2) İnsan Nedir Üzerine

        Mutlaka bir yerlerde işitmişsinizdir, Platon’un insanın ne olduğuna dair “İki ayaklı, tüysüz bir canlıdır.” yorumunu işiten Diyojen pazardan bir tavuk alır, tüylerini yolar, akademiye getirip ortaya koyar, şöyle der: “Demek insan dediğiniz bu?”

        Diyojen’in garibim tavuğu canlı canlı yolduğunu düşünmek bile istemeyerek konuyu açıyorum. Açıyorum, zaten kitabın başlığı da bu; “Gerçek İnsan Bu Değil.” Fakat bu değilse ne o zaman? İnsanı tanımlamak gerekir. Hayvandan farklı mıdır, farklıysa neden, ne kadar farklıdır? Bir irdelemek çıkarmak gerekir.

        Bir yarışma programı vardı eskiden, sokaktaki adama bir kelime sorup aklına ilk ne geldiğini öğreniyorlar, stüdyodaki yarışmacılar da en popüler cevapları tahmin etmeye çalışıyordu. İşte o program yine bugün olsa da insanlara insanla hayvan arasındaki farkları sorsak herhalde en popüler cevap akıl çıkardı. Doğrudur. İnsan akıl bakımından doğadaki tüm canlılardan üstündür, aklını kullanmayan insan da mutlaka hayvansal bedene tabi olacak, içgüdüleriyle hareket edecektir. Fakat akıl derken hangi akıl? Bedensel akıl, yani zeka mı? Evet insan zeka olarak en üstün tür ama nazarımca asıl farkı yaratan bu değildir. Yani Maymunlar Cehennemi filmindeki gibi maymunlar bir anda akıllansa, roket üretecek seviyeye gelseler de ruhen daha ince, daha zarif, daha duyumsar olmasalar, bir şey değişir miydi? Tüfekler, roketler, uzay bilimi maymunları maymunluktan kurtarır mıydı? Yoksa hayvan olarak sınıflandırmaya devam mı ederdik? Başkasının yorumunu bilemem ama bence kesinlikle hayvan olarak sınıflandırırdık, üstelik daha tehlikeli bir kategoride ele alır, düşmanımız bellerdik. Çünkü hayvan dediğimiz içgüdülerine bağımlı, yalnızca içgüdüleriyle hareket eden varlıktır. Eğer bir insan tamamen içgüdülerinin kontrolüyle hareket etmekteyse, eh, o da tür olarak hayvan sayılabilir.

        Hayvan -ve elbette hayvanlık tabiatını aşamamış insan- daima bedene hizmet üzere yaşar, aslında varlığını sürdürmesinin tek amacı bedene hizmettir. Doğada hiçbir hayvan oturup gün batımının veya gökkuşağının güzelliğini izlemez, takdir edemez çünkü, o yetenek onlara verilmemiştir. Gök kuşağını izlemek hayvanın ne işine yarayacak ki? Karnının doymasını, üremesini, sürünün başına geçmesini sağlar mı; sağlamaz. Hayvan ise bu türden işlerle ilgilenir ancak. İşine yaramadığı için de hiçbir hayvan doğanın güzelliklerini seyretmez. Bir çiçeği güzel kokusu için koklamaz; kokluyorsa, yiyecek elde edebilir mi, o civarda dişi var mı veya bir rakibinin bölgesine mi girdi, onu anlamak içindir. Çiftleşme, beslenme ve bunların hakkı üzerine kavga edip kan dökme hayvanın karakteristik özelliğidir; insan suretinde olsa bile hayvanlık bilincini aşamamış olanlar için de durum aynıdır.

        Nasıl oldu da insanda gelişti güzellik algısı? İnsan farklı olarak neden oturur da izler günbatımını, gökkuşağını? Ne işimize yarar? Tabiatsal yönden baktığında hiçbir somut getirisi yoktur. Gel gör ki güzelliklere bakarken içimizde adını koyamadığımız bir huşu hissederiz, bundan dolayı da çekiliriz. Bu dünyaya ait olmayan, ötelerden, saf ve duru bir histir bu. Dünya nimetleri gibi ağırlaştırıcı değil hafifleticidir. Fakat bunu her insan hissedemez, çokları dünyayı algılamak için hayvanlar gibi beş duyuya sarılır ve bu beş duyuyu zaten sonlanacağı kesin bir hayatı uzatabileceği kadar uzatabilmek için kullanır. Böylece hayatı yalnızca mücadele üstüne kurulur, güzellikleri falan takdir edemeden korktuğu başına gelir, ölüm kapıyı çalar. Dünyanın başka çıkış kapısı yok; zaten ne yaparsa yapsın aynı sona ulaşacaktı, bunu anlamak istemedi sadece. Çünkü kendini yalnızca bedeni olarak algılıyordu, ötesine ulaşmamıştı ve her canlı gibi yok olmaya karşı müthiş bir korku duyuyordu.

        Neden bunca çiçek böcek edebiyatı, nereye varmak istiyorum? Şuraya: İnsan olmak demek ‘fark etmek, farkında olmak’ demektir. Güzelliği fark etmek niteliği doğada yalnızca insana verilmiştir; insanın doğadaki güzellikleri fark edişi, insanda daha derin, bu dünyaya ait olmayan, daha üstün algılayışa ve yaradılışa sahip bir şeyin varlığından haber vermektedir, diğerlerinin sahip olmadığı bir şeyin. Bu nedenle güzellikleri fark edebilmek ve durup seyredebilmek büyük meziyetlerdir, ancak insanlığını korumuş olanların işidir. Buda’nın lotus çiçeğini incelerken trans hâline geçtiği söylenir. İsa güzelliklerin öyle kolayca farkına varıyordur ki ya bir havarisi ya da canına tak etmiş birisi bir köpek leşini göstererek “Hadi bunda da güzellik bul.” minvalinde bir şeyler geveler. İsa eğilir, hayvanın beyaz dişlerini gösterir: “Şu dişlere bak, ne güzeller.” Muhammed’in yağmur yağdığında bazen sarığını çıkarıp öylece yağmur altında beklediği bilinir. Yağmuru hissetmenin verdiği keyfi ve huzuru anlamayan birisi ona neden böyle yaptığını sorar. Muhammed yağmur damlalarını hissetmenin verdiği huzurdan bahsetmez, demek ki suali soran bunlardan keyif alabilecek kadar ruhsal gelişimi sağlamamıştır, “Onun Rabbiyle anlaşması benim Rabbimle anlaşmamdan eskidir.” diye hakikatten bir bilgiyle karşılık verir. Bu bilgi güzeldir ama esas mesele ‘anlaşma’ olamaz, muhtemelen kayaların anlaşması da onun anlaşmasından eskidir, şu hâlde Peygamber’in yolda yürürken bulduğu her kayanın tepesine çöküp oturması gerekirdi. Bunu yapmadığını biliyoruz, yapsaydı ümmet taklit eder dururdu. Ben Muhammed’in bunun yerine çiçeksever olduğuna eminim. Güzel bir çiçek gördüğünde durup inceliyor, güzel kokanları durup kokluyor olması muhtemeldir; elimde bunu kanıtlayacak bir bilgi mevcut değil ama o latif bir ruha sahipti, yani iddiamda ısrarcıyım. Ne var ki insanlık hasletlerinden mahrum olanlar ruhsal âlem üyelerinin bu niteliklerinden uzak olduklarından onları anlamazlar.

    “Bence sen bu güzelliği fark etme işini abartıyorsun. Güzelliğe düşkünlüğümüz biyolojik bedenin itişiyledir, evrim açısından önemi daha güzel bebekler üretilsin diyedir.”

        Fakat kardeşim sen şunu atlayarak bu sonuca vardın, güzellik evrimsel açıdan anlam ifade etmez. Doğada yavru kedi ne kadar gerekliyse kırkayak da o kadar gereklidir; evrim güzeldir diye kedilere iltimas geçip kırkayakları ve onların türevleri ‘korkunçlu’ varlıkları yok etmemiştir.

    “Doğadaki güzellik anlayışıyla insanın güzellik anlayışı bir değildir. ‘Altın oran’ vardır, duydun mu bilmem. Güzellik evrimde belli oranlar üzerinden belirlenir. Yani kırkayaklar arasında da güzellik anlayışı olabilir, ama bizim bildiğimiz tarzda değil.”

        Güzellik madem ‘altın oran’ anlayışıyla falan belirleniyor, git altın oran tanımına en yakın böcekleri şöyle elinle tut, sev bakalım, yapabiliyor musun? İnsan doğaya, evrime tâbi değil mi ki bizim güzellik anlayışımız doğanın güzellik anlayışından saptı, kendimize uygun bir güzellik anlayışı geliştirdik? Kimse kimseyi yemeye kalkmasın, en yakınındaki hayvanları izlersen, örneğin köpekleri, göreceksin ki güzellik falan aradıkları yok, sadece çiftleşecek eş arıyorlar. Çiftleşme dönemindeyse senin bacağınla bile çiftleşmeye kalkabilir, hiç sorun olmaz hayvan açısından. Fakat senin açından sorun olur mu olmaz mı orasını bilemem.

        Üniversitedeyim, hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum. Kampüsün önünde minibüs durakları var. Günü bitirdik, kampüsten çıktık, bölümden yakın arkadaşlarla grup hâlinde duraklara geldik. Orada bir köpek gördüm, takılıyordu kendi hâlinde. Hayvanları sevdiğim için başını okşamaya başladım. Şöyle üç beş dakika oynadık. Fakat benim samimi tavrımı köpek yanlış anladı anladığım kadarıyla, iş atıyorum sandı demek ki. Üstüme dikeldi ve otomatik bir hareketle bacağıma doğru ileri geri hareket etmeye başladı. İtiyorum, gitmiyor, itiyorum, geri geliyor, üstüme çıkmaya çalışıyor. Baktım, durak sırasındaki arkadaşlar minibüse binmiş bile, minibüs kalkmış gidiyor, gruptaki arkadaşlar kızlı erkekli hepsi birden camdan bana bakarak gülüyor, köpek ise hâlâ benden ‘altın orana göre güzel yavru üretme’ peşinde. En sonunda celallendim, ittim, azarladım, kovaladım, bir sonraki minibüse binip merkeze indim, gururum hiç de kırık olmayarak arkadaşlarla buluştum; ben ne utanacağım, iyi niyetimi suiastimal etmeye kalkan köpek utansın.

        Anlayacağınız o ‘altın oran’, ‘güzellik’ savları bana sökmez, bunların doğru olmadığını ben bilim adına kendi bacağımı ortaya koyarak kanıtladım o zaman. Veya köpek bilim adına beni ortaya atmış da olabilir, bakış açısına ve köpeğin iştigal ettiği mesleğe göre değişir. Ancak gerçek şu ki toplum içerisinde yer alan, insanlık niteliklerinden uzak kimi insanımsıların şehvetlendiği zaman hayvanlarla aynı şekilde bulduğu her şeye hâllenebildiğini gayet iyi biliyoruz. O ‘altın oranlı güzellik algısı’ onlara neden işlemiyor, üstelik insan suretinde oldukları hâlde?

    “Bırak ya. Açma şöyle konuları. Ben insan falan sevmiyorum zaten, hepsi öyle kendi menfaati peşinde. Bence hayvanlar daha iyi.”

        Şu cümleyi de ne çok işittik arkadaş. Bunun aslı şöyleydi: “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevmeye başladım.” Bir filozof söylemişti galiba, kim olduğunu hatırlamıyorum, önemli de değil. Oysa böyle konuşanlar cümlelerindeki oksimoronu görmemektedir. Çünkü hayvan daima benliğin kontrolü altındadır, benliğine belirlenmiş davranış kalıpları dışına çıkamaz, yani kendi benliğinden başkasını düşünmeyen ancak hayvandır. İnsanları sevmeyip hayvanları seven kişi, aslında insanları hayvanlık bilincini aşamadıkları, yükselemedikleri, daha doğrusu insan olamadıkları için sevmemekte fakat bu gerçeği de fark etmediklerinden böyle edebî ama boş cümleler post’layıp durmaktadırlar. Güzel olan insanlıktır. İnsan olalım. O nedenle buradayız.

        İnsan olmak sadece güzellikleri görebilmekle ilişkili bir şey de değildir. Ne yazık ki bizler yalnızca durup durup bir şeyleri izleyen, dinleyen, başka sorumlulukları olmayan varlıklar değiliz. Bilmiyorum, tüm ömrü akarsu izleyerek, kuş cıvıltıları dinleyerek geçirirsek ne derece insan olabiliriz? Bilmiyorum derken edebiyattaki tecahül-i arif (bilip bilmezden gelme) sanatını yapmıyorum, gerçekten bilmiyorum. Neticede hiçbirimiz doğada tek başımıza yaşamıyoruz, insanın bir de toplum içinde yeri ve konumu mevcut, dolayısıyla kendi türümüzden olanlara karşı da isteyelim istemeyelim bir sorumluluk taşıdığımız muhakkak.

        Hani piknik alanlarında veya umumi tuvaletlerde bazen şöyle uyarılar görürüz: “Bulduğunuz gibi bırakın.” Bence buna benzer bir uyarının her insan evladına kendini bilir yaşa geldikten sonra düzenli olarak hatırlatılması gerekir: “Dünyayı bulduğundan daha iyi bir yer olarak bırak.” Hatta bunun bir görev, bir vazife hâline getirilmesi gerekir. Çünkü insan dışındaki her türlü canlı, gönüllü olarak olmasa da, hatta kendileri bunu bilmese de, hep dünyanın düzeninin sürmesine hizmette bulunurlar. Solucan toprak içinde yer içerken aynı zamanda toprakta delikler açarak ve dışkısıyla toprakta azot dönüşümüne yardımcı olur ve verimi artırır. Fakat insan haricindeki canlıların kapasitesi bellidir. Yalnızca insanoğlu bu dünyayı daha iyi, daha güzel, daha yaşanası, daha huzurlu bir yer hâline getirebilir. Veya daha kötü, daha acı dolu, daha beter bir yer hâline. Fakat bu ikinciye katkıda bulunanlar her ne kadar insan suretinde olsalar bile insan değillerdir, hatta hayvan bile sayılmazlar. Kurt bile ne kadar vahşi olsa da, içgüdüsüyle, otçulların fazlaca artıp bitki örtüsüne zarar vermesini engelleyerek dünyaya hizmette bulunur. Yalnızca ve yalnızca insandır, nükleer felaket gibi muazzam bir yıkımı dünyaya getirecek kadar zekâsı yüksek ve de ahmak olan. Fakat insanı insan kılan da bu potansiyeli ve her iki ihtimalden hangisini seçtiği değil mi zaten?

        Bu araya hakikatten bir haber sıkıştırmak istiyorum, tam yeri: Bu dünyaya hizmet eden yalnızca burada yaşayan canlılar değildir, dünyaya hizmet bizzat Tanrı’nın da işidir. Düşünün bakalım: Madem yapan, eden hep Allah’tır, bulutları oradan oraya sürükleyerek, ölü yaprakları düşürüp canlı yaprakları yeşerterek, her canlının yiyecek tayinini ayarlayarak, bir an durmaksızın, sürekli ve sürekli bu dünyanın düzeni sürsün diye “her an yeni bir iştedir”. Dünya bir tiyatro sahnesiyse bu sahnenin set ekibi de sahne görevlisi de temizlikçisi de kameramanı da hep kendisidir; sahne daima hazır olsun diye hep hizmettedir. Hatta çoğu tasavvufta ve mistisizmde oyuncuların da kendisi olduğu söylenir. Yani o söylenene göre yazan da çizen de oynayan da hep O’dur.

        Yani Tanrı’nın kendisi bu dünyaya hizmet ederken insanın bu dünyaya iyi bir şey bırakmadan, hatta yediği içtiği, dersini aldığı bu diyara zarar ziyan vererek göçüp gitmesi hayvanlık bile değildir, terbiyesizliktir, ayıptır, nankörlüktür.

        Peki insan ne değildir? Bir şeyi anlamak aynı zamanda onun ne olmadığını anlamaktır. Zaten ilk bölümde kendimizi tanımladığımız kelimelerin, niteliklerin ve sıfatların biz olamayacağımız konusunda anlaşmıştık –diye umuyorum. Fakat insan hakkındaki en önemli, mutlaka bilinmesi gereken verimiz şudur: İnsan zihin değildir. Bunun açılması gerekir.

        Zihin insan değildir, özünde insan için ‘ikilik’tir. Şöyle düşünelim: Bu dünyayı ve hayatı deneyimleyen bir biz varız, bilinç olarak, bir de kafamızda her şeye yorum yapan bir ses var. O sesi hariçten fark edebildiğimize göre o biz değiliz. Zihin o sestir, demek tam olarak karşılamaz ancak ses zihinden kaynaklıdır. Yani gerçek biz olan bilinç ve zihinsel ses bütün ve tek değildir, iki ayrı varlıktır. Yani zihin bir beden içinde tek değil iki ayrı yönetici olmasına yol açar. Zihin tertemiz olan bilincin algısını anılarla, tecrübelerle, kurallarla, dünyada ona belletilen yargılarla çarpıtır, doğruyu anlamaya engel, yani ‘perde’ olur. Zihni fark edemeyen bilinç her zaman düşük seviyede kalmaya mahkumdur.

        Nazilerin propaganda bakanı Goebbels “Bir yalanı sürekli tekrarlarsan mutlaka inanılır. Ne kadar büyükse o kadar çabuk inanılır.” minvalinde konuşurken zihinden mi esinlenmiştir bilmem ama gerçekten de yalan tekrarlama tekniği zihnin en yoğun kullandığı saldırı aracıdır. Aynı düşünceler belki bir milyon kere tekrar eder kafanda, hiçbir faydası da dokunmaz. Belki de zihin aynı yalanları sürekli ve sürekli ve sürekli tekrarlar durur ki düşmanı olan bilinç, kendini kıskaca alınmış hissetsin, bunalıp bu yalanlara teslim olsun ve nihayet özyıkım faaliyetlerine girişsin. Bıktırır, hayat enerjisini emer, savaşı böyle böyle kazanır. Örneğin “Yetersizsin.” diye fısıldar durur, “Seni kimse sevmiyor, sevilecek biri değilsin.” diye fısıldar durur, değersizlik duygusu aşılar. İnsanın bakış açısını ve gönlünü karartır, negatif duygulardan bir bataklığa çekmeye uğraşır. İnsanın zihinle çatışması o olmadığını, zihnin ondan ayrı olduğunu, dolayısıyla zihnin ürettiği düşüncelerin kendisi olmadığını fark edinceye ve böylece onun yönetiminden kurtuluncaya kadar sürer. Eğer fark edemezse, fark etmek için çaba bile göstermezse doğumundan ölümüne bilinçsizce yaşam sürer; zihin onu nereye çekerse oraya gider.

        Zihin hak ettiği yere konulup kullanıldığında muazzam bir öğrenme aracı fakat eğitilmeyip terbiye edilmediğinde çok şiddetli bir düşman, öz yıkım aracı hâline gelir. Bir araba gibi; eğer eğitimini aldıysan ve kurallara uyarsan istediğin yere gitmeni çok kolaylaştırır. Eğitim almadıysan, gerekli bakımları yaptırmadıysan, hatta bunları yaptırmış olsan bile alkol alıp direksiyon başına geçersen seni öldürecek, buna kuşkun olmasın. Suç araçta mı bu durumda yoksa kullanan bilinçte mi? Zihni hizmetçi yapabilen için bütün yollar açıktır. Ruh olarak istediği yere gider o. Zihnini terbiye amacı bulunmayan istediği kadar ibadet etsin; ruhta güdük kalır. Sürücülük eğitimi almamışsan arabaya ne kadar bakım yaptırırsan yaptır, faydasız değil mi? Demek ki insan için öncelikle varılacak bir hedef, bir amaç belirlemesi şarttır; yoksa amaçsızca savrulur, arabayla yollarda kaybolur gider.

        Ha bu arada, arabayı araba sürmenin keyfine varmak, manzara görmek için süren de var. Bu türden insanların amacı anın tadına varmaktan başka bir şey değil. Bunu hedef edinen en bilindik öğreti Zen Budizmi’dir. Zen Sürücü Kursu… Aslında kulağa bir güzel geldi böyle deyince. Reklam sloganı: “Gelin arabayla tur atalım, iki ağaç, göl, nehir falan görelim, gözümüz gönlümüz, gönül gözümüz açılsın.” Çok afilli oldu valla. Bu isimle sürücü kursu açıp sloganı da kullanan çıkarsa korkmasın, para talep etmem; beni arada şöyle göl kenarına, ormana pikniğe götürseler yeter.

    “Ya zihnin söyledikleri doğruysa? Ya gerçekten bizi seven kimse yoksa?”

        Hadi öyle varsayalım, zihnin söyledikleri hep doğru, gerçekten sizi seven, sevecek kimse yok etrafınızda. E bunda üzülmeyi gerektirecek ne var? İnsanoğlu zaten bencil bir varlıktır, çok az kimse başkalarını gerçekten sevebilir, o da ruh yönünde baskınlaşmışsa. Yoksa egonun esiri insan onu yaratanı bile gerçekten sevmez ki! Egonun esiri olan ne kadar dindar görünürse görünsün hikâyedir, ego yalnızca ve yalnızca kendi menfaatlerini sevebilir, ona biçilen kapasite o kadardır. Söyleyin Allah aşkına, cennetle cehennem inancı olmasa coğrafyamızdaki kaç dindar Tanrı umursardı? Özünde dindar Tanrı’ ya O’ndan beklentisi olduğundan tapınır. Şöyle ünlü bir dörtlük yok mu hatta:

    Güvenme insanların samimiyetine
    Menfaatleri için gelirler vecde
    Eğer Allah vaat etmeseydi cenneti
    O’na bile etmezlerdi secde.

        Dörtlük aklımdaydı, kiminmiş diye internetten baktım, Mehmet Akif Ersoy’a isnat edilmiş. Aslında yazım tarzı hiç onunkine uymuyor ama neyse; bizim için önemli olan içerik zaten. Şimdi burada şairimiz çok güzel söylemiş de eğer secde etmeyi Yaradan’ın emirlerine uymak olarak ele almışsa doğru söylemiş, yok zahirî bir hareket olan namazdaki başı yere koyma hareketini ele almış da, ‘cennet olmasa kimse başını yere koymazdı’ manasında söylemişse yanlış söylemiş demektir. Allah’ın hakikat âleminden kaynaklanan emirlerine uymadıktan sonra başını günde bin kere yere koysan ne olur koymasan ne olur?

        Bakın hakikatten haber vereyim, hakikat âleminde Ali’nin makamının benzeri yoktur; çok ama çok yücedir. Buna inanın, oradan bir haber bu, mezhep propagandası falan değil. Ne Sünniler ne Aleviler; sadece çok küçük bir azınlık Ali’nin gerçekte ne derece yüce olduğunu bilir. Geri kalanlar ancak onun hakkında boş ezberler tekrar eder. Gel gör ki döneminde ona isyan edip savaş açmış olan hariciler Ali’yi epey aşacak kadar fazla ibadet ederler, başlarını toprağa Ali’den kat kat fazla kere koyarlardı. Ama işte onlar alınlarını toprağa yüz bin kere koysa yetmez de Ali bir kere koysa yetiyordu hakikatte. Ha, o insanların yüz bin kere koyması şu açıdan iyidir; içlerindeki fesatı, yani egonun o karanlık enerjisini ibadetle meşgul oldukları müddetçe yayamazlar; yani ibadetleri onları en azından günah kazanmaktan korur. Oysa Ali zihni ve bedeni kendine hizmetçi kılıp egoyu aştığından, kendine her yönüyle hâkim olduğundan öyle yoğun bir ibadet faaliyetine ihtiyacı yoktu; o içten içten hep güzellikler üretiyor, ruhta çiçekler, fidanlar ekiyordu zaten.

    “İyi ama insanlar Allah’ın emrine uymak için namaz kılmazlar mı? Allah’ın emrine uymak için koymazlar mı başlarını yere?”

        İşin doğrusunu anlatmak için yine hakikatten haber vermek gerek: Dünya âleminde ikilik vardır, iç ayrı dış ayrıdır. Bir insanın içinde ne taşıdığını nasıl bileceksiniz; belki de içte göründüğünün tam zıddı? Cömert görünen birisi belki de cimrinin hası, menfaati gereği bir dönem cömert görünmesi gerekiyor, cömertlik oyunu oynuyor gözleriniz önünde; nasıl ayırt edeceksiniz? Doğada bile öyle, kurtlar oyun oynarmış gibi görünür de pusularına çeker köpekleri hani. Zaten bu ikilik yüzünden tüm bu âleme güvensizlik hâkim değil mi?

        Gelgelelim hakikat âleminde bu âlemdeki gibi iç-dış diye bir ikilik yoktur. Orada kim nasıl düşünüyorsa, davranışları da aynı yönde olur. Yani hissettiği neyse onu görüntüyle açığa vurur.

        Şöyle anlatayım: Birisi hakikat âleminde bir emre uymaya niyetliyse kabul edip eğilir veya secde eder şekilde görürsün. O görüntü onun niyetidir. Oysa dünyada başını yere koymak sadece görüntüdür, niyetten haber vermez. Secde eden Allah’ın hakikat emirlerini yerine getirmeye hiç de niyetli olmayabilir. Sen alnını zemine koyup koyup kaldırdığını görebilirsin ama bir anlamı yoktur o görüntünün. Belki de sadece çocukluğunda ‘din bu’ olarak öğretildi diye yapıyordur? Hatta belki de münafıktır, içte İslam’dan kurtulmak gerektiğini düşünüyordur ama iş bağlamak için dışta namaz kılmak zorundadır; nasıl bileceksin?

        Ego-nefs-benlik diye çağırdığımız yapı hep menfaatini baz alır, ona göre hareket eder, onun için var edilmiştir. Dünyada belki yüzde onluk bir kesim onun kıskacından kurtulmayı başarabilir, daha fazlası çıkmaz herhalde. Fakat elbette bu türden gerçekler düşünceyi tekrar eden zihnin işine gelmez çünkü onun gerçekle hiçbir işi yoktur; terbiye edilmemiş zihnin tüm işi insanı negatif duygulara çekmektir.

        Bakın hatta hakikate girmişken şu zihnin hakikatine de girelim, yeri geldi: Zihin için sürekli yalan tekrarlar dedik ya… Şeytan için Hristiyanlıkta ne denir: “Yalanların babası.” Zihin yalanlar söyler, zihin gerçekleri çarpıtır, zihin doğruyu algılamaya engel olur. Şeytan için de yalanlar söylediği, gerçeği çarpıttığı, insanı doğrudan engellediği söylenir. Biz bu dünyayı zihin vasıtasıyla kavrar, öğreniriz; yani zihnin kavrayışı bilinç olan bizleri her taraftan sarmıştır. Şeytan ne diyordu Kuran’a göre: “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yaklaşacağım.” Yani her taraftan. Zihin gürültülü olduğunda insan yaşıyor değildir, esirdir, acı çeker. Hissedemez, yediğinden içtiğinden tat alamaz, yaşayamaz. Yaşadığını algılar ama yaşamı değil, bedenini sürükler sadece, zorunluluktan. Zihin ne kadar gürültülüyse ıstırap o derecede artar. Alan bırakıldığı, fırsat verildiği sürece zihin insana sürekli eziyet eder. Peki İslam’a göre bizim düşmanımız kimdir: “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. Siz de onu düşman bilin.” (Fatır / 6) Hatta ayetin devamı da şöyledir: “O kendi güruhunu (yani ona uyanları) alevli bir ateşin halkından olmaya çağırır.” Alevli ateşin bu dünyadaki karşılığı da zihinde çektiğimiz acı olmasın? Kafasındaki ses dursun diye kafasını duvara vuran insanlar var bu dünyada. Mesela Sanitarium oyununda da muazzam bir örneği vardır; hani ilk bölümde, karakterin gözünü açtığı akıl hastanesinde. Çocukken oynamıştım da adamın kafasını duvara vururken çıkardığı o cork cork kemik ve et sesi içime oturmuştu, hâlâ hatırlarım. Nasıl yapmışsa zalımlar. Eh, biliyoruz ki şeytan da insandan nefret eder ve çektiği ıstıraplardan zevk alır. Aslında görünürde acı çekecek bir şey de yok, yani fiziksel bir acı yok; bu işkence nerede yaşanıyor öyleyse? Zihinde. Kim tarafından yapılıyor peki? Kendimiz. Yani onca eziyet kapasitesine rağmen zihnin insanın davranışları üstünde bir etkisi, gücü yok. Zihne inanıp inanmamak insana kalmıştır, zihni aşarsan acıdan da kurtulursun. Peki şeytanın insan üstünde gücü var mıdır: “Gerçek şu ki şeytanın iman edip Rablerine güvenen kimseler üzerinde herhangi bir zorlayıcı gücü yoktur.” (Nahl / 99)

        Güzel canlar bakın hangi sonuca varmış bulunduk: Zihin şeytandır. Bizim bu dünyayı algılamamızı sağlayan da hakikatle önümüze set çeken de zihindir, yani şeytandır. Ve bu da demektir zihnin esaretinden kurtulanlar melekleşirken zihnin esiri olanlar şeytana uyanlardır. Şu hâlde biz dünyayı içimizde meleklik taşıyarak ama zihni yani şeytanı aşıp bu melekliği açığa çıkarmadığımız sürece şeytanın görüşüne göre, şeytanın görüşüyle algılıyoruz, yani şeytana uyuyoruz. Zihni fark ederek zihinsel kaosunu dindirmeye, düzene oturtmaya ne demişti Peygamber: “Ben şeytanımı Müslüman yaptım.” Şu hâlde Müslüman ne anlama gelir: İsyankârlığı sona eren, sakinleşen, dinginleşen, teslim olan.

    “Vay anasını ya! Kardeşim ilk bölümde böyle mi diyordun? Zihin memory’dir falan diyordun, ne çabuk şeytana geçtin?”

        Sevgili arkadaşım, en başta her gerçeğin ancak yeri geldiğinde söylenmesinin etki sağlayacağını da yazmıştım, önsözü okumadan atladın anlaşılan. Bence erken bile söyledim ama yeri gelmişti ne yapayım? Eğer sana biri doğrudan gelip de “Bu şeytan dedikleri zihnindir.” dese kabul mü edecektin sanki? Kaldı ki o söz doğru da olmazdı, şeytan ile ayrıca karşılaşmak mümkün maddesel âlem dışında. “Zihin şeytanın bu âlemdeki projeksiyonudur, yansımasıdır.” demek daha doğru olur.

        “İnsan bedeni mikro kozmostur.” derler. Bu ne demek biliyor musun, kâinatta her ne var edilmişse, hatta daha fazlası da insan bedeninde vardır. Dahası insan bedeni öte âlemlerin de projeksiyonu olacak şekilde ayarlanmıştır. Sen öyle iki ayak üstünde yürüyen kılsız bir maymun gördün, cıvata sandın herhalde? Kesin bir bilgim yok ama inancım şudur ki insan bedenindeki her organ ruhsal âlemdeki başka şeyin projeksiyonudur. Şöyle anlatayım, mesela mide cehennemi tasviren insan bedenine yerleştirilmiş olmalı; cehennemdeki ‘tüketen, yok eden ateş’ madde dünyada asit ile surete büründürülmüş, ne versen yetmiyor, verdikçe hep daha fazlasını istiyor. Hani İslam’da şöyle bir anlatı vardır: “Allah cehennemlikleri gönderdikçe ‘Doydun mu?’ diye sorar da cehennem her seferinde ‘Daha doymadım. Daha çok ver.’ diye nida eder.” Veya beynin yapısına baktığımızda, vücuda uzanan sinirleri bir ağacın köklerine çok benzer, beynin kendisi de tepede yayvan bir ağacın tepesi gibi durur. Çünkü çıkardığım kadarıyla beyin eskiler mistiklerce yaşam ağacı, İslam’da tuba ağacı diye adlandırılanın bedendeki projeksiyonudur. Mesela insanların göz mercekleri nebulalara, göz bebekleri karadeliklere şekilsel olarak çok benzer. Mesela yerli Amerikan bilgeliğinde ruhsal âlemde insanların bebek kordonu gibi kordonlarla bedenlerine bağlı olduğu söylenir ki Mevlana da bunu insanları üzüm salkımındaki tanelere benzeterek bir nevi doğrular; yani bebeklerin beslenmesini sağlayan kordon ruhsal kordonun projeksiyonudur.

        Bu et beden her ne kadar muazzam bir yapıya sahipse de neticede bir organizmalar topluluğudur ve doğadaki her şey gibi günden güne çürüyen, sıradan bir nesnedir. Doğada ölen hayvanın yası tutulur mu? Sararan yaprakların? Düşen meyvelerin? Dönüşüme girer sadece. İnsan bedeni de aynı işte. Çürüyecek, dönüşüme girecek. Yani kendisini bedenden ibaret zanneden insanlar yine kendileri yükledi ona ‘yüce’ değerini ve ona ölmeyesiye tutunmaya kalktılar, çünkü o ölüp giderse kendilerinin de yitip gideceğine inandılar. Oysa bu bedenin anlık hazlar dışında sunabileceği bir şey yok. Gelgelelim bedeni araç kabul edip üstün bir amaç uğruna kullanılırsa içindeyken ruhun öğrenebileceği çok fazla şey var; bizim için önemli olan da bu. İyilikleri-kötülükleri, acı huyları-tatlı huyları, varlığı-yokluğu… Sevgi, cömertlik, merhamet, sabır, cesaret, yumuşak başlılık ve benzerleriyle zıtlarını… Beden kafesi içine girip dilediğimizi yapma etme imkânı bulamasaydık ve yapıp ettiklerimizin karşılığını acı veya mutluluk olarak maddede gözlemlemeseydik öğrenme süreci nasıl var olabilirdi ki?

        Gelgelelim insanoğlu bir tuhaf, tam da uğruna yaratıldığı bu öğrenme sürecini boş veriyor, geliyor da içine konulduğu araca tapıyor, “ben” diye yüceltiyor. Sen, evet, sen. Zamanın başından beridir hep aynı bedendeydin, aynı görüntüdeydin değil mi? Doğumunu sorsak hatırlamazsın, ama tüm zamanlara hâkimmiş gibi ahkâm kesmedesin! Bu bedenle ortaklık en fazla birkaç on yıl, fazlası değil. İnsan isterse onu sabah-akşam yedirmeye-içirmeye, midesi ne isterse onu göndermeye, canı ne çekerse onu yapmaya, zevk-ü sefa içinde yaşamaya, sabah akşam keyif yapmaya, yan gelip yatmaya, fırsatını buldukça penisini-vajinasını hazza ulaştırmaya sevk edebilir. Böylece de ruhunu tutan kafesin tellerini sağlamlaştırır. Zaten hangi kuş, kafesinin telleri kalınlaşsın istemez ki!

        Esas anlaşılması gereken şudur: İnsan bu beden değildir, içte bir yerlerde gizli olana, soyut denen erdemlerden beslenen varlığa insan denir. Bu dıştaki nesne, doğaya tâbi olan hayvandır. Dolayısıyla kendini keşfedemeyen, özünü bulamayan, bilemeyen, kendini yalnızca bu nesne olarak tanımlayan her insan, hayvanlığını aşamadığından dolayı hayvanî algılayışa ve ahlaka saplanır kalır. Şimdi burada önemli olan sözler, inanışlar, savunular değildir. Nice materyalistler vardır, ideallerin uğruna kendini feda etmişlerdir; çünkü aslında olumlu olarak inandıklarının tersine bir yaşayış sürmektedirler. Nice dindarlar da vardır ki her şeyi yaratıp ona bildiği tüm nimetleri bahşeden Tanrısı uğruna cebinden birkaç kuruş çıkarıp vermez bile, çünkü o da inandığının aksi yönde bir yaşayış sürmektedir, olumsuz yönde. Dolayısıyla Tanrısı adına en ufak bir iyilik yaymayan dindar aslında içinde inanmıyordur, kendini ne kadar kandırırsa kandırsın, geleneksel dinin takipçisidir, o da halkından öyle gördüğü ve halktan ayrı düşmekten korktuğu içindir.

        İnsanı insan yapan içinde biriktirdikleri, büyüttükleridir. Davranışları, huyları, bunlardan önce düşünceleri. Ve bunu da açığa vuran hayat denen yazılıma girdiği verilerdir, yaşamında gösterdiği kanıtlardır. Hayat seçimler demektir. İnsanın ne olduğunu ele veren nasıl davranmayı seçtiğidir. Reklamlarda iddia ettiklerinin aksine satın aldığınız nesneler veya detayları sizin ne olduğunuz hakkında bilgi sunmaz, sunsa bile ekmek kırıntısı mukabilinde olur. Sizin hakkınızdaki esas bilgiyi yaşam içindeki tercihlerinizden öğreniriz. Örneğin daima iyiliğini gördüğünüz, sizi yanına almış ve öğretmenlik etmiş bir adamcağızı birkaç kuruş için gidip onu tutuklayacak yetkililere ihbar ediyorsanız hain kelimesinin sözlükteki karşılığısınızdır. Veya gerçek dostluk nedir biliyorsanız ve dostunuz yerine yatağına, ölmeye yatmayı tercih etmiş biriyseniz, gözü kara, cesur, mert sözcüklerinin karşısına TDK vesikalığınızı koysa yeter. Gelgelelim cep telefonunuz mavi ise… Bir ihtimal erkeksinizdir. Mavi rengi seven bir kadın olmanız da ihtimal dâhilinde tabii. Kişisel özgürlüğünden zevk alan biri olmanız da mümkün, çünkü mavi gökyüzünün ve sınırsızlığın rengidir. Veya tırt bir insan olarak rengin tonu hoşunuza gitmiştir. Tırt sıfatını aşağılamak için koymadım, yeri geldiğinde hepimiz tırt insanlarız; yaşasın tırtlığın verdiği o iddiasızlık, o mutluluk, o huzur! İşte nesnelerden toplanabilecek bilgi bu kadardır.

        İnsanların baskın çoğunluğunu göz önüne alarak söylüyorum: Söylediklerinin hiçbir değeri yoktur, çünkü gerçek kanıttadır. Bir insan neye inanıyorsa onu yapar, ne yapıyorsa ona inanıyordur. Yani insanı hiç tanımlayamasak bile ‘hepimiz yaptıklarımızız’ deyip geçebiliriz. Evet, hepimiz yaptıklarımızız. Yaptıklarımız yalnızca eylemde değil, önce düşüncededir. İnsan inandığını düşünür, düşündüğüne inanıyordur demek olur bu.

    Kardeşim ancak fikirdir varlığın
    Gerisi et ve kemik, bir yığın.

        Şu beyti bize hediye eden Mevlâna böyle güzel şiirler dökmek yerine meslek olarak cellatlığı seçse de tak tak kelle kesse yine aynı şekilde sevilir miydi? Tanıdığınız sevdiğiniz herhangi bir cellat var mı? Demek ki biz insanları var olmalarından dolayı değil oldukları kişi olmalarından severiz. Yani kişileri değil kişilikleri severiz. Kişi sevgi, dürüstlük, cesurluk, pozitiflik, neşe vb. ruhsal niteliklerden ne ölçüde taşıyorsa ona göre sevilir. Gandi ile Hitler’i ayıran görüntüleri değildi, arayışları ve arayışlarından ortaya çıkarttıklarıydı. Yoksa kimse Gandi’yi yakışıklı diye bağrına basıp Hitler’i tipsiz diye ötekileştirmemişti; en azından ben öyle umuyorum. Birisi sevgiye varmaya yol ararken öteki nefrete ulaşmış ve her ikisi de küplerine doldurduklarını yaymıştır. Eğer ruhen yer değişseler de Hitler sevgi arasa ve Gandi nefret peşinde koşsa; sahip oldukları görüntü, ırkları, dinleri, geçmişleri hiç değişmemesine rağmen biz her ikisine de bugün hissettiğimizin tam zıddı duygular içinde olacaktık. Dolayısıyla ‘ben’ olarak değil ama dışarıdan bir gözle baktığımızda bir insanı yaptıkları olarak tanımlayabiliriz.

        Buradan ne çıkar biliyor musunuz? Mademki sevgi, dürüstlük, cesurluk, neşe gibi pozitif duygulardan ne ölçüde biriktirdiğimize bağlı olarak önem taşıyor veya taşımıyoruz, bu demektir ki biz, yani insan aslında kendi başına hiçbir şeydir. Ruh bir torba, biz de bu pozitif duyguları doldurabildiğimiz kadar dolduruyoruz. Neden torba dedim, neden çanta, valiz değil; çünkü o âlemde “ruh torbasını doldur” şeklinde bir tabire denk gelmiştim, ondan. Yani ruh gerçekten hakikate göre bir torba, gerçek bilgi bu, benzetmeden öte. Ben benzetme yapacak olsam pozitif duyguları pınara benzetirdim, bizler de elimizde testi o sudan doldurmaya gelmişiz. Testimizi doldurduğumuz ölçüde o pozitif duygularla doluyoruz. ‘Doluyoruz’ dedim, çünkü testi de biziz.

        Bu arada, neden sevgi, dürüstlük, cesaret, merhamet, adalet gibi pozitif nitelikleri severiz de nefret ve yalan gibi negatif niteliklerden hoşlanmayız? Bunları severiz çünkü bunlar bizi var edenin veya kendisinden geldiğimiz ana kaynağın, hangisini tercih ederseniz artık, nitelikleridir. Bunları seven insan aslında Tanrı’yı veya Tanrı inancınız yoksa o insanın geldiği ana kaynağı özlemektedir; tıpkı özellik yönünde annesine benzeyen kadınların peşinden giden bir erkeğin aslında annesini özlüyor olması gibi. Tersi de geçerlidir; nasıl ki annesi için ağlayan bebek aslında annesindeki sevgiyi, samimiyeti, merhameti, sıcaklığı istemektedir, Tanrı’yı veya kaynağı arayan insan da genellikle ona ait nitelikler olan adaleti, sevgiyi, merhameti, samimiyeti, sıcaklığı arzu etmektedir.

    “Ya materyalistsek, ya madde dünya dışındaki hiçbir şeye inanmıyorsak?”

        Tanrı inancı olsun ya da olmasın, insanın kendisinde bu âlemin ötesine ait bir parça bulunduğunu kabul etmesi zorunludur. Olmasaydı bu nitelikleri asla sevemezdik, sevmeyi bırakın yaratamazdık. Hayvan dünyasında böyle ayrımlar mı var? Hani ‘soyut’ dedikleri değerlerden, adaletti, merhametti, cömertlikti? Ne arar; hayvan ancak programlandığı şekilde davranır, hayvanın dünyasında yalnızca güç ve güce dayalı hiyerarşi ilişkileri bulunur. Madem tamamen hayvan olarak tabiatın bir unsuruyuz, biz nasıl ve neden daha yüce değerler ürettik? Bu arada materyalistlerin o sözde soyut-somut ayrımına da ayrıca gireceğiz sonra.

    “Toplum kurmak ve toplum yapısını korumak için?”

        Çok büyük bir hata olur bu savunma. Toplum yapısını korumak için hiçbir erdeme ihtiyacımız yok, yalnızca hiyerarşi yeterli. Feodal sistem gibi en tepeye bir tane alfa insan gelir, diğerlerini hizaya sokar, eğer önemli olan toplum yapısıysa. Adalet nerede bu işte? Feodal sistemlerde yok, faşizmde yok, sosyalizmde yok, hatta bence liberalizmde bile yok. Kuzey Kore adaletten kırılıyor mu? Toplumsal açıdan bakınca harika bir toplum yapılanması mevcut, Türkiye’den düzenli, git de sokakta kavga eden iki adam bul bakalım. Aileleriyle birlikte idam ederler. Fakat doğru gelmiyor değil mi? Rahatsız eden bir şey var hepimizin içinde. Demek ki insan pozitif nitelikleri taşıyabilme kapasitesiyle hayvandan farklıdır. Öyleyse şunu da diyebiliriz, hatta demeliyiz de: İnsanı hayvandan adalet, sevgi, merhamet, dürüstlük gibi pozitif diye adlandırdığımız kavramlar, nitelikler ve duygular ayırır.

    “Öyleyse insanın evrendeki en yüce, en yüksek varlık olduğunu savunan hümanizm haklı?”

        Şu nokta doğru, hümanizm akımı genelin zannettiği üzere ortalama bir insanseverlik, hadi hepimiz kardeş olalım fikri taşımaz, insanı evrendeki en yüce varlık kabul eder. Benim dediğim tam olarak bu değil, bu anlayışla bir yandan uyum içindeyken diğer yandan tam zıt noktada kalıyorum. Şöyle ki; evet kâinattaki en yüksek varlıktır insan, hatta inancım o ki kâinat insanın ortaya çıkması için yaratılmıştır. Fakat insanın ne olduğu konusunda hümanizmle ters uçlardayız. Ayrı düştüğümüz nokta şu ki öyle iki ayak üzerinde dolanan her Âdemoğlu insan değildir. İnsanlık Âdemoğulluğundan üstün bir makamdır; zaten bu bölümde onu ortaya çıkarmaya çalışmıyor muyuz? Dolayısıyla her Âdemoğlu da aynı derece değerli değildir. Benim görüşüme göre Âdemoğlu insan olduğu derece, yani Yaradan’a ait olan niteliklerden, özelliklerden yüklendiği kadarıyla kıymet taşır ancak. Cömert mi, mutlu ve neşeli mi, şefkatli, merhametli mi, huzurlu mu, kayalar gibi sabırlı mı; içinde pozitif niteliklerden ne kadar var ve etrafına ne kadar saçıyor, o kadar değerli. Hele ki egoyu bildi, kendi varlığından soyundu, ölmeden öldü, yani Yaradan’ı buldu, Hakk ile Hakk oldu ise yaratılışın tüm amacı o işte. O zaman şah, padişah, kral, en değerli. Fakat içinde düzgün bütün pozitif nitelik, etrafına saçtığı en ufak ışık yok, hayvan misali yalnızca kendi benliğine çalışıyor; o zaman neden değerli olacak? O zaman yüce değil ki, doğadaki tüm hayvanat gibi işte. Hele bir de negatif nitelikler içinde yüksekse, örneğin sıradan bir kan dökücüden farksız şekilde saldırgansa, sırtlan gibi başkalarının emeklerine çöküyorsa, insanlar içinde kötülükleriyle fitne, fesat çıkarıyorsa, ne değeri olacak? Al onu çöpe at, daha yararlı olur.

        Dolayısıyla “İnsan evrendeki en önemli varlıktır.” diyen hümanist akım ve “İnsan kâinatın merkezidir.” diyen dinsel akımlar kusura bakmasın, benim onlarla derdim var. Gelgelelim “İnsan kâinatın kendisidir, yürüyen evrendir.” diyen mistik akımla bir derdim yok. Bu bir çelişki değil çünkü o akım beden olan insana söylemiyor bunu, bedenin ötesindeki, bedeni kullanan bir varlığa söylüyor. ‘İnsan’ diye bahsettiği şey o, bu hayvan beden değil.

        Her insan suretinde olan insan değildir. Bu ayrım çok önemli; hem bireysel hem toplumsal yaşam adına.

        İnsan diye adlandırdığımız varlık hayvan olan bedeni yöneten ve bu beden vasıtasıyla dünyayı tecrübe eden bilinçtir. İnsanı tanırsınız: Başkasının mutluluğuyla mutlu olur, neşesiyle neşelenir, hüznüyle hüzünlenir, melekler gibidir, içinde yaratıcı, rahmanî enerji baskındır. Yıkıcı esmalarla hareket edenlerse bunun aksine başkasının mutluluğunu, neşesini kıskanır, kendinde yoksa, yıksın yok etsin ister; çünkü şeytanlar yıkıcı güç olarak yaratılmıştır. Başkasının acısı, kederi, eksikliği böyle kişiye zevk ve keyif verir; acıyla, mutsuzlukla alay eder, güler, eğlenir.

        Kim hangi tarafa yakınsa, içinde bu kuvvelerden barındırıyorsa, davranışlarıyla onu ortaya serer. İyilik-kötülük ayrımı katmadım, dikkat edin. Dindarlık, bağlılık veya yüce kişiler, kutsal nesneler yoluyla esas yüzünü gizlemeye çalışmak hikâyedir, insan ne olduğunu davranışlarıyla bile gizleyebilir, çok iyi görünen biri aslında içinde başkalarının yıkımından zevk alıyor olabilir. Çok vicdansız görünen biri de tam aksine onların saçmalıklarından bıktığı için kendi kabuğuna çekilmiş, inziva hâlindeki biri olabilir. Esas olan insanın içte ne olduğudur. ‘İçte’. Yoksa dışa otomatik olarak vurduğu davranış kalıpları insanın kendisi değildir. Dolayısıyla kendinin nasıl biri olduğunu bilmek kolay iş değildir, insan kendisinin nasıl biri olduğunu ancak olaylar ve durumlar karşısında ne hissettiğini gözlemleyerek fark edebilir.

        Hani bebekler karşısındaki ne yaparsa aynısını içinde hisseder, ona göre tepki verir; gülerse güler, ağlarsa ağlar. Teknik açıklaması beyinde ayna nöronların varlığıdır, sonradan kaybolur. Hikmete göre ise onların masum oluşlarından, birlik âleminin esintilerini hâlâ alıyor oluşlarından kaynaklıdır. Buradan çıkarırız ki fiziksel beden enerji veya enerjetik beden dediğimiz yapıya göre biçimlenir. Tersi de geçerlidir,  enerji beden de fiziksel düşüncelere, davranışlara ve huylara göre biçim alır. Kimileri bunu ‘aura’ diye adlandırır. Mesela kılığı kıyafeti yerinde olsa bile birine adını koyamadığınız bir histen güvenmediğimiz olmadı mı? Hatta bunun için deyim bile var, at hırsızı tipli diye. Bunun sebebi onun surette düzgün görüntüsüne rağmen yaydığı içsel enerjide kir-pas olmasındandır. Aman yanlış anlaşılma olmasın, bahsettiğim bedensel güzellik-çirkinlik meselesi değil; söylediğimi hepimiz birilerine karşı içimizde hissetmişizdir de adını koyamayız. Buna karşılık yarım kilometre uzaktan bakınca güven hissedebildiğin evsizlere denk geldim ben. İşte onun sebebi de yaydığı içsel enerjinin temiz, pırıl pırıl olmasından.

        Bu ‘enerjetik beden’ yerine ruh da diyoruz da aslında birbirlerini tam karşılamıyorlar. İnsan ruhu diyoruz ama ruh çok daha geniş bir kavram, enerji beden ise adı üstünde, madde bedene bağlı bulunan ve bedensel görüntümüzün eşleniği olan enerjisel beden. Ama günlük dildeki yaygınlıktan ötürü enerji bedeni de ruh diye tanımlamaya devam edeceğim.

        İnsan olarak asıl yurdumuz işte kimilerinin Tanrı kimilerinin kaynak kimilerinin de ruh âlemi diye çağırdığı sonsuzluk yurdu olduğuna göre gerçek getiri de ruhtadır. Dolayısıyla insan için tek mantıklı seçenek vardır; ruha yatırım yapmak. Maddenin sınırları var, bu âlemde her şeyin istediğimiz şekilde olması mümkün değil; ancak o âlemde mümkün. Görüntünü beğenmiyor musun, ruha çalış. Özelliklerini beğenmiyor musun, ruha çalış. Bu söyleyeceğim kesinlikle şaka değil, bu âlemde sıska, esmer, çirkin görünüşlü biri öte âlemde sarışın, renkli gözlü, kaslı bir görüntüye sahip olabilir. Bedene yapılan yatırımın süresi belli, en fazla gideri birkaç on yıl. Oysa ben haksız olsam, ruha çalışanlar elleri boş kalacak olsa –ki öyle bir şey olmayacak- en azından insanların takdir veya eleştiri gibi yargılama yoluyla boynunuza geçirdiği zincirden kurtulmuş olursunuz, fena mı? Ben halkın kınamasından korkmaz isem, beni sınırlayacak başka ne olabilir? Yani ruha çalışmak dünyada da fayda getirir.

        Gelgelelim hiçbir şey öyle oturarak olmuyor. İnsanın ruhsal görüntüsünü değiştirmesi epey çaba, uğraşı, zahmet gerektirir; kimse yan gelip yatmayla kazanç elde edemez. Ha hiçbir şeyi takmıyor, dünyanın ruhsal kiri olan gam, keder ona dokunmuyor, içi neşeden, mutluluktan, huzurdan başka şeyle dolu değilse o başka.

        Sonuca gelelim artık…

        İnsan dediğin ruhtur, ruhsal kalitedir; ruhta belli bir seviye oluşmamışsa insan görünümlü olan, insan değildir. İki el iki ayak sahibi olmak maymunu insan yapmadığı gibi âdemoğlunu da insan yapmaz. Fakat verdiği sözlere bağlı olması, özellikle de Yaradan’a ilk verdiğimiz geri dönüş sözünü yerine getirmesi insanı insan kılar. Egonun elinden yuları ele alması, empatiye kavuşması, başkalarının acılarını hissetmesi, sorumluluklarını paylaşması, ruhen ayakta, dik durması insanı insan yapar. Ruhtur insanı insan yapan, hayvan beden değil.

        Son olarak Kaygusuz Abdal’ın çok sevdiğim şiirinin başlangıç dörtlüğünü iliştirerek konuyu kapatayım:

    Bu âdem dedikleri
    El ayakla baş değil
    Âdem manaya derler
    Suret ile kaş değil.

Yorumlar