15) Ahlak ve Ahlak Kuralları Üzerine
“Başlamadan sorayım: Din olmadan ahlak var olabilir mi? Ahlak dinle mi gelir?”
Zaten ahlak konusu tartışılırken
öne sürülen temel soru budur ve millet cevaplarda iki kampa bölünür hep:
Kimileri ahlakın ancak inançla var olabileceğini savunur kimileri de ahlakın
inançla bir olmadığını söyler. Benim bu konuda iki tarafı da haklı bulduğum ve
bulmadığım noktalar mevcut. Bu nedenle bu soruya bir yönden evet, ahlak inançla
gelir, diyeceğim, bir yönden hayır, inanç olmadan da ahlak var olur, diyeceğim.
Neden ahlak dine bağlı değildir
diyorum, önce onu açıklayayım: Ahlak dediğimiz toplum yaşamını düzenleyen
asgari kurallar bütünü ve bizden beklenen davranış biçimleridir. Toplum bir
arada yaşadıkça zaman içinde kendiliğinden oluşmuş veya bir zaman, bir nedenden
konmuş ve öyle yerleşmiştir. Bunun için de dine ihtiyaç falan yoktur. Bunu
biliyoruz; çünkü bugün ateistlerin baskın nüfus olduğu, örneğin Japonya gibi
ülkelerde toplumsal yaşam Ortadoğu gibi dinsel anlayışın baskın olduğu
coğrafyalardan çok daha güvenli ve insanlığa uygundur.
Ne var ki buna getireceğim eleştiri
açık: Ahlak kuralları tür olarak doğamızda var değildir, insan olduğumuzdan
dolayı bizle gelmezler, kodumuza yazılı ahlak kuralı falan yoktur. Bu kuralları
‘insan’ olduğumuz için biz koyarız. Yani insan olmaya anlam yükleyen ve buna
önem atfeden yine insanın kendisidir. Bu atfedilen önem belirli, sağlam bir
kaynağa dayanmaz. Böyle olunca da bozulması çok daha kolay olur. Yani bugün
dünyanın en kibar toplumu yarın bir kargaşa, düzensizlik sonucunda dünyanın en
psikopat ve kan dökücü toplumu hâline gelebilir. Çünkü toplumsal yaşam
sarsıldığında ortada bunları engelleyecek bir şey kalmaz.
Doğada insanoğlu haricinde ahlak
üretmiş olan yoktur. Öldürmeyi ahlaksızlık gören canlı yoktur. Çalmayı
ahlaksızlık gören canlı yoktur. Böyle olsa savanada hayvanlar birleşip sırtlanları
soykırıma uğratırdı. Fakat sırtlanlar bin yıllardır olduğu üzere hâlâ güle güle
bu işleri icra etmeyi sürdürüyor. Yalnız onlar mı; her tür aynı işlerle meşgul.
Doğada dişiler güçlünün hakkıdır, bu gerçek erkek tarafından da dişiler
tarafından kabul görür; erkeğin güçlü olduğu bir türde feminist bir dişi çıkıp
sürünün liderliğine talip olmaz. Öldürmek güçlü olanın hakkıdır. Sahip olmak
güçlü olanın hakkıdır. Sözün özü doğada hak yoktur, güç vardır. Hayatta kalmak
ve çoğalmak için gereken neyse onu yapmak esastır. Tek önemli olan güçtür,
lider sürüde gücünü koruyabildiği kadar kalır, daha güçlüsü çıktığı anda sürü
onu terk eder. Öyle vefadır, sadakattır, haysiyettir, sürü önemsemez, onları yıllarca
gayet iyi korumuş olan lideri ölmesi için bir başına bırakır giderler.
Genel konuşmak yerine aslan türünü
ele alalım örneğin. Bir sürüde liderlik kavgasını kazanan erkek aslan önceki
liderden kalan yavruları yok eder ki dişi aslan tekrar çiftleşmeye razı olsun ve
böylece büyüyecek erkek yavruların tehdidini de önden kaldırır. Aslan, insanlar
tarafından kendisine düzülen onca övgüye hiç aldırmaz, ahlak kuralı falan
tanımaz, kendisine karşılık veremeyecek kadar küçücük, masum yavruları boğup
boğup atar. Doğada hiçbir aslan “Ben belgesellerde koca aslan gitti de minnacık
yavruları parçaladı dedirtmem ulan!” diye kükreyip devrik liderden kalan
yavruları kanatları altına almamıştır. Ahlak kurallarına dayanan bir yasa da
yoktur ki garibim yavru aslanları korusun. Zaten biz bir şekilde bunu
çıkarsaydık, aslan sürülerinde uygulamaya geçirseydik bile, o yavrucukların
erişkinliğe ulaştığında yapacakları ilk işin, dürtülerine uyup artık yaşlanmış
lider aslanı öldürmek ve kendilerine eşleşecek çiftler edinmek olduğunu
görecektik. Bunun için de ayrı yasa çıkarmak gerekecekti elbette.
Bu arada fark etmemiz gereken şudur
ki doğadaki kötülüklerin, vahşiliklerin, zulmetin kaynağı önce hayatta kalmak,
sonra çoğalmak içgüdüsüdür. Demek ki esas olan bunları kaldırmak, yoksa yasa çıkar
yasa çıkar nereye kadar; bir yere varamayız. Ve biz bir şekilde aslanları
yasalarımıza uydurabilseydik bile, böyle yaparak aslanları aslan olmaktan
çıkaracak, kendilerinden uzak, sünepe, uyuşuk bir topluluk hâline getirecektik.
Yani yasalarımızla aslanlardan varlıklarını çekip alacaktık.
“Ama bizim aslanlardan farklı olmamız
gerekmez mi? Bizler insanız.”
Neden farklı olmamız gereksin; insan
bedensel olarak doğadaki hayvanlarla aynı değil mi? Eğer bir farklılık
arıyorsanız insanı ruh kabul edeceksiniz, beden değil. İnsanı ruh kabul etmiyorsanız
neden farklı bir uygulamaya girişilsin? Madem insan savunulduğu üzere doğadakiler
gibi sıradan bir hayvan, hayvanların düzeni üzere yaşam sürebilmeliyiz o zaman.
“Fakat insanın aklı var.”
Aklı var da hangi akıl? Kast edilen
bedensel akılsa o da hayvanî akıldır. İnsanoğlu o çok övdüğünüz aklın varlığına
rağmen uzun zaman hayvanların düzeninden farklı bir düzen sürmedi. Birkaç yüz
yıl öncesinde, feodalizmde öyle insanlık hakkı falan diye bir ahlak anlayışı mı
vardı sanıyorsunuz? Kölelik doğal durum olarak görülmedi mi bin yıllarca? Sürü
hayvanlarında liderin kavgayla düşürüldüğü gibi krallar, padişahlar, şahlar
farklı farklı sebepler altında farklı farklı yöntemlerle öldürülmedi mi? Ya
eski lider kazanıyor ve devam ediyor ya da genç olan kazanıp yerine geçiyordu; tıpkı
sürülerdeki gibi. Halk da hakmış, hukukmuş bilmiyor, sürü üyeleri gibi ‘Kral
öldü, yaşasın yeni kral!’ diyordu. O zamanlar bugünkü ahlak anlayışı toplumsal
yaşamın neresindeydi? Diyelim bir çöküş yaşadık ve anarşist ortama döndük, yine
çeteler oluşacak, yine güçlünün haklı sayıldığı bir düzen kurulacak; çünkü
doğaya ait olan tek anlayış budur. Güçlü olan her şeyi alır, zayıf olan
kaybeder. Ahlakı biz düzeni sağlamak üzere ürettik ve dönemler boyunca kurallar
ekleye çıkara geliştirdik. Ahlak dediğimiz doğal bir durum değildir, üretilmiş
bir anlayıştır. Bunu kavramanız gerek.
Akıl iyilik işlemek için bir neden
değildir. Doğanın kanunlarına uygun olan gayet akla uygun olabilir. Güçlü olanın
hayatta kalması kanununu ele alalım. Sürekli savaşmak zorunda olan bazı
topluluklar, örneğin Vikingler, zayıfları, sakatları, engelli doğanları daha
bebekten yok ediyorlardı ki kendilerine ayak bağı olmasınlar. Bu iş hem doğa
kanunlarına hem de akla uygun değil mi?
Muhakkak vicdansızca gelmiştir
söylediklerim; en azından ben öyle umuyorum. Bir yukarıdaki savı alkışlayarak
kutlayan insanlara konuşmak istemem doğrusu. Fakat demek istediğim şu ki bu
olaylar bedensel akla uygun, hatta belki zorunlu denebilecek türden bir iş. Çünkü
soğuk iklimde verimli toprak az, yiyecek kıt, nüfus çoğaldıkça birileri ölümün
kıyısına gelecek. Bedensel akıl, yani zekâ böyle bir şey işte, birini öldürmek
isterseniz size en değişik yolları sağlayabilir. Fakat zekâ, kâr edeceğini ve
karşılığında bir bedel ödemeyeceğini bilirse size kalkıp da ‘Öldürme’ demez.
Neden desin? Beden ego-nefs-benlik üzere vardır, önce kendi varlığını
düşünmeye, korumaya ve sürdürmeye programlıdır. Başkasını öldürmek maddi
olanaklarınızı artırıp daha rahat yaşamanızı sağlayacaksa, kimseye de yakalanacak
değilseniz, zekâ Cengiz, Ali ve Eyşan’a garibim Ömer’e kumpas kurmalarını
tavsiye ettiği gibi size de bunu tavsiye eder.
Bir işin doğru-yanlışlığına bedensel
akılla değil vicdan dediğimiz teraziyle karar veririz. Bedensel akıl vicdanla
eşdeğer değildir. Yani söylediklerimi yanlış bulanlar vicdanlarıyla
değerlendirme yaptı, bedensel akıllarıyla değil. Bu gerçeği anlamalısınız. Vicdanı
aradan kaldırırsak öyle bir olayı yapmamak için sebep kalmaz.
Yoksa siz Naziler falan aptal
kimseler miydi zannediyorsunuz? Bir Yahudi araştırmacı savaşın ardından Nazi
üst kadrosunun tutulduğu hapishaneye Nazi gibi girmiş, fark ettirmeden
IQ’larını ölçmüştü de dahilik seviyesinde çıkan sonuçlar olmuştu. O çıktığı
söylenen 160 düzeylerini bizim her dönem açıklanan kabinelerden üç-beş bakan
bir araya getir, anca elde edersin, öyle bir seviyedir.
“Madem dâhilermiş de IQ’larının
ölçüldüğünü nasıl anlamamışlar?”
Valla orasına ben de cevap
veremedim. Demek ki Yahudi araştırmacının IQ’su en az 170, Einstein falan gibi
bir şey ama zamanla ilgili teorilerle uğraşmaktansa anketlere sarmayı tercih
etmiş. Zaman zaman hepimizin anketlerle uğraşası gelmiyor mu zaten?
“Vicdansızca kelime şakası
sıkıştırıyorsun araya bakıyorum?”
Vicdansızca mı bilmiyorum ama
vicdan ne demek açıklamadan geçmemek gerek. Hepimiz olmasa bile birçoğumuz yanlış
addettiğimiz bir fiil işlediğimizde utanç ve bunun sonucu olarak bizi içten
içten yakan bir ateş hissederiz. Demek ki insanda diğer türlerden farklı olarak
kendi içgüdülerine karşı başkaldırı vardır. Buna vicdan deriz. Doğru-yanlış
algımız da genel olarak bunun üstüne kuruludur.
“Vicdan dinle ilişkili mi peki?”
Kimileri “Vicdan Tanrı’nın sesidir.”
veya “Vicdan Tanrı’nın adalet terazisidir.” diyebilir. Başka kimileri de “İnsanlığın
getirdiği bir şeydir vicdan, dinle Tanrı ile falan alakası yok.” da diyebilir.
Fakat böyle diyenler de neticede insanın doğadaki hayvanlardan farklı, özel bir
varlık olduğunu kabul etmiş olurlar. Yani vicdanın varlığını kabul eden her
kişi insanın hayvandan üstün bir varlık olduğunu kabul etmiş demektir; bunu
dilde ister ikrar etsin ister etmesin.
Demek ki insanı doğadaki diğer
canlılardan ayıran bir nitelik mevcut: Doğru-yanlış algısı. Bu yüzden yanlış
olduğuna inandığımız veya yanlış olduğunu hissettiğimiz bir fiil işlediğimizde
kendi içimizde bir reaksiyonla karşılaşıyoruz: Utanç ve bunun sonucunda değişik
türden bir acı. Bu utanç derinden bir yerlerden gelir, yanlış yapınca
hissedersin. Çoğumuz bize ailemizden veya çevremizden veya kendimizden kaynaklı
ahlak kurallarına ters düşen bir davranışta bulununca bu ateşi hissedebiliriz.
Gelgelelim esas vicdan azabı, esas ateş insan, kendini o yanlışı yaptığı
kişinin yerine koyduğunda yükselir. Yani empati duygusuna sahip olduğunda.
Buradan ortaya çıkıyor ki insan
olmanın önkoşulu kendini diğerinin yerine koyabilmek, onun acısını
hissedebilmektir. Buradan insanın hayvanlar gibi yalnız ve yalnızca kendi
varlığını dert edinen bir varlık olmadığı çıkar ortaya. Çünkü insan ruhtur ve
ruh olarak bu tabiata ait canlılardan üstündür. Mevlana bunu “Hepimiz bir
salkımdaki üzüm taneleri gibiyizdir.” diyerek açıklar. Ruh, diğer canlıların
acısını kendinde hisseder. Bu bir metafor değil, dolayısıyla dikkat, eğer bu
reaksiyonu hiç tatmamışsanız, insanlıkta bir adım geri kalmış olmanız muhtemel.
Beden ise başkasının acısını hissetmez; çünkü beden ‘benlik üstüne vardır. Kendine
ait sinirleri bulunur, onlar yoluyla hisseder.
“Ben civcivleri için kediye
saldıran tavuk gördüm.”
Evet, çünkü türün devamı adına o fedakârca korumacılık güdüsü gerekli. Bak bu dişi hayvanların kodlarında yazılıdır. Fakat
aynı civciv büyüyüp horoz olduğunda annesiyle çiftleşebilir de. Peki insanın
hiç alakasının bulunmadığı bir insanın acısına kalbinin sızlaması, onun acısını
kendinde hissetmesi evrimin ne tarafıyla ilişkili?
“İnsan türünün devamı için
elbette.”
Doğada hiçbir tür rakibi olan kendi
türünden canlılara acımaz. Fakat insan, gerçekten insansa, düşmanına karşı bile
acıma hissedecektir. 1. Dünya Savaşı’nda düşen düşman askerine su veren Türk
köylüsü de tür olarak insandır, sahiden gerçek olan ama bizim Yeşilçam’ın
komedi filmlerinden bildiğimiz, zalimliğine ve köylülerine uyguladığı
eziyetlerine güldüğümüz zalim Türk ağa da tür olarak insandır, üstelik her
ikisi de aynı topraklardan, aynı milliyettendir. Fakat birincisi düşmanı
olmasına rağmen diğer insanın acılarını dindirmeye çalışır, çünkü kalbi
katılaşmamıştır, onun çektiği acıyı içinde duyumsar, onunla birlikte
rahatsızlık çeker; ikincisinin ise tek umursadığu kendi menfaati, kazancıdır,
ne diğerleri ne de diğerlerinin acıları umrunda falan değildir. Hatta artık
hayvanlıktan da aşağı düşmüş, şeytanlaşmış olanlar diğerlerinin acısından
beslenir, keyif alır. Başkalarının acılarına gülenler, bu türden kimselerdir.
Yıllar önce izlemiştim, Irak’ta olacak, bir adam ölen eşeğine ağlıyor, etrafına
toplanmış kalabalık ise onun bu hâline gülüyordu. İşte o adam belli ki ruh yönü
baskın bir adamdır, etrafındakiler ise en iyi ihtimalde hayvansal yönü baskın
kimselerdir; elbette aralarında şeytanlık yönü baskın olanların bulunması da
muhtemel.
Buradan ne çıkar? Demek ki insan
bir yönüyle doğada sıradan bir varlık, bir parçadır ama diğer yönüyle onu bütün
varlıkla bütünleştiren bir nesneye sahiptir. Karşıdaki varlığın türü de fark
etmez, insan veya hayvan olabilir, empati canlı-cansız bütün varlığı kapsar.
İşte bu nesneye kimi öz der, kimi ruh der. Doğuda farklı, batıda farklı isimler
verilmiştir. Ben ruh diyeceğim. Madem ruh canlı-cansız her varlığa karşı bir
merhamet duymaktadır, öyleyse o bunların hiçbirinden, bunların hiçbiri de ondan
ayrı gayrı olamaz; çünkü her varlık yalnızca kendisine dâhil olan bir şeyin
duygularını hissedebilir. Yani yeterince insan değilseniz bir insanın acısına
gülebilirsiniz, çünkü onun ne çektiğini hissetmiyorsunuzdur ve yaptığı
hareketler size tuhaf gelir, oysa yeterince insan olabilmişseniz bir karıncanın
acısını içinizde hissedip hüzünlenebilirsiniz. Bu, insanın ruhen karıncayı da
kapsayacak kadar bendini yıkıp genişlemiş olduğunu gösterir. Fakat burada esas
olan, şartlanmalarla üzülmek değil, onun acısını gerçekten içinde hissediyor
olmaktır; ikisi arasındaki fark dağlar kadardır.
Her zerreyi saran ruhun rahatsız
oluşu azap olarak içimizde surete bürünüyor madem, bu da vicdan dediğimizin
ruhun sesi olduğuna dair bir çıkarıma götürür bizi. Madde olmayan bir varlık,
gırtlak telleri sayesinde ortaya çıkan ses titreşimleriyle derdini
anlatamayacağına göre, dile getirdiklerinin başka forma, biçime bürünmesi gayet
normaldir. Böyle durumlarda rahatsızlığının ateş biçimine büründüğünü çeken
herkes fark eder. Cehennem ateşle doludur diyorlar ya, işte ateşin kaynağını
bulduk. Demek ki cehennem önce insanın içinde beliren bir bilinç durumudur.
Öyleyse cennet de aynısı olmak zorunda. Söylenenlere pek aldırmayın, ruhani
âlem size bir şeylerin verilip sağa sola atıldığınız bir yerden önce
içinizdekilerin ortaya çıktığı ve içinizdekilerle baş başa kaldığınız âlemdir.
Ama bunu mantığa bürüyerek ortaya bir açıklama çıkarmam beklenmesin benden,
çünkü o âlem tamamen farklı. Zihin bu dünyaya ait bir nesne, bu dünya olmayanı
bu dünyaya ait olanla nasıl açıklarsın? Suyu tartıyla ölçebilir misin?
“Diyorsun ki ahlak kuralları insan
türü içinde kuzuyu, koyunu korumak için aslanların ellerini kollarını bağlıyor.
Madem öyle, hepimiz ahlaka takılmadan yaşayalım, gücü yeten yetene?”
Nedense bu türden vicdansızca
çıkarımlar yapanlar genelde öyle kargaşa dönemlerinde ilk elenenlerden
olacaklarını hiç hesap etmezler. Hadi diyelim, ilk elenenlerden olmadı, yine de
bir yerde elenecekleri kesindir. Hayvanın dünyası böyledir; doğada emekli olup
tatile çıkan yoktur; olsaydı kıyı bölgelerde bunlar için de başka ormanlık
alanlar yaktırılmış, sıra sıra oteller dizilmiş olurdu. Görüyorsunuz doğayı
takip ederek ülkenin ekonomisine, ekonomiyi takip ederek doğanın en derin
sırlarına ulaşabilmek gibi nadir rastlanır bir yeteneğim var; belgesel kanalı
ardından haberleri takip edince böyle oluyor.
Evet, kendini aslan zannedip ahlak
kurallarının kuzuları korumak için olduğunu düşünen her kişi şunu aklında
tutmalı ki yavruları parçalayarak sürü başına geçen aslanın hükümdarlığı da
aynı şekilde biter, kanı aynı şekilde dökülür; sürüsü, dişileri aynı şekilde
elinden alınır, yavruları parçalanır. Yani ahlak kuralları aslında kuzuyu
korurken, aslanı da kendinden, kendi içindeki vahşilikten, bunun yarattığı ve
karşılığı kendine mutlaka yansıyacak her türlü tahribattan, yıkımdan
korumaktadır. Doğru, ahlak kurallarına dayanan yasalar masumu korur, masumun
mazluma dönmesini engel olur ama zalimi de korur, kendinden ve karşısına bu
dünyada veya ötesinde yansıyacak olan fiilerinden alıkoyar. Eğer bana inanmıyor
iseniz açıp şöyle bir Ortaçağ tarihi okuması yapabilirsiniz. Gerçi o dönemde de
onur kodlarına dayalı bir ahlak algılayışı geçerliydi ama sürekli savaş
durumunda zarar görmeden kalan olmamıştır. Buna zayıflar kadar güçlüler de
dâhildir. Döneminin en düzenli yerlerinden olan Osmanlı’da bile köylü kadar
paşalar da hep tehdit altında yaşamışlar, yeri geldikçe kanları dökülmüş,
malları yağmalanmış; eceliyle ölen pek az.
Dolayısıyla ahlak dinseldir diye
temellendiremezsek bile kesinlikle üstün bir varlığa, o varlığın yaratışına
veya üstün bir ilkeye bağlamak zorunda kalırız. Yoksa doğada ahlak olmadığı
gibi hayvan kalan, insanlık özellikleri güdük kalmış insanda da ahlak olmayacaktır.
O ya öğretildiği, şartlandığı gibi ya da içgüdülerine uygun davranır. Ve bu da
iyi davranıyor görünse bile ahlak değildir.
“Peki, sabit bir ahlak biçimi var
mıdır?”
İnsanların inandığı aksine ben sabit
bir ahlak biçimi olabileceğine inanmıyorum. Ben ahlakı kişiye özgü davranmak
olarak görüyorum. Bir kural koyup herkese eşit davranmak ahlak değildir. Toplumu
koruyacak bir polise silah vermek ahlakın kendisiyken o silahı sinir hastasının
eline tutuşturmak ahlaksızlığın ta kendisidir. İşte dini temel alan ahlak
anlayışına yönelik itirazlarım tam da burada yükseliyor.
Örneğin geçmişte birden çok kadınla
evlilik gayet ahlaka uygundu, bugün değil. Niye değil? Durun, erkek olarak
isyan ediyormuş gibi göründüm galiba, etmiyorum, sadece sordum. Çünkü o dönemde
insan birey olarak değil bir topluluğun parçası olarak algılanıyordu, büyük bir
topluluğun parçası olmayan insanın yaşama şansı bile çok fazla değildi.
Dolayısıyla bu kadınların bir erkeğin koruması altında olması merhametli ve
doğru seçenekti. Fakat bugün öyle değil. Çağ değişti, anlayış değişti; kuralın
da değişmesi gerek ama o sabit kaldı. İşte dindar ahlak bu noktada
tekliyor.
Şöyle bir örnek vereyim: Kuran'da
alkolle ilgili üç ayet vardır ve ilk iki ayette inananların alkolden uzak
durması tavsiye edilmiş fakat yasaklanmamıştır. Yasak üçüncü ayetle birlikte
gelmiştir. İlk ayetle üçüncü gelen ayet arasında kaç yıl var bilmiyorum ancak
esas önemli olan bu değil zaten; esas önemli olan şu: Bizzat Tanrı'nın
kendisinin fikri yirmi yılı bulmayan bir sürede değişebilirken dindarlar değişmez
bir ahlak yasası bulunduğunu nasıl iddia edebilirler? O ayetler bugün inse aynı
kurallar mı gelecekti? Kadını yarım erkek sayan bir hukuk, bir erkeğe dört
kadın… O günün şartlarını anlayabilenler bu kuralların o döneme uygun olduğunu
da bilir; ancak aynı ayetler bugün inmiş olsa kadınlara müthiş haksızlık
yapılmış olurdu; işin gerçeği bu.
Üstelik dindar ahlak üstünden örnek
verdim ama ahlakın algılanışı dönemsel, hatta yalnızca dönemsel değil sınıfsal
olarak, meslek grupları arasında bile değişiklik gösterir. Bunları nasıl
uyuşturacağız?
Dünyada yüzyıllarca savaşçının
ahlakı ve onur kodları hüküm sürdü. Savaşçı ahlakına göre bir şeyi elde etmeyi
arzu ettiğinde onu kılıçla almak mazurdur, hatta hakkındır. Yiğitlik üstüne,
cengâverlik üstüne yazılan bütün şiirlerde, bütün destanlarda övülen davranış
tarzı bu değil midir? “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. Bin atlı o gün
dev gibi orduyu yendik.” diye bir şiir var ama ikinci mısra tarihte genelde “Bin
atlı o gün gittik on köy yağmaladık geldik!” şeklinde tezahür etmiştir. Bir
yöreye ait kadınların görünüşünü beğeniyorsunuz diyelim, toplu bir baskın
düzenler, ailelerini öldürür, evlerini yağmalar, yakar, ganimeti yani
kadınları, köle yapılacak çocukları toplar çıkar gidersin. Üstüne de dinsel bir
etiket yapıştırdın mıydı ne kadar cesur, ne harika savaşçılar olduğunuza dair
şiirler, destanlar yazılır. Şimdi böyle düşününce tüm o gazalar hiç de masumca
gelmedi kulağa, değil mi? Öyle. Oysa bu topraklar zaten yıllarca Haçlı
Seferlerinin hedefi olmuştu, bize bu işin en azından “ayıp” gelmesi gerekli
değil miydi? Çünkü gaza ne kadar haksa Haçlı Seferi de o kadar haktır, Haçlı
Seferi ne kadar haksa gaza da o kadar haktır.
“Siyaset bilimi mezunu olmuşsun ama
adam olamamışsın, adam. Gaza bir kere müdafaa savaşıdır! Müslümanlardan alınan
topraklara düzenlenir.”
Hadi oradan! Bir kere muhafazakar
tarihçiler o savunmayı gaza için değil cihat için yapar. İkincisi, baştan ayağa
yalandır. Gazneli Mahmut Hindistan’a bize “İslamlaştırma seferi” diye öğretilen
17 sefer düzenledi, nereyi savunuyordu? Haçlı Seferlerinin birebir aynısıydı.
Hatta Haçlı Seferleri bile savunma savaşına örnek verilmeye daha layıktır, öyle
alakasız yerlere düzenledi seferlerini. Araplar İslam'ın ilk yüzyılında
İspanya’nın içlerine, Sevilla’ya kadar ilerlediler. İspanyollar Müslümanlardan
hangi toprakları almıştı, daha önce nerede savaşmışlardı? Bir de üstelik
İspanya’da Emeviler katledildi, yok edildi diyorlar. Gerçi Fatmagül’ün Suçu Ne
dizisindeki kadın tecavüze uğradığında, “O saatte orada ne işi varmış?” diyen
kadın köşe yazarı gibi olur muyum bilmiyorum ama merak ediyorum: Güya
topraklarını, dinlerini korumak için savaşmış olan dönem Araplarının
İspanya’da, Sevilla’da ne işi vardı? Yoksa hep beraber El Classico izlemeye
gitmişlerdi de hain İspanyollar onları tuzağa mı düşürdü?
“O çağ böyleydi, savaştı, kesmeydi,
öldürmeydi, hepsi ahlak dâhilindeydi, normal karşılanıyordu.”
İşte onu diyorum ya ben de. Bugün
yağmacılık algılayışı bugün bizim için korkunç bir suç; yani sınırın öte
yakasındaki, evleri sizin evinize bakan köyü arkadaşlarınızla toplanıp gidip
yağmalayamazsınız. Karşı köyün başka bir devlete ait olduğu ve bu işin savaş
başlatacağı gerçeğini göz etsek bile böyle bir şey yaptığınızda ilk kendi
milletinizin “Yuh hayvanlar!” diye tepki göstereceğini bilirsiniz. Bu çağda
geçmişteki türden bir savaşçılıkla övünemezsiniz, övünemeyeceğiniz işi de neden
yapasınız? Çünkü bu çağ düzenin çağıdır, insan nüfusunun çok ve düzenin stabil
olduğu topraklarda ticaret olur, tüccarlar güçlenir, ‘mülkiyet hakkı’ denen
kavram ortaya çıkar. Bizim yaşadığımız çağ da tüccarın çağı olduğundan ahlaka
onların gözüyle bakıyoruz. Gerçi tüccar ahlakıyla bakılmasa bile üretmek yerine
üretenin malını çalmak, canına kast etmek insanlar arasında, hayvanların bölge
kavgalarından farksız, muazzam bir suç olarak görülmeliydi. Ancak ara ki insan
bulasın, çağlar boyunca, nerede?
Madem ahlak tipleri arasındaki
farklılıklara geçtik, iyice genişletelim. İyi-kötü tartışmasına girmeden
belirtiyorum, örneğin tüccarın ahlakında sadakat bulunmaz, oysa savaşçı
ahlakında en yüksek erdemdir. Söz vermek de aynı şekilde. Gidin ve başı olduğu
topluluğun önünde bir kabile, boy, aşiret liderini size verdiği sözü tutmamakla
suçlayın; oradan sağ salim çıkmanız zordur. Çünkü sözler, o ahlak tipi
açısından muazzam derecede önemlidir. Oysa tüccar, potansiyel müşteriyi sattığı
malı almaya ikna etmek çabasıyla içine çoğu zaman birtakım yalanlar da katarak
pek çok söz sarf eder. Hangisini akılda tutsun! Sürekli konuşmak zorunda kalan
tüccara dil sıradan bir organdır. Susmak ise bilgenin erdemidir.
Buraya hakikatten haber
sıkıştırayım: Tasavvufta dile Bab-ı Âli, yani En Yüce Olan’ın Kapısı denir. Dil
en dikkat edilmesi gereken organlardandır çünkü emir aracıdır, emirleri ancak
dille verir insan. “‘OL’ dedi oldu” derler ya; insanın “OL” demek için dile
ihtiyacı vardır. Ne derece önemli olduğunu idrak edebiliyor musunuz?
Dolayısıyla tasavvuf yolunda dervişlerin yapmaları gereken ilk işlerden biri
dilini temizlemektir. Abdest alınıp ağzın çalkalanması bunun zahiri yönüdür.
Bâtıni yönde ise dil kötülüklerden, dedikodudan, yalandan, yanlıştan
arındırılır; hatta gönülleri incitebilecek doğrular bile dile getirilmez olur. Ancak
bu sonuncusu okuduklarınızdan çıkarabileceğiniz kadarıyla benim pek de
uyabildiğim bir uygulama değil, bu yüzden pek çok sorunla karşılaşmış olmamı da
talihin bir cilvesi olarak değil kendi hatam olarak görüyorum. Böyle
yanlışlarım ardından kendime sıkça küfrettiğim de doğrudur, işe bakın ki bu da
başka bir yanlış. Bataklıkta hareket etmeye çalışır gibi bir hata diğerinin
kapısını açıyor, daha fazla batmaya sebep oluyor demek ki.
Bir de dindarın ahlakına bakalım.
Dindar ahlakı temel olarak taklit ahlakıdır. Dindara göre Tanrı bir peygambere
seslenmiştir ve bu sözler bir kitapta toplanmıştır, tek doğru da budur.
Sorgulamak yoktur. Fakat işin ilginci
sadece Ortadoğu'yu ele alsak bile bu seslenişler birbirinden farklıdır. Tanrı
bir topluluğa bir şeyi yasak ederken başkasına etmez. Örneğin Hristiyanlıkta
boşanma yasakken İslam’da serbesttir. İslam'da alkol yasakken İsa Peygamberin
kendisinin şarap içtiği bilinir. Bence de peygamberler insan olmanın en güzel
örnekleri ve kurtuluşun en güzel yolları, gel gör ki en son gelen dinin
üstünden bin dört yüz yıl geçmişken onları taklit bir insana ne katabilir?
Diyelim birisi her şeyiyle İsa Mesih gibi oldu, bir beyaz entari, bir çift
sandalet ve bir adayla ortada gezinip duruyor. Ondan güzel, örnek alınası bir
yaşam çıkar mıydı? Hiç zannetmiyorum. Peki madem güzel bir yaşam ortaya
çıkartmayacak, yaptığı iş mantıklı sayılır mı? İnsan yaşamının esas gayesi bize
tanınan sürede ortaya güzel işler koymak, güzellikler çıkarmaktır, biz tüm
peygamberleri kıyafetleri, yaşadığı yerler için falan değil, güzel işlerinden
biliriz. Zaten İsa Mesih'in kendisi bu dönemde yaşasa o dönemde yaşadığı gibi
yaşamazdı; yaşayamazdı çünkü. Yani o bile kendisini taklit etmezdi, biz niye
taklit edelim?
Toparlayalım: Savaşçının ahlakında
can almak sıradandır. Yağma da. Oysa kan dökmek Kutsal Yasa'da çok büyük
suçtur, her peygamber bu nedenle yasak koymuştur, hele hele dünya malı için
dökmek bir de. Tüccarın ahlakında yalan, dolan gayet sıradandır. Oysa yalan
hakikatte suçtur. Muhammed'e sıra sıra sorarlar, mümin zina yapar mı, mümin
şunu yapar mı, mümin bunu yapar mı diye. Bir tek konu yalana geldiğinde
Peygamber "Mümin yalan söylemez." diye kızar. Din adamının ahlakında
taklitçilik sıradandır. Oysa Tanrı'nın sana özel olarak bahşettiği yaşamı sen
olarak yaşamamak hakikatte suçtur.
Şimdi ahlakı nasıl ele alalım?
Savaşçınınkini ele alıp kan dökmeyi mi savunalım? Tüccarınkini ele alıp
sadakatin, sözün değerini mi düşürelim? Dindarın ahlakını ele alıp dünyanın bir
döneminde takılı mı kalalım? Neye göre belirleyeceğiz ahlakı? Bakın eğer
savaşçı ahlakına sahip bir tüccar olursanız iflas edersiniz. Tüccar ahlakına
sahip bir savaşçı olursanız en iyi ihtimalde korsanlar falan gibi olursunuz,
pek ahlak gibi değil sanki o da? Neye göre belirleyeceğiz ahlakı şu halde?
Güne, hâkim olan şartlara göre mi? Klasik dinsel algılayışın içinde
bulunduğumuz döneme uymadığı kesin; öyleyse hangi hükmünü kabul edip hangisini
bırakacağız?
Ahlak dedikleri görecelidir
üstelik. Ayıp veya kabul edilebilir karşılanan işler duruma, şarta, çevreye
göre değişir. İnsanlarının çoğunun belli kötülüklere bulaşmama sebebi, yalnızca
o kötülüklerin yaygın olduğu, sıradan kabul edildiği yerlerde (mahalle, semt,
ülke) doğup büyümeyişleridir. Eğer kişi uyuşturucunun yaygın olduğu bir
mahallede büyüse uyuşturucu kullanmak, hatta satmak gayet normal gelecek, çok
yüksek ihtimalle o da bu işe bulaşacaktır. Ayıla bayıla ‘gangsta rap’ şarkılarını
dinlediğiniz Amerikalı siyahî mahallelerde olan budur. Fakat kişi orta gelirli
bir ailede ve düzgün bir çevre içinde yetiştiyse durum bunun tam tersi olacak;
bırak uyuşturucu kullanana, sigara kullanana kötü gözle bakacak, uzak duracak.
Demek ki ahlak önce çocuklukta insana bellettirilen bir kurallar bütünüdür.
Kişiler çocuklukta kendine ezberletilene göre yaşar ve ona göre bir ahlak
tanımlamasına sahip olurlar.
İlave bir soru sorayım, esas önemli
meseleyi: Muhakkak yarattığı küçük bir akıl tarafından bile fark edilen
gerçeği, elbette Yaradan da bilmektedir. Bu durumda ahlak kalıplarıyla,
yilik-kötülük anlayışıyla Yaradan’a ulaşmak mümkün olabilir mi? Yoksa Tanrı
ahlakın, iyinin-kötünün ötesinde mi yer alır? Bu soruya kendiniz bir cevap
bulun.
“Onca eleştiri yaptın, her kesimin
ahlakını eleştirdin de sana göre ahlak nedir, onu söylemedin. Yoksa ahlak diye
bir şeyin varlığına inanmıyor musun?”
Gayet de inanıyorum. Ancak buraya
kadar konuştuğumuz çeşit çeşit ahlak tipi hep dünyasal ahlaktı Ben dünyasal
ahlakı gerçek ahlak saymam, çünkü büyük kısmı toplum olmak ve toplum olmayı
sürdürebilmek için oluşmuş veya oluşturulmuştur.
Akıllı bir türüz ama aklımızı
kullanmıyoruz. Kendimize ahlak kaideleri uydurarak toplumsal yaşamı düzenliyor,
sonra bunlara taparcasına bağlanıyoruz. Fakat es geçtiğimiz bir şey var: Bu
kuralların bizi, bedeni değil ruh olan gerçek bizi kast ediyorum, temizleyip
temizlemediği kısmını hiç göz önüne almıyoruz. Oysa asıl önemli olan ruhtur,
ruhu arındırmaktır çünkü biz beden veya davranış kalıpları değiliz, ruhuz. Ve
sonsuza dek de ruh olarak en güzel hâlimizle var olmak isteriz hâliyle.
Dolayısıyla ahlakın esası ruhu temizleyen iş neyse onu yapmak olabilir ancak.
Mesela ahlaklı görülen bir davranış
üzerinden örnek vereyim. Bir adamın cüretkâr giyinmiş güzel bir kadından baş
çevirmesi hepimiz tarafından namusluluk göstergesi olarak algılanır, doğru mu?
Geniş ölçüde doğrudur ancak o adam baş çevirme işini tam da kadından
etkilendiği için yapmış değil midir? Elbette kadına gözünü dikip bakan erkek
ahlak olarak onun bir tık altındadır, bakıp bıyık buran da onun bir tık
altında. Fakat insanın hası kafasını çeviren değildir, kadından etkilenmeden,
onun da beden denen etten elbise giyinmiş bir ruh olduğunu bilerek yanından
geçip gidendir.
Öyleyse gerçek ahlak budur işte. Gerçek
ahlak ilkel içgüdülere yular vurabilmektir. Yular vurmak deyimiyle içgüdüyü bastırmaktan
bahsetmiyorum, hayır, söylediğim bu değil, o zaman daha beter dışa vurur,
patlar. Üstelik dışa vurmadan önce de insanı içten çürütür, büyük zararlar
verir. Benim bahsettiğim akıllı insanın sonunu, yani sonsuzdaki durumunu önden
hesap ederek gerekli ruhsal uğraşılara yönelmesi, kendine karşı savaş açması ve
sonucunda ruhsal yetilerle içsel güç ve güzellik elde etmesidir. İşte has ahlak
budur: Kendini kontrol. İnsanların oluşturduğu bir toplulukta kendini kontrol
temel ilke olmalı, diğer ahlak kuralları bunun üstüne inşa edilmelidir. Kendini
kontrol olmadan ahlak olmaz.
Gerçi insan her türlü çirkinliğin
dibine vurarak nasıl bir batağa battığını görüp uzaklaşabilir de. Batağın
dibine çekildikten sonra çıkmak elbette çok zordur fakat başarırsa bile yine
yolun sonu kendini kontrole çıkar. Çünkü insan bir kere bedeni bir şeye
alıştırdığında beden onu sürekli daha fazla, daha fazla talep eder ve bir
noktadan sonra, onu doyuramayacağını anlayıp yine kendine karşı savaşmak
zorunda kalır. Yani iş şöyle veya böyle hep aynı yola çıkar: İlkel içgüdülere
gem vuracaksın, karanlık tarafını her gün az az da olsa fethedeceksin.
Savaşmaktan başka çare yok. “Savaş her şeyin babasıdır.” diyen Herakleitos bu
minvalde gayet haklıdır.
Gerçek ahlak, temeli ruhani âleme
dayanarak kendiliğinden oluşan hayat biçimidir. Davranış demedim, dikkat
edilsin, hayat dedim. Çünkü davranış aldatıcıdır, yalnızca başkalarını değil
kendini de kandırır insan. Kâinatın kurallarıyla uyumlandırılması gereken asıl
şey hayattır. Zaten
Bakın, önemli bir şey söylüyorum;
hakikatten: Esas olan o âlemdir; her türlü olay ve işe önce orada karar
verilir, fiziksel âlemde bu olay, iş ve kararlar surete bürünür, karşımıza
çıkar. Diyelim birinden tekme yediniz, bilin ki o tesadüf değildi, tekmenin
gelmesine önce yukarıda bir nedenden karar verildi, ve böylece karşınıza tekme
olarak çıktı.
“En ufak olay ve işler bile o
âlemden yansıyorsa her toplum ve dolayısıyla onlara ait ahlak anlayışı da o
âlemden yansımaz mı? O zaman toplum ahlakında yanlış nerede?”
Yanlış yok. Genelde her toplumun
ahlakının temeli, bilinsin veya bilinmesin vaktiyle o bölgede çıkan elçiden
kaynaklıdır, yani ruhsal âlemdendir. Mimari dediğimiz insanların binaları öyle
kafasına göre inşa edip sonra bunları standart hâline getirmesi değildir; o
yapılar önce gökte vardı. Fakat toplum ahlakı içine zamanla gerekliliklerden
veya şundan bundan dolayı egonun karanlığı karışır, üstüne kurallar biner, bozulur.
Dolayısıyla yüzlerce yıl öncenin dünyayı algılayışı, donuklaşmış, sönükleşmiş
katı kuralları ruha fayda vermekten uzaktır. Bunlara bağlı kalarak bir ahlak
yaratabilir misiniz; taklit yoluyla, evet. Buna kültür deriz. Fakat kültür
ruhta işe yarar mı, gerçek bir ahlak olur mu? Hayır. Şurası kesin, ahlakın
esası ruhu güçlendiren, geliştiren, kurtuluşa eriştiren yaşam tarzı olmak
zorundadır. Gücümüz ne kadarına yeterse. Fakat bundan başkası yüktür.
Madem bana sordunuz, kendi
çıkarımımı sunmak isterim: Ben ahlak algılayışları arasında en güzelini derviş
ahlakı olarak buldum. Kavuşacağınız yere veya varlığa kesin bir inanç duymak
insanın bu dünyaya fazlaca meyletmesine en büyük engeldir. Tüccar ahlakı
dervişlerin elinde hırsızlıktan kurtuldu. Ahiler uzun zaman boyunca bu
topraklarda hem güven hem güvenlik unsuru oldu. Anadolu'nun bayındır hale
gelmesinde rol oynadılar. Savaşçı ahlakı dervişlerin ellerinde gereksiz yere
kan dökücü olmaktan çıktı. İslam’ın yayılmasında militan dervişlerin çok büyük
emekleri vardır. Bugün hâlâ Rumeli’nin dağlarında, ovalarında Bektaşi tekkeleri
bulabilirsiniz. Bir de bugünün Işid’ini, Taliban’ını düşünün. Ortaçağ'da
militan dervişler hangi şehri yok etti veya ele geçirilen hangi yerde halk
baştan ayağa katledildi? Fakat aynı dönemde Hristiyanlar böyle vahşi
katliamlardan kaçınmazlardı. Kudüs’te yaptılar, kendi içlerinde
Protestan-Katolik kavgası verirken yaptılar. 1600’lerde hâlâ devam ediyordu
barbarlıkları. Hiçbir şey bilmeseniz Amerika’nın yerlilerine yapılan
katliamları bilirsiniz. İşte buradan karşılaştırın derviş ahlakının o dönem
için ne derece yüksek standartlara sahip olduğunu. Ne demek istediğimi anlarsınız.
Akıllı ve vicdanlı bir insan hangi
ahlak tipi içinde yaşamak isteyebilir? Modern insan gibi bedeninden, huyundan
veya herhangi farklı, aşağı gördüğü bir şeyinden dolayı onu dışlayacak bir
topluluk içinde yaşamak ister mi? Muhafazakârlar gibi bir-iki kusurlu
davranışında hemen aforoza hazır, her an ne yanlış yapacağım diye diken üstünde
beklediğin bir toplulukta yaşamak ister mi? Yoksa sadece insan olmamız
dolayısıyla yapacağımız, yapabileceğimiz hataları hoşgörüyle karşılayabilecek,
karşılamazsa bile yüzümüze vurmayacak, vursa bile bunu sürekli hâle getirip
bize koparıp atmakta acele etmeyecek, daha olgun bir toplulukla mı yaşamak
ister? Dervişlik olgun bir kişilik hâline varmayı amaçlarken diğer davranış
tiplerinde birincil amaç bu değildir; bu nedenle bu ahlak tiplerindeki insanlar
ruhta çocukluk dönemini daha zor ve geç aşarlar.
Dervişler çalışmayı ibadet olarak
kullanır, tüccar ahlakını ve sosyal yardımı bir arada götürebilecek gönül
yüceliğine sahiptirler. Ahiler bunu kanıtladı. Avrupa köylüsü sefalet içinde
kıvranırken, tasavvufun getirileri sağ olsun, göçlerin odağında, her dem
karışıklığa hazır bir Anadolu’nun köylüleri daha insanî yaşam standartlarına
sahiplerdi. Bu ahlak uzun dönem sürecek bir düzenin oluşmanı
sağlayabilmişti.
Dahası klasik dinsel algılayıştaki
ibadet tapıcılığı derviş ahlakında bulunmaz. Derviş ibadete tapmaz, kendini
geliştirmek için ibadeti kullanır. Dervişte asıl amaç ruhu temizlemek,
geliştirmektir.
İşte bu tip bir ahlak beni
cezbediyor. Fakat siz elbette başka tür bir ahlak tercih edebilirsiniz. Yeter
ki ruha öncelik versin.
“Derviş ahlakını öğrenmek için bir
tekkeye, zaviyeye, bir şeyhe, pire ihtiyaç var, onu ne yapacağız? Bugünkülerin durumu ortada, nereye çekmeye çalışıyorsun sen bizi?”
Hiçbir yere. Şunu anlamanız gerek,
bir pir öğretisini yaymak için maddesel bir mekâna ihtiyaç duyuyorsa gerçek pir
değildir. Gerçek pir madde beden kaydından kurtulmuş, ruhani âlemden rehberlik
yetkisi almış insandır. O âlemde işler yetkiyle verilir, yetki verilmeyip
rehberliğe kalkışan ancak sahtekârdır. Kör size rehber olursa, ikinizin de
düşeceği yer kuyu olur. Hacı Bektaş Veli Nevşehir’e kurduğu tekke sayesinde
‘veli’ unvanı almadı; o tekkeyi kurmasa da öğretisi mana âleminden dünyaya yayılacaktı.
Fakat o dönem şartlarında yapılması gereken, bir tekke kurup çevresini ıslah
etmek, yerleşilecek alanlar hâline getirmek, tarım alanları oluşturup ekip
biçmek, gelip geçeni gözetip düzeni korumak ve göçebe, dolayısıyla cahil halka
eğitim sunmaktı. Yüzyıllar boyunca da gayet iyi işledi; ancak bu sistem göçebeliğin
kalkması gereken günler gelmeden bile çok önce çöktü. Dolayısıyla bir dervişin
bu çağda yapması gereken bunlar değildir. Kitap yazmak olabilir, elde ettiği
bilgeliği paylaşmak için video çekmek olabilir, hatta susup oturmak, meditasyon
yapmak bile olabilir; kişinin kendisine kalmış.
“Derviş evinde oturursa topluma ne
olacak ya? Onlar da kendi ahlakını mı sürdürecek?”
Nazarımca bu dünyanın ihtiyacı
Anadolu dervişlerinin ahlakıdır ve bu ahlak tipinin toplumda yayılması gerekir.
Avam ahlakı gerçek ahlak değildir. Avama göre ahlak demek ‘alışıldık olan’
demektir. Ve bu yüzden de farklı, ayrık gördüklerine karşı büyük tepkiler
üretirler de çoğu kereler ahlaksızlığın ta kendisi olup çıkar. Ne demek
istediğimi tarihten bir örnekle anlatayım: 2. Mahmut ahali arasında pantolonu
yaymak ister, ilk teşebbüsü de iki kişiye pantolon giydirip çarşıya salmak
olur. Sonuç nasıldır, tahmin edin: Adamlar dayak yerler. Oysa işin tuhafı Arap
emperyalizmi tarafından beyni zırvalarla doldurulmuş olanlar bilmez, Türkler
İslam’dan çok önceleri pantolon giyerdi. Bu pantolonlar deriden yapılırdı;
çünkü deri pantolon at binmeye şalvardan daha uygundu. Üstelik daha yakın bir
zamanlara dek küpe takmak, saç uzatmak ahlaksızlık sayılıyordu, sağcı takımı
hemen yakanıza yapışıyordu. Kaç çocuğu bu sebeple Gazi Üniversitesi’nde
dövdüler, biliyoruz. Mezun olduktan sonra üniversiteye hazırlık için dershaneye
giderken bu yüzden Gazi'de gittiği bölümü bırakıp dönem ortasında tekrar
hazırlanmaya gelen bir kızcağız bile vardı sınıfımızda. Oysa sevgili sağcı
takımının bilmediği şey şuydu ki peygamberin saçının gençlik döneminde
omuzlarına düşecek kadar uzun olduğu bilinir!
Bir fıkra vardır, işittiniz mi
bilmem: Sağcı-solcu kavgasının ayyuka çıktığı 80’ler döneminde ağır sağcı
abilerden biri grubuyla, yanlarında bir de imam var, gidiyorlarken solcular
gibi giyinmiş birine denk gelirler. Muhtemelen çocuğun üstünde yeşil solcu
parkası falan vardır; solcu olunca o parka fiks geliyor. Ağır abi hemen
tutturur çocuğu, fakat çocuk solcu olmadığını, sağcı olduğunu iddia eder,
üstelik üstüne gittikçe daha da ısrarcı olur. Ağır abi çocuk gerçekten sağcı mı yoksa dayaktan mı yırtmaya çalışıyor diye öğrenmek amaçlı “Oku bir Fatiha o
zaman.” diye teste sokar ve yanındaki imama döner: “Hoca sen de dinle, doğru
mu?!”
İşte avam ahlakı buna benzer: İçi
bilmez, savunur görünür. Ruhtan anlamadığından yalnızca dışa bakar ve farklı
olanı hedef hâline getirir. Farklı olan hakikate daha yakın olabilir, bu önemli
değildir; önem arz eden onun topluluktan ayrılmış, farklılığa kalkışmış
olmasıdır. Her ne kadar şu dönemki politik görüşüm liberalizme yakın olmasa
dahi yiğidi öldür, hakkını yeme demişler; bu kökten görüşlerin baskısını kıran liberalizm
ve küreselleşme oldu.
Dervişlerin her işte orta yol
tuttuğunu bilmek bile kendi içinde tutarlı bir ahlak anlayışı oluşturmaya
yeter. Buna ‘denge ahlakı’ diyebiliriz aslında. Kendini kontrol ve her işte dengeyi
kurmak üstüne kurulu bir yaşam sizce de güzel olmaz mıydı?
Yorumlar
Yorum Gönder