11) Kutsallık Nedir ve Nerededir Üzerine

Bu kitap inançla alakalı olmasına rağmen konuya siyasetle dolu bir giriş yapacağım, çünkü asıl olana girmeden önce bunların yazılması gerekli.

Ruha yönelmemiş, tabiat seviyesinde kalmış Âdemoğlu zalimdir, vahşidir, kan dökücüdür, ilkelden de ilkeldir. Onu kontrol etmek o derece zordur ki geçmiş çağlarda düzeni ayakta tutmak için hep kutsaliyet taktiğine başvurulmuştur. Kutsallığın kök kelimesi olan ‘kut’ gökten verilen izni ifade eder. Uzun zamanlar dünyanın düzenini sağlayan taht sahipleri de her coğrafyada bu nedenle kendilerini kutsal göstermişler veya kutsal gösterilmişlerdir. Düşünün ki Japonya’da imparatorlar bin yıl halka bir kelime bile etmemişlerdir, kendilerince o derece halktan uzak, göğe yakınlardır. Her coğrafyada taht sahipleri yalnızca gök, evren, tanrılar ya da Tek Tanrı, yani orada aşkın güç olarak neye inanılıyorsa, işte yalnız o veya onlar tarafından yargılanabileceğini halka kabul ettirmişlerdir. Muhammed Mustafa taht sahiplerini diğerleriyle aynı düzleme indiren, indiren yanlış oldu, daha doğrusu ait olduğu yere çeken öğretisiyle çıkageldikten sonra bile Emevi hükümdarları topraklarında insanları cami propagandalarıyla ve bu yeterli gelmediğinde zor yoluyla kendilerini yargılayacak olanın yalnız Allah olduğuna ikna etti insanları. Böylece çıkabilecek her tür isyanın önüne geçmiş ve kendilerine çok geniş bir alan sağladılar.

Bunları bilgi vermek adına söylüyorum, tek taraflı eleştirmek adına değil. Propagandayla ve dayak-şiddet-korkutma yoluyla düzen sağlanmadan önce İslam topraklarındaki durumu okursanız bu yaptıklarının bir parça gereklilik olduğunu anlarsınız. Kargaşa hiçbir yerde din yoluyla değil de insanları demir yumrukla hizaya çekerek ve bu şekilde boyun eğmelerini sağlayarak durdurulabildi. Yoksa ardı ardına halifelere bile suikastların düzenlendiği bir siyasi ortam yaşanıyordu. Fakat elbette hükümdarların bunu düzeni sağlamaktan önce kendi yararlarına yaptıklarını tahmin edersiniz.

Osmanlı padişahları da aynı taktiği uyguladı, kendilerini dinle bir tuttular, böylece padişah kutsal sayılmadı ama padişaha karşı çıkan dine karşı gelmiş oldu. Özünde aynı işti yani, farklı bir bahaneyle. Kendileri hakkında Allah’ın gölgesi gibi iddialı unvanlar kullandılar. Ne demek Allah’ın gölgesi olmak; yani yapan Allah, benim ne kudretim var ki, ben aslında yokum, demek. Vergiler aşırı yüksek mi; yapan Allah. Padişah haksızlık mı yaptı; yapan Allah. Masumların kanı mı dökülüyor, ırzlarına mı geçiliyor, padişah susuyor mu; yapan Allah. Ne kadar çirkince geliyor kulağa açınca, değil mi? Ama evet, o tek sıfatla ima edilen tam olarak bunlar. Eğer asıl olan oynamazsa gölge hareket edebilir mi? Gölge asıla bağlıdır. Yani Allah kolunu kaldırmasa Allah’ın gölgesi olan padişahın da kolu oynamaz. İşte o tek sıfat bunların tümünü içeriyordu. 

Gel gör ki Türkler bu kutsallık yemlerini uzun zaman yutmadılar, bu türden propagandalar buralarda uzun zaman işlemedi, biraz bile Selçuklu tarihi okusanız bunu görürsünüz. Neden? Birincisi eski inanışlardan. Türklerin eski inanışınca kutsallık öyle değişmez falan değildi, eğer Tanrı taht sahibinden desteğini çeker, verdiği kutu alırsa, o düşerdi. Yani bir taht sahibini düşürmek gayet normal karşılanıyordu, olması gerektiği üzere. Krala dokunmanın bile yasak olduğu Avrupa gibi coğrafyalar aksine lider bu toplumda insan olarak görülüyordu. Çünkü Türkler göçebeydi, halk reis ile birlikte yaşar, birlikte yatar kalkarlar. Oysa Avrupa gibi bir coğrafyada, yerleşik yaşayan ve asla merkeze gitmeyen, kralı asla göremeyecek köylüye kralın insanüstü bir varlık olduğunu, tuvalete hiç çıkmadığını söylesen yedirirsin, sadece bir asırda firavuna tapıldığı gibi krala tapan bir nesil türer. Bunun için o kralı hiç görmemeleri yeterlidir. İnsanlar için ‘görmediğine inanmaz, gördüğüne inanır’ derler ama durum çoğunlukla tersidir, gördüğüne inanmaz, görmediğine inanırlar.

Gelgelelim bir şekilde bu kutsallık masallarını yutturmak gerekliydi. Çünkü bir ayrıcalık elde eden onu öyle kolay kolay bırakmaz, sonsuza dek onu elinde tutma gayesine girişir. Dünyanın düzeni böyledir. Böylece Türklerin taht sahipleri de yüzyıllar boyu kendi milletine Arap kültürünü empoze etme yoluna gitti. Yalnızca bu topraklarda değil, Şiilerin yoğunlaştığı doğu toplumlarında da aynı şekilde işledi süreç. Yalnız buralarda Arap kültürüne uyumlu bir kültür üretilirken oralarda sözde buna zıt bir kültür üretildi; ancak yine Arap Kültürü merkez alınmıştı. Yani Türk’ün Sünni'si de Şii'si de Arap’ın kültürü merkez alınıp buna göre konumlandırıldı. Yoksa bize neydi Arapların hilafet kavgalarından? Fakat işte taht sahiplerinin bir şekilde kutsallığı sağlaması gerekliydi ve Türk’ün var olan kültürüyle bunu yapamazlardı. 

İşin aslı fazlaca yüklenmek ve haksızlık etmek de istemiyorum. Dediğim üzere bu durumlar biraz da o çağın gerekliliklerinden yaşandı. Çünkü başta da belirttiğim üzere, ham, eğitim görmemiş insan gayet vahşi bir yaratık olduğundan ona en azından belli sınırlar çizmen, bunları bir şekilde aşmamasını sağlaman gerekir. İşte kutsallık da bu işe yarar. Kimi zamanlarda pek etki sağlamamıştır kimi zamanlar da zulümlere yol açmıştır ama dönemler boyunca bir şekilde etkisini koruyup düzenin sağlanmasına yardımcı oldu bu iş.

Bunların yazılması gerekliydi. Çünkü bu siyasî gerçekten inançla ilgili olarak şu sonuca ulaşırız ki bize ‘kutsal’ diye öğretilenler aslında her zaman düzeni sağlamaya içkindi ve gerçek kutsallıkla uzaktan yakından bir alakası yoktu.

Buna karşılık gerçek kutsallık nedir, nerededir; bunu kutsallık ne değildir ile birlikte anlatmaya devam edeyim, konu daha iyi açıklanmış ve anlaşılmış olur.  

Kimilerine sert gelebilir ama emin olun hakikat bilgisi veriyorum size: Kutsal olan ta ezelde belirlenmiş olan Kutsal Yasa’dır, kabuğu yüzyıllar önceye ait dinsel kurallar kutsal değildir. Bu dinsel kuralların çoğu Kutsal Yasa'nın o yıllara ait anlayışla sarmalanmış kabuğudur. Yani ortada bir ceviz var diyelim, içi kutsaldır ama dışı, kabuğu değildir.

Nedir Kutsal Yasa? Hani İsa Mesih hakkında şöyle söyler: “Bütün her şey yok olmadan Kutsal Yasa’dan bir harf veya nokta bile yok olmayacaktır.” Çünkü bu yasanın koyucusu her kuralın ve düzenin yaratıcısıdır; O’nun sözü ve emridir. O’nun sözü değiştirilemez, vaadi mutlaka gerçekleşir, sınırlarını aşan bedelini öder. Örneğin bir masumun kanını akıtmak, bu yasanın çiğnenmesidir, kutsallığın zıddıdır. Hangi sebeple olursa olsun hesabı sorulur, dinsel sefermiş falan, orada bu türden hikâyelere inanacak olanları bulamazsınız. Azıcık aklını çalıştıran bu bahanelere burada da inanmaz gerçi.

Öncelikle bu çağın hastalığı üzerinden anlatayım. ‘Geri kafalı’ ithamıyla karşı karşıya kalacağım, buna eminim ama yine hakikati dile getireceğim: İstediğiniz kadınla-erkekle, arada bir anlaşma bulunmaksızın, tüm âlemleri yaratan varlığı aptal yerine koymaya kalkan türden, örneğin Muta nikâhı gibi sahtekârlıkları da dâhil ediyorum elbette, cinsel ilişkiye girmek Kutsal Yasa’ya göre suçtur, cezası vardır. Hangi ideoloji, hangi yaşam tarzı normal gösteriyor olursa olsun, durum böyledir. Bu türden ilişkinin ruha bulaştırdığı pislik, karanlık paklanıncaya kadar belalar getirir başa. Çünkü yine aynı yasaya göre ruhtaki kirler ancak ateşle temizlenir. Bu nedenle İsa Mesih’e ‘ateşle vaftiz eden’ dediler, çünkü oradaki vaftiz suyla değil ateşledir. Oradaki ateşin bu dünyadaki karşılığı, görünümü de dert, keder, gam, beladır.

Yine hakikatten haber veriyorum, lütfen iyi dinleyin. Bu paragraf gerçekten çok önemli: Bilinsin yahut bilinmesin, işlerin gerçekleşmesi evvela ruh âleminde olur. Bir olay orada kararlaştırılıp gerçekleşince o her neyse dünyada ona uygun bir surete bürünerek karşımıza çıkar, burada bir olay veya kişi şeklinde tezahür eder. Yani ceza ise örneğin trafik kazası olur, karşımıza çıkar. Diyelim ayağımızla bir suç işledik ve ruhta karanlık bulaştı, eğer gitmeden temizlenecekse ruhta ayağımıza ateş gelir, dünyada ise cezanın derecesine bağlı olarak burkulur, kırılır veya kopar. Kâinatın işleyişi bu şekildedir. Orada bir iş gerçekleşmeden burada gerçekleşmez.

Dolayısıyla insan, başına kötü bir iş geldiğinde önce kendini kontrol etmeli, ben nerede yanlış yaptım diye kendini bir sorgulamalıdır.

Şu da olabilir, o ateş dünyada henüz gerçekleşmemiş bir olayı önden engellemek için de gelebilir. Örneğin sonucu yanlış bir iş olarak çıkacak bir yolda yürünüyorken henüz biz sonuca varmadan, sonuç daha ortaya çıkmadan, bizi engellemek için daha küçük çaplı bir bela başa gelebilir. Her ne kadar kulağa adaletsizmiş gibi gelebilecekse de bu iş Yaradan’ın kuluna duyduğu merhametten ötürüdür; çünkü henüz gerçekleşmemiş o olay gerçekleşse cezası daha büyük olur, başa daha büyük belalar getirir. Belki kaldıramayacağımız kadar büyük.

 “Hakikat âleminde zaman birdir.” der Mevlâna. Geçmiş ve gelecek dünya yaşamına özgüdür. Dışarıdan, düşük bir bilinçle, hikmet bilmeden bakınca kötü olarak görünen bir olay, kendi işleyeceğimiz hata veya hatalar yüzünden kendi başımıza getireceğimiz çok daha büyük belaları defedebilir. Çok basit bir örnek olacak ama takılıp düştüğünüz, dizinizin yarılmasına sebep olan ve kalkınca sövdüğünüz taş aslında sizi on dakika sonra araba altında kalmaktan kurtarmış olabilir. Bu durumda dizin yarılması kahırdan mıdır lütuftan mıdır, kararınızı kendiniz verin.

Mesnevi’de bu hakikatle ilgili güzel bir hikâye yer alır. Hayvanların dilini öğrenmek için durup durup Musa Peygamber’i darlayan bir adam hakkındadır. Adam bir gün nihayet istediğini alır; fakat sınırlı şekilde. Yalnızca kapının önündeki köpekle horozun dilinden anlayabilecektir. Adam hemen eve döner ve hayvanları dinlemek üzere yanlarına gider. Horozun köpeğin önünden ekmeği kaptığını görür, köpeğin sitemini işitir ve horoz da ona merak etmemesi gerektiğini, yarına sahibinin atının öleceğini, o zaman bol bol yemek yiyebileceğini söyler. Adam hemen gidip atı satar ve zarardan kurtulur, ertesi gün hayvanların yanına geri döner. Köpek yine sitem etmektedir, horoz ise karşılık olarak yarın adamın kölesinin öleceğini, o zaman bol yemek yiyebileceğini söyler. Adam gidip köleyi de köle pazarında satar. Ertesi gün bir daha döner yanlarına. Köpeğin horozu yalancılıkla suçladığını işitir. Horoz ise asla yalancı olmadığını, aslında o adama gelecek olan belanın önce maddi zarar olarak geleceğini, fakat adamın bundan kurtulduğunu, artık zararın ona geleceğini, yarın sahiplerinin öleceğini ve köpeğin iyice doyacağını söyler. Bunu işiten adam Musa Peygamber’e koşar fakat Musa atılan okun geri dönmeyeceğini söyleyerek en fazla ahireti için dua edebileceğini söyler. Adam orada rahatsızlanır, evine taşırlar, ölür.    

Mesnevi’nin uzun hikâyelerinden biridir bu, çok kısa koydum buraya. Merak eden varsa okuması kendi kârına olur. Gerçi Mesnevi’yi tümden okumak insana kârdan başka bir şey getirmez.  

Bu arada bir noktaya dikkat çekeceğim, köleye gelen zarar maddi zarar kapsamında değerlendirilmiş hikâyede, fark ettiniz değil mi? Çünkü o devirde köleler mal olarak görülüyordu, insan olarak değil. Dünyanın her tarafında böyleydi bu. Bize anlattıkları aksine Ortadoğu’daki dinsel kurallar da bundan fazlasını sağlamadı.    

Dinsel kurallar kutsal olmadığı gibi onların koruyucuları ve yararlanıcıları olan din adamları da kutsal değildir, kutsallığın yanından bile geçemezler. Hiçbir zaman da geçmemişlerdi. Yüz bin haham bir tane Musa edemez. Yüz bin papaz bir tane İsa Mesih edemez. Yüz bin cami hocası bir tane Muhammed edemez. Yüz bin molla bir tane Ali edemez. Geçmişte etmezdi, bugün de etmezler. 

Yine biraz siyasete gireceğim ama din adamlarının ne olduğu anlamak istiyorsanız bugünün koşullarına baksanız yeter: İmamlar yüklüce bir maaş alıyor, üç asgarî ücret kadar, üstelik onlara tahsis edilen dairelerde oturuyorlar, kira derdi çekmiyorlar. Bir düşünün bakalım kimsenin kimseye bedava para vermediği, mevzu para pul olduğunda milletin kardeşini, babasını tanımadığı bir dönemde imamlara bunca avanta neyin karşılığı olarak veriliyor olabilir?

Cevabı ben vereyim, ne de olsa siyaset bilimi mezunu olarak bu iş bana düşer: Elbette halkı hangisi olduğunu iyi bildiğimiz belli bir ideolojik görüşe uygun olarak yontmanın. Böylece düzenin sağlanmasına ve devamlı olmasına hizmet etmenin karşılığı olarak alıyorlar bu paraları.

İşi aslı, düzen hakikate uygunmuş-değilmiş, hatta hakikat nedir, ne değildir, din adamı sınıfı konunun o tarafıyla hiçbir zaman ilgilenmedi, hangi dinin adamı olurlarsa olsunlar. Onlar yalnızca kendi ekmeklerindeler. Durum her zaman böyleydi, yalnız bugüne mahsus zannetmeyin.  

Yine İsa Mesih’ten örnek vereceğim, bu bölümde ona fazlaca atıfta bulunduk ama o ve Yahudi din adamları arasındaki çekişme çokça olduğundan bu bölüme en iyi giden o. Yanına havari olarak bir hayat kadını ve Yahudiler arasında vatan haini olarak kabul edilen bir vergi memurunu kabul etmiş olan İsa Mesih buna karşılık ferisilerden hiç hoşlanmaz, açıp İncil’i okursanız göreceksiniz ki onları yılanlara benzetmiş. Üstelik yeryüzünün en sakin, en affedici adamlarından biri olan İsa, bir tapınağın avlusuna kurulan ticarî tezgâhları gördüğünde öfkeden gözü dönmüş, hepsinin tezgâhını yıkmıştır. Aynı İsa bugün bu topraklarda yaşayıp aynı ruh hâline sahip olsa ilk yapacağı işlerden biri muktedirin gözbebeği Çamlıca Camii’ne girer, ibadeti halk ve VIP bölüm diye ikiye bölme küstahlığı bile göstermiş, oturdukları seccadeler üstünde alacakları ihaleleri tartışan iktidar sahipleriyle uğraşır, Silivri’yi boylardı. Yani ferisilerin İsa’yı çarmıha germesini öyle kâfirliğe falan bağlamayın fazla, altta yatanları da görmeyi bilin. Adamların ekonomik düzenini eleştiriyor, sarsıyor, ekmeğini ellerinden alıyordu. Kimse öyle bedavadan sahip olduğu ayrıcalıkları kaptırmazlar arkadaşlar. Değil Tanrı’nın oğlu, kendisi inse din adamı topluluğu onu da en büyük iftiralar ve acılı bir idam eşliğinde diğer tarafa postalar. Yani bu insanların algı seviyesine göre din adamı Tanrı’ya uymaz, fakat Tanrı’nın din adamına uyması gerekir!   

“Devletler bu çağda tarihte olmadığı kadar fazla olanağa sahip, serbest piyasa sistemi ve ona bağlı özgürlükçü anlayış da yaygın; artık düzeni ve devamını sağlamak için insanları ideolojik olarak yontmaya neden ihtiyaç duysunlar?”

Hep duydular ve canlı varlıklar tarafından oluşturulan, varlığını sürdürmek isteği güden her organizasyon gibi var oldukları sürece hep de duyacaklar. İnsanları ancak ideoloji yoluyla, bir şeylere anlam atfederek hizada tutarsın, onları hizada tutmak için onlara inanacak bir şey vermek zorundasın. Daha birkaç paragraf önce ham insanın ne derece vahşi olduğundan bahşetmiş değil miydik?

Belli bir ideolojinin bayraktarlığını yapmak nasıl kutsallık olabilir? Şurası kesin, bir işe dünyevi menfaatler karışmışsa o iş kesinlikle kutsal olamaz. Temiz suya çamur karıştırın bakalım, su ne kadar temiz olacak? Takdir edersiniz ki ülkemizde imamlık dünyevi açıdan epey iyi kazandırıyor, üstelik lojman hakları falan var, ne âlâ. Hadi bize hakikat diyarının kapılarını falan açıyor olsalar daha fazlasını verelim, bize ne bu dünyada ne öte dünyada yarar sağlayan bir meslek. Temeli şudur kısaca: “Dünyevi kazancımızı kendini yaymaktan sağladığımız, bizi besleyen bu ideolojiye dâhil ol ve itaat et –ki biz de paramızı kazanmaya devam edebilelim.” Hakikat bu kısacık cümlenin ne tarafında gizli? Bir imam da beş vakit namaz kılmak zorunda, sabahtan akşama on bir saat mobilya taşıyan sevkiyatçı da… Bunlardan hangisinin ibadeti daha kutsal olabilir? “Gelmiyorsan bile bize destek ver, vermiyorsan bile karşı çıkma… Yoksa dinsizsin (ve bu büyük bir hakaret)… Bak arkamızda bizi destekleyen bunca külliyat var. Bunlara karşı çıkmak, O’na karşı çıkmaktır.” İyi de o külliyatları yazanlar da sultandan, padişahtan besleniyordu zaten; tekke açıp ekip biçen ve yolcuyu misafir edip besleyen, halka hizmet eden tasavvuf erenleri aksine.

“Çekil kardeşim çekil! Sen din adamlarına düşman kesilmişsin. Birilerinin insanlara dini anlatması gerekir, din adamları da bu işi görüyor. Onun için de elbette onlara bir maaş bağlanacak, kimse hem on iki saat çalışıp hem dini araştırıp anlatamaz.”

Robotlaşmanın ve bilgisayar sistemlerinin her yana yayılıp işlerin kolaylaştığı ve hızlandığı bu çağda bir insanın yaşamını idame ettirmek için neden on iki saat çalışmak zorunda olduğu oksimoronu bir yana, bu argümana hak verebilirim. Zaten ben din adamlığının meslek olmasına karşı çıkmaktan öte bir memurluğa tekabül eden bu mesleğin kutsal diye yedirilmesine karşı çıkıyorum. Evet, bir insan geçinmek için imamlık yapabilir; ihtiyaç var ki böyle bir meslek oluşmuş. Fakat Allah için ne yapıyor; benim sorduğum bu, bunu da mı sormayayım? Örneğin her mahallede bir cami varken, camiler aynı zamanda yardım dernekleri gibi faaliyet gösteremez miydi? Hani Peygamber dönemindeki gibi? Eğer kayıtları doğru-düzgün tutulur, bildirilirse ve gerekli denetlemeler de eksik edilmezse, imamlık böyle bir iş için en ideal meslek değil midir? Gerçi bazı arkadaşların Siyasal İslamcıların tüm ülkeyi nasıl soyduğunu bize tekrar hatırlatarak buna karşı çıkması çok muhtemel; fakat ben hâlâ Yaradan’a meslek icabı değil de gerçekten inanan, güvenen din adamlarının sayısının yeterince yüksek olduğu inancı taşıyorum. Sadece ne yapacaklarını biliyor değiller, seslerinin çıkmaması bu sebeple bence.           

Sadece din adamlarını eleştirmemi eleştirebilirsiniz, o zaman hak veririm. Cumhuriyet rejimi de bu kutsallık argümanını yıllarca kendi yararına suiistimal etti. Sevgili öğretmenlerimiz, öğretmenlik mesleğinin ne derece yüce ve kutsal olduğunu bizi sıraya dizerek hediye topladıkları her öğretmenler gününde belletmediler mi? Öğretmenliğin de maddî getirisi epey iyidir, hafta sonu tatilleri, ek ders hakkı, özel dersler, okulun yanında dershanede çalışabilme ve oradan para kazanma hakkı… Söyleyin bakalım, siz bu denklemde kutsal bir yan görebiliyor musunuz? Doktorlarımız hakeza; onların mesleği de kutsal. Öğretmenler, imamlar, doktorlar hepsi çok kutsallar; aslına bakarsan bir çöpçüler kutsal değilmiş gibi duruyor şu dünyada. Oysa çöpçülerin işi daha zor, getirisi çok daha az, statü desen sıfır. Yani fedakârlık, dünyanın zahmetini yüklenme oranı daha fazla. Nasıl olacak? Peygamberlerin neredeyse tamamı halktan kimselerdir, aralarından yüksek makam-mevkilere sahip olanlar ancak bir elin parmağı kadardır. Şu hâlde kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın, çünkü kandırma işi sizi en fazla mezara kadar götürür, ötesinde yemezler. Peygamber bunun için şöyle uyarmıştı: “Kişinin dindarlığını anlamak için ibadetine değil, parayla olan ilişkisine bakın.” Aynı sözü ülkemizi oluşturan her unsura uyarlayabilirsiniz: ‘Kişinin dinine/milliyetine (ülkemizin ırmağının akışına ölen ama bedelli askerli vurunca banka sırasına koşan milliyetçilerimizi kast ettim)/liderine (bizim tatil bağımlısı, beyaz yakalı, Batı âşığı, fırsatını bulduğu an yurtdışına koşan, konformist Atatürkçü kesimi kast ettim; merak ediyorum, acaba Kurtuluş Savaşı’nın zor günlerini yaşıyor olsak yüzde kaçı Atatürk’ün peşinden giderdi) bağlılığını ölçmek için her zaman parayla ilişkisini inceleyin.’

Valla ne güzel hayat! Helal olsun hepimize! Herkes her şeyi dünyevî ihtiyaçlarını gidermek, hatta daha ötesi dünyevî ihtiraslarına ulaşmak için nasıl da güzel kullanıyor. Akıllılar da ha, bu dünya düşkünlüklerini ideolojilerle nasıl da perdeliyor, gizliyorlar. Ama işte herkes göz kör, her akıl kıt değil. Herkes ayrı kutsallık bekçisi; sözde! Özde ise dünyayı elde etmelerini sağlayacak bir araç lazım; bu yüzden yollarını kutsuyorlar.

“Dünya hırsıyla suçlanmayalım diye kutsal saydığımız bir meslek olmayacak mı?”

Elbette olacak. Her iş kutsal olabilir. Nasıl olur: İnsan bir şeye bağlılığını alarak göstermez, almak asla sevginin veya inancın göstergesi değildir, vermektir sevginin de inancın da göstergesi. Yani kutsallığa giden yol budur: Bir şeyler feda etmek, bir şeylerden vazgeçmek. Birtakım güzel insanlar durup dururken toplanıp bana her ay en azından bir asgarî ücret göndermeye karar verse, “Sen çalışma, bu kadarla da idare ediver.” deseler ben de onları çok severim. Bakın, gözüm yükseklerde bile değil, ek ders-özel ders girdisi, lojman hakkı, statü falan istemiyorum, bir asgarî ücrete fitim. Fakat ben bu parayı almak için öne birtakım nedenler sürsem, düzenli para gönderilmesini bir kalıba soksam, kutsal göstermeye kalksam… Bu iş dürüstçe olur mu? Ben öyle göstermeye çalışsam ve insanlar inansa bile sizce hakikatte kutsal olur mu?

İnsanların davranışlarını ve arkasındaki motivasyonu yargılayacak olan ben değilim elbet, yargılayacak merci belli; fakat ben gerekli tanımı yaptım, yeterli örneği verdim –diye umuyorum- ve biraz akıl kullanınca kutsallığa giden yol ortaya çıkmamışsa bile gitmeyecek yol kendini açığa vurmuştur herhalde. Kulluk nerede kaldı? “Nefsin bir elinde tespih, Kuran vardır, diğer elinde hançer gizlidir.” denir Mesnevi’de. Benim insanları suçlamak veya din-dışı veya ocak-dışı ilan etmek gibi bir niyetim yok. Fakat insanların bu satırları okuyan bir kısmı, geçim kaynaklarına dokunduğum için laf yemiş mağdur ayağına yatma taktiğine başvurur, buna da neredeyse eminim. Tarih bunun örnekleriyle dolu, tarihe gerek yok, bugünkü iktidar kavgalarını biraz takip edin, görün. Birisi akan çeşmenin başına geçtiğinde artık oradan kolay kolay ayrılmaz, orada ne hakla durduğu sorgulanınca da sinirlenir, önce suçlama, sindirme, işe yaramazsa şiddet yolunu tutar. Bu küçük firavuncuklardan korkmamak, onlara fırsat vermemek gerek. Yoksa kamu çeşmesinden akan suyu kendi piramidine bağlar.

Gerekli hadisi bir daha hatırlayalım: “Kişinin dindarlığını ölçmek için ibadetine değil, parayla olan ilişkisine bakın.” Çünkü Allah bu dünyayı hayvanat için yaratmıştır, hayvanın cenneti bu dünyadır. Hayvan olan beden de çamura âşık olan mandalar misali bu dünyaya tutkundur. Bedenine, nefsine tâbi olan da aynı şekilde, bu dünyayı cennet beller, gerçek insanın tiksineceği işlere ve nesnelere heves eder, insanlıktaki eksikliğini de sözde kutsallık masalıyla kapatmaya çalışır. Vicdanın sesini başka hangi türlü bastıracak? Kimse üzerine alınmasın, aşağılandığını hissetmesin; fakat dünyaya duyduğu meyle baksın, kutsallığa olan yakınlığını uzaklığını hesap etsin. Kimse yaptıklarımızın ödülünü bizim yerimize alamaz, cezamızı bizim yerimize çekmez. Bu dünya da ancak kendimizi kurtarmak için çok sınırlı bir süre var olduğumuz bir mekân. Şu güne kadar yaşadığınızın hatırına söyleyin, böyle bir yer için kendini heba etmeye değer mi? 

“Dünyayı küçümsüyorsun ama madem dünya kutsal değil, neden insanların doluştuğu onca kutsal yer var? Bir yer kutsal değilse orada hiçbir yerin kutsal olmaması gerekmez mi?”

Bu ithamı bana dindar olduğumu düşündüğünüz için mi yaptınız acaba, bilemedim. Din adamları kutsal olmadığı gibi mabetler, tapınaklar, ibadethaneler de kutsal değildir. Tabiat ortamında madde dünyanın perdesinin zayıfladığı bazı alanların varlığı bilinir. Doğudan batıya belli koordinatlar üzerinde hep birbirine benzeyen piramitler dikmeleri boşa değildir herhalde. Fakat bu yapılar göğe, ışığa değil yerin dibine, karanlığa aittir.

Tam bu konu açılmışken size gördüğüm bir görüden bahsetmek isterim: Meşale alevlerinin aydınlattığı bir karanlıkta gözlerini açıyorum. Koyu kara, küp şekilli taşların orta kısımlarından kaslı bir kol çıkmış ve bu taşlar kendilerini çekerek bir yerde toplanıyorlar. Son küp de gidip en tepeye oturduğunda dar kapısı iki meşale ile aydınlanan, ince yapısıyla İnkalarınkine benzeyen, kara renkli bir piramit oluşuyor. Ve piramit tamamlandığı anda gaipten bir ses geliyor: “Âdemoğulları böcekler gibi, birbirleri üstüne binmeyi çok seviyorlar.” Sıradan bir erkek sesi, fakat seste öyle bir saf kin-nefret-alaycılık karışımı var ki tüylerim diken diken oluyor. Seslenenin kim olduğunu tahmin ettiğinize eminim, ayrıca dile getirmeye gerek yok.

Karanlığa ait noktalar var demek ki, peki göğe ait kutsal noktalar var mı? Bu konuda kesin bir bilgiye sahip olmadığımdan üstüne tahminler yürütmeyeceğim, bu türden bir davranış bana hoş gelmiyor. Musa bir alana girdiğinde Allah ona “Ayakkabılarını çıkar. Burası kutsal bir yer.” diye sesleniyor ama o kutsal yeri bulsak bile oradaki kutsallığı nasıl ruhumuza aktarabileceğimizi bilmiyoruz. Dolayısıyla o kadar önemli değil. Üstelik şurası kesin, kafanıza göre bir yere bina dikip belli bir şekle benzeterek ona kutsal diyemezsiniz; kutsal noktalar varsa bile ibadethanelerin bunlarla ilişikleri yoktur. Gerçi diyebilirsiniz de, binyıllardır deniyor; fakat diyerek sadece kendinizi kandırmış olursunuz. Ferisiler de karşılarında konuşan İsa Mesih’i susturmak için aynı taktiğe başvurdu, ‘burası kutsal tapınak’ diyerek onu susturmaya çalıştı; oysa kutsal olan tam karşılarında duruyordu, göremediler. Üstelik İsa onlara kutsal olanın sevgi, merhamet, adalet olduğunu söyleyerek oranın kutsallığını reddetmediyse bile küçümsemiş oluyordu.  

Şunu herkesin bir sorması lazım: Yaradan neden binaları, maddî suretleri sevsin? Bunlar kalıplaşmış, sertleşmiş çamurdan yapılar. Çamuru ancak dünyaya ait olan sever. Allah neden sevsin?

Peygamberlerden birkaç parça bir şey okununca bile anlaşılır ki Yaradan ancak O’na yakışacak olan niteliklerden; sevgiden, neşeden, cömertlikten, sabırdan, yakarıştan, boynu büküklükten, haddini bilmekten; yani bu dünyaya veya egoya ait olmayanlardan hoşlanır. Doğalı bu, insanoğlu da kendini görmek istediğinde en temiz aynaya bakmaz mı? Öyleyse Allah da O’nu en iyi yansıtan kim ise, örneğin kimde O’nun sonsuz cömertliğinden bir yansıma varsa, cebinde olanı her daim veriyor, olmayınca şükrediyorsa, O’na bakacak ve O’ndan bakacaktır. Yani bir Âdemoğlu Yaradan’ın sıfatlarından birini ayna gibi yansıtıyorsa kutsal olan odur işte. Kutsal olan orada dururken birtakım noktalara gitmeye, taştan yapılara kutsallık atfetmeye ne gerek var? Bir mekân veya nokta gerçekten kutsal olsa bile, o mekâna, noktaya o kutsallığı bahşeden varlık kendisinin yansıdığı aynaya orada bir zarar verilirse yıkar geçer; İsa Mesih’i çarmıha gerdiklerinde Süleyman Tapınağı’nı ikiye yardığı gibi.

Dolayısıyla binalarda, yapılarda veya belli noktalarda kutsallık abestir. Allah’ın kendine seçtikleri veya görevlendirdiklerindedir kutsallık. Allah onlarla beraberdir.

“Nasıl belli noktalar kutsal olmaz? Kâbe ne olacak peki?”

Bu sözleri hazmetmenin zor olacağını biliyorum. Fakat lütfen orayı tekrar okuyun, belli noktalar kutsal olmaz, demedim; belli noktalarda kutsallık varsa bile gidip buralarda kutsallık aramak abestir, dedim. İki önerme arasında önemli bir fark mevcut. Şöyle diyeyim, bir yerde toprağı kazarsanız bir altın bulacaksınız veya birine giderseniz sizi çalıştıracak ve karşılığında bin katını, yani bin altın verecek. Hangisini tercih ederdiniz? Sanırım cevabı vermeye gerek yok. 

Kâbe’nin kutsallığına neden inanılır: Âdem’in yeryüzüne indiği noktada kurulduğu söylenir, üstüne İbrahim Peygamber burada bir tapınak inşa etmiştir. Şimdi şu veri üzerinde düşününce bile, madem orası Âdem dünyaya orada indi, yani ayağı dokundu ve İbrahim de tapınak inşa etti, yani eli değdi diye kutsal sayılır, şu hâlde esas kutsal olan Âdem, İbrahim değil midir? Yani kutsal olan insandır, buradan bile rahatlıkla varıyoruz bu sonuca. Yanlış anlaşılma olmasın, kutsal olan Âdem kalıbı, İbrahim sureti değil, neticede onlar da çamurdan, onlar da bu dünyaya ait; asıl kutsal olan Âdem, İbrahim kalıbı içinde mesken tutan varlıktır. Yani bedeni ev tutan, yerlere göklere sığamamış ama bir müminin gönlüne sığmış olan Allah’tır kutsal olan. Herhalde buna da karşı çıkılmaz?

Dolayısıyla kutsal arıyorsak içteki hazineyi, yani O’nu bulmuş olanı tutmalıyız. Çünkü o kişi aslında evdir, içinde oturansa O’dur. Zaten yaratımın tüm sebebi de bu değil miydi: “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.” Yani kâinatın var edilme sebebi doğrudan doğruya insandır, insanın kendini yaratanı bulması, O’na kavuşmasıdır; öyleyse taş da ne oluyor ki! Görüp işittiğimiz, dokunup koklayabildiğimiz her şeyi içeren bu devasa sahne, insan hayvansal boyutunu aşıp gerçek insanlığı bulsun, göklere ulaşsın, Allah’a halife olsun diye kurulmadı mı? “Ben yeryüzünde Kendime bir halife yaratacağım.” Öyleyse taş da ne oluyor! İbadethanelerin kutsal sayılma sebebi bile insanları bir araya getirmesi, içlerinde ayrılık, kavga-dövüş olmaması değil midir? Öyleyse taş da ne oluyor!

“Kâbe Allah’ın evidir.” dediklerinde aklıma hep Nasreddin Hoca’nın o meşhur fıkrası gelir. Hani Hoca’ya derler: “Hocam senin hanım biraz fazla geziyor.” diye. O da “O kadar gezse bize de uğrardı.” diye sözde karşı çıkar. İşte Yaradan da keşke arada kendi evine uğrasa da zatını görme şerefine nail olsak, diye düşünürüm ben de bu tamlamayı her işittiğimde. Ya da Kâbe veya dünya üzerindeki herhangi bir yer O’nun evi değil de hem kendileri kandırılıyor hem bizi kandırıyorlar.

“Sen şimdi gerçekten Kâbe’nin kutsallığına inanmıyor musun?”

Bir daha tekrar edeyim: Bu çamur topraklar üzerinde bile diğer yerlerden daha kutsal olan noktalar bulunabileceğine inanıyorum; fakat yeryüzündeki hiçbir taştan yapının da O’nun evi olma şerefine layık olmadığı ve olamayacağı inancındayım aynı zamanda. Kâbe’yi Allah’ın evi olduğuna inandıklarından kutsal saymazlar mı? İşte ben de diyorum ki Allah’ın esas evi insan bedenidir, dolayısıyla kutsal olan da, o ev yani beden bile değil, içindeki evde bulunandır. Dindarlığın sınırlarına takılmayın. Kâinatı yaratan varlıktan daha kutsal bir şey nasıl var olabilir yahu!

Hani bir kadın Hızır'ı görmek ister, ona derler ki “Git şu falan caminin orada bekle. Hızır oraya gelir.” Belki bunu diyenler onunla alay etmek istemiş, alay ettiklerini sanmışlardır, ama belki de onların kötü niyetleri aksine bunu onların ağzından gizli bir dedirten vardır. Kadın bu denilene inanır ve o cami önünde bekler, bekler, bekler. Saatler sonra birisi ona yanaşıp ne beklediğini sorar. “Hızır'ı bekliyorum.” der kadın, “Bana bu camiye geldiğini söylediler.” “Fakat onu görsen nasıl tanıyacaksın?” diye sorar adam. Kadın bilmediğini söyler. Adam o zaman eliyle caminin mahyasını işaret ederek, “Bak Hızır geldiğinde bu caminin ışıkları böyle yanıp yanıp söner.” der. Kadın döner bakar, mahya bir yanıp bir sönmektedir. “Çok sağ olasın bunu söylediğin için kardeşim.” der, beklemeye devam eder. Adam da çeker gider. İşte bu kadıncağız muhtemelen kutsal olanın o yer olduğu fikrindedir, eğer inancında yeteri derecede samimi ve azimliyse her gün gide gele gide gele milleti de kendi gibi inandırıp peşine takarak orayı türbeye çevirir. Hatta zaman içinde Hızır'ın kıyametten hemen önce orada belireceğine dair bir inanç da türeyebilir ve bunun etrafında yeni bir mezhep oluşur, en önemli mabedi de orası olur. Esas kutsal olanı göremeyen topluluklar için doğal akış böyledir, iş taş, tahta bekçiliğine döner.

Kutsal olan O’dur ve dolayısıyla O’nun değer verdiği her ne veya kim varsa o da kutsaldır. Bu kutsallık o varlığın kendisinden dolayı değil değer verenden ötürüdür. Taşa yetki verse, o da kutsal olur mu? Yetki verdiği gün, olur. Peki Allah katında yetkisi olan taş var mıdır? Bunu bilmiyoruz ama insanın yetkisi olduğunu biliyoruz.

“Sen önyargılısın. Neden taşta, tahtada kutsallık olmasın? Olabilir de. Bilemezsin ki?” 

Olabilir elbette. Allah bir taşın içine girer, orayı konak tutarsa o taş en kutsal olur. Çünkü içindekinden dolayı kutsal olur, kendi varlığından dolayı değil. Peki Allah’ın içine girdiği taş var mı? Benim bildiğim kadarı ile yok ama bilen varsa göstersin, başımız üstünde taşıyalım. Fakat şuna emin olun bir topluluk kutsal saydı diye Allah gidip de bir yeri mesken tutacak da değildir.

Ben de şunu anlamıyorum: Hristiyanların inancında da artı şekilli tahtalar kutsal. Sizin taşınız kutsalsa bunlar neden put statüsünde sizce? Biraz ikiyüzlüce bir yaklaşım değil mi bu tutum? Kimse kusura bakmasın, taşın kutsallığına inanan vampire haç gösterdiğinde ateşle tutuşacağına da inanmalı, inanması gerekir. Oysa herkes bilir ki vampirliğin çaresi kalbe kazık sokmaktır. Ve mesele kazık sokmaksa o işi en iyi esnaf yapar. Yani en iyi vampir avcıları filmlerde izlediğiniz o badass (kötü kıçlı (İngilizce bilenlereydi bu kötü şaka)) adamlardan değil bildiğimiz, tanıdığımız sıradan esnaftan çıkar. Dolayısıyla buradan varılacak sonuç odur ki çocukluktan beri anlatılan birtakım hikâyelere de filmlerdeki sahnelere de o kadar bel bağlamamak lazım. Gerçeği kendin arayıp bulacaksın.   

İşin aslı şu; o haç İsa Mesih’in fedakârlığının sembolüdür. Fedakârlık yoksa haç taşımak işe yaramaz. İsa “Benimle gelmek isteyen çarmıhını beraberinde taşısın.” derken kolye taşımayı kast etmiyordu elbet. Gerekli eylem ve davranış biçimini göstermedikleri sürece birbirine çatılmış iki tahta veya artı şekilli bir demir parçası boş yere taşınır durur. Madem onları taşımak işe yarayacak, bari İsa’nın sırtına verdikleri kadar büyüğünü her gün beraberinde taşısalar ya, belki İsa gibi onlar da Ruhülkuddüs makamı elde ederler?! Elbette öyle makam elde ediliyor mu, birisinin deneyip sonuçları bizlerle paylaşması gerek. Fakat o güne dek sözün şu kadarı yeter: Eğer kendi benliğini hiçe sayıp dostların uğruna, Yaradan’ı hoşnut kılarak o çarmıha gerilmeyeceksen yoktan yere tahta parçasına kutsallık atfetme. Kutsallık imanında, fedakârlığında; taşta tahtada değil. İsa’nın “Hardal tanesi kadar imanınız olsa, şu dağa ‘git’ deseniz, gider.” demesi öylesine değildi. Kutsal insanın yapabileceklerinden söz ediyordu. 

Hristiyanların haçı neyse, Musevilerin ağlama duvarı neyse, Müslümanların hacer-ül esved’i (karataş diye de çevrilebilir Türkçeye) de aynıdır. Taşta, tahtada bir kutsallık aramanın lüzumu yok. Haç, ağlama duvarı veya bit taş kimseye af sağlayamaz, kimseyi kurtaramaz. Fakat Muhammed, Ali, İsa, Musa ve kendisine yetki verilmiş diğer ruhsal rehberler sağlar, insanı sonsuzluğa çıkarır, kurtarır. Ve aklı olan küçücük ihtimallere göre değil kesinliklere göre hareket eder.

Bakın, şunu iyi çözün lütfen: Kutsallık dediğimiz Allah’ın nurudur ve Allah tam anlamıyla yalnızca tek varlıkla beraberdir: İnsanla. Bu nedenle kutsal olan insandır; hakiki insan, Tanrısal insan. Seçtiği nadir kimselere kendisini verdiği yönünde bilgimiz de mevcut ki mantıklı olursak işte bu kişi kutsalın da kutsalıdır. Bu insanın da değil mabedi, dini bile önemli değildir, her dinden, her inançtan, her toplumdan olabilir. “Âşıkların dini de mezhebi de Allah’tır.” denir Mesnevi’de. Neticede kaynak O, veren el O, dilediğini seçer, dilediğine yetki verir. O’na kısıtlama koyulamaz.

“İnsan dediğini tanımasak yiyeceğiz de… Etraf insan dolu, hiçbirinde hayır yok.”

İnsan, insan deyince yanlış anlaşılıyor çoğu zaman. Elbette burada bahsettiğimiz insan öyle her iki ayaklı, Âdem suretindeki beşer değil. Kutsal insan hayvanlıktan kurtulmuş, insanlığını bulmuş olan insandır. Allah’ı bilmiş, bulmuş olan insandır kutsal olan. Yani etraf öyle insan dolu falan değil. Yeryüzünü dolduran Âdemoğulları içinde hayvanlıktan kurtulamamış, içgüdüleriyle hareket eden nice kitleler var; bunlar insan bedeni ile dolaşıyor olsalar bile ruhta hayvan suretindedirler. Dolayısıyla kutsal falan değiller. Her insanın kutsal olduğu düşüncesi humanizmin yarattığı yanlış bir algı. Kutsal olan göksel insandır, insanlık sıfatını kazanamayan kutsal değildir, insanlığını yitiren kutsallığını da yitirir.

Dahası gök ehli çalışırken elbette şeytan takımının eli armut toplamaz; aramızda meleklerin, göğün evlatları olduğu kadar şeytanların evlatları da bulunmaktadır. Şeytanda kutsallık olabilir mi yahu? Dolayısıyla insan kutsallık arayışında önce neyi aradığını bilmeli, sonra onu nerede araması gerektiğini bilmeli ki en azından doğru yola düşebilsin. Her gözlük kullanıcısının başına bir kere gelmiştir, gözlük gözündedir ama gözlüğü arar. Ne için, nereye baktığını bilmeden, beyinciğin otomatik kontrolü altında hareket eder, sağı solu araştırır, boşa arar durur. Ne zaman akıl işlemeye başlar, kontrolü beyincikten devralır, “Lan gözlük gözümde ya.” diye kendine güler.

“Madem kutsal değildi Peygamber neden hacer-ül esved’i öptü ya?”

Kendi ağzınızla söylüyorsunuz işte: Taşta kutsallık bulunsa bile bunun sebebi belki insandan bir parça aktarıldığı içindir. Madem Muhammed’in bir öpüşü Hacer-ül Esved’e kutsiyet atadı, diye inanıyorsunuz, azıcık mantık sahibi her insan gibi burada esas kutsal olanın taş değil de Muhammed olduğu sonucunu çıkarmalı değil misiniz?

Allah Âdem kalıbını yarattığında meleklere ona secde etmeleri emrini verir, doğru değil mi? Hatta bir tanesi o emre uymadı diye ne gümbürtü koptu. Oysa Allah’ın meleklere hiçbir zaman bir taşa secde etmeleri emri verdiğini bilmeyiz. Dolayısıyla esas kutsal olan insandır.

Buradan da anlaşılır ki Allah’a beğendirmek isteyen veya yaratıcısına karşı sevgi, aşk hisseden birisi ne yapmalıdır: Âdem’e yönelmeli, taşa değil. Fakat bu kişinin Âdem olması şart değil elbette. İsmi, cismi ne olursa olsun kutsal olan insana yönelmek Allah’a yönelmektir. Asıl kıble kutsal insandır.   

Evet, Kâbe Allah karşısına çıkıp sizi kurtaramaz ama Allah’ın yarattığı en kutsal varlık olan, halifesi kıldığı insan, yalnız bu noktaya dikkat, halifesi kıldığı insan, her Âdem suretinde gezen değil, affetme yetkisine sahiptir. Kardeşlerim, bizi kurtarırsa bir insan kurtarır, nesnelere tapınırcasına saygı göstermeyin boşa. Şimdi burada söylüyorum ki kime denk gelirse gerçeği bilsin; içindeki hiçbir şeyi uygulamadan Kuran gördüğü yerde üç kere öpüp yukarılara kaldıranlar gibi olmasın.  

“Madem öyle neden Musa’ya ‘Burası kutsal bir yer, ayakkabılarını çıkart.’ diye seslenmiş Allah?”

Peki neden Musa’ya seslenmiş de oraya giden başka kimseye seslenmemiş Allah, hiç düşündünüz mü? Madem önemli olan mekân, öyleyse biz de gitsek de ruhen faydalansak, bize de seslense, uyarsa ya. Mesela Tur Dağı'na gitsek belki Tanrı bize de konuşur? Yoksa konuşmaz mı? Musa Tur Dağı yerine başka dağa gitse Tanrı onunla konuşmayacak mıydı? Hira'ya çıksak, inzivaya çekilsek Cebrail bize de gelir belki? Yoksa gelmez mi? Muhammed Hira yerine başka mağarada inzivaya çekilse Cebrail oraya gitmeyecek miydi? Doğrudan bize aktarılan bilgilere tapınmak yerine basitçe düşünsek bile asıl kutsal olanlar açığa çıkmıyor mu?

“Fakat çok sevdiğini hep belirttiğin Ali bile kendisinin Kâbe’de doğan tek kişi olduğunu vurgular. Kâbe kutsal bir yer olmasa neden böyle yapsın?”

Kendisine saygı göstermeyen cahil beşer topluluk belki en azından gözleriyle gördüklerine duydukları kutsallık inancıyla biraz asıl saygı duyulması gereken varlığa saygı gösterirler diyedir muhtemelen. Oysa Ali Kâbe’nin içinde değil de Yozgat’ta doğsa daha mı az Ali olacaktı? Ali’yi Ali yapan doğduğu yer değildi, Hz. Peygamber’in yerine ölüme yatacak kadar imanlı, cesaretli ve sadık olması, üç gündür bir şey yememişken kapıyı çalan dilenciye hem kendisinin hem ailesinin tüm yiyeceği olan birkaç hurmayı verecek kadar cömert olmasıdır. Esas kutsal olan Ali’dir.

Kâbe belki kutsaldır ama Ali Kâbe içinde doğdu diye kutsal olmadı, belki Kâbe içinde Ali doğdu diye bir miktar kutsallık kazanmıştır. Bu sözümü destekleyecek bir rivayeti de şuracığa iliştireyim: Allah Âdem’i yaratıp secde emri verdikten sonra bildiğimiz üzere Azazil bu emre karşı gelir. Denir ki o anda kafasını yukarı kaldıracak demir zincirler boynundan geçer, fakat o öyle inatçıdır ki gözlerini aşağı diker, buna rağmen bakmaz. Allah’ın şöyle vahiy ettiği rivayet edilir: “Eğer eserime baksaydı, onda Ben’i görecekti.”

Yani insanın kutsallığına inat eden insan bir durmalı, düşünmeli, acaba bu inat nereden kaynaklanıyor, diye. İşte gerçek şu ki Âdem’in ve Allah tarafından yetkilendirilen insanın ‘halife’ olduğu gerçeğine karşı ayak direyen insandaki şeytandır. Yoksa Allah, Yahudiler İsa Mesih’i çarmıha gerdirdiğinde neden Süleyman Tapınağı’nı bir depremle ikiye bölsün, yarsın? Çünkü bir tanesi O’nun sevdiğiydi, diğeri ise insanların içinde toplaştığı bir yapı. Birinin içinde yer tutan bizzat O idi, İsa Mesih “Ben ve baba biriz.” demedi mi? Hakeza Ali için de durumun farklı olduğunu düşünmeyin, velayet sahibinin içinde yer tutan bizzat O’dur, Kâbe’nin en fazla ağırlayacağı ise birkaç bin hacı ki onların Yaradan’ı, Yaradan’ın da onları ne kadar sevdiği meçhul. Oysa Allah Muhammed’i, Ali’yi, İsa’yı elbette sever; ona ne şüphe.

“Düzenli olarak Kâbe’ye yönelip namaz kılmış olan Ali Kâbe’den üstündür diyorsun yani?”

Hakikatten bahsedeyim, zorunuza gitmesin ama. Ali Kâbe'den üstündür demekle kalmıyorum, Ali'nin kendisi kıbledir, secdegâhtır diyorum. Muhammed Kâbe'den üstündür demiyorum, Muhammed'in ayağını bastığı yer Kâbe'dir diyorum. Bu ikisi için söylediklerim birbiriyle takas edilebilir, hiç fark etmez. Ali'nin ayağını bastığı yer Kâbe'dir, Muhammed'in kendisi kıbledir, secdegâhtır. Şu kadarını diyeyim, koca Muhammed devasa bir alçakgönüllülük örneği göstermiştir o mabedin etrafında dönerek. Anladığım kadarıyla da kutsallığı taşta toprakta arayan halkı ürkütmemek, onları da kurtarabilmek adına yapmıştır.

Hani Cüneyt Bağdadi hac ibadeti için yola çıkar, br kente uğradığında yaşlı bir pire ziyarette bulunur da o da ona nereye gittiğini sorar. Cevabı işitince şöyle söyler: “Yedi defa benim etrafımda dön, ibadetini yerine getirmiş olursun. İbrahim'in evi bugüne dek kaç kere yıkıldı, kimlerin elinde kaldı. Fakat benim gönlümde Allah'tan başkası yoktur.”

İşte esas nokta budur. Kutsallığı var edenden daha kutsal herhangi bir şeyin var olması mümkün mü? Kâbe hâlâ yıllık su baskınlarıyla, fırtınalarla zarar görmeye devam etmekte. Oysa hakikatin pirleri kimse bilmeksizin insanları o âleme çekmeye, götürmeye, göstermeye devam ediyor, dünya durdukça da devam edecekler. Bitmez, denilen zemzem suyunu takviye için Suudiler ihale açıp duruyor, oysa İsa Mesih'in avcunun ortasında kaynayan bir su var, işte bitmeyecek olan o. İçene ne mutlu. Karataş'ın kimseyi cennet dedikleri âleme sokma yetkisi yoktur, o yetki insandadır. O insanların başı da Muhammed ve Ali'dir, dilediklerini alırlar içeri. İsa Mesih de cennet kapısıdır, o da sokabilir. Lütfen bu noktaya dikkat edilsin, bu söylediklerim boş iddialar değil, orada buradan bilgiler değil, bizzat hakikat âleminden haberler. Aklı olan insan olamıyorsa bile insan bulur ki onu kurtarsın, aklı olmayan da ferisiler gibi bin yıllık kurallarına uymadığını görünce esas onu kurtarabilecek olan karşısında yenini yakasını yırtar, doğruyu duydu diye sinir krizleri geçirir.

Kurtuluşun yolu Allah’ı bulmak veya Allah’ı bulmuş birinin gönlüne girmekten geçer. Yapılan tüm ruhsal işler bu sebeplerledir, başka sebepler için yapılsa bile Allah bu yola iletir. Çünkü sırat-ı müstakim dedikleri bu yoldur. Allah mizanı, yani teraziyi böyle ayarlamıştır, elbette dileyen aksine inanmakta özgür fakat hakikat budur. Peygamberlerin çevresinde yer alanlar ettikleri ibadet dolayısıyla falan değil elçiye ettikleri hizmet dolayısıyla yükselmişlerdir. Yani aslında girdikleri cennetin kapısı o peygamberlerin gönülleridir. Evet bu doğru, tekrar edeceğim, cennetin kapıları seçilmiş insanlardır.

Hiç kuşkusuz avama karşı en merhametli peygamber Muhammed’dir. Bu adamcağız, bin yıl yaşasa ruh âleminden koku bile alamayacak avamdan kurtarabildiğini kurtarmak için kuralları alabildiğine esnetmiştir. Yani hani bir bedeviye söylediği, İslam’ın beş şartı diye bize yedirilen, aslında onun gönlüne girmenin asgarî şartıdır. Aslında Muhammed orada bedeviye ‘İnsanlarla uğraşma, kendinle uğraş, ölümü hatırla, malından bir parça da ver ki malın temizlensin, seni cennete sokacağım.’ demektedir.

“Öyleyse onu koruyan amcasını neden cennete sokmadı?”

Zira gökte belli kurallar vardır, o şartları sağlamayanı almazlar, kimin yakını, akrabası olursanız olun. Orası Türkiye mi elinde ‘hamili kart sahibi yakınımdır’ yazan bir kâğıt parçası bulunduranı öyle hemen stadyum kapısından geçirir gibi geçirecekler? Belli asgarî şartları karşılamak zorundasın. Fakat bu insanlar olmazsa diğer yolla cennete nasıl girersin, orasını bilemem. Zamanı geldiğinde hepimiz Müslümanların cennete giriş oranının diğer dinlerinkinden daha yüksek olduğu göreceğiz, çünkü Muhammed halka duyduğu merhamet dolayısıyla standartları olabildiğine aşağı çekti. Eğer o olmasa, o kitleler sıra sıra düşerlerdi. Gerçi bu yüksek tolerans da tamamen iyi oldu denilemez, takipçilerinin dünyaya fazlasıyla meyilli bir topluluk olup çıkmasına sebep oldu. Ancak bu Muhammed’in suçu değil ve bunun tartışma yeri de İslam’ın Sorunları başlığı, burası değil.

“Sen ne dersen de, ben yine bildiğimi okuyacağım.”

Evet, dindar kesimde, kutsal olanın insan olduğu inancını savunanlara karşı ilginç bir kibir görüyorum zaten. Bunun neden kaynaklandığını anlamakta güçlük çekmekteyim. Taşa doğru oturup dua eder, taşlardan medet umarlar; insandan medet umun diyenle alay ederler. Ortadoğu kaynaklı üç dinin dindarı adına da geçerli bu. Madem kutsal olan nesneler, neden İsa Mesih’in entarisini arayıp bulmuyoruz; giyer, ölü diriltiriz? Ya da geçelim bunu, dünya nüfusu zaten çok fazla. Musa’nın asasını bulalım da boşa onca köprü masrafı yapmayalım, boğazı yarar karşıya geçeriz. Hem devletimiz de faydalanır bu işten; HGS gişesi koyarlar asayı tutanın durduğu uca, böylelikle daha fazla bürokrat akrabası daha lüks arabalar alabilir. Hem o dileyen Kıbrıs’a gider, kumarını oynar, yürüye yürüye geri döner. Emin olun devlet büyüklerimiz, sanatçılarımız asanın bulunuşunu sevinçle karşılar. Gerçi Muhammed’in Ebu Cehil’e konuşturduğu çakıl taşları da bugün hâlâ Mekke’de bir yerlerdedir, ama nedense hepsi sessizliğe bürünmüş, tabii bize çaktırmadan aralarında sohbete devam etmiyorlarsa.

Maalesef bu işlerin hiçbiri olmayacak arkadaşlar; çünkü ölüyü dirilten entari, denizi yaran asa, kendi kendine konuşan çakıl taşı yoktur; tıpkı öte yanda yanmayan kefen olmadığı gibi. Siz birtakım din tüccarlarına aldanmayın. Zaten bunu pazarlayan çakal doğru söylüyor olsaydı bile, sizi sorgulayacak melekler de aptal değil herhalde, muz soyar gibi kefenden çıkarır, öyle ateşe atarlardı. Yani yanacağınız varsa her şekilde yanarsınız, merak etmeyin.

Ya da daha kolayı şöyle yaparsınız: Nesnelerde kutsallık aramak, hatta bir kısım adına konuşuyorum, nesnelere tapınmak yerine esas kutsal olana, ruha yönelir, onu arıtırsınız. Bunu yapmanın en iyi yolu da kutsal olana ulaşmış, kendi kutsal olmuş, rehberlik belagati verilmiş, hakikat âleminden bir öğretmen bulmak; daha da iyisi, hatta en iyisi onun gönlüne girmektir. Çünkü cennetin esas giriş yolu Yaradan’ın seçtiği ve seçme yetkisi verdiği kulların gönlüdür, bu kulların gönlüne giren cennete zaten girmiştir. Bu yüzden velayet sahibi Ali için “Cennet kapısının mührünü vuran/açan” derler. Her velayet sahibi de aynı yetkiye sahiptir. Aman diyeyim, “Bu nasıl adalet!” diye saçmalamayın. Aden, O’nun kendi bahçesidir, dilediğini alır, dilediğini bırakır. Zaten her akıl sahibi şunun farkındadır ki eğer bir yere insanları çağırıyorsan, topluyorsan onların arasında didişme, çekişme, sıkıntı, kavga çıkmaması için birbirleriyle uyumlu olmaları gerekir. Bunu yapmanın en iyi yolu da sevdiklerini seçmek, sonra onların kendi getireceklerini seçmesine ve onlardan sorumlu olmasına izin vermektir.

Sakın ama sakın felsefe parçaladığım düşüncesine kapılmayın. Hakikati aktardım. Gerçekten seçiliş yolu yaratılışta böyle kurulmuştur. Bu nedenle kutsal insan üstüne onca ısrarım. Ne diyelim, inananların kendi faydasına.            

Yorumlar