3) Yaşam ve Ölüm Üzerine

        Mademki insan dediğimiz yansıttığından ibaret öyleyse insanın ne olduğunun ortaya çıkması için yaşam gereklidir. Bunun iyice, eksiksiz açığa çıkması için de sınanmalar gerekir. Cömertliği göstermek için dağıtmak fırsatı çıkagelir, cesareti göstermek için tehlikeler çıkar, kararlılığı göstermek için sonuna kadar gitmek lazımdır. Birisi cesur olduğundan ölümüne gider, önermesinden çok birisi ölümüne gidebildiğinden cesurdur, önermesi daha doğru geliyor bana. Cömert olduğundan elindekini dağıtıyor, demekten daha doğrusu, elindekini dağıttığı için cömert, demektir. Demek ki yolda başa zorluklar, mihnetler, dertler, çileler neden gelir, insanı insan yapmak için gelir. Tehlike gelecek ki cesaret göstereceksin, bunun başka yolu var mı? Öte türlüsü, mektepler olmasa maarif vekâlethanesi ne güzel idare edilirdi, demek gibidir.

        İnsanın kendi insanlığını görmesi ve gelişmesi için sınanması gerekir. Ne derece zorlu koşullara dayanıklılık gösterebilirse insan o derece güçlüdür, ne kadar kötülük içinde güzel işler işlemişse o derece güzeldir. Sınanıyor da ayakta kalmayı başaramıyorsa veya mevcut hâli hoşuna gitmiyorsa kendini yontması gerekir. Bunu başarmanın yolu da ruha yönelmektir. Ruha yönelince dünya kaçar mı? Belki. Dünyanın nimetleri gelir ya da gelmez; belli olmaz. İnsan olmak amacın kendisidir. Dünya nimeti de gelirse insanı saptıramaz, çünkü insan olan elindekini insanlığa uygun kullanacaktır. Yok gelmezse, elbette insan vampir gibi bir türlü ölmeyen bir bedene sahip değilse, şu birkaç on yıllık zaman dilimi adına büyük bir kayıp sayılmaz. Vampir olanlara sözüm yok, onlar insan olmak zorunda değil, onlar ocak dışı çünkü. Hep kurt adamlar ocak dışı kalacak değil ya.

        Yani insanın yaşamı insanın ne kadar insan olduğuna kanıtıdır. İnsanın ne kadar insan olduğuna kanıtı da yaşamıdır.

        Yoksa yaşam dediğin bir yandan muhteşem ama bir yandan da amaçsız, acayip bir şey. Gözü açıyoruz, var olmuşuz, nereden gelmişiz nereye gidiyoruz belli değil, öylece var olmuşuz işte. Öyle belirsiz ki başlangıcımız, bu yaşamın içinde bile belli bir yaşa dek hatıramız yok, beyin her nedense belli bir yaşa gelinceye kadar olan kısmı kaydetmiyor, ama belli bir yaştan sonrasını da öyle kesin kayıt yapıyor ki yeri geliyor yıllar yıllar boyunca tekrar ve tekrar ve tekrar oynatıp duruyor, örneğin travmaları. Yani insana eziyet fırsatını hiç kaçırmıyor ama her nedense belli bir yaşın öncesi yok. Öylece var olmuşuz. Neden yok, amaç yok, hedef yok. Sadece var olmuşuz, o kadar. Sonra, galiba bu amaçsızlığı yok etmek için olsa gerek, anlamlı olduklarına inandıklarını bize erken dönemlerimizde yüklüyorlar, sonra biz de kendimize birtakım anlamlı hedefler koyuyoruz ve ömrü bunlara uygun yaşamaya çalışarak, ulaşmaya çabalayarak tüketiyoruz. Ancak bu kadar sınırlı, bu kadar kısıtlı bir süre dünyada bulunuyorken neden kendimize hedefler biçtiğimiz de belli değil. Bu dünyanın gelmiş geçmiş en büyük kumandanı Cengiz Han’dır, ister matematiksel olarak ele alın ister başka etmenleri de işin içine katın, gerçek budur; ne kadar büyük olursa olsun, başka kumandalarıı öne süren diğer tüm savlar ideolojik sebeplerden yapılır. Peki bugün yaşayan bizler için Cengiz Han ile onun döneminde yaşamış herhangi bir adam, hatta bir deli arasında fark var mı? Benim için yok, kimse için de olmaması lazım. Demek ki hayal bile edilemeyecek kadar büyük hedefleri gerçekleştirsek bile birkaç yüzyıl sonrasında anlamı kalmıyor. Gerçek bu kadar açıkken neden içinde bulunduğumuz anı yaşamıyor da birtakım hedeflere ulaşmaya çabalayarak hem ömrü hem kendimizi tüketiyoruz, belli değil. Otur hayvanları izle, zerre amaç taşımıyorlar, tüm amaçları karın doyurmak ve çiftleşmek, tüm işleri de bu iki amaç üzerine, hepsi bu kadar. Ama biz böyle değiliz işte. Bir şeyler olmayı hedefliyoruz, bir yerlere gelmeyi, dünyayı anlamayı. Hepimizin şöyle veya böyle mutlaka bir hedefi var. Hedefimiz olmasa ortalıkta hayvanlar gibi avare dolanıyor, bulduğumuzu yiyor, yarını bırak bir sonraki vakti düşünmüyor olurduk. Tanıdığım sokak kedilerinden biliyorum, gerçi benim tanıdıklarım kedi dünyasının elitleri değil, tanımadıklarım da aynıdır, doyduklarında geride ne kadar yem kaldığına bakmadan çekip gidiyorlar. Aslında birkaç tür haricinde hayvanların neredeyse tamamının davranış biçimi aynı. Oysa biz yarına da kalabilelim diye konutlar dikiyor, yiyecek biriktiriyoruz; hayvanlardan neden böyle ayrıştığımız belli de değil. Dünyayı bilmeye, anlamaya ve kalıcı olmaya çalışıyoruz, sanki burayı evimiz yapmaya çalışıyoruz, ama buranın evimiz olmadığını da biliyoruz; çünkü buranın evimiz olduğunu düşünüyor olsak taştan konutlar dikerek, asfaltlar dökerek, elektrik şebekleri kurarak bu derece değiştirmek için çabalıyor olmaz, evimizi olduğu hâliyle kabul eder ve ona uyum sağlardık. Oysa bizler dünyaya uymuyoruz, dünyayı kendimize uydurmak üzere değiştiriyor, dönüştürüyor ve bunu başarabilmek için de nice insan yaşamları boyudur çalışıyoruz.

        Hayvanların hiçbir türünde böyle bir eğilim yokken örneğin dünyayı anlama isteği insana nereden geldi? Üstelik kalıcılık hedefi hiçbir hayvan türü için önemli değildir ama hayvanla aynı kaderi paylaşacak ve sadece birkaç on yılda toprağa girecek, takip eden birkaç senede de adından bile bahsedilmez olacak insan için neden ve nasıl bu kadar önemli oldu? Madem insan evrimsel olarak doğadaki canlıların türevidir, nasıl oldu da bizde adımızı sonsuzluğa kazıma hırsı belirdi? Kendisi kalıcı olmayan, belli bir gezegendeki belli şartlara bağlı, döngüler üstüne kurulu bir sistemde nasıl oldu da bir canlı bir şeylerin sonsuza dek kalacağı yanılgısına kapıldı? Şu huyumuz bile yaşamın bu dönemde bize anlatılan, hatta dayatılan desek daha doğru, maddeci, tek boyutlu sığ görüşün sunduğu aksine bir nedenden belli hedeflerle başlamış olmamız gereken bir şey olduğunu ortaya serer. Neticede hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmazsa eğer, bu da demektir ki bu insanoğlunun hedefler koyma takıntısı da yoktan var olmadı, her birimiz bu dünyaya belli amaçlar gerçekleştirmek veya belli tecrübeleri yaşamak üzere gözümüzü açtık. Yoksa kendimize koyduğumuz veya kendimize koyduğumuzu sandığımız birtakım hedeflere ulaşmanın, meşakkatli yollar sonunda elde ettiğimiz başarıların bize sağladığı mutluluk hissi ve rahatlamanın akla dayanır sebebini ben bulamadım.

        O zaman şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Yaşam bir şeyler tecrübe etmemiz içinse eğer, yaşamlarımız bize verilen ödül müdür yoksa ceza mı; veya her ikisi paket hâlinde mi geliyor? Neticede çok acı tecrübelerle yüzleşebiliyoruz, kim her gününü bir eli yağda bir eli balda geçiriyor ki? Zaten o şekilde yaşasaydık da yetmezdi bize, Ajan Smith’in Neo’ya anlattığı üzere insanlar yine yaşamdan kurtulmaya çalışırlardı; çünkü insan çabuk sıkılmaya pek teşnedir, sürekli mutluluk da bir yerden sonra acı verici olacaktır. Bunun elbette sebepleri var, ego dediğimiz yapının sevinçleri, neşeleri hemen tüketmesi, hep daha fazlasına gözünü dikmesi ve araması ve galiba mutsuzluğa programlandığından her zevkinin ve sevincinin sonunun bir şekilde mutsuzluğa varmasıdır.

        Benim buna bulduğum cevap öğrenme sürecinde ödül ve cezanın nasıl bakıldığıyla değişeceği oldu. Esas amaç sonsuz olan ruhun olgunlaşmasıysa ceza ile ödül anlayışımız ters olabilir. Gerçek iyilik ancak sonsuz süreçte açığa çıkar. Örneğin ceza olarak askerlikte geçecek bir ay ruhu Maldivlerde geçecek bir aydan daha fazla eğitebilir. Öyleyse bedensel gözle ödül olarak algıladığımız ruhsal gözle ceza, bedensel gözle ceza olarak algıladığımız ruhsal gözle ödül olabilir.

        Kimileri dünyayı zindan olarak görmüş, eziyet ve sıkıntı üzerine kurulu bir yer olarak algılamış, cehennemin ilk basamağı saymış. Kimileri ise mutlulukla ve neşe dolu bulmuş; onlara göre de cennetin ilk basamağı. Dünya aynı dünya. Yaşam aynı yaşam. Hatta çoğu zaman bu iki zıt düşünceye kapılanların yaşadıkları bile birbirine yakın olaylar. Fakat neredeyse aynı iki olaydan bir Âdemoğlu hüzün devşirirken diğeri neşe hasat ediyor. Demek ki mesele algılamada. Kişisel, yapısal farklılıkları es geçtim, kişi ruhsal hâline göre bile yaşadığı aynı iki olaya iki farklı tepki verebiliyor. Alkol örneğini alalım ve yine kendim üzerinden gideyim: Hayatın koşullarında bir değişme sağlamamasına rağmen, içmeden önce sıkıcı gelen hayat içtikten sonra epey eğlenceli gelmeye başlıyor, tabii yalnızca birkaç saatliğine. Neden? Bunun elbette teknik, bilimsel cevabı var ama hikmetten yoksun, bizim derdimiz bunun arkasında yatan nedeni anlayabilmek. Kimileri nasıl diye sorar, neden diye sormaz; bilimadamları gibi, bence bu eksik bir iştir. Başkaları da vardır, neden diye sorar fakat nasıl olduğunu önemsemez, sufiler gibi; bence bu da eksik bir iştir. Tamam olan iş hem nasılı hem nedeni cevaplayabilmeli.

        Sözü şuraya getirmeye çalışıyordum: Beyindeki tek kimyasalın değişimi insanın modunu tam zıt şekilde değiştiriyor. O tek kimyasal hayattaki şartları değiştirip düzeltmiyor; kesinlikle hayır, gel gör ki algılamayı değiştiriyor ve böylece sanki hayat değişmiş gibi daha hoş, daha yaşanır, keyifli hâle geliyor. Gerçi başka insanlar için daha beter hâle gelebiliyor, ayıkken olduğundan bile kötü görünmeye başlıyor gözlerine; bu yüzden birçok cinayet ve intihar vakası alkolün tesiri altında gerçekleştiriliyor. Fakat sonuç aynı noktaya varıyor; demek ki esas mesenin yaşamla ilgili değil, esas meselenin algılamayla ilgili olduğu açık. Şu hâlde yaşam dediğimiz tecrübelerin kendisinden öte kişinin algılamasının ta kendisi, tecrübe ettiklerimize bakış algımız ve ona bağlı verdiğimiz tepkiler, o çıkıyor buradan. Özgürlüğe dayalı bir yaşam tipi mi yoksa önden yazılmış, belirlenmiş ve bizim ancak tecrübe ettiğimiz bir yaşam tipi mi var bilmiyorum; ancak şunu biliyorum ki eğer Rick ve Morty’nin bir bölümündeki gibi iki ayrı bakış algısına sahip iki ruh bir tek yaşamı deneyimleyebilseydi bunların ikisi de aynı tecrübeleri yaşayacak olmalarına rağmen yaşamları farklı olacaktı, burası açık.

        Madem neşe de hüzün de kişinin algılamasına göre beliriyor, şu hâlde yalnızca yaşamın değil, neşenin ve hüznün somutlaşmış hâli sayabileceğimiz cennet ve cehennemin de kişinin kendi algısı sonucu olabileceği çıkıyor ortaya. Yani Sartre yanılmıştı, cehennem nasıl başkaları olabilir ki? Kişinin başkalarını algılaması da kendinden değil mi? Örneğin Sünger Bob gibi aşırı neşeli ve mutlu, etrafa daima pozitif enerji saçan birisi haklı olarak Bikini Kasabası’nın diğer sakinleri tarafından epey sevilir, yakın çevrede istenirken Squidward gibi ciddiyeti seven, somurtkan biri adına varlığı gayet sinir bozucu olabiliyor. Anlaşılabilir ki esas önem arz eden karşıdakinin özeliklerinden öte kişinin kendi içinde taşıdıkları, çünkü kişideki hisleri karşıdakinin tavrı veya özellikleri değil kişinin kendi algılayışı yaratıyor. Cennet ve cehennem yaşamı da benzer olabilir; aynı ortamda bulunan fakat taban tabana zıt hisler deneyimleyen iki ayrı insan. Gerçi örnek olarak Sünger Bob’u seçtim ama bence de Sünger Bob o zarar vericiliğe kayan aptallığıyla rahatsız edici bir karakterdir, gerçekten yaşasa kimse çevresinde istemez, üstelik aşırı neşesi de hiç doğal görünmemektedir. İki olasılık mevcut: Ya Sünger Bob gayet ruhani biri, kendindeki egoyu fark etti ve onu aştı, gerçek ben’e ererek sonsuz neşeye gark oldu ya da bizim izlemediğimiz vakitlerde deniz dibinde birtakım illegal maddeler kullanıp kamera karşısına öyle çıkıyor; hatta belki de bu yüzden bazı bölümlerde gözleri kırmızı kırmızı görünüyordu. Kimsenin çocukluğunu mahvetmek istemem, takdir kamuoyuna ait. Ama Sünger Bob Bikini Kasabası torbacısı çıkarsa da hiç şaşırmam. Asgari ücretli fast food ızgaracılığıyla o kadar mala mülke sahip olması her zaman kafalarda bir soru işareti oluşturmuştur. Gerçi, belki de bizim nereden kazandığı belli olmayan ultra zengin tayfa gibi ‘babadan zengin’dir.

        Bu noktada işin içine daha beter bir soru giriyor: Sadece ufacık bir kimyasalın algılayışını böylesine değiştirebildiği bir gerçeklik, gerçeklik midir? Böyle bir gerçekliğe güvenilebilir mi? Ya biz yanlış kimyasalları salgıladığımızdan gerçek her neyse onu fark edemiyor da çarpılmış bir algıyla yanlış şekilde algılıyorsak? Veya ya aklın kendisi tümden çarpık, gerçeğe gözbağı oluşturan bir şeyse? Deli veya meczup dediğimiz birtakım kimseler gerçeğe bizden daha yakınlarsa fakat bunu ruhsal yönde yeterli olmadıklarından idrak edemiyor ve idrak edemediklerinden bize anlatamıyorlarsa? Ya şizofrenlerin var olduğunu iddia ettiği varlıklar gerçekten ortalıkta öylece dolanıyorsa fakat beynin salgıladığı birtakım kimyasallardan ötürü insanlar bunları göremiyorsa? Ya İslam jargonunda ‘perde’ diye çağrılan işte bu beyindeki kimyasallarsa? ‘Perdelerin kalkması’ bu kimyasalların artık salgılanmamasıyla oluyorsa?

        Felsefe yapmak için ortaya atmadım bu soruları; insanları şüpheye düşürmeyi sevmiyorum. Fakat mistiklerin, gizemcilerin, sufilerin dile getirdiği bunlara benzer şeylerdir. Ta eski çağlardan beri bahsedilenler hep benzerdir. Mesela Sokrates’in mağara örneğini ele alalım. Şöyle anlatıyor Sokrates: “İnsanlar bir mağarada, boyunlarına, ellerine, kollarına demirden halkalar geçirilmiş hâlde durmaktalar. Ortada yanan bir ateş var, ışığından karşıdaki duvara gölgeler yansıyor. Bu gölgeleri izleyen insanlar gördükleri görüntüleri gerçek sanıyorlar. Zincirlerden kurtulup başı çevirme imkânı ele geçince görülüyor ki mağara ağzından içeri gün ışığı sızmakta. Dışarı çıkınca yeni bir dünyayla karşılaşılıyor. Gerçek dünya burası.”

        Siyaset biliminin en ünlü, en önde gelenleri arasında bile ruhtan haberdar fazla isim bulunmadığından bunu bize hep alegori yani benzetme diye öğrettiler. Hatta literatürde ismi bile ‘Sokrates’in -veya Platon’un- mağara alegorisi’ diye geçer. Oysa Kuran’ın hakikat âleminden gelen haberler ve sözler olduğuna inanan biri yalnızca “Onların boyunlarına demirden halkalar geçirilir.” ifadesini okuyarak aradaki bağlantıyı kurabilir ve Sokrates’in hakikatten haber verdiğini fark edebilir. Üstelik, Budizm’de anlatıldığı üzere dünyanın gerçek olmadığını, izlediklerimizin tıpkı rüyalardaki gibi yalnızca yansımalar olduğunu duvara yansıyan gölgelerden anlar. Üstüne, ortada yanan ateşten, ateş dolu diye tarif edilen cehennemin ilk basamağının hakikate uzaklık yönüyle bu dünya olduğunu çekip çıkarabilir, biraz zorlansa bile, yapabilir bunu. Fakat biz bu dünya demekle tam gerçeği dile getirmiş olmayız. Âdemoğlu olmak, dememiz gerekir. Bu bedene girmekle hakikate uzaklıkta cehennemin ilk basamağına basmış oluruz. Bu nedenle şöyle bir hadis vardır: “Şeytan, doğan her Âdemoğlunun kalbine dokunur.” Şuur kapasitesi azaldıkça cehennem katlarının aşağısına iniliyor demektir. Örneğin otçul, eti yenebilir hayvanlar cehennemin ikinci basamağındadır, en aşağı katlardaysa böcekler yer alır. Zaten dikkat ederseniz doğada en büyük acıları böcek takımı çeker, canlı canlı yenilir, canlı canlı asite, yani ateşe girerler, çok zor öldükleri için herhangi bir yerleri kırıldığında, üstelik onların zaman algılarından dolayı büyük acıları, bizim algıladığımızdan da uzun zamanlar çekerler. Ancak en kötüsü her saniyelerini müthiş korkular içinde geçirmeleridir, esas azap da işte bu korkudan bir anlığına bile azat olup huzur bulamamalarında yatar. Bir ruh bu zavallı kafesler içinde milyonlarca kere tekrar ve tekrar dünyaya gelip dünya yok oluncaya dek muazzam acılar çekebilir. Hinduizm’de Samsara Çarkı olarak bize anlatılan da bu sistemdir işte; ruhun doğadaki döngüsü.

    “Bizim inancımızda böyle bir şey yok kardeşim. Cennet, cehennem dünya var olmadan önce yaratılmıştı, yok olduktan sonra da var olacaktır. Benim inancıma göre sen ya bunları uyduruyorsun ya da yanlış varsayımlara varıyorsun.”

        Peki kardeşim, inancın böceklerin yoktan yere çektiği onca acıyı, azabı nasıl açıklıyor? Yaradan’ın ne garezi varmış da o garipleri bunca acıya mahkum etmiş? “Allah kimseye eziyet etmez. İnsanlar kendilerine eziyet ediyorlar.” ayeti ışığında bir daha düşün bakalım. Bu topraklarda yerleşmiş klasik cehennem anlayışı mı Allah’ın insanlara eziyet etmediği iddiasına daha uygundur, yoksa bu sistem mi? Üstelik merak etme Budizm’de falan da tam istediğin türden cehennemler, ruhlara büyük eziyetler edilen yerler vardır zaten. Fakat anlaşılmayan şey şudur ki, ruhta sinir ağı olmadığından doğrudan ruhun kendisine eziyet edemezsin, nasıl edeceksin? Ruh Yaradan’ın nefesi ise onu yok edemeyeceğin gibi ona acı da çektiremezsin, Yaradan’ın nefesine bunları yapabilirsen Yaradan’ın kendisine de yapabilirsin demektir; böyle bir şey mümkün mü? Kafanızda nasıl bir Allah tanımı var bilmiyorum ama Allah’ın acı çeker bir yapıda olamayacağında hemfikir olmamız lazım. Dolayısıyla ruh acı çekmesi için bir kalıba bağlanmalıdır, ancak kalıp yoluyla, kalıptaki sinirler aracılığıyla acıyı ve zevki deneyimler. Bu dünyaya ait olmayan, yok edilemez, şekilsiz, formsuz, sinir sistemsiz bir varlığa nasıl acı çektirebilirsin başka türlü? Dilediğini yap, ne fayda eder?

        Mevlana’nın Mesnevisinde de bir hikâyede şöyle bir bir parça geçer örneğin: ‘Ne vardı ben de çadırımı o geniş ovaya kursaydım da orada elsiz ayaksız şekerler yeseydim.” Hikâye okunduğunda o geniş ovanın cennet olduğu açıktır fakat okuyanların geneli bahsedilen o şekerleri madde şeker olarak algılamış ve hataya düşmüştür. Oysa bu tek satır kendi başına değerlendirildiğinde bile bunun yanlış bir algılama olduğu sonucuna varılabilir; el yoksa, ayak yoksa, dil de yoktur; dil olmayınca, tat reseptörleri olmayınca nasıl tat alacak bu formsuz, şekilsiz varlık? İşte buradan bile o âlemde yemenin ve tat almanın bu dünyadaki gibi olmadığı anlaşılabilir. Hatta dil yoksa, ses telleri yoksa konuşma nasıldır: Tahmin edebileceğiniz üzere telepati yoluyla. Bu nedenle orada düşünmek ve söylemek diye bir ayrılık, ikilik yoktur. Düşünmek aynı zamanda söylemektir.

        Sistemi şöyle anlatayım: Ruh olarak aslımız anda hakikat âlemindedir. Başımıza iyi veya kötü bir şey geleceği zaman bunu rüya dediğimiz yoldan haber de alabiliriz. Bedeninde kısılı kalmayanlar için rüya görüntüleri öylesine olan, oluşan, tekrar eden şeyler değildir, bunlar aslımızın bulunduğu âlemden haberlerdir. Basite indirgeyerek açıklıyorum, orada aslımıza iyi yorumlanan bir şey sundukları vakit bu dünyada bir şeyler elde ederiz veya orada aslımız kötü yorumlanan bir şeyle karşı karşıya gelince zarar bela başımıza bu dünyada gelir. Örneğin rüyada kırmızı şarap içtiğini görürsün, sabah için ferah ve neşeyle dolu olarak uyanırsın. O şarap gerçek olmasaydı nasıl olurdu da bu âlemde etkisini hissederdin? Fakat tadı falan yoktur, neden? Çünkü ruhta hâliyle dil olmadığı gibi dil reseptörleri de yoktur. Bunun yerine varlığın baştan ayağa neşeyle kaplanır, yani tüm varlığın koca bir dil kesilmiştir. Hani şöyle bir sözü duymuşsunuzdur: “Dede ekşi yemiş, torunun dişi kamaşmış.” İşte o dedeyi ruh olarak ele al, torunu da beden. Hakikat âleminde ruh bir şey yaşar veya ruha bir şey yaşatılırsa o ruh bunun etkilerini burada, gölge varlığı yoluyla tecrübe eder. Çünkü acı da zevk de bu dünyaya aittir. Burada tecrübe ettiğimiz türlü zevk ve acı bu âleme özgüdür. Parçanın duyduğu haz ile bütüne ait ruhun hissedişi arasındaki ayrım ruha ait hisler olan mutluluk, huzur gibi pozitif yönlü hisler veya depresyon gibi negatif yönlü hisler bu âlemde deneyimlediğimiz zevk veya acıyla karşılaştırılarak anlaşılabilir. Ruhun hissedişi bedenin hissedişinden yapısal bakımdan farklıdır. Ruhunkinin etkisi süreklidir, bedeninkinin etkisi olay süresince. Örneğin tatlının zevki yediğiniz süre boyunca geçerlidir, huzur hissiyse devamlıdır.

        Kimileri dünyanın insanın içinde belirdiğini ve ona ayna görevi gördüğünü söyler. Eğer böyleyse demektir ki Sokrates’in bahsini ettiği duvardaki gölgeler dışarıdaki varlıkların etkisiyle değil de insanın içinden yansımaktadır. Yani karşılaştığımız tüm insanlar yalnızca bizim içimizdekileri, duygularımızı, yaptıklarımızı, yapacaklarımızı bize yansıtan vasıtalardır. Eğer biz insanların bize karşı davranışlarını bu minvalde ele alıp üzerine tefekkür edersek aslında kendimizi okur, kendimizi öğreniriz. Bu sav karşılaştığımız bazı kimselere sebebini bilmediğimiz birtakım duyguları neden hissetiğimizi açıklayabilir. Bazı insanlarla nedensiz bir araya geliriz, yollarımız kesişir bazılarıyla yollarımız nedensiz ayrılır bazılarına karşı eskiden hissettiğimiz duyguları hissetmez oluruz; bunların hepsini açıklar. Zaten biraz kendine vakit ayırmış, yaşam ve yaşadıkları üzerine biraz durup düşünmüş olan her kişi bu tür durumlardan karşılaştığımız her olayın, her insanın, her varlığın, her nesnenin bir sebeple geldiğini fark edebilir. Biz öğreneceğimizi öğreniriz, bizim de onun karşısına bir sebeple çıktığımız o kişi öğreneceğini öğrenir; sonra yollar ayrılır gider. Hep böyle olur, herkes için böyle olur, sadece biraz izleyin. Biraz geçmişinizi inceleyin, karşı çıkmazsınız. Öğretmenlerin en ideali tabii olarak Yaratıcı’nın aklıdır. Ortaya öyle bir sistem koymuştur ki konu öğretmeye geldiğinde bir çakıl taşını bile gayet iyi kullanır, taş insanın ayağına takılır, öyle dersinizi alırsınız. Düzeni yaratan, büyük olsun küçük olsun her tür şeyi müthiş bir ustalıkla kullanmayı bilir. Fakat dersler nadiren öyle davul çala çala gelirler, bize bizi esas öğretenler genelde sessiz, küçük ama sık tekrar edenler olacaktır.

        Buradan hareketle hiçbir insanın içindeki acıyı öfkeyle, nefretle dindirmesinin bir yolu olmadığı sonucuna da varırız. Biz öfke saçtıkça karşıdan da öfke yansıyacak, böylece içi yakan acı katlanarak artacaktır. Yani insan içinde acıyla dolsa taşsa bile ancak iyi ve güzel şekilde davranmak yoluyla içindeki ateşe su dökebilir. Bunu da herhalde en kolay en sevmediğine yaparak başarabilir. Karşıya ego-nefs-benlikle hareket eden, iyi davranışı suiistimal edebilecek birisi her zaman çıkar elbette, Pollyanacılık yapmanın, “Her insanın özünde iyilik vardır arkadaşlar, yeter ki biz görmeyi bilelim.” türevinden romantizm dağıtmanın anlamı yok. Bilakis biz biliyoruz ki birçok insan iyilik gördüğüne nedensiz kin tutabilir. Hatta şöyle bir anlatı vardır, birisine “Şu kişi sana düşman oldu.” derler. Adam şaşırır, “Ben ona hiç iyilik etmedim ki.” diye cevap verir. Gerçi karamsarlık dağıtmanın da gereği yok, her insan şeytan değil, nihilist olmanın, “Aman be, dünya bombok, kapkaranlık.” diye düşünmenin âlemi yok. İnsan insandır, içinde melek tarafı da mevcut, şeytan tarafı da. Dolayısıyla yapılması gereken, iyiliği son derece dikkatli şekilde yapmak ve dağıtmaktır –ki iyiliği yapan kişi kendini daha büyük bir öfkenin içinde bulmasın. Hangi öfkeden bahsediyorum: Ya kendisine iyilik yapılan kişinin iyilik kesilince ortaya çıkardığı nankörce öfkeden ya da iyilik yapanın uğradığı nankörlük karşısında kapılacağı öfkeden. Zaten zamanı geldiğinde herkesle yollar ayrılacaksa, insan neden bağımlılık yaratan bir ilişkiye kaptırsın kendini? Neden başına dert açsın yoktan yere?

        Başa dert açmaktan kaçınmak gerekir, gibi bir çıkarıma ulaştık ama insanın yaşam hep güzel şartlarda geçmeli diye çabalamasının da bir manası yoktur. İnsan hayatında güzel günlerin yaşanması gerektiği kadar sıkıntının da yaşanması gerekir. Bugüne dek şahit olduğum kadarıyla yumuşakbaşlı adamların eşleri hep kızgın, hükmetmeye alışkın, genelde azarlayıcı kişiliklere sahipti. Sizin de benzer bir gözlemde bulunduğunuza iddiaya girebilirim, ama ortaya para koymam. Hadi birini-ikisini geçtim, hepsi mi tesadüftü? İşin aslı şu ki ego yeterince ezildiğinde vücut evinde ruh baskınlaşır. Eğitilmemiş nefs isteklerle dolu, azgın bir şeyken dertle, kederle, zahmetle, acıyla eğitilen, yanıp yandırılan nefs şeker gibi bir şeye dönüşüyor.

        Kış ortasında her gün tepede güzel bir güneş parlasa, her gün güllük gülistanlık geçse ancak akılsız olan kişiler sevinir, gerisi endişeye kapılır. Çünkü vakti geldiğinde ‘kötü’ hava koşullarının yaşanması gerekir, her dem ‘iyi, güzel’ diye adlandırdığımız olayların yaşanması, ömründe kar-yağmur görmemek hiç de ‘iyi’ falan değildir. İyi olan her şeyin ölçüsünde yaşanmasıdır. Zaten ‘hayat’ dediğimiz dersanede insan bir şeyi ancak zahmet, meşakkat çekerek öğrenebilir. Cesur biri olmayı diliyorsanız, cesaret size gökten mi inecek sanıyorsunuz? Hayat sizi öyle bir noktaya kadar sıkıştıracak ki artık orada bedeninizden bir parçayı, hatta belki tamamını kaybetmeniz umurunuzda olmayacak. Ancak o zaman cesur olabilirsiniz işte, ne kadarına dayanabilirseniz o kadar. Bu dersanede bir şey öğrenmenin her zaman bedeli vardır, karşılığını ödemeden özellik kazanamaz insan.

        Hakikatten haber veriyorum, kanun şudur: Verdiğin kadarını alırsın. Dolayısıyla bu bir yandan da aldığın kadarını vermek zorunda olduğun anlamına gelir. Günümüzün ‘tüketici’ insanı bu kanunu bilmediğinden tüketip durur. Fakat tükettikçe karşılık olarak içinde de bir şeylerin tükendiğinin farkına varmaz. Yüzüne bakın, huzur, mutluluk göremezsiniz. Çünkü bu insan tipi tükettiklerinin maliyetinin yalnızca para olduğunu zannediyor, öyle değil. Tükettikleri bir yandan onları tüketiyor, fark edemiyorlar. Tükettikçe tükeniyorlar bu yüzden.

        Yaradan’ın bir insana bahşedebileceği nimetlerin en büyüklerinden biri mutluluğunu maddeye, nesneye, hatta şartlara bağlamama yetisidir. Böyle insanın sırtı yere gelmez, gelse de mutlu olacaktır gerçi, ona ne var?! Sıradan bir insan lüks bir spor araba, muazzam bir köşede villa sahibi olabilir; fakat bir krizde araba modelini düşürmek ve daha düşük profilli bir eve taşınmak zorunda kaldığında acı çekmeye başlar. Yine oldukça zengindir fakat ego geçmişteki kadar şeye sahip olmadığı için kıyaslama yolunu kullanarak insanı sıkıştırmaya, depresyona çekmeye çalışır. Çünkü ego sahip olunana bakmaz, ne kadar vardı ve / veya ne kadar olacak diye hesaplamalar yoluyla işler. Zihinsel anlamda insan yeterince güçlü duramazsa onu mutsuzluğa çekmeyi başarır da. Bu nedenle diyorum ya en güzel her koşul ve şart altında mutluluğu sürdürmeyi öğrenmek, bu büyük nimet, bu muhteşem bir yeti. Osho’nun bu konuyla alakalı şöyle bir sözü vardır: “Dilenciyken mutlu değilsen kralken de mutlu olmayacaksın.” İşte tam olarak bunu anlatır. Çünkü dilencinin olduğu gibi kralın da kendine ait sorunları vardır, birileri suikast hazırlığı içinde olabilir, savaş yakın olabilir, hazine azalıyor olabilir… Dilenci bunlarla uğraşmak zorunda kalmaz, o yalnızca yarın ne yiyeceğini düşünür. Farklı dertler fakat sonuçta her ikisi de dertlerine kendileri izin verdiği kadar mağluptur.

        Dilenci veya kral ya da geri kalan diğer mesleklerden kim olursa olsun bizim meslek, cinsiyet, boy, kilo ayırt etmeksizin kendimize sormamız gereken tek soru vardır: Alkolün ve benzeri zararlı maddelerin bizde açığa çıkardığı hormanları aynı zararları içermeyecek bir şekilde salgılamanın yolunu bulabilir veya öğrenme şansını elde edebilir miyiz? Çünkü madem ki mutluluk bu hormonlar ile sağlanıyor, herhalde mutlu olmak isteyen her insan evladını hayatta ilgilendiren ilk konunun bu olması gerekir. Örneğin herkes meditasyonla bunu becerebilse yaşam kendiliğinden cennete dönüşmez miydi? Kim o zaman hayata bugünkü rutin, sıkıcı hâliyle devam etmek isterdi ki?

        Üstelik daha ilginç bir sorun var: Peki ya bu ‘normal’ denilen sıkıcı ötesi günlük yaşam bizim zindanımızsa ve beynimizin hayatın devamı için günlük salgıladığı hormonlar içinde bulunduğumuz zindanın parmaklıklarıysa?

        Aslında insanın biraz oturup hayvanları izleyince dünyanın hapishane olduğu fikrini öne sürenlere hak veresi geliyor. Daracık bir alana ve içinden sıyrılamadıkları bir bedende hapisler işte, bir oraya bir buraya volta atıp duruyorlar. Yiyecekler, içecekler, çiftleşecekler ve toprağa girecekler; geride hiçbir iz bırakmadan. İşin kötüsü biz de farklı değiliz, aynıyız. Ahmak olanlarımız biyolojisine bakıldığında bile bir hayvan olduğu gayet açık olan bu bedeni kendileri olarak algılıyor, aslında bir hapishane elbisesi olan bu beden onların tüm gerçeklikleri. Ve daracık alanlarında sıkıştığımız dünya hapishanesini ev bellemişler, esas amaçları ilk fırsatta kaçmak olmalıyken onlar evden çıkmamak için ölüyor, öldürüyor; buna da yaşam adı veriyorlar. Yaşam değil bu, ölümün ta kendisi.

        Buna karşılık yaşam eşittir mutluluk da değil nazarımca. Neden her an mutlu olmak zorunda olalım? Mutluluğumuzu sağlayacak olaylar gerçekleşmez ise yıkık ve boşa geçen bir hayat mı yaşayacağız yani? Aksine, insan mutluluk peşinde olmayınca hayal kırıklığının, kalp kırıklığının, kederin, acı çekmenin normalliğini fark edince başına gelenlere teslim oluyor ve bunu da huzur-mutluluk karışımı bir ruh hâli takip ediyor. Hatta başına gelenler ne kadar acı olsa bile hepsinde değişik bir tat da bulabiliyor. Sürekli mutluluk peşinde koşmak yorucu olduğu kadar anlamsız da bir çaba. İnsan, peşinde koştukça kaybediyor mutluluğu, dinginliği. Koşmayıp içinde bulunduğu şartlardan hoşnut olmayı öğrendiğinde… Mutluluk ve huzur kendiliğinden geliyor. Tuhaf bir ikilem.

        Bence yaşam kendini aşmak üzere geçirdiğimiz, geçirmek zorunda olduğumuz bir süreçmiş gibi geliyor bana. Gerçekten böyleyse insan neden zorluklardan yakınır ki? Zorluklar ruhu geliştirmek için gereklidir, hatta zorunludur; gelişmenin başka türlü yolu bulunmaz. Yaşamdaki zorluklardan yakınmak, sanki bir vücut geliştiricinin kaldırdığı ağırlıklardan yakınması gibi olmaz mı?

        Yaşamanın akıllıca yolları vardır, akılsızca yolları vardır. Mesela biriktirme hırsı ve telaşıyla tüketilen bir yaşam akılsızca bir yaşamdır. Nefretle doldurulmuş, kin arayışıyla tükenen bir yaşam akılsızca bir yaşamdır. Başkalarından üstünlüğünü kanıtlamaya çalışmakla tükenen bir yaşam akılsızca bir yaşamdır. Akıllıca olan tatminle ve mutlulukla doldurulan yaşamdır. Tatmin derken bedensel tatmin değil kast ettiğim, ruhsal tatmin.Hiç kimseye hiçbir şey kanıtlamaya çalışmadan, telaş göstermeden, huzur içerisinde yaşamak akıllıca olan.

        Tarih incelendiğinde insanların en refah dönemleri çatışma dönemleri değil, topluluklar arasında işbirliğinin sağlandığı dönemlerdir. Avrupa’nın refah dönemi hangisi, Roma’nın kurulu olduğu dönem mi, yüzlerce farklı krallığın var olduğu dönem mi? Almanya – Fransa arasında sidik yarışının olduğu dönem mi, Avrupa Birliği’nin kurulduğu dönem mi? Yani ruha göre bakmaya da gerek yok, bu dünyaya ait bedensel akılla, zekâyla, düşününce bile akıllıca olan budur.

        Gerçi işbirliği övgüsü, sınırların kalkmasının teşvik edilmesi bu dönemde küresel kapitalizm tarafından epey etkin biçimde kullanılıyor ve bu yolla insanların haklarına devletlerden beter çöküyorlar. Siyasete ve ekonomik sistemlere bu bölüm altında girmek istemiyorum, o konular için ayrı bir kitap zaten var, ama burada değinmek istediğim odur ki bizim bugünkü yaşama algımız kapitalizm tarafından belirlenmiş durumda ve biz de genel olarak içinde bulunduğumuz şartlardan farklısını düşünebilecek varlıklar değiliz. Ancak şu kadarını söylememe izin verin, bugünkü yaşam tarzı yaşam değildir. Bugün bizler yaşamak için çalışan insanlar değiliz şirketlerin ve firmaların kârları adına ömürlerimizi tüketen, çalışmak için yaşayan, daha doğrusu çalışmak için yaratılmışız gibi davranıldığımız bir sistem içerisindeyiz. Ben burada ne çiçekleri koklamayı, doğayı izlemeyi, oturup meditasyon yapmayı tavsiye ederim elbette, ancak bu tümüyle edebiyat parçalamak olur; çünkü ortada izleyebileceğimiz bir doğa veya oturup meditasyon yapacak zaman yok. Haftada altı gün, günde on iki saat çalışan bir insan evladı nasıl insanlığını hissedebilir yahu? Bu sistem ya rezilden de rezil bir açgözlülüğün ya da insanı dünyada tutmak isteyen bir elin eseridir. Komplo teorisi olarak algılanmasın, zaten bölümler ilerledikçe dünyada gerçekleşen hiçbir şeyin tesadüf olmadığını anlayacaksınız; çünkü dünyada açığa çıkan her olay önce ruh âleminde gerçekleştirilmekte, öylece burada yansımakta veya açığa çıkmaktadır.

        İyi ama şu yaşadığımız hayatın saçmalık ve rezilliğinin tek suçlusu kapitalizm mi? Her bozukluğun suçunu kapitalizme yüklesek iyi ve güzel bir hayat mı elde ederiz? Etkilemedi demiyorum, bunu demek büyük yalancılık veya ahmaklık olur ancak tüm suçu da kapitalizme yıkamayız, orası kesin. Hangi yazar hatırlamıyorum, bu dünyada süregiden ve bizim normal olarak karşıladığımız düzenin delilik, bu düzene uyanların da deliler olduğunu söylemişti. Haklıdır da. İnsanlık tarihi adaletsizliğin, vicdansızlığın, merhametsizliğin tarihidir yahu. Biraz güçlünün, zayıf bulduğunu köleleştirme tarihidir insanlık tarihi dediğimiz. Tarih dediğimiz dinsel dönemlerde bile Tanrı’nın tarihi değildir, dünya tarihi şeytanın tarihidir. Birbirlerine Tanrı adına ettikleri eziyetlerin, kötülüklerin, katliamların tarihidir. Tanrı bu tarihin ya çok küçük bölümündedir ya da her şeyi yöneten O ise her yanında, arası yoktur. Şöyle düşünün, Musa döneminde bile Tanrı’nın tarihi Musa’nın İsrailoğullarını kurtarması sürecinden sonra mağaraya çekilmesine kadardır; Musa kendi takipçilerinin yanına döndüğü zaman kendi gözleriyle görür bozulmanın hızını. Aradan on yıllar, yüz yıllar geçmesi gerekmemiştir. İnsanlar daha bir iki yıl önce gördükleri peygamberin öğretisine ışık hızıyla sırt çevirmişlerdir.

        Suçlu olan insandır. Yaşamın tüm kötülüğü, çirkinliği, insanın kötülüğü, çirkinliğidir. Açgözlülüğümüzle, doymak bilmezliğimizle, küçük zevklere duyduğumız amansız hırslarımızla her birimiz suçluyuz. Ne vardı minderler üstünde otursaydık da dışarıda üşüme korkusu çeken çocuk olmasaydı sokaklarımızda. Gideceğimiz yerlere toplu taşımayla gitseydik, lüksümüz olmasaydı da hiçbir kız kötü yola düşürülme korkusu duymasaydı. Bu kadar teknolojik oyuncağımız olmasaydı da birbirimize sahip çıksaydık, birbirimizle vakit geçirseydik. Kim şu an çocukken neye sahip olduğunu hatırlıyor? Ama herkes geçmişteki güzel anıları, ona iyilikler yapanları hasretle anar. Dünya malına bu kadar ihtiyacımız yok, ama insan olmaya ya da en azından yaklaşabildiğimiz kadar insanlığa yaklaşmaya var. Fakat kime anlatabilirsin, toplumun gözünü ilginç şekilde öyle bir mal, mülk hırsı bürümüş ki telefonlarının bir model üstünü alabilmek için aylarını feda etmekten çekinmiyorlar; bu insanlara göre ayları işte bu kadar değersiz, sadece bir üst model telefon değerinde. Ve bunun akla veya kalbe dayanan hiçbir açıklaması yok; bunu mantığa bürüyemezsiniz, boşa uğraşmayın.

        Bizim yeni bir yaşam algılayışına ihtiyacımız yok. Yaşamda olduğumuzu, biz uğraşırken yaşamın akıp gittiğini ve sonun mutlaka geleceğini hatırlasak yeterli.

        Kısaca, eğer yaşamı hatırlamak istiyorsak ölümü hatırlamaya ihtiyacımız var. Ancak ölüm gerçeği hatırlandığında insanlar bu sürüp giden ahmaklığın farkına varacaklar. Yoksa kimsenin yaşadığı falan olmayacak, robot gibi sürdürdüğümüz görevlerimizden başka hiçbir şey yapmadan ayrılacağız bu hayattan.

        İnsanlar ölüm gerçeğini anlamıyorlar. Dillerinin söylediğine bakmayın, en dindarı bile bu gerçeği idrak etmiş değil. Öleceğiz; aması yok. Ve o geldiği anda kazanıp biriktirmiş olduğumuz her şey bir anda puf diye yokluğa karışmış olacak. Her şey, istisnasız. Mal, mülk, para değil yalnızca, bunu size herkes söyleyebilir, başarılarımız, itibarımız, saygınlığımız, kimliğimiz de birlikte yokluğa karışacak. Çünkü kimlik de edinilmiş bir şeydir, bir kısmı bize belletilenlerden, diğer kısmı hayattan öğrendiklerimize göre kendimizin oluşturduğu veya bedenimizin tepki olarak davranış sahasına çıkardığı bir düzenek. Ve geride insan çırılçıplak kalacak, yalnızca öz olarak. Ruhta biriktirdikleriyle. Artık orada ne kimseyi ne de kendini aldatmak mümkün olacak.

        Dünya halkı gerçekten acayip. Gidip birine “Nasıl olsa öleceksin. Şimdi ölmek ister misin?” diye sorsan sana yapacakları, yapmayı tasarladıkları işlerden, hayatında eksik kalanlardan bahseder, ileride çekebilecekleri büyük acılar olması ihtimaline karşı bile ölüme yanaşmazlar; ama ölümün varlığını bildikleri hâlde bu tasarıları gerçekleştirmek için en ufak adım da atmazlar. Bunun yerine, başlarına birgün geleceği kesin, hayatın tek gerçeği olan ölümü görmezden gelmeyi onunla yüzleşene dek sürdürürler. Yapmak istedikleri işleri erteleyebildikleri kadar ertelemeye kalkarlar; ta ki ölümle karşılaşana kadar. O planlarını yerine getirmek için uğraşmaz, sona ereceği güne dek hayatta sürüklenir gider ve tam bu yüzden, aslında yaşamamış olduklarından ölüm geldiğinde yaşayacakları tutar, yaşama tutunmak üzere müthiş bir çaba göstermeye kalkarlar. Oysa kurtulsalar muhtemelen yine aynı, güvenli yolu seçerler.

        Hele bugünün dünyası öyle ilginç ki dışarıdan, bu dünyaya ait olmayan bir göz tarafından incelense insanlar yarım akıllı veya deli bile sanılabilir. Bu dönemde bizler konuşulması gerekmeyen zevk ürünlerine dünyanın en önemli işiymiş gibi bir anlam atfederiz de en çok hatırlanması gereken konu üzerinde tek bir düşünce üretmeyizBuna karşılık ölüm bu dönemde insanlar tarafından hiç dile alınmaz, sanki dile almazlarsa kaçınabileceklermiş veya kaçabileceklermiş gibi. Bilimadamları kalkıp gezegenin ölümünü hesaplıyor, en acayip olasılıkları bile, güneşin patlaması, galaksilerin kaç milyar yıl sonra çarpışacağı, asteroid çarpması durumunda neler olacağı… Ve birileri, kendileri akşam eve varıp varamayacağını bilmiyor ama milyar yıl sonra olacak olaylardan korkuyor. Şurası kesin, uçağınız düşüşe geçtiği anda dünyanın daha kaç milyar yıl ayakta kalacağının veya kalmayacağının sizin için bir önemi kalmaz.

    Ben yoksam bu güller, bu serviler yok
    Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
    Sabahtı, akşamdı, sevinçti, tasaydı yok
    Ben varsam var bu dünya, ben yoksam o da yok!

        diyor Ömer Hayyam. Kişinin ölümü kişinin kıyametidir. Hâliyle dünyanın da kıyametidir kişi için. Ama bu basit ve kesin gerçeği insanların en az %90’lık bir kısmı fark etmiyormuş gibi davranıyor, yaşıyor. Ne tuhaf değil mi? Elbette burada demek istediğim, “Hadi tüm dünya işlerini bir köşeye bırakıp Ortaçağ dinsel fanatikleri gibi kendimizi tamamen ibadete verelim, gerekirse Hristiyanlıkta yaygın olan kıyamet habercileri gibi köşe başlarında bağır çağır birbirimizi dehşete düşürelim, sürekli korku ve gözyaşı içinde ölümümüzü bekleyelim. Hatta yetmez, kendimizi kırbaçlayalım bile, Tanrı acısın da bizi cennetine alsın.” değil. Zaten o şekilde Tanrı’yı ikna etmenin bir mantığı olduğunu da sanmıyorum. Ne diyecek Tanrı, “Yazık, kendini dövdüğüne göre deli bu herhalde, alın bunu içeri de iki huri görsün garip.” mi diyecek? Demez diye düşünüyorum. Ama olur da diyeceğini açıklarsa, o hurileri görmek için geceleri kırbaç izlerinden sırt üstü yatamayacak milyonlar çıkarabilir Ortadoğu’dan. Tabii öyle bir açıklama için de yeni bir elçi göndermesi gerekecek; ancak daha önceki gönderdiklerinin halkın elinden akıbetlerine bakıldığında bir daha bu işlere girmek istemeyişini anlayışla karşılıyorum.

        Gerçek şu ki ölüm var ve ölüm hayat boyunca verdiğimiz tüm uğraşıları çöpe atacak, tüm birikimlerimizi dağıtacak, tırmandığımız kariyer basamaklarını yerle bir edecek, tüm neşelerimizi ve mutluluklarımızı ve ne mutlu ki tüm dertlerimizi ve acılarımızı silecek. Tersinden de söyleyebilirdim aslında, tüm dertlerimizi ve acılarımızı ve ne yazık ki tüm neşelerimizi ve mutluluklarımızı silecek, diye. Böylece tıpatıp aynı ama optimistlere ayrı, pesimistlere ayrı iki cümle vermiş olurum. Fakat siz bu cümleleri boşverin, insanların bu kaçınılmaz gerçeğe rağmen nasıl manyakça hırslara sahip olduklarına odaklanın. Sabah akşam demeden çalışıp biriktirip yığmalarına; sonunda dağılsın diye. Bugünün en zengin adamı ve en fakir adamı aynı şekilde toprağa girecek, herkes biliyor bunu, çırılçıplak; her ikisinden de geriye bir şey kalmayacak, hiç yaşamamış gibi olacaklar ama o zengine elindeki zenginlik de yetmiyor, daha da, daha da üstüne koymaya çabalarken ölüp gidiyor. Herif şeker hastası, hiçbir şey yiyemiyor, ne varsa yasak, sıkı bir diyette ama içinde belki günde bir saat durmayacağı bir bina daha dikmek için bir insanın eline geçmiş, geçebilecek en kıymetli şeyi, hayatı feda ediyor. Buna iş hayatı diyorlar, insanlar sana biraz daha fazla saygı göstersin diye elindekileri çoğaltmak, arttırmak için ömrü feda etmeye; bense bildiğin gerizekalılık olarak adlandırıyorum.

        Kimileri bu açgözlülük kaplı ahmaklığa karşılık kalkıp fakir edebiyatı yapar, fakirlik övgülerinde bulunur da gel gör ki fakir de aynı. O dünya malı hırsı içinde ham şekilde duruyor, belki çoğu zengininkinden fazla, kuvvetli ve azgın. Eline yeterince geçirme imkânı bulamamış sadece. Siz onları bir de eline biraz para-mal-mülk geçince görün. Son model BMW ile övünmekle Murat 131 ile övünmek arasında bir fark yoktur, ikisi de egonun-nefsin-benliğin kendinde olanı yüksek göstererek, bir değer ve anlam atfederek kendini yüceltmeye çalışmasıyla ilişkilidir.

        Doğru olan alçakgönüllü olmaktır, kanaati, yetinmeyi bilmektir. Bu haslet fakirde de zenginde de bulunabilir ancak tek kişilik tipinde gerçekten hüküm sürer: Kâinatın, doğanın bir parçası olduğunu, ölümün kendisini de alacağı gerçeğini dilinde değil içinde bulunduran, bunu hep hisseden ve buna uygun yaşayan insanda. Geriye kalan tüm bilgiler detaydır. Şu cümle çok sık tekrar edilir ancak yine de kimse bu gerçekmiş gibi yaşamaz: Kim olursak olalım, ne başarmış olursak olalım, ne kadar birikimimiz bulunursa bulunsun bir gün bizden geriye hiçbir şey kalmayacak. O çok önem verdiğimiz adımız da itibarımız da gururumuz da yok olacak. İnsan doğa için, her gün görüp yanından geçtiği ama çoğu kere fark bile etmediği serçe sürülerindeki sıradan bir serçecikten farklı değildir. Fakat işte ego kendine fazla önem biçmekten geri durmaz, çünkü o küçük varlıklara bakarak, yani kendini doğadaki diğerleriyle kıyaslayarak önemli olduğu fikrini aşılar, böylece bu algılayış toplumda da kendini yansıtır. Her insan toplumdaki diğerleriyle kendini kıyas ederek, daha önemli-önemsiz olduğu fikrine kapılır. Makamı mı yükseldi, kendince daha önemli biri olup çıkar. Tüm birikimi bir anda yitti mi, bir anda önemsizliğinin farkına varır. Fakat yanlış şekilde; yine diğerleriyle kıyaslayarak, diğerlerinden önemsiz görür kendini. Oysa diğerleri de aynı derece önemsizlerdir.

        Bugün kaç firmanın CEO’sunu, manager’larını tanırsınız? Niye tanıyacaksınız ki? Geçmişte ne büyük kabile şefleri, boy beyleri vardı, bu CEO’ların, manager’ların ve bu yazıyı okuyanların, belki sayılı birkaç istisna haricinde, tamamının olabileceğinden çok daha önemli kişilerdi kendi dünyalarında. Şimdi canlanıp şehre doluşsalar çoğu Züğürt Ağa’dan fazlası olamaz. Hanlar, hakanlar, sultanlar, şahlar, padişahlar, krallar vardı sözü kanun olan. Kaçının adı hatırınızda? Tarihle özel olarak ilgilenmiyorsanız boşa da tutmayın zaten, zihninizi boş bilgilerle doldurmayın. O tarihî bilgiler size o kişiler hakkında gerçek bilgi veriyor olmayacaklar. O kişileri gerçekte hiç tanımayacaksınız. Neyi, neden yaptılar bilemeyeceksiniz. Belki de adam koşullar yüzünden inandığının tam tersi yönünde hareket etmek zorunda kalmıştı, nasıl bilebilirsin? Fakat artık ölüp gittikten sonra bunların çok da bir anlamı kalmıyor elbette. Yapılanlar yapılmış, yapılmayanlar yapılmamış olarak kalıyor. Ve insanlar ölüp gitmiş olanları sorgularken hangi koşul ve şartlar altında bulunduklarını bilmediklerinden insafsızca eleştiriler yöneltebiliyorlar.

        Tarihe geçmiş insanlarda durum bu hâlde, ya hiç ismi anılmayan bizler gibi sıradan insanlara ne olacak? Ne olacak, silinip gideceğiz ve birkaç on yıl sonra hiç yaşamamış gibi hiç kimse tarafından hatırlanmıyor olacağız. Gerçi şimdilerde tenha bir yerde yaşıyorsanız, gerçi öyle bir yer de kalmadı ya, civardan şöyle birkaç dönüm arazi kapatmadığınız için elli-altmış yıl sonra torunlarınız sizin arkanızdan konuşuyor olabilir. Yani iyi-kötü ayırt etmeksizin, mutlaka bir şekilde isminiz anılsın istiyorsanız sakın ola hiçbir yerden arazi falan almayın. Çünkü alırsanız, o arazi çok değerlense ve geride kalanları epey zenginleştirse anılmazsınız. Ama almazsanız mutlaka anarlar.

        Elbette herkes bu söylediklerimi biliyor, literatürdeki yeni sözler değil bunlar, fakat işin ilginci kimse de önemsemiyor. Dünya peşinde koşan insan hakikate dair ne duyarsa duysun fark etmez; o kendi küçük dünyasında önemli olma çabası içinde debelenip durmayı, esas önemli olanları göz ardı etmeyi sürdürür. Bugün çoğu insan ailesiyle vakit geçirmez, oturup doğayı, dünyanın güzelliklerini seyretmez, kendine bile vakit ayırmaz. Çünkü her zaman yapacak işler vardır. Mesela şirket için. Gerçi şirketin işleri hiç bitmeyecektir, zaten yarım yamalak, alelacele sürdürdüğü hayatı stresin yarattığı hastalıklardan erkence terk ettiğinde de alacağı en fazla gazetede uyduruk bir taziye yazısı olur; sonra yeni direktör. Ama makam, mevki, statü düşkünü olan egosuna-benliğine-nefsine uyar, o küçük ayrıcalığı elinde tutmak adına çabalar durur. Sanki milletin sahte saygısı veya boş imrenişleri ona bir şey kazandırabilecekmiş gibi. Ölür ama hiç yaşamamıştır. Ah bir geri dönebilse! Akıllanır, yaşayışını düzeltir, güzel bir yaşama sahip olur, diyeceğimi zanneden varsa yanılır. Yanlış, geri dönebilse de fark etmez. Ölümü rüya olarak görür, şirketine kârlar kazandırmayı sürdürür, kendi de bunun kazandırdığı bir gıdım egosal ek, bir gıdım dünyasal varlıkla, kendini bir şey sanmaya devam ederek yaşar gider.

    “Nereden mi biliyorsun gidince dönmek isteyeceğimizi?”

        Kendimden. Bir kere öldüm, daha doğrusu şöyle anlatayım, en tuhaf, en parlak görülerin başladığı üniversite üç-dört civarlarında bir rüyamda ölmüş olduğumu gördüm. Yeşil, çimenlik bir arazide iki katlı, taştan bir evim vardı, önündeki açık alanda da voleybol oynayan, kim olduğunu bilmediğim veya hatırlamadığım iki kız. Öldüğüm için pişman oldum, ikinci kata çıktım, baktım bilgisayarda açık bir oyun, can sıkıntısıyla yatağı yere savurdum ve dedim ki: “Keşke geri dönebilseydim. Daha iyi olurdum.” Sonra yine kendime şöyle söyledim: “Kendini kandırma, geri dönebilsen de aynı şekilde yaşardın.” Üfleyip püfledim, sonra oradan çıktım, bir yerlere gittim, gezdim, bir şeyler yaptım. Olması gerekenden uzun bir zamanı orada geçirdim, öyle ki artık dönemeyeceğime gerçekten inanmıştım.

    “Rüya adı üstünde, rüyaymış işte!”

        Lucid dreaming’le falan uğraşmış, başarı sağlamış, bundan farklı olarak bir şekilde bedenden ayrılıp astral seyahat dedikleri yolla uzun mesafeler kat etmiş ve ruhsal olarak kendisine daha pek çok şey gösterilmiş biri olarak diyorum ki hayır, o bir rüya değildi. Zaten rüyaların da katmanları bulunur, benlikten, zihinde kısılı kalma hâlinden doğmayan rüyalar hakikat âleminden gelen haberlerdir fakat bu gerçeği bir yana koyalım çünkü bu anlattığım o türden de değildi. Ha, daha da inandıramamışsam, daha da “yok ya, rüyadır o” falan diye ısrar eden varsa onlara da şöyle bir karşı-argümanla gelirim: “Ben senin kadar bilmiyor muyum zirzop?”

        Bugün bize özendirilmeye çalışılan hayatta zerrece anlam yok. Boş, kof bir yaşam sunuluyor bize kapitalizmle. Biraz aklı olan bize sistem tarafından vaat edilenin özgürlük değil de paraya-mala-mülke, makama-mevkiye, ada-sana-şöhrete tutsaklık, bir tür gönüllü kölelik olduğunu görür. Şaşmamalı, insan midesinin, cinsel organının, benliğinin-egosunun-nefsinin eline yuları verirse elbet bu hayat tarzı da içten dışarı yansır, dışarıda ona tasma takacak insanlar türer. Çünkü kendi bilmese de o tasmayı kendi takmak istemekte, takılacak tasmayı kendi aramaktadır.

        Peki tüm bunlar, yani kimin nasıl yaşadığı bize gerçekten önemli mi, yani olmalı mı? Neden olsun! Bizim kendi yaşamımız var, kendi yaptıklarımız-yapacaklarımız-yapmamız gerekenler. Veya yapmadıklarımız-yapmamamız gerekenler. Bizi esas ilgilendiren kendimiz olmalı. Fakat yaşanan ve dayatılan sistemin zırvalığını da fark etmek gerek. Yığmak ahmaklığı almış başını gidiyor. Gündelik hayatta her yerde zaten görüyoruz ama ben görselliği öne alıp Amerikan filmleri üstünden gideceğim. Hani yaşamı bitirecek bir olay yaşanır da genelde Amerikan sağcısı olan tipler kilerlerinde kendilerine bir yaşam alanı kurmuş olur. Yıllarca yetecek yiyecek, içecek, plaklar, bunları korumak için de yeterince cephanelik yığmıştır. Bu tipler mutlaka filmin bir yerinde birilerini öldürür ve mutlaka br yerde ölür. Diyelim bu tip ölmedi yıllarca yaşadı, dört yıl, beş yıl kimse onu rahatsız etmeden yalnız başına yaşadı. Sonunda yine o sığınaktan çıkmak zorunda kalacak, o radyasyonla, kışla, canavarlarla, zombilerle, her neyse artık, yine yüzleşmek zorunda kalacak ve ölecek. Yani filmde yaptığı adilikleri yapması, başkalarının kanına girmesi falan yalnızca o sefil yaşantısına birkaç yıl daha eklemek içindi -ve onu da yalnızlık yüzünden korku ve paranoya içinde mutsuzlukla geçirecekti zaten. Akılsızlığından kendi işkencesini uzatma telaşındaydı anlayacağınız.

        Ben filmler üstünden gittim ama evine yığınak her kişi işte bu karikatürize edilmiş tipin bir örneğidir aslında. Pandemide açık seçik şekilde gördük bunu. Hayvansal aklına uyan, bilinç olarak hayvanlık seviyesinden yükselememiş kişi sonsuza dek bu toprak alemde kalacağına inanır, dili ne söylerse söylesin. Oysa insanlar ruhsal  akla uysaydı zaten yüzlemek zorunda kalacakları ölümden zerre korku duymazlardı, üstelik madem ki bu alemden sonra bir durak daha var ve esas ineceğimiz yer orasıdır, oraya göre hazırlık yaparlardı. Bir yarışma var diyelim. Bir trene biniyoruz, trende bir şekilde para kazanmak gerek, inilen yerde kazanılan ne kadarsa onu verecekler. Kurallar var, uyulduğu kadarıyla para azalıyor veya eksiliyor. Şu halde hiçbir ahmak trende bir iki durak sonra inmek için başkalarının koltuğuna oturup hakkına girerek indiği yerde kendisine verilecek parayı azaltmaz. Gerçi yapabilir de, yaptıktan sonra kompartıman ortasında trenin mühendisine dua veya ibadet etmenin onu ceza parasını ödemekten kurtardığına inanıyorsa. İş yerindeki patrona yalakalık yaparak yükselebilirsin ama sistemin kendisini ucuz yöntemlerle aldatamazsın. Suçu işlediğin an cezan kesilir, ödemesi alınır, haberin olmaz. İşittin değil mi sevgili dindar? Veya kurallara falan hiç aldırmaz, hiç merak bile etmez, Snowpiercer filmindeki gibi treni evi bellemeye kalkar, ineceği durak aklından çıkar gider. Bu da modern insandır işte. O kadar moderndir ki çıkıp çıkamayacağının belli olmadığı bir sene sonrasının tatil planlarını yapar da mutlaka yüzleşeceği ölümü bir kere aklına getirmez.

        Ve düşününce, insanlar ölüm varken bu kadar zalimler, bu kadar vahşiler, bu kadar güvenilmezler; hepsi şu kadar kısa süre kalacaklarını bildikleri bir dünya için. Bırak yarını bir an sonraya çıkıp çıkmayacağını bilmediğin bir dünyanın nimetleri için bunca pislik, bunca günah. Bir de ya ölüm olmasaydı?

        Bu inceleme şu cümleyle sonlansın istiyorum: Ölüm iyi ki var.

Yorumlar