15) Ahlak ve Ahlak Kuralları Üzerine

          “Başlamadan sorayım: Din olmadan ahlak var olabilir mi? Ahlak dinle mi gelir?”

Zaten ahlak konusu tartışılırken öne sürülen temel soru budur ve millet cevaplarda iki kampa bölünür hep: Kimileri ahlakın ancak inançla var olabileceğini savunur kimileri de ahlakın inançla bir olmadığını söyler. Benim bu konuda iki tarafı da haklı bulduğum ve bulmadığım noktalar mevcut. Bu nedenle bu soruya bir yönden evet, ahlak inançla gelir, diyeceğim, bir yönden hayır, inanç olmadan da ahlak var olur, diyeceğim.

Neden ahlak dine bağlı değildir diyorum, önce onu açıklayayım: Ahlak dediğimiz toplum yaşamını düzenleyen asgari kurallar bütünü ve bizden beklenen davranış biçimleridir. Toplum bir arada yaşadıkça zaman içinde kendiliğinden oluşmuş veya bir zaman, bir nedenden konmuş ve öyle yerleşmiştir. Bunun için de dine ihtiyaç falan yoktur. Bunu biliyoruz; çünkü bugün ateistlerin baskın nüfus olduğu, örneğin Japonya gibi ülkelerde toplumsal yaşam Ortadoğu gibi dinsel anlayışın baskın olduğu coğrafyalardan çok daha güvenli ve insanlığa uygundur. 

Ne var ki buna getireceğim eleştiri açık: Ahlak kuralları tür olarak doğamızda var değildir, insan olduğumuzdan dolayı bizle gelmezler, kodumuza yazılı ahlak kuralı falan yoktur. Bu kuralları ‘insan’ olduğumuz için biz koyarız. Yani insan olmaya anlam yükleyen ve buna önem atfeden yine insanın kendisidir. Bu atfedilen önem belirli, sağlam bir kaynağa dayanmaz. Böyle olunca da bozulması çok daha kolay olur. Yani bugün dünyanın en kibar toplumu yarın bir kargaşa, düzensizlik sonucunda dünyanın en psikopat ve kan dökücü toplumu hâline gelebilir. Çünkü toplumsal yaşam sarsıldığında ortada bunları engelleyecek bir şey kalmaz.

Doğada insanoğlu haricinde ahlak üretmiş olan yoktur. Öldürmeyi ahlaksızlık gören canlı yoktur. Çalmayı ahlaksızlık gören canlı yoktur. Böyle olsa savanada hayvanlar birleşip sırtlanları soykırıma uğratırdı. Fakat sırtlanlar bin yıllardır olduğu üzere hâlâ güle güle bu işleri icra etmeyi sürdürüyor. Yalnız onlar mı; her tür aynı işlerle meşgul. Doğada dişiler güçlünün hakkıdır, bu gerçek erkek tarafından da dişiler tarafından kabul görür; erkeğin güçlü olduğu bir türde feminist bir dişi çıkıp sürünün liderliğine talip olmaz. Öldürmek güçlü olanın hakkıdır. Sahip olmak güçlü olanın hakkıdır. Sözün özü doğada hak yoktur, güç vardır. Hayatta kalmak ve çoğalmak için gereken neyse onu yapmak esastır. Tek önemli olan güçtür, lider sürüde gücünü koruyabildiği kadar kalır, daha güçlüsü çıktığı anda sürü onu terk eder. Öyle vefadır, sadakattır, haysiyettir, sürü önemsemez, onları yıllarca gayet iyi korumuş olan lideri ölmesi için bir başına bırakır giderler.  

Genel konuşmak yerine aslan türünü ele alalım örneğin. Bir sürüde liderlik kavgasını kazanan erkek aslan önceki liderden kalan yavruları yok eder ki dişi aslan tekrar çiftleşmeye razı olsun ve böylece büyüyecek erkek yavruların tehdidini de önden kaldırır. Aslan, insanlar tarafından kendisine düzülen onca övgüye hiç aldırmaz, ahlak kuralı falan tanımaz, kendisine karşılık veremeyecek kadar küçücük, masum yavruları boğup boğup atar. Doğada hiçbir aslan “Ben belgesellerde koca aslan gitti de minnacık yavruları parçaladı dedirtmem ulan!” diye kükreyip devrik liderden kalan yavruları kanatları altına almamıştır. Ahlak kurallarına dayanan bir yasa da yoktur ki garibim yavru aslanları korusun. Zaten biz bir şekilde bunu çıkarsaydık, aslan sürülerinde uygulamaya geçirseydik bile, o yavrucukların erişkinliğe ulaştığında yapacakları ilk işin, dürtülerine uyup artık yaşlanmış lider aslanı öldürmek ve kendilerine eşleşecek çiftler edinmek olduğunu görecektik. Bunun için de ayrı yasa çıkarmak gerekecekti elbette.

Bu arada fark etmemiz gereken şudur ki doğadaki kötülüklerin, vahşiliklerin, zulmetin kaynağı önce hayatta kalmak, sonra çoğalmak içgüdüsüdür. Demek ki esas olan bunları kaldırmak, yoksa yasa çıkar yasa çıkar nereye kadar; bir yere varamayız. Ve biz bir şekilde aslanları yasalarımıza uydurabilseydik bile, böyle yaparak aslanları aslan olmaktan çıkaracak, kendilerinden uzak, sünepe, uyuşuk bir topluluk hâline getirecektik. Yani yasalarımızla aslanlardan varlıklarını çekip alacaktık. 

“Ama bizim aslanlardan farklı olmamız gerekmez mi? Bizler insanız.”

Neden farklı olmamız gereksin; insan bedensel olarak doğadaki hayvanlarla aynı değil mi? Eğer bir farklılık arıyorsanız insanı ruh kabul edeceksiniz, beden değil. İnsanı ruh kabul etmiyorsanız neden farklı bir uygulamaya girişilsin? Madem insan savunulduğu üzere doğadakiler gibi sıradan bir hayvan, hayvanların düzeni üzere yaşam sürebilmeliyiz o zaman.

“Fakat insanın aklı var.”

Aklı var da hangi akıl? Kast edilen bedensel akılsa o da hayvanî akıldır. İnsanoğlu o çok övdüğünüz aklın varlığına rağmen uzun zaman hayvanların düzeninden farklı bir düzen sürmedi. Birkaç yüz yıl öncesinde, feodalizmde öyle insanlık hakkı falan diye bir ahlak anlayışı mı vardı sanıyorsunuz? Kölelik doğal durum olarak görülmedi mi bin yıllarca? Sürü hayvanlarında liderin kavgayla düşürüldüğü gibi krallar, padişahlar, şahlar farklı farklı sebepler altında farklı farklı yöntemlerle öldürülmedi mi? Ya eski lider kazanıyor ve devam ediyor ya da genç olan kazanıp yerine geçiyordu; tıpkı sürülerdeki gibi. Halk da hakmış, hukukmuş bilmiyor, sürü üyeleri gibi ‘Kral öldü, yaşasın yeni kral!’ diyordu. O zamanlar bugünkü ahlak anlayışı toplumsal yaşamın neresindeydi? Diyelim bir çöküş yaşadık ve anarşist ortama döndük, yine çeteler oluşacak, yine güçlünün haklı sayıldığı bir düzen kurulacak; çünkü doğaya ait olan tek anlayış budur. Güçlü olan her şeyi alır, zayıf olan kaybeder. Ahlakı biz düzeni sağlamak üzere ürettik ve dönemler boyunca kurallar ekleye çıkara geliştirdik. Ahlak dediğimiz doğal bir durum değildir, üretilmiş bir anlayıştır. Bunu kavramanız gerek.

Akıl iyilik işlemek için bir neden değildir. Doğanın kanunlarına uygun olan gayet akla uygun olabilir. Güçlü olanın hayatta kalması kanununu ele alalım. Sürekli savaşmak zorunda olan bazı topluluklar, örneğin Vikingler, zayıfları, sakatları, engelli doğanları daha bebekten yok ediyorlardı ki kendilerine ayak bağı olmasınlar. Bu iş hem doğa kanunlarına hem de akla uygun değil mi?

Muhakkak vicdansızca gelmiştir söylediklerim; en azından ben öyle umuyorum. Bir yukarıdaki savı alkışlayarak kutlayan insanlara konuşmak istemem doğrusu. Fakat demek istediğim şu ki bu olaylar bedensel akla uygun, hatta belki zorunlu denebilecek türden bir iş. Çünkü soğuk iklimde verimli toprak az, yiyecek kıt, nüfus çoğaldıkça birileri ölümün kıyısına gelecek. Bedensel akıl, yani zekâ böyle bir şey işte, birini öldürmek isterseniz size en değişik yolları sağlayabilir. Fakat zekâ, kâr edeceğini ve karşılığında bir bedel ödemeyeceğini bilirse size kalkıp da ‘Öldürme’ demez. Neden desin? Beden ego-nefs-benlik üzere vardır, önce kendi varlığını düşünmeye, korumaya ve sürdürmeye programlıdır. Başkasını öldürmek maddi olanaklarınızı artırıp daha rahat yaşamanızı sağlayacaksa, kimseye de yakalanacak değilseniz, zekâ Cengiz, Ali ve Eyşan’a garibim Ömer’e kumpas kurmalarını tavsiye ettiği gibi size de bunu tavsiye eder.

Bir işin doğru-yanlışlığına bedensel akılla değil vicdan dediğimiz teraziyle karar veririz. Bedensel akıl vicdanla eşdeğer değildir. Yani söylediklerimi yanlış bulanlar vicdanlarıyla değerlendirme yaptı, bedensel akıllarıyla değil. Bu gerçeği anlamalısınız. Vicdanı aradan kaldırırsak öyle bir olayı yapmamak için sebep kalmaz.   

Yoksa siz Naziler falan aptal kimseler miydi zannediyorsunuz? Bir Yahudi araştırmacı savaşın ardından Nazi üst kadrosunun tutulduğu hapishaneye Nazi gibi girmiş, fark ettirmeden IQ’larını ölçmüştü de dahilik seviyesinde çıkan sonuçlar olmuştu. O çıktığı söylenen 160 düzeylerini bizim her dönem açıklanan kabinelerden üç-beş bakan bir araya getir, anca elde edersin, öyle bir seviyedir.

“Madem dâhilermiş de IQ’larının ölçüldüğünü nasıl anlamamışlar?”

Valla orasına ben de cevap veremedim. Demek ki Yahudi araştırmacının IQ’su en az 170, Einstein falan gibi bir şey ama zamanla ilgili teorilerle uğraşmaktansa anketlere sarmayı tercih etmiş. Zaman zaman hepimizin anketlerle uğraşası gelmiyor mu zaten?

“Vicdansızca kelime şakası sıkıştırıyorsun araya bakıyorum?”

Vicdansızca mı bilmiyorum ama vicdan ne demek açıklamadan geçmemek gerek. Hepimiz olmasa bile birçoğumuz yanlış addettiğimiz bir fiil işlediğimizde utanç ve bunun sonucu olarak bizi içten içten yakan bir ateş hissederiz. Demek ki insanda diğer türlerden farklı olarak kendi içgüdülerine karşı başkaldırı vardır. Buna vicdan deriz. Doğru-yanlış algımız da genel olarak bunun üstüne kuruludur.

“Vicdan dinle ilişkili mi peki?”

Kimileri “Vicdan Tanrı’nın sesidir.” veya “Vicdan Tanrı’nın adalet terazisidir.” diyebilir. Başka kimileri de “İnsanlığın getirdiği bir şeydir vicdan, dinle Tanrı ile falan alakası yok.” da diyebilir. Fakat böyle diyenler de neticede insanın doğadaki hayvanlardan farklı, özel bir varlık olduğunu kabul etmiş olurlar. Yani vicdanın varlığını kabul eden her kişi insanın hayvandan üstün bir varlık olduğunu kabul etmiş demektir; bunu dilde ister ikrar etsin ister etmesin.

Demek ki insanı doğadaki diğer canlılardan ayıran bir nitelik mevcut: Doğru-yanlış algısı. Bu yüzden yanlış olduğuna inandığımız veya yanlış olduğunu hissettiğimiz bir fiil işlediğimizde kendi içimizde bir reaksiyonla karşılaşıyoruz: Utanç ve bunun sonucunda değişik türden bir acı. Bu utanç derinden bir yerlerden gelir, yanlış yapınca hissedersin. Çoğumuz bize ailemizden veya çevremizden veya kendimizden kaynaklı ahlak kurallarına ters düşen bir davranışta bulununca bu ateşi hissedebiliriz. Gelgelelim esas vicdan azabı, esas ateş insan, kendini o yanlışı yaptığı kişinin yerine koyduğunda yükselir. Yani empati duygusuna sahip olduğunda.  

Buradan ortaya çıkıyor ki insan olmanın önkoşulu kendini diğerinin yerine koyabilmek, onun acısını hissedebilmektir. Buradan insanın hayvanlar gibi yalnız ve yalnızca kendi varlığını dert edinen bir varlık olmadığı çıkar ortaya. Çünkü insan ruhtur ve ruh olarak bu tabiata ait canlılardan üstündür. Mevlana bunu “Hepimiz bir salkımdaki üzüm taneleri gibiyizdir.” diyerek açıklar. Ruh, diğer canlıların acısını kendinde hisseder. Bu bir metafor değil, dolayısıyla dikkat, eğer bu reaksiyonu hiç tatmamışsanız, insanlıkta bir adım geri kalmış olmanız muhtemel. Beden ise başkasının acısını hissetmez; çünkü beden ‘benlik üstüne vardır. Kendine ait sinirleri bulunur, onlar yoluyla hisseder.  

“Ben civcivleri için kediye saldıran tavuk gördüm.”

Evet, çünkü türün devamı adına o fedakârca korumacılık güdüsü gerekli. Bak bu dişi hayvanların kodlarında yazılıdır. Fakat aynı civciv büyüyüp horoz olduğunda annesiyle çiftleşebilir de. Peki insanın hiç alakasının bulunmadığı bir insanın acısına kalbinin sızlaması, onun acısını kendinde hissetmesi evrimin ne tarafıyla ilişkili?

“İnsan türünün devamı için elbette.”

Doğada hiçbir tür rakibi olan kendi türünden canlılara acımaz. Fakat insan, gerçekten insansa, düşmanına karşı bile acıma hissedecektir. 1. Dünya Savaşı’nda düşen düşman askerine su veren Türk köylüsü de tür olarak insandır, sahiden gerçek olan ama bizim Yeşilçam’ın komedi filmlerinden bildiğimiz, zalimliğine ve köylülerine uyguladığı eziyetlerine güldüğümüz zalim Türk ağa da tür olarak insandır, üstelik her ikisi de aynı topraklardan, aynı milliyettendir. Fakat birincisi düşmanı olmasına rağmen diğer insanın acılarını dindirmeye çalışır, çünkü kalbi katılaşmamıştır, onun çektiği acıyı içinde duyumsar, onunla birlikte rahatsızlık çeker; ikincisinin ise tek umursadığu kendi menfaati, kazancıdır, ne diğerleri ne de diğerlerinin acıları umrunda falan değildir. Hatta artık hayvanlıktan da aşağı düşmüş, şeytanlaşmış olanlar diğerlerinin acısından beslenir, keyif alır. Başkalarının acılarına gülenler, bu türden kimselerdir. Yıllar önce izlemiştim, Irak’ta olacak, bir adam ölen eşeğine ağlıyor, etrafına toplanmış kalabalık ise onun bu hâline gülüyordu. İşte o adam belli ki ruh yönü baskın bir adamdır, etrafındakiler ise en iyi ihtimalde hayvansal yönü baskın kimselerdir; elbette aralarında şeytanlık yönü baskın olanların bulunması da muhtemel.    

Buradan ne çıkar? Demek ki insan bir yönüyle doğada sıradan bir varlık, bir parçadır ama diğer yönüyle onu bütün varlıkla bütünleştiren bir nesneye sahiptir. Karşıdaki varlığın türü de fark etmez, insan veya hayvan olabilir, empati canlı-cansız bütün varlığı kapsar. İşte bu nesneye kimi öz der, kimi ruh der. Doğuda farklı, batıda farklı isimler verilmiştir. Ben ruh diyeceğim. Madem ruh canlı-cansız her varlığa karşı bir merhamet duymaktadır, öyleyse o bunların hiçbirinden, bunların hiçbiri de ondan ayrı gayrı olamaz; çünkü her varlık yalnızca kendisine dâhil olan bir şeyin duygularını hissedebilir. Yani yeterince insan değilseniz bir insanın acısına gülebilirsiniz, çünkü onun ne çektiğini hissetmiyorsunuzdur ve yaptığı hareketler size tuhaf gelir, oysa yeterince insan olabilmişseniz bir karıncanın acısını içinizde hissedip hüzünlenebilirsiniz. Bu, insanın ruhen karıncayı da kapsayacak kadar bendini yıkıp genişlemiş olduğunu gösterir. Fakat burada esas olan, şartlanmalarla üzülmek değil, onun acısını gerçekten içinde hissediyor olmaktır; ikisi arasındaki fark dağlar kadardır.

Her zerreyi saran ruhun rahatsız oluşu azap olarak içimizde surete bürünüyor madem, bu da vicdan dediğimizin ruhun sesi olduğuna dair bir çıkarıma götürür bizi. Madde olmayan bir varlık, gırtlak telleri sayesinde ortaya çıkan ses titreşimleriyle derdini anlatamayacağına göre, dile getirdiklerinin başka forma, biçime bürünmesi gayet normaldir. Böyle durumlarda rahatsızlığının ateş biçimine büründüğünü çeken herkes fark eder. Cehennem ateşle doludur diyorlar ya, işte ateşin kaynağını bulduk. Demek ki cehennem önce insanın içinde beliren bir bilinç durumudur. Öyleyse cennet de aynısı olmak zorunda. Söylenenlere pek aldırmayın, ruhani âlem size bir şeylerin verilip sağa sola atıldığınız bir yerden önce içinizdekilerin ortaya çıktığı ve içinizdekilerle baş başa kaldığınız âlemdir. Ama bunu mantığa bürüyerek ortaya bir açıklama çıkarmam beklenmesin benden, çünkü o âlem tamamen farklı. Zihin bu dünyaya ait bir nesne, bu dünya olmayanı bu dünyaya ait olanla nasıl açıklarsın? Suyu tartıyla ölçebilir misin?     

“Diyorsun ki ahlak kuralları insan türü içinde kuzuyu, koyunu korumak için aslanların ellerini kollarını bağlıyor. Madem öyle, hepimiz ahlaka takılmadan yaşayalım, gücü yeten yetene?”

Nedense bu türden vicdansızca çıkarımlar yapanlar genelde öyle kargaşa dönemlerinde ilk elenenlerden olacaklarını hiç hesap etmezler. Hadi diyelim, ilk elenenlerden olmadı, yine de bir yerde elenecekleri kesindir. Hayvanın dünyası böyledir; doğada emekli olup tatile çıkan yoktur; olsaydı kıyı bölgelerde bunlar için de başka ormanlık alanlar yaktırılmış, sıra sıra oteller dizilmiş olurdu. Görüyorsunuz doğayı takip ederek ülkenin ekonomisine, ekonomiyi takip ederek doğanın en derin sırlarına ulaşabilmek gibi nadir rastlanır bir yeteneğim var; belgesel kanalı ardından haberleri takip edince böyle oluyor.

Evet, kendini aslan zannedip ahlak kurallarının kuzuları korumak için olduğunu düşünen her kişi şunu aklında tutmalı ki yavruları parçalayarak sürü başına geçen aslanın hükümdarlığı da aynı şekilde biter, kanı aynı şekilde dökülür; sürüsü, dişileri aynı şekilde elinden alınır, yavruları parçalanır. Yani ahlak kuralları aslında kuzuyu korurken, aslanı da kendinden, kendi içindeki vahşilikten, bunun yarattığı ve karşılığı kendine mutlaka yansıyacak her türlü tahribattan, yıkımdan korumaktadır. Doğru, ahlak kurallarına dayanan yasalar masumu korur, masumun mazluma dönmesini engel olur ama zalimi de korur, kendinden ve karşısına bu dünyada veya ötesinde yansıyacak olan fiilerinden alıkoyar. Eğer bana inanmıyor iseniz açıp şöyle bir Ortaçağ tarihi okuması yapabilirsiniz. Gerçi o dönemde de onur kodlarına dayalı bir ahlak algılayışı geçerliydi ama sürekli savaş durumunda zarar görmeden kalan olmamıştır. Buna zayıflar kadar güçlüler de dâhildir. Döneminin en düzenli yerlerinden olan Osmanlı’da bile köylü kadar paşalar da hep tehdit altında yaşamışlar, yeri geldikçe kanları dökülmüş, malları yağmalanmış; eceliyle ölen pek az.

Dolayısıyla ahlak dinseldir diye temellendiremezsek bile kesinlikle üstün bir varlığa, o varlığın yaratışına veya üstün bir ilkeye bağlamak zorunda kalırız. Yoksa doğada ahlak olmadığı gibi hayvan kalan, insanlık özellikleri güdük kalmış insanda da ahlak olmayacaktır. O ya öğretildiği, şartlandığı gibi ya da içgüdülerine uygun davranır. Ve bu da iyi davranıyor görünse bile ahlak değildir.

“Peki, sabit bir ahlak biçimi var mıdır?”

İnsanların inandığı aksine ben sabit bir ahlak biçimi olabileceğine inanmıyorum. Ben ahlakı kişiye özgü davranmak olarak görüyorum. Bir kural koyup herkese eşit davranmak ahlak değildir. Toplumu koruyacak bir polise silah vermek ahlakın kendisiyken o silahı sinir hastasının eline tutuşturmak ahlaksızlığın ta kendisidir. İşte dini temel alan ahlak anlayışına yönelik itirazlarım tam da burada yükseliyor.        

Örneğin geçmişte birden çok kadınla evlilik gayet ahlaka uygundu, bugün değil. Niye değil? Durun, erkek olarak isyan ediyormuş gibi göründüm galiba, etmiyorum, sadece sordum. Çünkü o dönemde insan birey olarak değil bir topluluğun parçası olarak algılanıyordu, büyük bir topluluğun parçası olmayan insanın yaşama şansı bile çok fazla değildi. Dolayısıyla bu kadınların bir erkeğin koruması altında olması merhametli ve doğru seçenekti. Fakat bugün öyle değil. Çağ değişti, anlayış değişti; kuralın da değişmesi gerek ama o sabit kaldı. İşte dindar ahlak bu noktada tekliyor. 

Şöyle bir örnek vereyim: Kuran'da alkolle ilgili üç ayet vardır ve ilk iki ayette inananların alkolden uzak durması tavsiye edilmiş fakat yasaklanmamıştır. Yasak üçüncü ayetle birlikte gelmiştir. İlk ayetle üçüncü gelen ayet arasında kaç yıl var bilmiyorum ancak esas önemli olan bu değil zaten; esas önemli olan şu: Bizzat Tanrı'nın kendisinin fikri yirmi yılı bulmayan bir sürede değişebilirken dindarlar değişmez bir ahlak yasası bulunduğunu nasıl iddia edebilirler? O ayetler bugün inse aynı kurallar mı gelecekti? Kadını yarım erkek sayan bir hukuk, bir erkeğe dört kadın… O günün şartlarını anlayabilenler bu kuralların o döneme uygun olduğunu da bilir; ancak aynı ayetler bugün inmiş olsa kadınlara müthiş haksızlık yapılmış olurdu; işin gerçeği bu.  

Üstelik dindar ahlak üstünden örnek verdim ama ahlakın algılanışı dönemsel, hatta yalnızca dönemsel değil sınıfsal olarak, meslek grupları arasında bile değişiklik gösterir. Bunları nasıl uyuşturacağız?  

Dünyada yüzyıllarca savaşçının ahlakı ve onur kodları hüküm sürdü. Savaşçı ahlakına göre bir şeyi elde etmeyi arzu ettiğinde onu kılıçla almak mazurdur, hatta hakkındır. Yiğitlik üstüne, cengâverlik üstüne yazılan bütün şiirlerde, bütün destanlarda övülen davranış tarzı bu değil midir? “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. Bin atlı o gün dev gibi orduyu yendik.” diye bir şiir var ama ikinci mısra tarihte genelde “Bin atlı o gün gittik on köy yağmaladık geldik!” şeklinde tezahür etmiştir. Bir yöreye ait kadınların görünüşünü beğeniyorsunuz diyelim, toplu bir baskın düzenler, ailelerini öldürür, evlerini yağmalar, yakar, ganimeti yani kadınları, köle yapılacak çocukları toplar çıkar gidersin. Üstüne de dinsel bir etiket yapıştırdın mıydı ne kadar cesur, ne harika savaşçılar olduğunuza dair şiirler, destanlar yazılır. Şimdi böyle düşününce tüm o gazalar hiç de masumca gelmedi kulağa, değil mi? Öyle. Oysa bu topraklar zaten yıllarca Haçlı Seferlerinin hedefi olmuştu, bize bu işin en azından “ayıp” gelmesi gerekli değil miydi? Çünkü gaza ne kadar haksa Haçlı Seferi de o kadar haktır, Haçlı Seferi ne kadar haksa gaza da o kadar haktır.

“Siyaset bilimi mezunu olmuşsun ama adam olamamışsın, adam. Gaza bir kere müdafaa savaşıdır! Müslümanlardan alınan topraklara düzenlenir.”

Hadi oradan! Bir kere muhafazakar tarihçiler o savunmayı gaza için değil cihat için yapar. İkincisi, baştan ayağa yalandır. Gazneli Mahmut Hindistan’a bize “İslamlaştırma seferi” diye öğretilen 17 sefer düzenledi, nereyi savunuyordu? Haçlı Seferlerinin birebir aynısıydı. Hatta Haçlı Seferleri bile savunma savaşına örnek verilmeye daha layıktır, öyle alakasız yerlere düzenledi seferlerini. Araplar İslam'ın ilk yüzyılında İspanya’nın içlerine, Sevilla’ya kadar ilerlediler. İspanyollar Müslümanlardan hangi toprakları almıştı, daha önce nerede savaşmışlardı? Bir de üstelik İspanya’da Emeviler katledildi, yok edildi diyorlar. Gerçi Fatmagül’ün Suçu Ne dizisindeki kadın tecavüze uğradığında, “O saatte orada ne işi varmış?” diyen kadın köşe yazarı gibi olur muyum bilmiyorum ama merak ediyorum: Güya topraklarını, dinlerini korumak için savaşmış olan dönem Araplarının İspanya’da, Sevilla’da ne işi vardı? Yoksa hep beraber El Classico izlemeye gitmişlerdi de hain İspanyollar onları tuzağa mı düşürdü? 

“O çağ böyleydi, savaştı, kesmeydi, öldürmeydi, hepsi ahlak dâhilindeydi, normal karşılanıyordu.”

İşte onu diyorum ya ben de. Bugün yağmacılık algılayışı bugün bizim için korkunç bir suç; yani sınırın öte yakasındaki, evleri sizin evinize bakan köyü arkadaşlarınızla toplanıp gidip yağmalayamazsınız. Karşı köyün başka bir devlete ait olduğu ve bu işin savaş başlatacağı gerçeğini göz etsek bile böyle bir şey yaptığınızda ilk kendi milletinizin “Yuh hayvanlar!” diye tepki göstereceğini bilirsiniz. Bu çağda geçmişteki türden bir savaşçılıkla övünemezsiniz, övünemeyeceğiniz işi de neden yapasınız? Çünkü bu çağ düzenin çağıdır, insan nüfusunun çok ve düzenin stabil olduğu topraklarda ticaret olur, tüccarlar güçlenir, ‘mülkiyet hakkı’ denen kavram ortaya çıkar. Bizim yaşadığımız çağ da tüccarın çağı olduğundan ahlaka onların gözüyle bakıyoruz. Gerçi tüccar ahlakıyla bakılmasa bile üretmek yerine üretenin malını çalmak, canına kast etmek insanlar arasında, hayvanların bölge kavgalarından farksız, muazzam bir suç olarak görülmeliydi. Ancak ara ki insan bulasın, çağlar boyunca, nerede?

Madem ahlak tipleri arasındaki farklılıklara geçtik, iyice genişletelim. İyi-kötü tartışmasına girmeden belirtiyorum, örneğin tüccarın ahlakında sadakat bulunmaz, oysa savaşçı ahlakında en yüksek erdemdir. Söz vermek de aynı şekilde. Gidin ve başı olduğu topluluğun önünde bir kabile, boy, aşiret liderini size verdiği sözü tutmamakla suçlayın; oradan sağ salim çıkmanız zordur. Çünkü sözler, o ahlak tipi açısından muazzam derecede önemlidir. Oysa tüccar, potansiyel müşteriyi sattığı malı almaya ikna etmek çabasıyla içine çoğu zaman birtakım yalanlar da katarak pek çok söz sarf eder. Hangisini akılda tutsun! Sürekli konuşmak zorunda kalan tüccara dil sıradan bir organdır. Susmak ise bilgenin erdemidir.

Buraya hakikatten haber sıkıştırayım: Tasavvufta dile Bab-ı Âli, yani En Yüce Olan’ın Kapısı denir. Dil en dikkat edilmesi gereken organlardandır çünkü emir aracıdır, emirleri ancak dille verir insan. “‘OL’ dedi oldu” derler ya; insanın “OL” demek için dile ihtiyacı vardır. Ne derece önemli olduğunu idrak edebiliyor musunuz? Dolayısıyla tasavvuf yolunda dervişlerin yapmaları gereken ilk işlerden biri dilini temizlemektir. Abdest alınıp ağzın çalkalanması bunun zahiri yönüdür. Bâtıni yönde ise dil kötülüklerden, dedikodudan, yalandan, yanlıştan arındırılır; hatta gönülleri incitebilecek doğrular bile dile getirilmez olur. Ancak bu sonuncusu okuduklarınızdan çıkarabileceğiniz kadarıyla benim pek de uyabildiğim bir uygulama değil, bu yüzden pek çok sorunla karşılaşmış olmamı da talihin bir cilvesi olarak değil kendi hatam olarak görüyorum. Böyle yanlışlarım ardından kendime sıkça küfrettiğim de doğrudur, işe bakın ki bu da başka bir yanlış. Bataklıkta hareket etmeye çalışır gibi bir hata diğerinin kapısını açıyor, daha fazla batmaya sebep oluyor demek ki.

Bir de dindarın ahlakına bakalım. Dindar ahlakı temel olarak taklit ahlakıdır. Dindara göre Tanrı bir peygambere seslenmiştir ve bu sözler bir kitapta toplanmıştır, tek doğru da budur. Sorgulamak yoktur.  Fakat işin ilginci sadece Ortadoğu'yu ele alsak bile bu seslenişler birbirinden farklıdır. Tanrı bir topluluğa bir şeyi yasak ederken başkasına etmez. Örneğin Hristiyanlıkta boşanma yasakken İslam’da serbesttir. İslam'da alkol yasakken İsa Peygamberin kendisinin şarap içtiği bilinir. Bence de peygamberler insan olmanın en güzel örnekleri ve kurtuluşun en güzel yolları, gel gör ki en son gelen dinin üstünden bin dört yüz yıl geçmişken onları taklit bir insana ne katabilir? Diyelim birisi her şeyiyle İsa Mesih gibi oldu, bir beyaz entari, bir çift sandalet ve bir adayla ortada gezinip duruyor. Ondan güzel, örnek alınası bir yaşam çıkar mıydı? Hiç zannetmiyorum. Peki madem güzel bir yaşam ortaya çıkartmayacak, yaptığı iş mantıklı sayılır mı? İnsan yaşamının esas gayesi bize tanınan sürede ortaya güzel işler koymak, güzellikler çıkarmaktır, biz tüm peygamberleri kıyafetleri, yaşadığı yerler için falan değil, güzel işlerinden biliriz. Zaten İsa Mesih'in kendisi bu dönemde yaşasa o dönemde yaşadığı gibi yaşamazdı; yaşayamazdı çünkü. Yani o bile kendisini taklit etmezdi, biz niye taklit edelim?

Toparlayalım: Savaşçının ahlakında can almak sıradandır. Yağma da. Oysa kan dökmek Kutsal Yasa'da çok büyük suçtur, her peygamber bu nedenle yasak koymuştur, hele hele dünya malı için dökmek bir de. Tüccarın ahlakında yalan, dolan gayet sıradandır. Oysa yalan hakikatte suçtur. Muhammed'e sıra sıra sorarlar, mümin zina yapar mı, mümin şunu yapar mı, mümin bunu yapar mı diye. Bir tek konu yalana geldiğinde Peygamber "Mümin yalan söylemez." diye kızar. Din adamının ahlakında taklitçilik sıradandır. Oysa Tanrı'nın sana özel olarak bahşettiği yaşamı sen olarak yaşamamak hakikatte suçtur.

Şimdi ahlakı nasıl ele alalım? Savaşçınınkini ele alıp kan dökmeyi mi savunalım? Tüccarınkini ele alıp sadakatin, sözün değerini mi düşürelim? Dindarın ahlakını ele alıp dünyanın bir döneminde takılı mı kalalım? Neye göre belirleyeceğiz ahlakı? Bakın eğer savaşçı ahlakına sahip bir tüccar olursanız iflas edersiniz. Tüccar ahlakına sahip bir savaşçı olursanız en iyi ihtimalde korsanlar falan gibi olursunuz, pek ahlak gibi değil sanki o da? Neye göre belirleyeceğiz ahlakı şu halde? Güne, hâkim olan şartlara göre mi? Klasik dinsel algılayışın içinde bulunduğumuz döneme uymadığı kesin; öyleyse hangi hükmünü kabul edip hangisini bırakacağız?

Ahlak dedikleri görecelidir üstelik. Ayıp veya kabul edilebilir karşılanan işler duruma, şarta, çevreye göre değişir. İnsanlarının çoğunun belli kötülüklere bulaşmama sebebi, yalnızca o kötülüklerin yaygın olduğu, sıradan kabul edildiği yerlerde (mahalle, semt, ülke) doğup büyümeyişleridir. Eğer kişi uyuşturucunun yaygın olduğu bir mahallede büyüse uyuşturucu kullanmak, hatta satmak gayet normal gelecek, çok yüksek ihtimalle o da bu işe bulaşacaktır. Ayıla bayıla ‘gangsta rap’ şarkılarını dinlediğiniz Amerikalı siyahî mahallelerde olan budur. Fakat kişi orta gelirli bir ailede ve düzgün bir çevre içinde yetiştiyse durum bunun tam tersi olacak; bırak uyuşturucu kullanana, sigara kullanana kötü gözle bakacak, uzak duracak. Demek ki ahlak önce çocuklukta insana bellettirilen bir kurallar bütünüdür. Kişiler çocuklukta kendine ezberletilene göre yaşar ve ona göre bir ahlak tanımlamasına sahip olurlar.

İlave bir soru sorayım, esas önemli meseleyi: Muhakkak yarattığı küçük bir akıl tarafından bile fark edilen gerçeği, elbette Yaradan da bilmektedir. Bu durumda ahlak kalıplarıyla, yilik-kötülük anlayışıyla Yaradan’a ulaşmak mümkün olabilir mi? Yoksa Tanrı ahlakın, iyinin-kötünün ötesinde mi yer alır? Bu soruya kendiniz bir cevap bulun.

“Onca eleştiri yaptın, her kesimin ahlakını eleştirdin de sana göre ahlak nedir, onu söylemedin. Yoksa ahlak diye bir şeyin varlığına inanmıyor musun?”

Gayet de inanıyorum. Ancak buraya kadar konuştuğumuz çeşit çeşit ahlak tipi hep dünyasal ahlaktı Ben dünyasal ahlakı gerçek ahlak saymam, çünkü büyük kısmı toplum olmak ve toplum olmayı sürdürebilmek için oluşmuş veya oluşturulmuştur.

Akıllı bir türüz ama aklımızı kullanmıyoruz. Kendimize ahlak kaideleri uydurarak toplumsal yaşamı düzenliyor, sonra bunlara taparcasına bağlanıyoruz. Fakat es geçtiğimiz bir şey var: Bu kuralların bizi, bedeni değil ruh olan gerçek bizi kast ediyorum, temizleyip temizlemediği kısmını hiç göz önüne almıyoruz. Oysa asıl önemli olan ruhtur, ruhu arındırmaktır çünkü biz beden veya davranış kalıpları değiliz, ruhuz. Ve sonsuza dek de ruh olarak en güzel hâlimizle var olmak isteriz hâliyle. Dolayısıyla ahlakın esası ruhu temizleyen iş neyse onu yapmak olabilir ancak.

Mesela ahlaklı görülen bir davranış üzerinden örnek vereyim. Bir adamın cüretkâr giyinmiş güzel bir kadından baş çevirmesi hepimiz tarafından namusluluk göstergesi olarak algılanır, doğru mu? Geniş ölçüde doğrudur ancak o adam baş çevirme işini tam da kadından etkilendiği için yapmış değil midir? Elbette kadına gözünü dikip bakan erkek ahlak olarak onun bir tık altındadır, bakıp bıyık buran da onun bir tık altında. Fakat insanın hası kafasını çeviren değildir, kadından etkilenmeden, onun da beden denen etten elbise giyinmiş bir ruh olduğunu bilerek yanından geçip gidendir.

Öyleyse gerçek ahlak budur işte. Gerçek ahlak ilkel içgüdülere yular vurabilmektir. Yular vurmak deyimiyle içgüdüyü bastırmaktan bahsetmiyorum, hayır, söylediğim bu değil, o zaman daha beter dışa vurur, patlar. Üstelik dışa vurmadan önce de insanı içten çürütür, büyük zararlar verir. Benim bahsettiğim akıllı insanın sonunu, yani sonsuzdaki durumunu önden hesap ederek gerekli ruhsal uğraşılara yönelmesi, kendine karşı savaş açması ve sonucunda ruhsal yetilerle içsel güç ve güzellik elde etmesidir. İşte has ahlak budur: Kendini kontrol. İnsanların oluşturduğu bir toplulukta kendini kontrol temel ilke olmalı, diğer ahlak kuralları bunun üstüne inşa edilmelidir. Kendini kontrol olmadan ahlak olmaz.

Gerçi insan her türlü çirkinliğin dibine vurarak nasıl bir batağa battığını görüp uzaklaşabilir de. Batağın dibine çekildikten sonra çıkmak elbette çok zordur fakat başarırsa bile yine yolun sonu kendini kontrole çıkar. Çünkü insan bir kere bedeni bir şeye alıştırdığında beden onu sürekli daha fazla, daha fazla talep eder ve bir noktadan sonra, onu doyuramayacağını anlayıp yine kendine karşı savaşmak zorunda kalır. Yani iş şöyle veya böyle hep aynı yola çıkar: İlkel içgüdülere gem vuracaksın, karanlık tarafını her gün az az da olsa fethedeceksin. Savaşmaktan başka çare yok. “Savaş her şeyin babasıdır.” diyen Herakleitos bu minvalde gayet haklıdır.

Gerçek ahlak, temeli ruhani âleme dayanarak kendiliğinden oluşan hayat biçimidir. Davranış demedim, dikkat edilsin, hayat dedim. Çünkü davranış aldatıcıdır, yalnızca başkalarını değil kendini de kandırır insan. Kâinatın kurallarıyla uyumlandırılması gereken asıl şey hayattır. Zaten

Bakın, önemli bir şey söylüyorum; hakikatten: Esas olan o âlemdir; her türlü olay ve işe önce orada karar verilir, fiziksel âlemde bu olay, iş ve kararlar surete bürünür, karşımıza çıkar. Diyelim birinden tekme yediniz, bilin ki o tesadüf değildi, tekmenin gelmesine önce yukarıda bir nedenden karar verildi, ve böylece karşınıza tekme olarak çıktı.

“En ufak olay ve işler bile o âlemden yansıyorsa her toplum ve dolayısıyla onlara ait ahlak anlayışı da o âlemden yansımaz mı? O zaman toplum ahlakında yanlış nerede?”

Yanlış yok. Genelde her toplumun ahlakının temeli, bilinsin veya bilinmesin vaktiyle o bölgede çıkan elçiden kaynaklıdır, yani ruhsal âlemdendir. Mimari dediğimiz insanların binaları öyle kafasına göre inşa edip sonra bunları standart hâline getirmesi değildir; o yapılar önce gökte vardı. Fakat toplum ahlakı içine zamanla gerekliliklerden veya şundan bundan dolayı egonun karanlığı karışır, üstüne kurallar biner, bozulur. Dolayısıyla yüzlerce yıl öncenin dünyayı algılayışı, donuklaşmış, sönükleşmiş katı kuralları ruha fayda vermekten uzaktır. Bunlara bağlı kalarak bir ahlak yaratabilir misiniz; taklit yoluyla, evet. Buna kültür deriz. Fakat kültür ruhta işe yarar mı, gerçek bir ahlak olur mu? Hayır. Şurası kesin, ahlakın esası ruhu güçlendiren, geliştiren, kurtuluşa eriştiren yaşam tarzı olmak zorundadır. Gücümüz ne kadarına yeterse. Fakat bundan başkası yüktür.

Madem bana sordunuz, kendi çıkarımımı sunmak isterim: Ben ahlak algılayışları arasında en güzelini derviş ahlakı olarak buldum. Kavuşacağınız yere veya varlığa kesin bir inanç duymak insanın bu dünyaya fazlaca meyletmesine en büyük engeldir. Tüccar ahlakı dervişlerin elinde hırsızlıktan kurtuldu. Ahiler uzun zaman boyunca bu topraklarda hem güven hem güvenlik unsuru oldu. Anadolu'nun bayındır hale gelmesinde rol oynadılar. Savaşçı ahlakı dervişlerin ellerinde gereksiz yere kan dökücü olmaktan çıktı. İslam’ın yayılmasında militan dervişlerin çok büyük emekleri vardır. Bugün hâlâ Rumeli’nin dağlarında, ovalarında Bektaşi tekkeleri bulabilirsiniz. Bir de bugünün Işid’ini, Taliban’ını düşünün. Ortaçağ'da militan dervişler hangi şehri yok etti veya ele geçirilen hangi yerde halk baştan ayağa katledildi? Fakat aynı dönemde Hristiyanlar böyle vahşi katliamlardan kaçınmazlardı. Kudüs’te yaptılar, kendi içlerinde Protestan-Katolik kavgası verirken yaptılar. 1600’lerde hâlâ devam ediyordu barbarlıkları. Hiçbir şey bilmeseniz Amerika’nın yerlilerine yapılan katliamları bilirsiniz. İşte buradan karşılaştırın derviş ahlakının o dönem için ne derece yüksek standartlara sahip olduğunu. Ne demek istediğimi anlarsınız.

Akıllı ve vicdanlı bir insan hangi ahlak tipi içinde yaşamak isteyebilir? Modern insan gibi bedeninden, huyundan veya herhangi farklı, aşağı gördüğü bir şeyinden dolayı onu dışlayacak bir topluluk içinde yaşamak ister mi? Muhafazakârlar gibi bir-iki kusurlu davranışında hemen aforoza hazır, her an ne yanlış yapacağım diye diken üstünde beklediğin bir toplulukta yaşamak ister mi? Yoksa sadece insan olmamız dolayısıyla yapacağımız, yapabileceğimiz hataları hoşgörüyle karşılayabilecek, karşılamazsa bile yüzümüze vurmayacak, vursa bile bunu sürekli hâle getirip bize koparıp atmakta acele etmeyecek, daha olgun bir toplulukla mı yaşamak ister? Dervişlik olgun bir kişilik hâline varmayı amaçlarken diğer davranış tiplerinde birincil amaç bu değildir; bu nedenle bu ahlak tiplerindeki insanlar ruhta çocukluk dönemini daha zor ve geç aşarlar.

Dervişler çalışmayı ibadet olarak kullanır, tüccar ahlakını ve sosyal yardımı bir arada götürebilecek gönül yüceliğine sahiptirler. Ahiler bunu kanıtladı. Avrupa köylüsü sefalet içinde kıvranırken, tasavvufun getirileri sağ olsun, göçlerin odağında, her dem karışıklığa hazır bir Anadolu’nun köylüleri daha insanî yaşam standartlarına sahiplerdi. Bu ahlak uzun dönem sürecek bir düzenin oluşmanı sağlayabilmişti. 

Dahası klasik dinsel algılayıştaki ibadet tapıcılığı derviş ahlakında bulunmaz. Derviş ibadete tapmaz, kendini geliştirmek için ibadeti kullanır. Dervişte asıl amaç ruhu temizlemek, geliştirmektir.

İşte bu tip bir ahlak beni cezbediyor. Fakat siz elbette başka tür bir ahlak tercih edebilirsiniz. Yeter ki ruha öncelik versin.

“Derviş ahlakını öğrenmek için bir tekkeye, zaviyeye, bir şeyhe, pire ihtiyaç var, onu ne yapacağız? Bugünkülerin durumu ortada, nereye çekmeye çalışıyorsun sen bizi?”

Hiçbir yere. Şunu anlamanız gerek, bir pir öğretisini yaymak için maddesel bir mekâna ihtiyaç duyuyorsa gerçek pir değildir. Gerçek pir madde beden kaydından kurtulmuş, ruhani âlemden rehberlik yetkisi almış insandır. O âlemde işler yetkiyle verilir, yetki verilmeyip rehberliğe kalkışan ancak sahtekârdır. Kör size rehber olursa, ikinizin de düşeceği yer kuyu olur. Hacı Bektaş Veli Nevşehir’e kurduğu tekke sayesinde ‘veli’ unvanı almadı; o tekkeyi kurmasa da öğretisi mana âleminden dünyaya yayılacaktı. Fakat o dönem şartlarında yapılması gereken, bir tekke kurup çevresini ıslah etmek, yerleşilecek alanlar hâline getirmek, tarım alanları oluşturup ekip biçmek, gelip geçeni gözetip düzeni korumak ve göçebe, dolayısıyla cahil halka eğitim sunmaktı. Yüzyıllar boyunca da gayet iyi işledi; ancak bu sistem göçebeliğin kalkması gereken günler gelmeden bile çok önce çöktü. Dolayısıyla bir dervişin bu çağda yapması gereken bunlar değildir. Kitap yazmak olabilir, elde ettiği bilgeliği paylaşmak için video çekmek olabilir, hatta susup oturmak, meditasyon yapmak bile olabilir; kişinin kendisine kalmış.

“Derviş evinde oturursa topluma ne olacak ya? Onlar da kendi ahlakını mı sürdürecek?”

Nazarımca bu dünyanın ihtiyacı Anadolu dervişlerinin ahlakıdır ve bu ahlak tipinin toplumda yayılması gerekir. Avam ahlakı gerçek ahlak değildir. Avama göre ahlak demek ‘alışıldık olan’ demektir. Ve bu yüzden de farklı, ayrık gördüklerine karşı büyük tepkiler üretirler de çoğu kereler ahlaksızlığın ta kendisi olup çıkar. Ne demek istediğimi tarihten bir örnekle anlatayım: 2. Mahmut ahali arasında pantolonu yaymak ister, ilk teşebbüsü de iki kişiye pantolon giydirip çarşıya salmak olur. Sonuç nasıldır, tahmin edin: Adamlar dayak yerler. Oysa işin tuhafı Arap emperyalizmi tarafından beyni zırvalarla doldurulmuş olanlar bilmez, Türkler İslam’dan çok önceleri pantolon giyerdi. Bu pantolonlar deriden yapılırdı; çünkü deri pantolon at binmeye şalvardan daha uygundu. Üstelik daha yakın bir zamanlara dek küpe takmak, saç uzatmak ahlaksızlık sayılıyordu, sağcı takımı hemen yakanıza yapışıyordu. Kaç çocuğu bu sebeple Gazi Üniversitesi’nde dövdüler, biliyoruz. Mezun olduktan sonra üniversiteye hazırlık için dershaneye giderken bu yüzden Gazi'de gittiği bölümü bırakıp dönem ortasında tekrar hazırlanmaya gelen bir kızcağız bile vardı sınıfımızda. Oysa sevgili sağcı takımının bilmediği şey şuydu ki peygamberin saçının gençlik döneminde omuzlarına düşecek kadar uzun olduğu bilinir!

Bir fıkra vardır, işittiniz mi bilmem: Sağcı-solcu kavgasının ayyuka çıktığı 80’ler döneminde ağır sağcı abilerden biri grubuyla, yanlarında bir de imam var, gidiyorlarken solcular gibi giyinmiş birine denk gelirler. Muhtemelen çocuğun üstünde yeşil solcu parkası falan vardır; solcu olunca o parka fiks geliyor. Ağır abi hemen tutturur çocuğu, fakat çocuk solcu olmadığını, sağcı olduğunu iddia eder, üstelik üstüne gittikçe daha da ısrarcı olur. Ağır abi çocuk gerçekten sağcı mı yoksa dayaktan mı yırtmaya çalışıyor diye öğrenmek amaçlı “Oku bir Fatiha o zaman.” diye teste sokar ve yanındaki imama döner: “Hoca sen de dinle, doğru mu?!” 

İşte avam ahlakı buna benzer: İçi bilmez, savunur görünür. Ruhtan anlamadığından yalnızca dışa bakar ve farklı olanı hedef hâline getirir. Farklı olan hakikate daha yakın olabilir, bu önemli değildir; önem arz eden onun topluluktan ayrılmış, farklılığa kalkışmış olmasıdır. Her ne kadar şu dönemki politik görüşüm liberalizme yakın olmasa dahi yiğidi öldür, hakkını yeme demişler; bu kökten görüşlerin baskısını kıran liberalizm ve küreselleşme oldu.   

Dervişlerin her işte orta yol tuttuğunu bilmek bile kendi içinde tutarlı bir ahlak anlayışı oluşturmaya yeter. Buna ‘denge ahlakı’ diyebiliriz aslında. Kendini kontrol ve her işte dengeyi kurmak üstüne kurulu bir yaşam sizce de güzel olmaz mıydı?

Yorumlar