanarak hem karşındakini hem seni berbat etmek istiyor, ikinize de düşman.
Siyasi parti başkanı gibi yaptığım bu güzel konuşma ardından konumuza devam etmek isterim. Etrafımı çevreleseydiniz kafanıza çay da fırlatırdım, o başka sefere inşallah.
Belki de eylemleri iyilik-kötülük ekseni yerine ruh-ego ikileminden, aydınlık-karanlık ekseninde değerlendirsek daha mantıklı, daha anlaşılır olabilir. Işığa ait olan ruhsal yanımızı elbette aydınlığa ait hisler besler, egoyu ise karanlığa ait duygular. Yani huzur, mutluluk, neşe aydınlıktır ve ışık tarafı besler, kibir, nefret, öfke, kin karanlıktır ve karanlık tarafı besler. Aydınlığa ait ruh topluluk içinde de besinini bulunabilir, tek başına da, doğayı, manzarayı, güneşi bulutları izler, dinler, müthiş bir huşu, huzur ve mutluluk içinde yaşar gider; fakat karanlık besinini elde etmek için mutlaka başkalarının varlığına ihtiyaç duyar, tek başına beslenemez. Çünkü karanlık için ‘öteki’ gereklidir ve bu yan yalnızca ‘öteki’ varlıkların negatif duygularından beslenir; başka mutluluğu, besini yoktur. Tıpkı bir parazit gibi. Parazitler de tek başına hayatını idame ettiremez, mutlaka yerleşebileceği bir konağa ihtiyaç duyar. Zaten dünya yansıma âlemi olduğundan parazitler de karanlık varlıkların yansıması, küçük birer temsilidir. Anlaşılabileceği üzere negatif duygular taşıyan her insan ruhsal parazitleri çeker, bunlar beslendikçe daha çok büyür, gelişir ve böylece daha fazla besine ihtiyaç duyar; konak olan kişi de o negatif duygulara daha beter saplanır kalır. İnsanlar bu parazitleri çeşitli duygularla, hatta fikirlerle besler, besler, büyütürler; büyüdükçe büyüyen bu ruhsal asalak da tabii olarak gittikçe daha fazla besine ihtiyaç duyar, böylece kişiyi o karanlık histen daha fazla, daha fazla üretmeye iter ve sonunda konak ya yok oluncaya ya da kendini yok edinceye kadar devam eder bu.
Bu söylediğim metafor değil, benzetme değil, insan ruhta kendi parazitiyle yüz yüze gelebilir; ne kadar büyüdüğünü görebilir. Ben de depresyondan ve anksiyeteden epey süre çektim. O zaman gördüğümde benim parazit devasa bir sülüğe benziyordu, fakat solucan rengindeydi, nasıl fazla beslediysem boyumu da aşmış, bir buçuk katıma yaklaşmıştı. Beni görünce ağzını açıp tısladı ve boğazını aralıksız biçimde saran sıra sıra küçük sivri dişler açığa çıktı.
İnsanlar kendi parazitlerini görebilirken perdelerini kaldırmış gerçek göz sahipleri başkalarının da parazitlerini görebilir ve böylece karşıdakinin hastalığını hemen anlayabilir, kişinin kendisi bunlardan haberdar olmasa bile. Evet, pirler, mürşitler ruhsal âlemde öğretmen vazifesi üstlendikleri gibi doktorluk vazifesi de üstlenirler; tıpkı bir hastanedeki gibi dereceleri de bulunur üstelik. İşte tasavvuf edebiyatında pire, mürşide ‘tabip’ diye seslenirler, bu bir metafor, benzetme falan değil, gerçeğin ta kendisidir. İnsanlar hakikat âleminden verilen haberleri yüzyıllardır edebî sanat, metafor olarak ele alıyor, çünkü o âleme dair bilgileri yok; oysa o âlemi gören, bilen ruhsal rehberler halka hakikati iletmiş, yani öldüklerinde gidecekleri yerden, tâbi olacakları kurallardan söz etmişler. Şimdi bu bilgiyi öğrenenler eminim ki artık tasavvufî şiirleri farklı bir gözle incelemeye başlayacaktır. Belki elde ettikleri bilgiler bu kimselere faydalı olur, yeni anlayışlar geliştirmelerine yardımcı olur, gayet güzel olur.
Madem pirlik, ruhsal rehberlik konusu açıldı bölümün ana gayesi olan iyilik-kötülük meselesini son defa, bir de bu konu üstünden inceleyelim.
Diyelim sıradan bir insanı aldık ruhlar üstünde yetki sahibi bir ruhsal öğretmen olarak tayin ettik. Elinde bir kalem, dilediğinin kaderini dilediği şekilde yazıp çizme yetkisine sahip artık. Bu insan o ilk başta eleştirdiğim basit ve sığ iyilik-kötülük anlayışına sahip olsa bu yetkiyi nasıl kullanırdı?
Mesela bir kadını sevdiğini varsayalım, o sığ iyilik anlayışı yüzünden saçının tek teline yel değsin istemezdi ve onu her tür zarardan korumak için gerekli her önlemi alırdı, değil mi? Çünkü kimse sevdiğine zarar gelsin istemez. Fakat sürekli böyle iyi koşullar sağladığı sürece asıl kadın, yani kadın bedeni içindeki ruh nasıl gelişecek? Ruh ancak güçlüklere, zorluklara, meşakkatlere uğrayarak, dayanarak gelişir, büyür ve eğer zorluk görmez, zahmet çekmez, sorumluluk almazsa insan bedenen değişse, gelişse bile içte hep dünyaya karşı savunmasız bir çocuk olarak kalır. Bu yüzden anne-babanın çocuğuna yapabileceği en büyük kötülük çocuğun her dileğini yerine getirmesidir mesela. İşte yetki sahibi sıradan insan da elindeki güç sayesinde sevdiğine her şeyden bol bol vererek, onu aşırı koruyarak böyle böyle kadıncağızın egosunu-nefsini-benliğini büyütecek. Kadıncağız da elbette sürekli el üstünde tutulduğundan, her dilediği gerçekleştiğinden şişik egolu, şımarık, kaprisli, kibirli, gururlu biri olup çıkacak, o işin varacağı nokta bu. Başta kendi hâlinde, mülayim birisi olan kadıncağız böylece her istediği anında yerine getirilsin diye bekleyen bir canavara dönüşünce, daha doğrusu dönüştürülünce bu sefer yetki sahibi abimiz onu beğenmez, ondan kaçar olacak. Kim neden sürekli psikolojik baskı ve şiddet altında yaşamak istesin tabii, onun da hakkı var. Yetki sahibi abimiz böylece ortamı terk edecek, kadıncağız ise abimizle tanışmadan önce sahip olduğu kişilikten beter bir kişilikle daha zorlu şartlar içinde bulacak kendini. Peki, sonra ne yapacak? Hadi dünya bir şekilde biter geçer; öyle özelliksiz hâlde kalırsa ruh olarak sonsuzlukta ne yapacak bu kadıncağız? O sözde iyiliklerin hesabını abimize sorma hakkı olmayacak mı?
Kademe kademe özet geçelim: Sıradan biri insanların kaderleri üstünde yetki sahibi olsaydı bile iyilik anlayışından dolayı istese de iyilik yapamazdı, iyilik yapayım derken gidip sevdiğine bile kötülük eder, kaş yapayım derken göz çıkarırdı. Sevdiklerini dertten, tasadan, beladan korumakla, zaten toprak olacak bedenine zarar gelmesin diye çabalamakla, sonsuza dek kalacak ruhun güdük, niteliksiz ve zayıf kalmasına yol açardı. Bu abimizin akılcı değil de duygusal temellere dayanan yüzeysel iyilik anlayışıyla iyilik yapmak istediklerini zor noktalara getirip bırakır; dolayısıyla iyilik edeyim derken aslında zulmetmiş olurdu. E zalim birisine Hakk katında herhalde ruhsal yetkiler bahşedilmez, dolayısıyla ona verilenler de geri alınabilir. Böylece abimiz tamamen üstüne hiç düşünmediği, basit, duygusal hatta doğrudan yanlış diyeceğim, iyilik anlayışı yüzünden önce sevdiklerini, sonra kendini zarara sokmuş olur. İşte o yüzeysel ve çarpık iyilik-kötülük anlayışı yüzünden. Bu sebeple duygusal düşünme biçimleri bizi hakikate ulaştırmaktan oldukça uzaktır. Aslında iyilik zannedilen yüzeyselliğin özünde nasıl da kötülüğe yol açtığını kavrayabildiniz değil mi?
“Aslına bakılırsa bana tam olarak öyle gelmedi de iyilikle kötülük sınırları kesin çizgilerle belli olmayan girift kavramlarmış gibi geliyor artık.”
İyi bir şey zamana bağlı olarak kötülüğe dönebilir, kötü bir şey de zamana bağlı olarak iyiliğe yol açabilir. Gerçekten de her zaman o kadar kolay karar vermek mümkün görünmüyor. Esas olarak ruhu geliştiren her şeye iyi, ruhu güdük bırakan, tutsak eden, boyna halka geçiren her şeye de kötü demeliyiz. Herhalde bu konuda en önemli kıstas niyet olabilir. En iyisi insanın elinden gelenin hep en iyisini yapması, çalışması, çabalaması, sonra da başına gelenin hakkında en iyisi olduğuna inanması olacaktır. Çünkü aynı işler ve eylemler farklı zaman dilimlerinde bile farklı sonuçlar verebilir, bir gün iyiliğimizeyken öteki gün kötülüğümüze olabilir.
İyi ve kötü etiketlerini biz takarız. Acı bizce kötüdür, fakat ameliyat acısı çekmemek için bir hastalığı tedavi ettirmezseniz o zaman görürsünüz esas kötüyü. Daha önce de sonucuna vardığımız gibi bir işin iyiliği kötülüğü niyete göre belirlenebilir. Bir komutan askerlerini epey zorlu şartlar içine sokabilir; kötü görünür fakat işin özüne bakıldığında bu yaptığı iyidir, çünkü hayatları kurtulsun diye yapıyordur. Başka bir komutan aynı askerleri aynı zorlu şartlara sırf astlarının çektiği zorluk egosunu tatmin ediyor, ona kendini üstün hissettiriyor diye sokabilir; o zaman bu kötüdür. Kimin için kötüdür; komutanın kendisi için. Çünkü böyle davranarak egoyu, koynundaki yılanı besliyordur. Ancak bu iş askerleri geliştirecek de sonra hayatlarının kurtulmasına sebep olacaksa onlar için nasıl kötü olabilir? O girdikleri zahmetler olacak adamların hayatlarını kurtaracaksa, nasıl kötü sayabiliriz? Komutan kötülüğüne yapıyorsa bile asker için iyidir.
Bizde de böyle bir hoca vardı, üniversitede. Sınavlarında bir bilgi koyardı, seçenekler yalnızca doğru ve yanlış olur, bir yanlış bir doğruyu götürürdü. Mesela şöyle örnek vereyim: “Mısır’da Nil kuzeyden güneye akarken… (gerisi birkaç satırlık bir önerme).” Aslında önerme doğru ama dikkatli olmak lazım çünkü Nil Nehri kuzeyden güneye akmaz, aksine dünyada güneyden kuzeye akan tek nehirdir. Bu nedenle yanlışı seçmek gerekiyor. Ve eğer biri doğru’yu işaretlerse doğru yaptığı bir soruyu da kaybediyor. Şimdi bu sistemin finallerde bin küsur sayfa için geçerli olduğunu düşünün. İşte bu hoca bizi gerçekten zorluyordu, özellikle ilk dönemde hiç sevilmemişti. Oysa dersleri gerçekten dinleyen öğrencilerin en çok bu hocamızın derslerinde öğrendiğini içtenlikle söyleyebilirim. Diğerlerinin öğrettikleri unutuldu gitti, en çok onun öğrettikleri hatırımda. Gerçi ben ta o zaman bu adamı sevmiştim, entelektüel ve objektif bir adamdı, sık denk gelemezsiniz böylesine. Derslerini can kılağıyla dinlerdim. Zaten vizede 88 aldığımı görünce şaşırmış, “Sen çok konuşuyorsun da demek bilerek konuşuyormuşsun.” demişti. Merak etmesin, tek şaşırttığım o olmadı. Asgari ücretli bir işte yeri geldiğinde part time sevkiyatçılık yaparak yıllar boyu çevremde çok kişiyi şaşırttım. Vatan sağ olsun, ne diyeyim? Biz asgari ücretle hamallık yapacağız ki iktidar partimizin il başkanlarının oğulları lüks saatler takabilsin, spor arabalara binebilsin, hatta oğulları içlerinde ‘pudra şekeri’ çekebilsin. Bu kadarcık hakkı onlara çok mu görelim?
“Siyaset işlerine çok girmesek ya! Bence hangi partiden, hangi görüşten olursa olsun iyiler iyidir.”
Muazzam bir bakış açısı, kutlarım; üstelik Hacı Bektaş Veli’nin sözüdür bu: “İyiler iyidir.” Önce şöyle bir oturup bu sözün çağını ne kadar aştığını tefekkür edelim yahu. Bektaş Veli’nin yaşadığı dönemde önemli olan tek ama tek bir şey vardı: Din. Öyle ‘iyiler iyidir’ anlayışı falan geçerli değildi, hatta hiç yoktu. Bunun yerine ‘bizim dinimizden, -hatta- bizim mezhebimizden olan iyidir, gerisi cehennemliktir’ anlayışı vardı. Yalnızca Ortadoğu’da değil, Batı’da da aynı anlayış geçerliydi. Bu sözün üstüne daha yüzyıllar boyu Batı’da da mezhep savaşları yaşandı, millet birbirini katletti. Zaten Hacı Bektaş Veli’nin bir de “Kadınlarınızı okutun.” sözü var ki onun nasıl çağının ötesinde olduğunu belirtmeye ihtiyaç bile duymuyorum, bugün hâlâ bu anlayışa ulaşamamış belki yüz milyonlar yaşıyor Müslüman dünyada. Yani şu iki sözü göz önüne alınca Hacı Bektaş’ın nasıl olup da göçebe dervişi olduğuna akıl sır erdiremiyorum, göç yollarını Elon Musk’la, Nikola Tesla’yla birlikte arşınladılar herhalde, başka mantıklı açıklama getiremiyorum çağının bu derece ilerisinde bulunmasına. Rahmetlinin hayatı boyunca tek vizyonsuzca davranışı İç Anadolu’da kalmak olmuş ki o da dünyadan elini eteğini çektiğinden, mağaraya sığınıp kırklara giriyor, yoksa Akdeniz civarına kesin geçerdi. Buradan anlıyoruz ki İç Anadolu ancak dünyadan elini eteğini çekmiş insanların tercihi oluyor.
İşte Hacı Bektaş Veli o kadar övgüyü hak ediyor ama “İyiler iyidir.” sözü biraz problem barındırmıyor da değil. Gerçekten öyle mi, iyiler iyi mi? Elbette ırk, din, mezhep, millet ayırt etmeksizin iyiler iyidir de, iyilerin hepsi iyi olduğundan mı iyidir, orası biraz problemli. Diyelim birisi küçükken ne annesinden ne babasından ilgi gördü, büyürken de yaptığı iyiliklerin onu toplumda kabul edilen bir kişi hâline getirdiğini gördü, sonra otomatik olarak iyilik yapmaya başladı ve artık iyi bir insan olarak biliniyor. Peki o iyi midir yoksa bir tüccar mıdır? İyiler iyi midir yoksa içindeki iyiliği ortaya çıkartanlar, hayatla barışık, hoşnut, huzurlu, mutlu olup bu pozitif duyguları etrafa yayanlar mı iyidir?
“Bırak da insanlar kötülük yapacağına iyilik yapsın, hangi sebeple olursa olsun, daha iyi değil mi?”
Zaten kimseyi kötülüğe sevk ettiğim yok yahu, fakat en doğru yolu tespit edebilmek için deşiyoruz bu sözü. İyilik yapmakta bizim esas amacımız nedir: İnsanlığa yaklaşmak. İnsanlığa yaklaşarak bu dünyadan kurtulur daha üst ruhani boyutlara çıkarız. Daha insan oldukça daha tanrısal, Yaradan’a daha yakın oluruz. Doğru değil mi? Eğer iyilik ruhça bizi yükseltmeyecekse veya en azından ruhta bir şey kazandırmayacaksa boş çabalamanın gereği yoktur. Diyelim bir gün boyunca sabahtan akşama çalışıp toprağı bellediniz, ne için yaparsınız bunu, tohum atmak için. Fakat birisi geldi ve tohumların bir nedenden çiçek vermeyeceğinin bilgisini size ulaştırdı. Yine de çapalama yapıp bir gününüzü yoktan yere açlık, susuzluk ve yorgunlukla değiş tokuş eder miydiniz? Akıllıca olan etmemektir.
Doğada da iyilik sıkça yapılır. Örneğin bir maymun diğerinin bitlerini ayıklar; basit bir gözle bakınca bu iyilik değil mi? Fakat doğadaki hiçbir canlı karşılıksız iyilik yapmaz. İyiliğe benzetebileceğimiz ilişkiler hep “mutual”, yani karşılıklı kâr edilen türdendir. Bir maymun diğerinin bitlerini ayıklarken bu bitleri ağzına atarak kendine besin sağlar ve bir sonraki kaşınanın kendisi olmasını garanti altına alır. Karşılıksız iyiliği doğadaki canlılar arasında yalnızca insan yapabilir ve doğrusu merkeze kendi benliğini koymadan yapılan bir iyilik faaliyeti insan olmuşluğun en önemli göstergesidir.
Karşılıksız derken tam anlamıyla ‘karşılıksız’, yani senden zor durumda bulunan birine cebinde bulunan otobüs parasını verip kendin eve yürümek ve bu işten kimseyi haberdar etmemek gibi. Göstermek için yapılana iyilik denilemez, o bir ticarettir; maddesel bir şey verir, manevi bir şey alırsın. Bu yüzden İsa “Oruç tuttuğunuz, sadaka verdiğiniz, dua ettiğiniz zaman gizliden yapın.” (Matta 5-6-7) diye tavsiye verir. Bu yüzden Peygamber “Sağ elinizin verdiğini sol eliniz görmesin.” der. Bu davranış tarzı, İncil’de geçtiği şekliyle “Kutsal Yasa”dan, “peygamberlerin sözlerinden”dir. İyiler sınıfına girmek isteyen kişi işini yapabildiği kadar gizliden yapacak, söylemeyecek; kimse duymayacak, görmeyecek, bilmeyecek. Elbette bu söz, abartıp dışarıdan hiç yardım etmemek anlamına gelmiyor, yalnızca yapabildiğin kadar, yani “dışarıdan yapıyorsan bile arada sırada gizliden de yap, karşılık beklemeden” anlamına geliyor. Tabii bunu yaptıktan sonra da ego şişmeyecek, insan iyilik meleğiymiş gibi hayallere kapılıp kendine olduğundan fazla önem atfetmeyecek; o zaman ortada yine egosal bir kâr oluyor çünkü.
Gördünüz mü ne zor iş ‘karşılıksız iyilik’, ne çok şartı var. Fakat üzerine düşününce anlıyorsun ki iyilik dediğimiz sadece iyi niyetle bir eylem yerine getirmek ve onu orada bırakmak, geri kalanı egonun ekledikleri etiketler, yükler ama biz etiketleri yük edinmeye o kadar alışmışız gibi artık onları eklememek yük gibi geliyor bize.
Üzerine düşünmeden gerçekten iyilik nedir anlamak pek mümkün değil, doğru mu? İyilikmiş gibi görünen eylemler yapıyoruz en fazla. İşte ben de bu ayrımı yapabilmek için iyiliğin, kötülüğün köküne iniyorum, gerçekten meyve verir mi yoksa ölü tohum mudur araştırıyorum ki yaşam dediğimiz kısa zaman dilimini iyilik zannettiğimiz boş eylemlerle geçirmeyelim. Çapalayalım ekelim biçelim; ölüp gittiğimizde de emeklerimizin meyvelerini yiyebilelim, elimiz boş kalmasın.
Ayrı paragraf açarak tekrar dile getiriyorum, çünkü önemli. Asıl amaç şu: Kendimizi kurtarmak, ruhta yükselebileceğimiz kadar yükselmek ve sonsuz âlemde sahip olabileceğimiz kadarına sahip olmak. Akıllıca olan iş budur.
“O zaman sen iyiliği bencilliğin yüzünden yapıyorsun? Kendine fayda sağlamak için?”
Bu iyilik kötülük meselesi açılmayagörsün, hemen iyiliğin bencilce sebeplerle yapıldığı argümanına başvurulur zaten. Öte dünya anlayışını geçtim, bu dünyada iyilik yapınca kendini iyi hissedersin ya, işte ‘sen o iyiliği bu iyi hissetme hâlini ve mutluluğu elde etmek için yaptın’ der veya demeye getirirler. Aslında bir bakıma doğrudur da; başkasının mutluluğuyla mutlulanmak (şimdi uydurdum bu kelimeyi) için iyilik de yapabiliriz. Bunda yanlış olan nedir, anlamadım? Zaten hepimiz yaptığımız eylemlerin sonuçlarını hem bu dünyada yaşıyoruz hem sonrasında yaşayacağız; bu ister iyilik olsun ister kötülük.
Bu türden savlar dile getirenler şunu hiç düşünmez: İyilik yapmak mutluluk getirir de kötülük yapmak getirmez mi? E o zaman neden insanlar başkasının hakkına daha yüksek makama oturmak için giriyor örneğin? Onu geçtim neden çocuklukta falan başkalarını aşağıladık, alay ettik, güldük? Komik geldiğinden, bizi eğlendirdiğinden değil mi? Onun sonucu olarak da mutluluk hissediyor değil miydik? Kötülük yapan da yaptığı kötülükten haz alır, haz almasa neden kötülük yapsın? Yaptığımız her eylem zaten kendini iyi hissetmeye yöneliktir. Dolayısıyla bu işi iyilik kötülük ekseninde düşünmek, ‘bunu bencilce sebeplerle, kendin için yapıyorsun’ mantığıyla ele almak doğru olmayan bir bağdaşlık kurma yoludur.
Bizim şunu sorgulamamız gerek: “Hangi ben için yapıyorum? Beden için mi ruh için mi?” Beden için yapılan iyilik elbette bencilcedir, bencilliktir; çünkü ego kendisinden başkasını hesaba katmaz. En büyük iyiliklerinin altında bile kendi menfaati bulunur. İyiliklerini hep çıkar gözeterek yapar. Örneğin bir fakire desteyle para verir, herkesin gözü önünde verir ki ne cömert olduğu herkesçe bilinsin. Bu benliğe hizmet olan iyiliktir. Ama aynı kişi aynı fakire aynı parayı bir gece vakti zarfa koyup kendini bile göstermeden kapıya bırakıp kaçsa bu yaptığı işten ötürü kendini iyi hissetmesi nasıl bencillik olabilir? O zaman bu mutluluk hissi ruhtan kaynaklanır, iyi hisseden ruhtur; çünkü ruh egonun aksine vermeyi sever, vermekle mutlu olur. Çünkü ruh Allah’a aittir, Allah vermeyi sevdiğinden ona ait ruh da elbette sever. Peki, Allah’ın vermeyi sevmesi bencillik midir?
Hiç söz hakkı vermeden söyleyeyim, kesin aykırılık yapmak için “Eveeeettt.” diye zıplayan çıkar, eminim bak buna. Çünkü bu tür ya aykırı görünme peşinde, tabiatları bu ya da eğer evetlerinde samimilerse, Allah onlar için şöyle olmalı: Göğün en yükseğinde kendi başına oturan uzun sakallı, otoriter, ihtiyar bir adam. Öyle takılıyor, her şeyi izliyor, bir şeylere kızıyor, bir şeyleri seviyor, kafası esiyor kimini cennete gönderiyor kimini cehenneme. Bildiğin Odin gibi, Ra gibi, Zeus gibi bir algılayış.
Peki, son olarak en önemli kısma girelim de kapatalım konuyu: Bakın bu kısım kitabın geri kalanından daha önemli, o yüzden lütfen dikkatlice okuyun:
Allah yokluk sıfatını taşır, hakikatini zaten biliyorsunuz artık. Bu şekilde tüm âlemlerin özü O’dur, zaten yok olmasa tüm âlemlerin özü olamazdı. Düşünün bakalım, ortalıkta Allah’tan başka bir şey yokken, yalnız ve yalnız O varken Allah her şeyi hangi hamurdan yaratmış olabilirdi? Sadece O, kendisi var. Dolayısıyla kâinat dışarıdan bir el tarafından oyun hamuru misali yoğrulmuş bir şey değildir, kendi kendine değişen, dönüşen bir şeydir. İnsan vücudu gibi. Bedenin makine gibi işlemesini sağlayan bir tane akıl yoktur, beden bütün organlar birlik hâli içinde işlerse yürür. İşlemezse kalır. Her an ve her an içimizde milyonlarca hücre ölümü ve doğumu gerçekleşir, her organ kendine düşen görevi kusursuz icra eder. İnsan demek organların birliği demektir, organlar demek insan demektir. Bu şu anlama gelir ki Allah demek kulları, kulları demek Allah demektir. Kullar derken yalnız Âdemoğulları değil, yarattığı her şey, tüm kâinat. Dolayısıyla Allah demek ‘birlik hâli’ demektir. Hani bir tepedesinizdir, kuvvetli bir rüzgâr eser, tüm ağaçlar beraber aynı yöne eğilir, ayrılık gayrılık yoktur, hiçbiri kafasına göre sağa sola eğilmez, işte bu türden bir birlik hâli. Alevi nefeslerinde Allah’ın binbir dondan baş gösterdiği söylenir, Öz Türkçe’de don demek elbise demektir, yani ‘sayısız biçimden görünen O’dur’, işte bu sırrı söylerler. “Nereye dönersen Allah’ın vechi (yüzü) oradadır.” denmiş Kuran’da, niye denmiş? Anlayışı çocuk seviyesinde kalan Tanrı kabulcüsü dindarlar ve Tanrı retçisi ateistler kusura bakmasın, yukarıda bir tanrı falan bulunmuyor. “La ilahe illallah” diyorlar, “Allah’tan başka tanrı yoktur” diye çeviriyorlar. Ne oluyor böylece: Allah otomatikman tanrı olmuş oluyor. ‘Tanrı yok, Allah var’ diye çevirmeleri gerekir oysa, yani tanrı yok, kâinat var; sadece görünen, madde kâinat değil, görünen ve görünmeyen her şey O. Zaten ancak bu sayede nereye dönsen Allah’ın yüzü karşında olur, başka türlü nasıl olacak?
Yorumlar
Yorum Gönder