10) Aşk Üzerine

        Biliyorum, bulunduğumuz dönemde tüm dizilerde, filmlerde, kitaplarda, her türlü görsel, işitsel materyalde bu konunun işlenmesi yüzünden başlığı görünce kimileri “Arkadaş yine mi aşk, zaten sapım, başka konu mu yok!” diye düşünüp “Uffff” diye ta içten gelen bir üfürmeyle sıkıntısını belli etti. Fakat insan dedik, insan deyince bu konuyu atlamak olmaz ve ben aşkı medyanın suiistimal ettiği şekilde yorumluyor da değilim. Bu nedenle bir kulak verirseniz iyi olur gibime geliyor.

        En önde şunu söylemem gerekir ki bize medya eliyle sunulan, romanlarda, öykülerde anlatılıp aşk diye yedirilmeye çalışılan ilişki çeşidi aşk falan değildir. Düpedüz üreme içgüdüsüdür, şehvettir. ‘Zahiri aşk’ da derler gerçi, ‘görüntüsel aşk’ demektir. Yani görüntüye çarpan kalp. Güzel bir yüz, sütun gibi bir çift bacak, renkli bir çift göz, biçimli bir kalça, bunların hepsi erkekte üreme güdüsünü kamçılayabilir. Bilinçaltında nasıl bir yavru hasreti çektiğine bağlı olarak, tercihini bunlardan birine yönelik yapabilir. Dolayısıyla hiç eğip bükmeye gerek yok, bunlara duyulan aşk da aşk değil şehvettir. Zaten aşkı anlatan o dizileri, filmleri izleyin, son hep yatakta biter. Tabii bu satırları okuyan kardeşlerim çok da böyle TV’ler, internette vakit tüketecek insanlar değillerdir. Bizler elit insanlarız, vaktimiz değerlidir, boş vaktimizde de ya satranç oynarız ya belgesel izleriz ya da klasik müzik dinleriz. İçtiğimizde de en az on yıl bekletilmiş şarap içeriz.

    “Bir insan hayvan değilse güzellikten nasıl etkilenmez? Nasıl olur da güzel bir çift göze bakmak mutlu etmez? Hiç mi birini sevmedin arkadaşım sen? Hatta Peygamber bile bir düğünün hazırlığına giden sahabesine, dönüşü gecikince şöyle sormuştu: ‘Çiftin güzelliklerini seyrettin değil mi?’ Bilmiyor musun bunu?”

        Biliyorum. Fakat ben zaten güzelliği sevemeyeceğimizi söylemedim ki. Ben sonuçtan söz ettim. “Eğer bunlara bakmak üreme içgüdüsünü kamçılıyorsa”, bu şehvettir. Muhabbet kuşu da güzeldir. Güzelliğini seyreder, bıcırığı yakaladığınız yerde öpücüklere boğarsınız. İçinizde üreme içgüdüsü uyanmaz. Bir insan çocuğu da güzeldir. Gerçekte gudubetin önde gideni olsa bile size göre dünyanın en güzel yüzüne sahip olan çocuğunuz neşe içinde sağa sola koştururken insanın içinden onu bağrına basmak gelir. Çiçekler de güzeldir. Eğilip yapraklarına dokunmak gelmez mi içinizden hiç? Yaparsınız. Çiçeklerle üremeye çalışmazsınız ama. İşte bunlar sevgidir, şehvet değildir.

    “Elimden gelse polenle de çoğalırım da elimden gelmiyor ki.”

        İnşallah hiç gelmez. Güzelliğe elbet sevgi duyacağız, doğamıza işlenmiş bu. Yaratıcımız tüm güzelliğin kaynağı bir kere, bilmesek de inanmasak da en başta o sebeple severiz, kaynağımıza duyduğumuz özlemden. Fakat şehvet farklı, hayvansal doğaya ait. Bu ikisini birbirinden ayırmak istiyorsak gözlemlememiz gereken sonuçtur. İnsanın aksine pek çok hayvan türü erişkinliğe ulaştığında kendi yavrusuyla, kardeşleriyle çiftleşebilir; yetiştirdiğim muhabbet kuşlarından biliyorum. Pek az türde o anne-babalık bağı yavru erişkinliğe erdikten sonra da devam eder. Elbette yavruyken zor bir durumla yüz yüze kaldıklarında anne kendini yavru için feda edebilir, fakat bu bile benim anlattığım türden sevgiye bir örnek olarak verilemez, çünkü o fedakârlık DNA'nın nesli koruma güdüsündendir. Aynı yavru bir kere erişkinliğe vardığında o anne-babanın rakibi olur, çiftleşme içgüdüsü de öldürme içgüdüsü de onlar için doğal hâle gelir. İnsan için nasıl doğal olabilir bu? İnsan diye kast ettiğiniz şu hayvan bedense, şehvet insanın doğasal yönüne, hayvan bedenine ait olduğundan ‘doğal’ yani ‘doğasına ait’ sayılabilir gerçi, o zaman da insanın hayvandan zerre farkı kalmaz. Fakat bedeni elbise olarak giyinmiş, araç olarak kullanan gerçek insana, yani ruha ait değildir, olamaz.

    “Aşkın görüntüyle hiç mi alakası olmasın?”

        Bir adam güzel yüzlü kadınları seviyorsa hemen şehvettir diye hüküm koyamayız, yanlış anlaşılmasın, bunun yerine onun şehvete düşkünlüğünü diğer güzelliklere ilgisine bakarak anlarız. Onun sevgisi güzelliğin bizzat kendineyse, yani kadının yüzündeki o yumuşaklık ve simetriyi seviyorsa; o zaman bu adam muhabbet kuşunun güzelliğini de sever, çiçeğin güzelliğini de sever, bebeğin güzelliğini de sever; hatta böceğin güzelliğini de bile takdir edebilir. Çünkü simetri bu canlılarda da vardır. Fakat öyle değil, gece yatarken kadınla birlikte olmayı düşünüyor; bunun neresini aşk diye savunacaksın?

        Birini gözleri, yüzü, kalçası, göğüsleri için sevmek aşk olabilir mi? Adam kadını gözleri nedeniyle seviyorsa şurası açık ki adamın esas ilgisi kadına değil o tipteki gözleredir. O zaman kadına “Sana aşığım” demesi dürüstçe midir? “Gözlerine aşığım.” dese daha doğru olmaz mı? Acaba güzel gözlü kadıncağızın gözleri kör olsa da artık o güzel gözlerindeki maviliği göremeyecek olsa, yine de kadını sever miydi? Ya da yüzünün bir tarafı yansa, kadıncağızı yine de sever miydi? Veya en doğrudan soruyu sorayım, kaç adam kadınıyla ömrü boyunca cinsel birleşmeyi sağlayamayacağını bilse yine de birlikte kalmaya devam eder? Zahirî aşk dediğinin bitişi bir vajinusmusa bakar. Şu hâlde nasıl aşk diyeceğiz yalnızca bir organın çalışma rutininin bozulmasıyla hemen bitiveren duygu durumuna? Alman bir kadının haberini okumuştum gazetede eskiden, doksan yaşında, bakire. Bir motor kazası sevgilisinin erkekliğine mâl olmuş, o ise adamı terk etmemiş, bir ömür yanından ayrılmamış. “Şimdiki nesil aşk nedir bilmez.” diyordu. Hakkı var. Eğer birileri beni hangisi gerçek aşk, hangisi sahte aşk diye ayıran jüriye bilirkişi yapsa o kadınınkine tereddüt etmeden gerçek aşk derdim.

        Tabii insan her yönüyle hayvandan üstün var edildiğinden, insan şehvetinin bile hayvan şehvetinden bir üstünlüğü vardır. İnsan görüntüye bakar, seçici davranır. Gerçi bu kadarını bile beceremeyen, tek arzusu yalnızca boşalmak olan, her dişiyi çiftleşecek bir organ olarak gören sürüsüyle erkek dolanıyor dışarıda. Artık tamamen hayvanî şehvetin etkisi altına girmişler. Boyunlarında kalın bir zincir, o zinciri çekenin götürdüğü yere giderler. Bunları zahirî aşkı savunanlara haksızlık etmemek için konu dışında tutuyorum.

    “Sen cinsel ilişkiye neden yoz bir işmiş gibi bakıyorsun?”

        Belirdiğinde yakan, insanı kendine hizmetçi kılan her his kesin olarak ateşle ilişkilidir ve karanlık tarafımıza aittir: Öfke, nefret, cimrilik ve elbette üreme içgüdüsü bunlara dahildir. Konumuz sonuncusu, dolayısıyla ondan devam edeceğim. Bak arkadaşım, cinsel birleşme arzusu gibi hayvansal, aşağı âleme ait bir dürtüyle sevgi gibi yüce, yüceltici ve her şeyi kuşatıcı bir duygu aynı seviyede olamaz. Nasıl aynı seviyede olabilirler ki? Sadece şuradan bile fark edersiniz, bu âleme veya şeytansal tarafımıza ait hisler ateş gibidir; tüketici, yok edicidir. Meleksel tarafımıza ait hisler huzur verici, arıtıcı ve artıcıdır; verdikçe azalmaz. Sevgi verdikçe azalır mı artar mı? “Şehvet de artıcı, ilişkiye girdikçe daha fazla giresin geliyor.” diye sululuk yapacak olanlar var, uyarıyorum. Gerçi bir noktadan doğruya değinmiş olurlar. Erkeklere konuşuyorum, o ilişkiyi tek kadınla sınırlı tut bakalım, ilk heyecanla on kere girersin, yüz kere girersin, sonra sıkılırsın artık aynı kadından. Evli değilim, bilmiyorum ama evli insanlar belli bir süreden sonra eşleriyle kardeşmiş gibi yaşadıklarını söyler. Şehvet, odun atıldıkça parlayan ateşe benzer, bu yüzden bir süre yaptıkça daha fazla yapmaya çeker seni; fakat yine de insan doğası gereği farklılık arar ve kendi doğası gereği tükenir ve tüketir. Adamı boynundan zincirle bağlar, çeker, bu zincir inceltilip boyundan çıkarılmazsa erkeği damızlık hayvan gibi bir o kadın bir bu kadın peşinde koşturmaya iter. Sokrates de bu mevzu hakkında bir tanıdığına Devlet’te sorar: “Hâlâ kadınlarla birlikte oluyor musun?” Karşıdaki cevap verir: “Hayır, bıraktım artık o işleri. Kendimi belalı bir düşmanın elinden kurtulmuş gibi hissediyorum.” Doğrudur da. Cinsel ilişkiye girmeyenlerin yaşam enerjisi daha yüksek, ruhu daha kuvvetlidir; salt bunun üzerine kurulu ruhsal öğretiler mevcut.

        Muhtemelen ortaya koyduğum bu savunu yüzünden beni “Geri kafalı!” diye yaftalayacak, hor görecek arkadaşlar çıkacaktır. Olsun. Modernitenin hazcı öğretisini yadsıyorum diye geri kafalı addedilmek bana ağır gelmez. Fakat insaflı olun, asıl geri kafalılık erkeğin kadını cinsel arzularını gidermek için nesne, kadının erkeği soyun devamını sürdürmek için kullanılacak makine olarak görmesi değil mi yahu? Hatta geri kafalılıktan öte ilkellik değil mi bu? Hayvanlığa yakınsamak değil mi? Hakaret niyetiyle söylemiyorum, hayvanlar böyle davranmıyor mu tam olarak? Böyle kodlanmışlar, yapacak bir şeyleri yok. İnsan da bedensel yönüyle bir hayvan, bunda utanılacak, reddedilecek bir durum yok. Fakat bedeni tarafından yönetilen, bedene neredeyse tapınma derecesinde hazcılığa yönelmiş insana “lütfen hayvanlaşma” dersek hakaret mi olur, uyarı mı olur? Asıl denmek istenen şudur: “İnsanlığını yitirme. İnsanlık önemli.” Önemli değil mi yani?

    “Cinsellikle aşk bir arada olamaz mı? Bence cinsellik sevdiğin biriyle yapılırsa dünyanın en güzel eylemlerindendir.”

        Böyle söyleyenlere bir yönden katılır, diğer yönden karşı çıkarım. Cinsellikle aşk elbette bir arada olur, neden olmasın? Söylediğim üzere, eğer sevgiliniz bazı fiziksel kusurlara uğrasa fakat ruhen değişmese, aynı kişi olarak kalsa yine onunla olur muydunuz? Cevap tereddütsüz evetse istediğinizi yapabilirsiniz, ben odanın kapısını çekip çıkıyorum. Peki, cinsellik dünyanın en güzel eylemlerinden mi? Cinsellik insanın en hayvansal eylemlerinden biri, erkek olup cinselliğin şiddetle ne kadar iç içe olduğunu bugüne kadar fark etmedinizse zaten denecek şey yok. Sanmam ki “cinsellik dünyanın en güzel eylemlerindendir” diyenler bir hayat kadınına giderken çiçek buketi götürmüş olsun. Çiçek vermek dünyanın en güzel eylemlerinden biridir, bak. Annenize, eşinize, kardeşinize biri nezaketen çiçek getirebilir, yobazlıkta ‘master level’ seviyesine ulaşmadıysanız bunun sizi rahatsız etmemesi gerekir. Oysa kimse eşine, kardeşine yan gözle bakacağını bildiği birini eve almaz, almak istemez; tabii çok af edersiniz kavatlıkta (Ek not: İç Anadolu’da kadın satıcısına pezevenk denirken kavat lakabını almak için adamın kendi ailesinden bir üyeyi de satışa konu edinmesi gerekir) yüksek lisans yapma hedefi yoksa. Demek ki çiçek götürmekle cinsel ilişki arzusu aynı kulvarda işler değiller, olamazlar.

        Biraz sert olacak ama hayvanî bedenin zincirlerinden kurtulamamış, hayvanî bedenin esiri olan kimsenin aşkı hikâyedir, şehvettir. Yalnızca tasavvufta tanımı yapılan aşk türü gerçek aşk olabilir nazarımca. Hani kimi Allah kimi Tanrı kimi Büyük Öz kimi evren, kâinat diye çağırır ya, işte ancak O’na duyulan yoğun sevgi hâline gerçek aşk diyebiliriz. Biz esasında O’ndan yansıyana aşığızdır. Yani o güneştir, bu dünyada dolanan bizlerse küçücük aynalar. O güzellik algısı, bence kendi başına O’nun varlığının kanıtıdır. Yoksa bir çiçeğin güzelliği evrimsel açıdan insana ne ifade eder de Buda bir çiçeğe bakınca kendinden geçti? Kendinden geçmeye de gerek yok, oturup bir çiçeğin, böceğin, ağacın, serçenin güzelliğini izlemek, insanın insan olduğuna kanıttır. Yani aşkın gerçeği Yunus Emre’nin şiirlerinde döktüğüdür; buna karşılık, yaz dizilerinde kadın çalışanını etkilemeye çalışan patronunki ise sadece çiftleşme arzusunun üstünü çeşitli romantik olaylarla örttüğü bir hikâye. Bir de bu patronlar nedense hep yakışıklı, kaslı olurlar, standart işadamı tipolojisinin tam tersine. Muhtemelen bu da senaryolar, gençliğinde karşı cinsin güzelliğine hasretle, iç çekerek bakan fakat istediğini elde edemeyen insanlar tarafından yazıldığı içindir. Zaten istediği kadını elde edebilecek kadar yakışıklı bir erkek veya her erkeğin dibini düşürecek güzel bir kadın oturup da saatlerce senaryo yazmakla falan uğraşmaz. Bu türden ürünler çirkinler tarafından yine evde oturup hayaller kuran garibim çirkinlere pazarlanır.

        Çirkin kardeşler, çirkin bacılar, lütfen gerçeği dile getirdim diye lütfen alınmayın, ben de sizdenim yahu! Bir beyit yazayım da gönlünüz olsun bari: “Yoktur birbirimizden farkımız / Biz birbirimizi anlarız!”

        Biz aslında en iyi ihtimale âşık oluruz genelde, yani bir imaja, kişinin kendisine duyduğumuzdan öte bir aşktır bu. Masallarda sürekli padişahın kızına âşık olanlar anlatılır da oradaki aşk da o kızın kendisine duyulan aşktan öte padişahın kızı olmasına duyulan aşktır genelde. Ego başarıdan muazzam bir haz duyar, elde ettiği her tür başarıya sıkı sıkıya tutunur. Başarı olarak tanımladığı her sonuçta kendini daha değerli ve önemli hisseder, bu nedenle herhalde başarılı olduğunu hissetmek en sevdiği iş olabilir, bunun elbette en hızlı yolu da yüksek makamlara gelmektir. Padişaha damat olmaktan üstün tek başarı bizzat padişah olmaktır, eh o da neredeyse imkânsız diyebileceğimiz, öylesine yüksek gayretler gerektiren ve tehlikeli bir iştir ki o işi kovalamaktansa padişaha damat olmak egonun tercihi hâline gelir. Hani yırtıcı hayvanlar tehlikeli olduğunu anladıklarına çaresizce aç değillerse canlarını tehlikeye atıp saldırmazlar veya bir süredir kovaladığı savunmasız avın peşini bırakırlar, çünkü o noktadan sonra, etten elde edeceği enerji avı yakalamaya çalışmak yüzünden kaybedecek olduğunu karşılayacak düzeyden aşağıdadır; bu misal. Bu arada onu nasıl hesaplarlar, orası da meçhul, ama bir şekilde hesaplar ve takibi keserler işte. Doğa muhteşemdir.

    “Olur mu ya? Erkek/kız arkadaşım beni çok seviyor, hiç de öyle düşünmez, daha iyisini bulsa dönüp bakmaz. Evleneceğiz biz.”

        Düğününüz hayırlı olsun şimdiden. Öyle sanıyorsun. O güzel, inci dişlerin ağzında bir nedenden çürüsün, dökülsün de o zaman görelim o aşkı. Beddua etmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Oradaki –sın/sin eki dilek anlamında değil, cümleye ‘olur ise’ anlamı katar. Hadi yine iyisiniz, araya dil bilgisi dersi de sıkıştırıyorum, hepsi pakete dâhil. Bir hastalığa yakalan, betin benzin atsın, o gül çehren solsun, zayıfla, gözlerin yuvalarında pörtlesin, avurtların Drakula gibi çıksın da öyle görelim o aşkı. Bakalım aşkın kaç gün dayanacak yeni görüntüne? Hepsini geçtim, bunu da erkeklere söylüyorum, o düğünü yapacak parayı toplayama, sade bir nikâh teklif et, bakalım aşkın sönüş hızını yeniden hesaplıyor muyuz hesaplamıyor muyuz?

        İşte anladığım kadarıyla egonun bu başarı takıntısı sebebiyle insan en yoğun aşkı hep ulaşması, elde etmesi en zor, en imkânsız seçeneğe hisseder. Çok çok az kişi “O beni mutlu etsin, ben onu mutlu edeyim yeter.” niyetiyle hareket eder. Bu yüzden masallar yakışıklı, beyaz atlı prenslerle, güzel prenseslerle doludur. Ben hiçbir masal hatırlamam ki kahramanımız gitsin de alt tabakadan, özelliksiz ama onu çok mutlu edecek biriyle evlensin. Aksi örneği varsa bile istisnadır, bir iki tanedir; birisini ben söyleyeyim: Spoiler veriyorum, Keloğlan’ın film boyunca uğruna yarışmalara katıldığı, tatlı canı tehlikeye attığı ve nihayet elde ettiği kendini beğenmiş prensesi finalde bırakıp samimi Cankız’ı tercih ettiği film aksi örnektir. İşte o film nazarımca hep birbirinin aynı, ana akım (main stream) masallara çok hoş bir karşı çıkış ve gerçek aşka harika bir örnektir, çünkü Keloğlan yaptığı seçimle ömür boyu tarhana içmeyi sabah akşam dilediğini yiyebilmeye tercih ederek büyük fedakârlıkta bulunmuştur. Neye inandığımı ve neyi anlatmaya çalıştığımı anladınız; aşkın tek gerçek göstergesi fedakârlıktır.

        Acı gerçeği ayrı bir paragrafta tekrar dile getireceğim: Kardeşim senin o söylediğin aşk değil. Senin sözde âşığın sendeki yeşil gözlere âşık, altın oranlı çehrene âşık, erkeksen geniş omuzlarına, boyuna posuna, biçimli popona, hatta gelir düzeyine âşık, kadınsan yuvarlak göğüslerine, dar beline, geniş kalçana, sütun bacaklarına âşık; cinsiyetine göre oku işte. Sen olmasaydın, âşığının arzu ettiği, aradığı aynı veya benzer özelliklere sahip başka biri senin yerini alacaktı. Aradığı sen değilsin, belirli özellikler; o özellikleri yitirdiğin anda onun radarından çıkıverirsin.

        Kimse Leyla değil, kimse Mecnun değil, kimse Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı öyküdeki gibi sırf sevdiğinin mahallesinde takılıyor diye bir sokak köpeğini tutup öpücüklere boğmaz, etrafında dönmez, baş tacı etmez. Öpeceksen Leyla’yı öp zaten, köpeği neden öpüyorsun? Hikâye bu, kelimenin ilk anlamıyla, içerisindekiler de sembol. Zaten Leyla ile Mecnun’un hikâyesini irdeleyince de gerçek şöyle köşeden kafasını çıkarır, acı acı gülümser bize. Mecnun Leyla’nın aşkından deliye döner, her gittikleri yeri bulur, yaldır yaldır peşlerinden gider ama Leyla Mecnun’a kavuşmak için gram çaba sarf etmez. İki kişilik bir aşk değildir bu. Mecnun belki de kendi kendine gelin güvey olmuştur. Leyla bir hedef, yerine başkasının da geçebileceği bir arzu nesnesidir bu konumda. Dolayısıyla aşk yalnızca Mecnun’a aittir, Leyla’ya değil. Leyla anca Mecnun'un ona olan aşkı kulağına gelince Leyla'yı merak ederek huzuruna getirten, tipini görünce de “Mecnun nasıl senin aşkından deliye dönmüş? Hiç güzel değilsin ki sen?” diyen hükümdara, “Sen bana bir de Mecnun’un gözleriyle bak.” diye trip atmayı bilir. Leyla hanım kızımız bu tavrıyla açığa çıkarır ki bugün yaşasa tüm duygularını sağa sola kinayeli sözler iliştirilmiş postlarla belli eden ortalama bir Instagram kızı olur en fazla kendisinden. Oysa Mecnun öyle midir ya? Mecnun efsanedir. Leyla’yı meşhur eden Mecnun’dur. Mecnun elini sallasa elli tane Leyla olacak kız bulur, Leyla gibi elli tanesini meşhur eder. Ama gel gör ki piyango bizim instagram kızı Leyla’ya vurmuştur. Artık birine sadaka verdi de büyük dua mı aldı yoksa Mecnun birine sadaka mı vermedi de büyük beddua mı aldı, orası meçhul. Gerçi elimizdeki hikâyenin büyüklüğüne bakılırsa her ikisi birden gerçekleşmiştir.

        Peki biz sonuç olarak nereye varıyoruz, ona gelelim: Aşk benliğinde durana değil, benliğini yok sayana, kendinden geçene aittir. Benlikle aşk maşk olmaz. Aşılamamış hayvansal benlikle hiç olmaz. Hayvansal benliğin tek amacı vardır: Üremek, nesli devam ettirmek. Bu da her hayvandaki en ilkel güdüdür. Yeri gelir kendi varlığını koruma güdüsünün önüne geçer. Bir hayvancağızın yavrularını korumak için kendini feda ettiğini görmek alışılmadık iş değildir, fakat bu fedakârlığı gerçek aşk sınıfına koyamayız, çünkü bu fedakârlık DNA’nın nesli koruma saplantısının anneyi güdülemesiyle yapılır. Aynı hayvan, yavrusu yetişkinliğe eriştiğinde onunla çiftleşebilir. Hiç annelik şefkatine uygun bir iş değil, öyle değil mi?

        İnsan, ruh olarak, kendine veya içinde ruhsal makama da aşk duyabilir belki. Yani bu da gerçek sevgi payesi taşıyor olabilir. Herhalde ben aşk anlayışımı, perdenin arkasındakine duyulana veya tam samimiyetle bağlanılana gerçek aşk denir, diye tanımlasam doğru olabilir. Gerçi kimileri “seni senlikten çıkaran hâl” diye tarif etmiş aşkı, etmedilerse de ben şimdi etmiş oldum. Yani bir kadının güzelliği veya bir erkeği yakışıklılığı bir insanı aşkınlık hâline sokabilir ise ben kimim de bunun gerçek aşk olmadığını iddia edebilirim? Zaten önemli olan sonuçtur, o sonuca, o hâle ulaşmaktır tek aradığımız. Gerçi dikkatli olmak gerek, kötü niyetli birine duyulacak aşk insanı madden olduğu kadar ruhen de mahva sürükleyebilir. Fakat dikkat etmekle kurtulmak mümkün olsa ona da aşk denmez, değil mi?

        Bu bölümü henüz bitirmedik. Öne sürdüğüm savları desteklemek amacıyla pek de alışıldık olmayan bir yönteme başvuracağım. Bir aşk şarkısını ele alıp dibine kadar inceleyecek ve irdeleyeceğiz. Bu sebeple size bir sürpriz hazırladım: Şarkının kahramanı olan kardeşimizi stüdyomuza konuk alacağız! Sonra da hep birlikte takdir edeceğiz bakalım nasıl bir aşkmış bu zahiri aşk dedikleri. Sonunda bana hak verecekmişsiniz gibime geliyor. Ha vermezseniz, yine vermeyin. Kimseye zorla hak verdirecek hâlim yok.

        Şarkımız Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı, konuğumuz da tahmin edebileceğiniz üzere çırak kardeşimiz. İsteyen bu esnada arkadan şarkıyı açsın. Açmayan da lütfen takip eden satırları Cem Karaca’nın tok sesiyle okusun:

    Gönlüme bir ateş düştü, yanar ha yanar yanar
    Ümit gönlümün ekmeği, kumar ha umar umar
    Elleri ak, yumuk yumuk, ojeli tırnakları
    Nerelere gizlesin şu avcun nasırları
    Otomobili tamire geldi, dün bizim tamirhaneye
    Görür görmez vurularak başladım ben sevmeye
    Ayağında uzun etek dalga dalga saçları
    Ustam seslendi uzaktan, “Oğlum al takımları”
    Bir romanda okumuştum buna benzer bir şeyi
    Cildi parlak kâğıt kaplı, pahalı bir kitaptı
    Ne olmuş nasıl olmuşsa âşık olmuştu genç kız
    Yine böyle bir durumda tamirci çırağına
    Ustama dedim ki “Bugün giymeyim tulumları”
    Arkası puslu aynamda taradım saçlarımı
    Gelecekti bugün geri arabayı almaya
    O romandaki hayali belki gerçek yapmaya.
    Durdu zaman, durdu dünya, girdi içeri kapıdan
    Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan
    Arabanın kapısını açtım, açtım girsin içeri
    Kalktı hilal kaşları, sordu “Kim bu serseri?”
    Çekti gitti arabayla egzozuna boğuldum
    Gözümde tomurcuk yaşlar, ağır ağır doğruldum
    Ustam geldi, sırtıma vurdu, “Unut” dedi “romanları”
    “İşçisin sen işçi kal. Giy” dedi “tulumları”
    İşçisin sen işçi kal.
    İşçisin sen işçi kal.

        Öncelikle bu üst kısmın tamamının kopyala-yapıştır ile değil el emeğiyle yazıldığını belirteyim. Tıpkı tamirci çırağı gibi alın teriyle, resmen amelelik yaparak tek tek kendim yazdım tüm o beyitleri. Dolayısıyla ben de bir işçiyim, burjuva değilim, bana yüklenmeyin. İşin şakası bir yana gerçekten işçiyim, hem de amele kıvamında, çalıştığım mobilya mağazasında çok sevkiyata çıktım, part-time değilse bile herhalde quarter-time sevkiyatçılık tecrübem bulunuyor desem yeridir. Hem de üniversite mezunu, yüksek lisansı yarıda kalmış, en düşük YDS puanı 86 olan biri olarak yaptım bunları. Belki şu an bu satırları okuyan birinin evine mobilya taşımış bile olabilirim veya evine mobilya taşıdığım biri şu an bu satırları okuyor olabilir. Evet, o veyanın solundaki ve sağındaki her iki cümle de aynı önermeyi sunuyor, yalnızca bir parça daha entel görüneyim diye öyle dallanıp budaklandırdım.

        Sol görüşlü tayfadan gelecek linçin önünü böylece aldığımıza göre tamirci çırağının olayını anlatmaya girişelim. Olay şu; tamirci çırağımız arabası bozulan veya kontrole gelen, kesesi bol bir aileye mensup, eğitim düzeyinin yüksek olduğunu düşündüğümüz, hatta belki de hâlâ eğitimine devam eden bir hanım ablayı beğeniyor ve arabasının kapısını açarak ona kendini göstermeye çalışıyor. Muhtemelen üniversitelerdeki feminist gruplardan birinde yer alan hanım kızımız da erkek ile kadın eşitliğine duyduğu katışıksız inanç ve kendi kapısını kendisinin açabileceğinin derin bilinci içinde “Bu serseri de kim yav!” diye carlıyor. Sonra da belki usta işini yeterince iyi yapmadığından belki de kız bizzat kendisi aracı modifiye ettirmek için getirdiğinden, doğaya fazla fazla karbondioksit salan motorunu kökleyerek tamirhaneden ayrılıyor. Nereye? Bilmiyoruz. Erkek arkadaşıyla buluşmaya gidiyor bile olabilir. Bir kapı açarak kadın tavlayabileceğini sanan masum çırak kardeşimiz ise çöküp kalıyor. Tabii usta ya mekânın sahibi ya da kraldan çok kralcı bir işçibaşı, tam çakalın önde gideni, durur mu, çocuğa bu üzgün anında kafasını dinlesin diye izin vermek yerine hemen arkadan yanaşıp sırtına vurarak sözde destek oluyor, tulumları giymesini söylüyor. Görünüşte teselli verirken belli ki esas amacı çocuğu işe salmak. Bu arada bilmediğimiz önemli bilgiler var: Çocuğun mesaisini tam verip vermediklerini, sigorta yapıp yapmadıklarını bilmiyoruz. Acaba çırak meslek öğrenmek için mi orada çalışıyor yoksa gerçekten ihtiyacı mı var, bunu da bilmiyoruz. Bu kısımlar davranışları tam anlamıyla çözümlemek adına önem arz ediyor ama şarkıda geçmiyor.

        Şimdi biz çırak kardeşimizi stüdyomuza davet edeceğiz ve elimizde bulunan bilgileri kullanarak ona bazı sorular soracağız. Çırak kardeşi içeri yollayın.

        Hoş geldin çırak kardeşim. Nasılsın, iyi misin? İyi ol, iyi. Bak sana bazı sorularım var:

        1) Çırak kardeşim, doğrudan sonuçtan başlayacağım. Anlıyorum kız bakımlıydı, güzeldi ve doğaldır ki bu nedenle gönlünü çeldi. Fakat olmayınca olmuyor işte. Gel sana başka kız yapalım. Mesela yine Cem Bey’in bahsettiği bir fabrika kızımız var. Fabrikada çalışır, yüksek beklentilere sahip değildir, sadece kocası içki içmesin ister, o kadar. Fakat elbette burjuva kızı gibi bakamaz kendine. Elleri belki aktır ama makinelerle uğraştığından yumuk yumuk değildir, tırnaklarında da oje durmaz. Dolayısıyla o kadar güzel görünmez gözüne. Ama kanaatkâr kızdır, seni sıkmaz, bunaltmaz. Onu yapalım sana, olmaz mı? Olmaz? Neden olmaz? İlla burjuva kızı diyorsun? Âşık oldum, diyorsun? Peki. Karşılığında ne sunacaksın? Hadi tamam, onu sana yaptık, senin oldu, gül gibi bakımlı kızı aldın. Ne vereceksin bu kıza karşılığında? Belki annene göre dünyanın en yakışıklısı sensindir fakat kız seni yakışıklı bulmamış belli ki; çünkü yakışıklı bulsa kaşlarını kaldırıp “Kim bu serseri?” diye sormazdı. Genel kaidedir, kızlar yakışıklı erkekle tipsiz erkeğin yaptığı aynı davranışa farklı tepkiler verir. Diyelim iki tane berduş görünüşlü erkeğimiz mevcut. Kızımız bunlara bakacak, yakışıklı olanı “Aaaa ne güzel, dünyayla bağını kesmiş, özgür ruhlu, maceracı erkek.” diye bağrına basacak, çirkin erkeği ise, açıklama ihtiyacı bile duymadan “Ay bu ne be! Kokuyordur bu!” diye iteleyecektir. Yani tipe kalırsa bu iş olmaz. E zengin de değilsin anlaşılan, ben esas mesleği marketing director olup ek iş olarak tamirci çıraklığı yapana denk gelmedim. Kazandığın parayla kıza evinde alıştığı koşulları bile sunamayacaksın. Diyelim bu kız senin hislerine karşılık verdi. Bu kız seninle olduktan sonra ne yapacak, şimdi icra ettiği bir mesleği de yoksa gidip markette mi çalışacak senin için? Haftada altı gün, günde on iki saat yük indirecek, mal yükleyecek, o arada bir saat bile oturamayacak, çünkü izin yok. Bu kadar zahmete katlanacak sırf senin için. Muhteşem bir karakterin olmalı öyleyse? Hani maddede bir şey yok ya bari karakterden veya ruhsal makamlardan bir şey sunarsın kıza, diye diyorum. Velayet makamı falan elde ettin mi, kıza ruhsal âlemde gıdalar mı sağlarsın, gerekirse Allah’a naz yapar, kızın sonsuz kurtuluşa erişmesine vesile olursun? O da yok? Demek henüz bedensel isteklerine tam olarak yular vurabilmiş de değilsin, hâlâ sıradan bir iki ayaklısın. Milyarlarcamızla aynı. Neyse. Hadi diyelim kıza büyü falan yaptırdık, tuttu, her eksiğine rağmen seni kabul etti, gitti senin olabilmek için o üç harfli köle pazarlarından, pardon zincir marketlerden birinde çalışıyor. Fakat artık aynı bakımı yapamayacak, çünkü çırak kardeşim sen de biliyor olmalısın ki bu zincir marketler çalıştırması gereken işçi sayısının altında eleman bulundururlar her zaman. O koca koca şubelere günlük en fazla 2-3 çalışan bakar, tüm sorumluluk da bu kızcağızların omuzlarındadır. Günde senden daha fazla kilo kaldırır bu kızcağızlar. Yani artık sevgili eşin, akşamları yorgun argın eve dönecek, bir yemek yerse yiyecek, yoksa yatıp uyuyacak. Cilt maskesi, manikür, pedikür falan hak getire. Cildine o acayip isimli, ağzını şekilden şekile sokmadan telaffuz edemeyeceğin türlü türlü kremlerden, solüsyonlardan falan sürmeye ne vakit ne enerji bulabilecek. Cildi günden güne matlaşacak, en geç birkaç yıla sıradan bir çalışandan daha güzel görünmüyor olacak. O zaman gönlün geçer de sen yeni bir burjuva kızı görürsen ne olacak? Yani kız senin için neleri terk etti, geldi; elini değil taşın altına, kaynar suyun içine soktu. Peki sen onu daha güzel birini buluncaya kadar kendi keyfin için kullanmak istiyor olabilir misin? “Valla öyle değil.” diyorsun, ama ben bu konuda doğruyu söylediğine pek de ikna olmuş değilim, her nedense.

        Bak güzel kardeşim, seni anlıyorum, âşık değilsin demiyorum, ama adil değilsin diyorum. Geçen yıllarda bilim adamları bir araştırma yapmıştı, güzel kadına bakmakla uyuşturucu kullanmanın erkeğin beyninde aynı noktaları aktifleştirdiğini bulmuştu. Bu deneyi hangi aklı evvel yapmayı önerdi, kim neden güzel kadına bakmanın beyinde hangi noktaları etkilediğini merak eder veya sadece laboratuvara güzel kadın girsin, içimiz açılsın da elbet bir şey araştırırız diye mi bu deneye giriştiler bilmiyorum. Ancak şurası açık ki güzellik biz erkekler için yasal bir uyuşturucudur çırak kardeşim. Yaradan böyle bir sistem kurmuş, ne yapacaksın. Allah’a şükür hükümetimiz henüz bundan vergi de almıyor, doyasıya bakabiliyoruz güzel kadınlara.

        Çırak kardeş, dizi izler misin bilmem. Bak, Game of Thrones diye bir dizi vardı. Orada sarışın, renkli gözlü, sevimli mi sevimli, bıcırık mı bıcırık bir bacı oynar, adı da Emilia Clarke’tır. Gözü ayrı, gülen yüzü ayrı, dili ayrı tatlıdır. Yaradan böyle yavaş yavaş, özene bezene yaratmış maşallah. Yo, hayır, niye onu sana yapayım, ne çabuk unuttun burjuva kızını bir dur hele, bir şey soracağım. Sence benim bile şurada övmekten kendimi alıkoyamadığım bu şirinlik abidesi kadın için günde kaç kişi Game of Thrones açıp bakıyor, iç geçiriyordur? Sürüsüne bereket, değil mi? Ama ben hiç gazetede okumadım ki aralarından biri kalksın da durduk yere kadının arabasının kapısına yapışsın, kapı açıp kendini göstermeye kalkışsın. Gerçi yapan olduysa bile gazetelere çıkmamış olabilir; çünkü Emilia alçakgönüllü, neşe dolu kadındır, bir güler, “Thank you :)” der geçer bence. Ama demese, tüm kontrolünün onda olduğu ünlü kaşlarını dalgalandırarak “Who the hell is this punk?” diye azarlasa bile zannetmem ki lafın muhatabı Beverly Hills ortasında tulumlarıyla çöksün kalsın, arkadan çakalın biri elinde takım çantasıyla yanaşsın, teselli ayağına “Hadi üzülme, sen gel de bizim şu musluğu tamir et.” diye işe salmaya çalışsın. Hiç aklımda canlanmıyor. Çünkü bu çok abuk bir sahne be kardeşim. Gerçi çöküp kalan woke kültürcü falansa “Bana Müslüman olduğum için, brown-dark derili olduğum için böyle diyorsun. Irkçısın Emilia, hainsin Emilia, kadın düşmanısın Emilia. God damn it.” diye üste çıkıp date koparmaya çalışabilir de. ‘Kadın düşmanı’ ne alaka diye sorma güzel kardeşim, eğer bu adam Emilia ile olmazsa elbette gidip başka kadınlara saracak, bu da tüm kadınlara yapılmış toptan bir kötülük işte. Woke kültür ne mi? Boş ver, o siyaset bölümünün konusu, sen sadece bu kültürün taraftarlarının işine gelen gelmeyen, alakalı alakasız her konuda mutlaka bir şekilde devreye girdiğini ve tüm stratejisinin karşıtlarını boş beleş suçlamak üzerine kurulu olduğunu bil; bir de kendini elit zanneden bir zombi olma yeter. Gerçi bu söylediğim her kültür, ideoloji ve inanç adına geçerli, hiçbir zaman zombi olma, koyun gibi güderler sonra. Kusuruma bakma tamirci kardeş, kendimi tutamadım, derin acına rağmen kalktım da politik dokundurma yaptım. Fakat muhabbetimizle de ilişkisiz değil esasında. Kardeşim anladığını sanıyorum ki Emilia Clarke da bahsettiğimiz türden bir duruma maruz kalsa, senin düştüğün burjuva kızı da maruz kalsa, bu ikisinin yerinde, aynı şartlara sahip kim olsa muhatabını reddetmekte haklıdır. Çünkü muhatabın ona sunacak bir şeyi yoksa neden masal prensesi gibi hatun onu tercih etmeli ki? Tersini düşün güzel kardeşim, sen neden fiziksel engelli, güzel olmayan bir kadının değil de burjuva kızının peşine düşüyorsun? Güzel olmayanı önemle vurguluyorum, bir parça güzellik erkek adına her tercihi değiştirebilir çünkü.

        Ha bu arada. Batı ülkeleri ikiyüzlü argümanlar kullanarak diğer devletleri ve milletleri suçlaya suçlaya istediklerini elde etme yoluyla yaptığı şımarık siyaseti devam ettirir de gittikçe daha fazla insanı bu davranış biçimine alıştırırsa belki ben de bir ara ABD’ye gider Emilia ile şansımı anlattığım yöntemle denerim, neden olmasın. Şunu bil ki eğer reddedilirsem, olduğum yere çöküp kalmam, hemen Emilia’yı “Irkçı, demokrasi karşıtı, insan hakları düşmanı” diye yaftalayarak yola getirmeye çalışırım. Yerse ne âlâ, yemezse şansımı denedim derim en azından. Fakat emin ol çırak kardeşim, taktiğim tutmaz da egzoz gazına boğulursam çakal bir corporate sahibinin sinsice arkamdan yaklaşıp “Ortadoğulusun sen Ortadoğulu kal brother.” diye sırtıma vurmasına, hadi vursa bile elime takım çantası tutuşturmasına izin vermem. Hadi ona da izin verdim, çalışacaksam bile bir gün kafa izni yaparım, belki biraz içer “Emilia, Emilia” diye Game of Thrones izleyerek ağlarım. Ama o zehri içinden atmaya çalışır, ertesi gün işe dönerim. Neticede  iş dediğin ne bedensel ne ruhsal sağlıktan önemli. Ve zaten düzgün insanların yaşadığı düzgün sistemi olan düzgün ülkelerde iş, yaşamı sürdürmek için yapılır, insanlara iş yapmaları için dünyaya gelmişler gibi davranılmaz. Bunu o zorlu gününde bile bir gün izin vermeyip seni düşünüyor ayağına siyasî dokundurma yapan şark kurnazı ustana ilet.

        Bu arada beni can kulağıyla dinledin değil mi çırak kardeşim? Hadi oradan, nereye dinledin! Bir kere Emilia Clarke İngiliz, muhtemelen İngiltere’de bir yerde yaşıyordur. Ben baştan beri bir popüler kültür ikonu olduğundan ABD, ABD dedim, bu arada da senin beni dinleyip dinlemediğini test ettim. Niye onu görmeye o kadar batıya gideceğim, kadın orada yaşamıyor ki. Ne? O yoksa başkasını bulup evlenir, ABD’ye mi yerleşirim? Burjuva kızına aşkın koca bir yalanmış çırak kardeşim, daha sınava çekilmeden gösterdin bunu. Bulduğun ilk Helga’da terk edeceksin kızcağızı belli ki. Sonra da haftada en az altmış küsur saat çalışan bizlere türlü türlü bahaneler öne sürülüp verilmeyen o uzun yıllık izinlerini ülkemizin en güzel kıyılarında sana neredeyse bedava gelen fiyatlarla tatilde geçirirken “Bura cennet, cennet. Aslında geri dönerim ama orada kurulu düzenim var işte.” diye martaval okursun millete, sanki o düzeni kurabilmek için buradaki düzenini bırakıp oraya göçen sen değilmişsin gibi. Kusuruma bakma, bir anda soğuyuverdim senden çırak kardeşim.

        Sevgili çırak kardeşim. Seni sürekli verecek bir şeyin olmamakla itham ettim ama sen pek çok oto sanayi ustasının yaptığı üzere, egzozu normalden biraz fazla ses çıkarana, altından yağ damlatana, hafif sağa çekene “Bu motor ölmüş, bitmiş abi. Şanzıman dağılmış. Onu değiştirelim, yeni lastikler de takalım.” diye ekstra ekstra masraflar açıp zengin olabilirsin de. Az önce ben senden o havayı aldım. Önce lüks tüketim ürünleriyle kızın ilgisini çekersin, belli bir zaman böyle devam edip onu epey mutlu edecek kadar mal mülk yığabilirsin. Böyle böyle zengin olan esnaf dolu ortalık. Fakat şunu düşünmüyorsun güzel kardeşim, aranızdaki eğitim seviyesi yine de birlikte olmanıza engel. Diyelim kıza rahat bir yaşam sunabilecek konuma geldin. Evlendiniz. Kız alışkın olduğu yaşam tarzını sürdürmek isteyecek, cüretkâr elbiseler giyerek mekân mekân dolaşmaktan öylece vazgeçmeyecek. Neden geçsin ki? Evlenmeden önce onun hayat tarzı böyleydi, sen de bunu biliyordun üstelik. Fakat artık işler değişmeli, çünkü sen muhafazakâr bile aileden geldin ve bu kız böyle giyinirse akrabalarının, özellikle kadın olanların, arkadan nasıl dedikodu çevireceğini çok iyi biliyorsun. Muhafazakâr topluluklar böyledir, birbirlerini daima belirli sınırlar içinde tutarlar ve bunun için kullanılan en etkin silah da dedikodudur. Dedikoduculuklarının iki farklı sebebi vardır güzel kardeşim. Birincisi insana birey değil toplumun bir üyesi gözüyle bakmalarıdır. Her cenahta olduğu gibi bu cenahın da kendilerine ait kırmızı çizgileri vardır; bu çizgileri ezerlerse veya etrafındaki başkaları ezerse başlarına bir şekilde belaların geleceğine inanırlar. İkinci sebepse kıskançlıktır. Çokları vardır, kendi yaşayamamışlıklarının öcünü diğerlerinden dilleriyle alır. Aslında içten içe isterler ki kendileri hayatta bir şeyler yapamamışlarsa başkaları da yapamasın. Bunu engellemek için de dillerini kullanırlar. Gerçi İslam'da dedikodu zinadan beterdir, ölü eti yemekle eşdeğer tutulur fakat başkalarının mutluluğunu engellemek için ölü eti yemek gerekirse o da yenir güzel kardeşim. Hatta diriyi öldürür etini üstüne yerler, insan hasedini hafife alma. Oysa şunu düşünmezler ki başkaları onlara aynı şekilde davranmasaydı içlerinde ukde kalan her ne ise onu deneyimleyebilir, yaşayabilirlerdi; böylece içlerinde ukde kalmaz, daha hoşgörülü, toleranslı, hayatla uyumlu insanlar olurlardı. Ne var ki kendilerini toplumsal ahlak, din, etik ve bunlara benzer sebepler yüzünden veya bahaneleriyle bastırdılar ve bu yüzden etrafındakilerden de kendi gönülleri doğrultusunca yaşamamalarını bekliyor olacaklar. Neticede kendi hayatlarını bir şeyler uğruna feda etmiş olarak hissediyorlar, başkası ne hakla kalkar da kendi bireysel yaşamını yaşamak isteyebilir?! Kör kuyuyu görüyorsun ya kardeşim? Başlarda pek sesin çıkmayacak, az bir zaman geçince kızı kendi sınırların içine çekmeye çalışacaksın. Bir zaman sonra kız senden ayrı bir yerlere gittiğinde kıskançlık krizlerine girmeye başlayacaksın. Elbette kız bundan hoşnut olmayacak. O alıştığı gibi yaşamayı isteyecek, haklı olarak, sana gelmeden önce de öyle yaşıyordu ve sen bunu bilerek onunla olmak istemiştin. Oysa sen yeni ve mutsuz olacağı bir hayat tarzı dayatmak peşindesin ona. O mutsuz olacak, seni de mutsuz edecek, kendi mutlu olmayan seni nasıl mutlu etsin? Sen de mutsuz olacaksın, bazı zamanlar eve gitmek bile istemeyeceksin, evde yuvalanan o ağır enerji yüzünden. Mutsuz bir evlilik çıktı mı ortaya? Evet, çıkacak. Fakat çırak kardeşim, madem hem sen mutsuz olacaksın hem o, neden böyle bir işe giresin, hayatı hem kendine hem ona zehir edesin? Kendine, çevrene daha uygun birini bulsan ya? Anlaşabileceğiniz birini? Hem senin mutlu olacağın hem eşinin mutlu olacağı türden bir evliliğin olsa? Mantıklı değil mi? Görüyorsun ya güzel kardeşim, sırf bu yüzden kimi zamanlar kalbinin sonradan paramparça olmaması için baştan bir parça kırılması gerekir. Allah boşa iş işlemez. Kız sana, “Kim bu serseri?” diye sorarken belki de Allah sana onun ağzından “Siz birlikte olmamalısınız, birbirinize uygun değilsiniz.” demişti, anlamadın mı? İşte bu, hayatı “okumaktır.” Her olayda hemen kurban kimliğine sarılma güzel kardeşim, “okumayı” öğren. Cebrail Muhammed’e “Oku” dediğinde bir kâğıttan bir şeyleri okumasını beklemiyordu ondan. Sen öyle Cebrail elinde A4 kâğıt ve Rotring kalemle inmiş veya Muhammed’e yazılı bir belge uzatmış gibi lanse ettiklerine bakma. Öyle bir durum olsa "Şunu oku." derdi Cebrail, "Allah'ın adıyla oku." değil. Bir mağarada yazıyla ilişkili başka ne bulunuyor olabilir, hiçbir şey yoktu. Üstelik bu seni ikna etmediyse daha büyük delilim de var: Bir hadiste Peygamber'e vahyin nasıl geldiği soruluyor, Peygamber sesten, ışıktan ve çınlamadan bahsettiği üç çeşit sayıyor ama yazı bunların arasında yok. Zaten Kuran kimilerinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi gökten sayfalar hâlinde iniyordu ise neden Peygamber tutup da etrafındakilere deriler üzerine yazdırıyordu? Hiç tuhaf gelmedi mi sana sevgili çırak kardeşim? Aşağı âlemden biri seçilip elçi gönderilecek, yollanan elçi gittiği kişinin okuyup okuyamadığını bilmeyecek, bir de üstüne okuma bilmediğinden Peygamber'i hırpalayacak; işe bak. Ne düşündü yani Cebrail, ‘Yukarıda verilen bilgiye göre Peygamber okuma biliyordu. Onca yoldan şu kadar sayfa getirdik. Boşa olmasın. Biraz sıkıştırsam okumayı çözer mi acaba?’ diye mi? Eğer öyleyse eskiden bize uygulanan yöntemleri de pekâlâ kullanabilirdi: Parmakları büktürüp uçlarına cetvelle vurma, kulaktan veya saç faulünden çekme, kulak memesine tırnak batırma. Pek modern ülkemizde biz böyle böyle söktük okumayı, seksen-doksan gençliği bilir, iki binliler bilmez. Muhafazakâr kesimi çok gömüyorum ve daha da beter gömdüğüm yerleri göreceksiniz ama bu işi okullardan kaldıran muhafazakâr iktidar oldu; ek bilgi olarak aktarayım istedim, bu kısım Cebrail ile alakasız. Gerçi gömmediğim kesim de yok işin aslı. Neyse, konudan sapmayalım, dahası klasik anlatıya göre Cebrail o gün Peygamber'in okuma bilmediğine ikna oluyor ama sonra bir daha ondan okuma öğrenmesini istemiyor, sanki okuma yazma doğuştan gelen bir özellik, sonradan edinilemiyor. Madem peygamberlik için önemliydi, Cebrail sayfalar yoluyla iletişim kuruyordu da Peygamber neden hiçbir zaman okuma yazma öğrenmeye zahmet etmedi? Çok ciddiyim şu anlatılan olay aynı şekliyle bir dizide yer alsa ve aynı şekilde gerisi getirilmese dizi izleyicileri tek sahnede gösterilip sonra unutulan bu kısmı 'devamlılık sorunu' olarak değerlendirir, sosyal platformlarda eleştiri üstüne eleştiri yağdırırlardı, hele bir de diziyi beğenmemişlerse. Gel gör ki mesele din olunca sorgulamadan kabul ediliyor her şey.

        Öyleyse Cebrail ne için “Oku” demişti Peygamber'e? Neye “Oku” diye işaret etmişti Birincisi “Kendi kitabını oku.” demişti. Tüm yaşamların boyunca yaptığın, ettiğin her şey kitaplara işlenir hakikatte. İkincisi, “Kendini oku.” demişti Peygamber’e, Bunun bir yolu da kendinden yansıyan dış hayatı okumaktır. Evrensel yasaları anlamaktır. Fakat şurası kesin güzel kardeşim, sana diğer anlatılan çocuk masalıdır, gerçi birazcık sorgulasan olayın gerçekleştiği yerden bile “Oku” ile kast edilenin başka bir şey olduğu sonucuna kolaylıkla varırdın. Yoksa Kuran taaa yıllar yıllar sonra deriler üstüne yazılmaya başlanmıştı. Muhammed mağarada başka neyi okuyacaktı?

        Sevgili çırak kardeşim. Bölümü bitirmeye de çok yaklaştık ama ben acaba seni hedef tahtası gibi mi kullandım, sana fazla mı yüklendim diye kendime sormaktan alıkoyamıyorum. Gönlünü alayım madem. Sen yine iyisin. Bak sana yemin ederim, “Aç koynunu, ben geldim Cevriyem / Ben de Allah kuluyum.” diye yazan, söyleyen adam var. Sanki Cevriye her Allah kulunu koynuna alırmış veya almak zorundaymış gibi. Adam kadını seviyor mu yoksa ağır şekilde sövüyor da bunun için kinaye yolunu mu tutmuş, anlaşılmıyor. Belki de bazılarına sevmek değil ama sevince şiir, şarkı yazmak, söylemek yasaklanmalı. Sen yine masumsun, iyisin. Koru bu saflığını. Ha istersen o kızı da sana yapabiliriz, nasıl olsa her Allah kulunu koynuna alıyormuş.

        Dilim keskindir. Belki bazı yerlerde biraz sert konuşmuş, gönlünü incitmişimdir; kusurum varsa affola. Şunu bil ki ne dediysem senin iyiliğin için dedim, belki biraz da kendime dedim. Eğer dediğimi anlarsan, kendin için iyidir. Anlamaz, kurban kimliğinde ısrar edersen bu hayatı hem kendine hem başkalarına zehir edersin güzel kardeşim. Lütfen bunu yapma. Kendini de fazla yıpratma, görüntüsel aşkın oduna fazla yanma. Yanarsan Hafız-ı Şirazi gibi yanmayı öğren. Tanır mısın bilmem. Derler ki Hafız da alt tabakadan biriymiş. Üstelik çirkin de bir genç. Fakat gönül bunları dinlemiyor işte, bir gün sultanın güzel kızını görüyor, ona düşüyor gönlü. Garibim nasıl elde edecek? Neyi var verecek? Onun aşkı seninkinden kat kat umutsuz; bizim zamanımızda hiç değilse soylu ve alt tabaka halk diye aralarında uçurumların bulunduğu toplumsal statü farkları yok. Sen parayı bulsan belki de burjuva kızı kendi ayaklarıyla gelecek sana; o dönemde istediğin kadar zengin ol, soylu bir aile tutup da sıradan halktan birine kız vermez. Bu yüzden padişahın kızını almak üstüne masallar uydurmuşlar. Oysa gerçekten yaşanmış olsa tarih olur, masal değil.

        Hafız da ne yaptı? Şiir yazmaya başladı. Çok güzel şiirler yazdı kardeşim. Kızın aşkından ilahi aşka geçiş yaptı, galiba biraz da zorunlu olarak. Çırak kardeşim, sen de seni ve görüp bildiğin her şeyi yaratanı sev. Hangi yolla, hangi yoldan seversin, orası sana kalmış. İnsanoğlu en ufak bir şey verecek olsun bin türlü araştırmaya girer, O ise O’nu arayan kim olursa olsun, geçmişinde ne türden pislikler bulunursa bulunsun, O’na yaklaşana yaklaşır. Yaklaşmak mı istedin? O ateşi yakar, sen de girer, arınırsın. Ruhta ateşsiz temizlenme olmaz kardeşim. Bu yüzden İsa Mesih'e “Ateşle vaftiz eden” denmiştir. Sabredersin belaya, derde, mihnete, sabrede sabrede temizlenirsin. Temizlendikçe de O’na yaklaşırsın. Üstelik her varlığın var oluş ve varlığını sürdürüş sebebi olmasına rağmen alçakgönüllüdür. Temizlenmiş olanı “Sen geçmişte şunları şunları yaptın!” diye suçlamadan kabul eder. Zaten diğerleri seni tutup başlarına geçirse, hatta sana tapsalar ne yazar? O’ndan fazla sevilecek bir şeyi bulabilecek misin? Bu dünyada neye, kime yapışsan seni bir noktada bırakacak, nizam böyle kurulmuş. Hem bakarsın, ikiniz hakkında da hayırlı olacaksa belki birtakım fırsatlar yaratır, zaman içinde yaşattıklarıyla sizi birbirinize daha uygun hâle getirir de bir gün burjuva kızıyla sizi birleştirir bile. Allah bu, imkânsız diye bir şey yok O’na. O zamana dek sabret.

        Allah’ı nasıl mı seveceksin? Aslında inanç üstüne olan bir kitap var, bu konu oraya ait, o yüzden derinlemesine sana anlatamam ama şu kadarını demekle yetinelim: Merak etme, dindarlar gibi ‘git ibadet et’ demek değildir ‘Allah’ı sev’ demek. ‘Allah’ı sev’ demek ‘sev’ demektir. Sev, yeter ki bir şeyi sev. Mevlana’nın dediği gibi, “Sev de taşı sev.” demektir ‘Allah’ı sev’ demek. Kendini sev örneğin, mutlu ol. Sev, yeter ki ego-nefs-benliğe uymadan, menfaatçiliğini işin içine katmadan sev. Bedensel veya duygusal güdülerini, çıkarlarını tatmin için değil, yalnızca sevmek için sev. Kimileri ‘sevginin kendisi olmak’ diye tanımlar bu hâli. İşte o zaman Allah’ı sevmiş olacaksın.    

        Sevgili çırak kardeşimizi de böylelikle yolcu ediyor, programı kapatıyoruz. Sevin, sevilin. Aşk ile kalın.

Yorumlar